İSMÂİL BİN MUHAMMED EL-İSFEHÂNÎ (Kıvâm-üs-sünne İsmâil Teymî)

İsfehan’da yetişen tefsîr, hadîs ve lügat âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, İsmâil bin Muhammed bin Fadl bin Ali bin Ahmed bin Tâhir’dir. Teymî, Talhî ve İsfehânî nisbetleriyle zikredildi. “Kıvâm-üs-sünne” lakabı ile meşhûr oldu. “Cevzî” lakabı ile de anılırdı. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. 475 (m. 1082) senesinde İsfehan’da doğdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerinde zamanının bir tanesiydi. Birçok memleketleri dolaşıp çok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip yazdı. Hadîs âlimlerinin şeyhi kabûl edildi. Tefsîr ilmine dâir otuz cildlik “El-Câmi” isimli bir eseri vardır. Daha başka eserler de yazdı. 535 (m. 1141) senesi Kurban Bayramı gecesinde, İsfehan’da vefât etti.

O, İsfehan’da Ebû Amr bin Mende’den ve onun tabakasındaki âlimlerden, Bağdad’da Ebû Nasr ez-Zeynebî’den, Nişâbûr’da Muhammed bin Sehl es-Sirâc’dan, çeşitli şehirlerde; İbrâhim bin Muhammed et-Tayyâr, Ebû Mensûr bin Şükreveyh, Ebû Îsâ Abdurrahmân bin Muhammed bin Zeyyâd, İbn-i Hurşid, Ebû Bekr bin Merdeveyh ve daha pekçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip yazdı. “Tergîb ve Terhîb” kitabının sahibidir. Hadîs ilmine dâir yazdığı başka eserleri de vardır. Hadîs-i şerîf öğrenmek için çok yer dolaştı. Gittiği her memlekette, büyük hadîs âlimleriyle karşılaştı. Medâin şehrinde çok sayıda hadîs-i şerif dinleyip, bir sene orada kaldı, öğrendiklerini bir eser hâline getirip yazdı. Birçok hadîs âliminin hâllerini araştırma imkânı buldu.

Kendisinden de; Ebû Sa’d es-Sem’ânî, es-Silefî, Ebü’l-Kâsım bin Asâkir, Ebû Mûsâ el-Medînî, Yahyâ bin Mahmûd es-Sakafi, Abdullah bin Muhammed bin Hamîd el-Habbâz, Ebü’l-Fedâil Mahmûd bin Ahmed el-Abdekevî, Ebû Necîh Fadlullah bin Osman, Ebü’l-Mecd Zâhir es-Sekafî, Müeyyed bin el-Uhuvve ve daha başka âlimler hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.

Ebû Mûsâ el-Medînî diyor ki: “Hâfız Ebü’l-Kâsım İsmâil Teymî, zamanının büyük âlimlerinin en üstünü idi. Asrındaki âlimlerin üstadı oldu. Hayatında iken ondan birçok kimseler hadîs-i şerîf rivâyet etti. Babası Ebû Ca’fer sâlih bir kimse olup, vera’ sahibi bir zât idi. O, Sa’îd-ül-Iyâr’dan hadîs-i şerîf dinledi. Kur’ân-ı kerîmi Ebü’l-Muzaffer bin Şebîb’den okumuştu. Onun babası, Cennetle müjdelenen on Sahâbîden birisi olan Talhâ bin Ubeydullah’ın (r.a.) evlâtlarındandır.”

Yine Ebû Mûsâ anlatıyor “Ben küçük yaşta iken, Aişe binti Hasen’den, o da Ebü’l-Kâsım bin Aleyk’ten işitmiştim. O diyordu ki, “İsmâil Teymî’yi, sözü ve işi sebebi ile ayıplayan hiçbir kimseyi bilmiyorum. Hiçbir kimse ona karşı gelemedi. Bu, Allahü teâlânın ona yardımı oldu. “İsmâil Teymî, Sultanların da’vetlerine gitmez, yemeklerini yemezdi. Meliklerin yanından kendisine gelenleri hemen evinden çıkarır, mülkünü ilim öğrenmek için gelenlere tahsis ederdi. Bunlar, ellerinde çok az birşey getirip verseler bile böyle yapardı. Onun yanında dünyâ malının hiç kıymeti yoktu. Onun hadîs-i şerîf yazdırdığı üçbinbeşyüz ayrı ilim meclisi vardı. O, bedihi olarak, ya’nî hemen aklına gelenleri yazdırıyordu.” Yahyâ bin Mende diyor ki: “O, i’tikâdı doğru ve ahlâkı güzel bir zât idi. Az konuşurdu. Zamanında onun bir benzeri yoktu.” Abdülcelîl bin Kevtâh anlatıyor: Bağdad’daki büyük âlimlerin; “Bağdad’a İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’den sonra, İmâm-ı İsmâil bin Muhammed Teymî’den daha faziletli ve daha çok bilen bir âlim uğramadı” dediklerini işittim.

Kur’ân-ı kerîmin çeşitli kırâat rivâyetlerini birçok âlimden öğrendi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, Arab dili ve edebiyatı ile meâni ilimlerine dâir gerek Arabca ve gerekse Farsça olarak eserler yazdı. Fıkıh ilmine dâir olan fetvâları, kendi memleketinde ve diğer birçok memleketlerde gizli kalıp yayılmadı.

Ebü’l-Menâkıb Muhammed bin Hamza el-Ulvî anlatıyor: Onu anlatanların birinden işitmiştim. Diyordu ki; “Zamanının en kıymetlisi ve yaşadığı devrin en önde gelen âlimi olan İsmâil bin Muhammed, çok ibâdet yapar, geceleri teheccüd namazı kılardı.”

Ebû Mûsâ el-Medînî anlatır: Onu anlatan birisinden işittim. Diyordu ki; “O, oğlu vefât ettiğinde, ta’ziyesini (başsağlığı dileyenleri) kabûl etmek için oturmuştu. O gün otuza yakın abdest aldı ve her abdestten sonra iki rek’at namaz kıldı. Yine onun arkadaşlarından işittim. O da diyordu ki; “O, Sahih-i Müslim kitabının şerhini, oğlu Ebû Abdullah’ın kabri yanında yazıyordu. Onu tamamladığı günde, büyük bir sofra ve çok yemekler hazırlayarak ziyâfet verdi.

Onun oğlu Ebû Abdullah Muhammed, 500 (m. 1106) senesinde doğmuştu. Yetiştikten sonra, Arab dili ve edebiyatının fesahat ve beyânı hakkında ve daha başka ilimlerde çok kimsenin önünde bulunuyordu. Hattâ babası onu, Arabcanın dil ve edebiyatında kendisinden üstün tutuyordu. Sahîh-i Buhârî’nin ve Sahîh-i Müslim’in şerhlerinin birçoğunu yazmıştı. 526 (m. 1132) senesinde, babasından önce, Hemedân’da vefât etti. Genç yaşta olmasına rağmen birçok eserler yazmıştı. Sahîhayn’ın eksik kalan şerhlerini, vefâtından sonra babası, onun kabri yanında tamamlamıştır.

Ahmed bin Hasen diyor ki: “Biz, büyük âlim Ebü’l-Kâsım İsmâil Teymî ile beraberdik. O, Hâfız Ebû Mes’ûd’a iltifât ederek dedi ki: “Allah, ömrünü uzun eylesin! Muhakkak ki sen, uzun olarak yaşarsın. Ve senin bir benzerin görülmez.” Duâ ettiği gibi oldu. Bu, onun kerâmetlerinden biridir.

Ebû Mûsâ diyor ki: “Kıvâm-üs-sünne İsmâil Teymî, hicri 500 senesinin başlarında, Allahü teâlânın dinini ihyâ etmek, her yere doğru imân bilgilerini yaymak için çeşitli memleketlere gitti, İslâm diyarında, onun gibi ıslâh edici, insanları hakka, doğruya da’vet edici olan birisini tanımıyorum.”

Ebû Sa’d es-Sem’ânî diyor ki: “İsmâil Teymî, hadîs ilminde benim üstâdımdır. Ondan çok hadîs-i şerîf öğrendim. O, hadîs, tefsîr, lügat ve edebiyat ilimlerinde imamdır. Hadîs-i şerîflerin metinlerini ve senetlerini, iyi bilirdi. Karşılaştığım müşkül mes’elelerden kendisine birşey sorduğum zaman; hemen ânında cevap verirdi. Onun ömrünün sonuna doğru, usûlünün çoğunu terk etmişti. O, “Câmi” adındaki tefsîrini yaklaşık üçbin ilim meclisinde öğrendiklerinden yazdı. Babam, şöyle demişti: “Irak’ta hadîs-i şerîfleri bilen ve anlayışı kuvvetli olan iki kimseden başkasını görmedim. Birisi İsfehan’da İsmâil Cevzî, diğeri de Bağda’da el-Mü’temen’dir.”

Ebû Mûsâ el-Medîni’nin bildirdiğine göre, başlıca eserleri şunlardır: 1. El-Câmi: Otuz cildlik büyük bir tefsîr kitabıdır. 2. El-İzâh: Tefsîre dâir dört cildlik bir eserdir. 3. El-Mûdıh: Bu da üç cildlik tefsîr kitabıdır. 4. El-Mu’temed: On cildlik tefsîr kitâbıdır. 5. Kitâb-üt-tefsîr: Farsça olarak yazılmış bir tefsîr kitabı olup, iki cilddir. 6. Et-Tergîb vet-Terhîb, 7. Kitâb-üs-sünne: bir cilddir. 8. Siyer-üs-selef: Eshâb-ı Kirâm ile Tâbiîn-i izamın hâl tercümelerini bildiren kıymetli bir eserdir. 9. Delâil-ün-nübüvve: Peygamberlik ile ilgili naklî ve aklî delîlleri bildiren bir eserdir. 10. Şerh-ül-Buhârî ve Şerh-ül-Müslim: Oğlu Ebû Abdullah’ın Sahîh-i Buhârî ve Sahih-i Müslim kitaplarına yaptığı ve vefât sebebiyle tamamlayamadığı şerhlerini, babası kabri yanında tamamlamıştır. 11. İ’râb-ül-Kur’ân, 12. El-Hucce fî beyân-il-muhacce: İstanbul kütüphânelerinde mevcûttur. Kelâm ilmine âit mes’eleleri anlatan bir eserdir. 13. El-Meb’ as vel-megâzî.

Bunlardan başka eserleri de vardır, isimleri bilinmemektedir. Fetvâları da çoktur.

Kıvâm-üs-sünne İsmâil bin Muhammed’in “Kitab-ül-Hucce fî beyân-il-muhacce” adındaki eserinden ba’zı bölümler:

Ehl-i sünnet i’tikâdının özeti faslı: Sünnet-i seniyyenin garîb kaldığını ve unutulduğunu, bidat sahiplerinin de çoğaldığını ve kendi arzularına uyanları görünce, talebelerime ve diğer müslümanlara sünnet-i seniyyeye uygun i’tikâdı, hikmetli nasîhatları açıklamayı ve hadîs âlimleri ile önceki ve sonraki ma’rifet ve tasavvuf ehlinin üzerinde icmâ’ ettikleri bilgileri toplamayı arzu ettim. Şöyle ki:

“Allahü teâlânın kazasına rızâ göstermeli, Allahın emrine teslim olmalı, Allahın hükmüne sabretmeli, Allahın emrettiklerini almalı ve nehyettiklerinden sakınmalıdır. İmân, söze, amele, niyete ve sünnete muvafakattir. O, tâat ve ibâdetleri yapmakla kuvvetlenir, günah olan şeyleri işlemekle zayıflar (ya’nî parlaklığı azalır).

Resûlullah efendimizden (s.a.v.) sonra insanların en üstünü ve en hayırlısı, Hazreti Ebû Bekr’dir. Sonra Ömer-ül-Fârûk, sonra Osmân-ı Zinnûreyn ve sonra Aliy-yül-mürtezâ’dır (r.anhüm). Bu dört büyük zât, insanları hidâyete götüren Hulefâ-i râşidîn olup, zamanındaki mü’minler tarafından herbirine halife olarak bî’at edilmiştir. Bî’at edildiği günde halifeliğe onlardan daha lâyık bir kimse yoktu. Resûlullah (s.a.v.), on kişinin Cennetlik olduğunu haber verdi. Bunlar Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talhâ bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’d bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh’dır.

Hazreti Ebû Bekr’in kızı Âişe-i Sıddîka, Resûlullahın mübârek hanımıdır. O, bütün kirlerden uzak ve her türlü şüpheden temizdir. Resûlullahın (s.a.v.) bütün hanımları, mü’minlerin tertemiz olan anneleridir. Hazreti Mu’âviye bin Ebî Süfyân, Allahtan gelen vahyin kâtibi ve O’nun emîn saydığı bir kimsedir. Peygamberimizin kayınbirâderi olup, mü’minlerin dayısı sayılırdı.

Bu nizâmı yaratan Allahü teâlâ, (Hayy) diri, (Âlim) bilici, (Kadir) gücü yetici, (Mürid) dileyici, (Semî’) işitici, (Basîr) görücü, (Mütekellim) söyleyici ve (Hâlık) yaratıcıdır, ölmek, câhil olmak, gücü yetmemek, sağırlık ve körlük, söyleyememek birer kusurdur ve utanılacak şeylerdir. Bu kâinatı, bu düzen üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir. Allahü teâlâyı mü’minler âhırette, cihetsiz olarak ve karşında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, ya’nî bir şekilde olmayarak görecektir. Nitekim Peygamerimiz: “Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz” buyurdu. Allahü teâlâ da, Kıyâmet sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Kıyâmet gününde (Peygamberlerin, evliyânın ve mü’minlerin) yüzleri parıldayıp ışık saçarlar. (Onlar) Rablerini (perdesiz) görücüdürler. (Cennet ehli, dâima hûrîler ve gılmânlar ile ni’met, rahat ve huzûr içinde olup, sabah ve akşam Allahü teâlânın cemâlini görmekle zevklenip, neş’elenirler. O seçilmişlerin zikirleri; “Ey Allahım! Ben, senden, kerîm olan zâtını görmeyi istiyorum” diye yalvarmaktır).” buyurmaktadır.

Kabir azâbı haktır. Kabrin sıkması haktır. Münker ve Nekir isminde iki meleğin, insanların kabirlerine gelip, “Rablerinden, dinlerinden, Peygamberlerinden ve başka şeylerden sormaları haktır. Allahü teâlâ dünyâ ve âhıret hayatında kavl-i sabit (Kelime-i şehâdet) ile imân edenlerin ayaklarını kaymaktan korur. Zâlimleri, imân etmeyenleri de cezalandırmış olur. Allah dilediğini yapar.

Resûlullah efendimize mahsûs olan Kevser havuzu haktır. Onun bir ucu ile diğer ucunun arası, Aden ile Umman arası kadar uzundur. Onun etrâfındaki ibrikler (kâseler), gökyüzündeki yıldızlar sayısıncadır. Onun suyu, baldan daha tatlı ve sütten daha beyaz olup, kokusu miskten daha güzeldir. Ondan içen kimse, hiç bir daha susamaz.

Resûlullahın şefaati haktır. Bunun gibi diğer bütün Peygamberlerin, meleklerin, âlimlerin, şehidlerin şefaat etmeleri de haktır.

Sırat köprüsü haktır. O, Cehennemin üstünde kurulacak olan bir köprüdür. Herkes, mutlaka onun üzerinden geçecektir. Onun üzerinde dikenler, çengeller ve pıtraklar bulunup, ayak kayacak bir yerdir. Allahü teâlâ, Meryem sûresi 71 ve 72. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyurdu ki: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere, mutlaka Cehenneme uğrayacaktır. Bu, (Cehennemin ateşine uğramak), Rabbinin katında kesinleşmiş kat’î bir hükümdür. (Fakat bir sınıf mü’minler, ondan geçerken ateş sönüverir. Sonra ondan geçtiklerini melekler haber verir. Onlardan bir sınıfı da, oraya uğrayıp günâhı kadar kaldıktan sonra Cennete gider.) Bundan sonra, Allaha eş, ortak koşmaktan sakınanları, ateşten çıkararak kurtarırız. Kâfirleri de, o ateşte dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz.”

Sûr haktır. O, isrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği bir borudur. İki defa üflenir. Birincisinde, bütün canlılar ölürler, ikincisinde de, tekrar dirilirler. Allahü teâlâ Zümer sûresinin 68. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki; “İlk Sûra üflendikte, gökte ve yerde bulunan mahlûkâtın hepsi ölürler. Ancak Allahü teâlânın diri kalmalarını murad ettikleri kalır. (Bunlar da; Cebrâil, Mikâil, Azrail, Hamele-i Arş gibi meleklerdir denildi.) Sonra Sûra ikinci defa üflendikte, (o anda bütün) ölüler dirilerek kabirlerinden kalkıp, hayretler içinde (acaba ne yapılacaktır? diye) bakınıp dururlar.”

Kalbinde zerre kadar imân bulunan kimse, Cehennemde sonsuz olarak kalmaz. Günahları sebebiyle Cehenneme atılan kimseler, Allahü teâlânın rahmetiyle oradan çıkarılırlar. Sonra Cennetin kapısı yanındaki bir nehrin içine sokulurlar. Suyun içindeki kuru tohumun bittiği gibi biterler. Sonra Cennete sokulurlar.

Cennet ve Cehennem, Allahü teâlâ tarafından sevâb ve azâb yeri olarak yaratılmıştır. Cennetin ni’metleri ve Cehennemin azâbı ebedi, sonsuzdur. Bu ikisini, diğer varlıkları yaratmadan önce yaratmıştır.

Kıyâmet kopmadan meydana çıkacak olan alâmetlerden; Deccâl, Dâbbet-ül-erd, Ye’cûc ve Me’cûc, güneşin batıdan doğması, hepsi haktır, doğrudur. Ya’nî mutlaka olacaktır.

Mi’râc haktır. Peygamberimiz (s.a.v.) bir gece, rûhu ve bedeniyle semâya yükseldi. Cenneti, Cehennemi, melekleri, Peygamberleri gördü. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar gece yolculuğu yaptı. Sonra oradan mi’râc eyledi. Allahü teâlâ ile konuştu. Gözü bir an Allahü teâlâdan ayrılmadı.

Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı arasında meydana gelen hâdiseleri konuşmamalı, onların faziletlerini yaymalı ve onlara uymalıdır. Çünkü onlar, gökyüzünün parlak yıldızları gibidir. Sonra, onları görmekle şereflenen ve Tabiîn adı verilen din imamlarına, büyük âlimlere ve Selef-i sâlihîni sevmeli onların yolundan ayrılmamalıdır.

Dinde kendi aklına ve görüşüne uyarak kıyâs yapmayı terk etmek lâzımdır. Cedelleşmeyi ve husûmeti, Kaderiyye’nin kepazeliklerini, i’tikâdda sapık yolları gösteren Ehl-i bid’at kelâmcıların, kelâm ya’nî i’tikâd konusunda görüş beyan etmeyi ve yıldıznâme kitaplarını okumayı terk etmek lâzımdır.

Bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin kendisinde icmâ’ ettiği doğru i’tikâd böyledir. Bunların hepsi, Allahü teâlânın emr-i ilâhiyyesine uyularak Resûlullah’dan (s.a.v.) alınmıştır. Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat husûsunda Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:

“Allaha ve Resûle itaat ediniz.” (Âl-i İmrân-132).

“Resûle itaat eden kimse, Allaha da itaat etmiş olur.” (Nisa-80).

“Peygamberin size getirdiklerini alınız. Sizi nehy ettiklerinden de kaçınınız.” (Haşr-7)

Allahü teâlâ, tebliğ husûsunda Peygamberine Mâide sûresinin 67. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, açıkla!” buyurmuştu. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz de Peygamberliğini ilân ederek, Allahü teâlânın emirlerini açıkladı. Herkesi kitap ve sünnet ile Allaha da’vet etti. İnsanları, Sahabeye, Allahın yolunu bilen âlimlere ve âlimlerin bildirdiklerinden ayrılmayan ülül-emre ittibâ etmeyi, uymayı emretmişti. Çünkü Allahü teâlâ Nisa sûresi 59. âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Allaha itaat ediniz. Ve Resûlüne itaat ediniz ve ülü’l-emrinize itaat ediniz!” buyurmaktadır. (Burada ülü’l-emr, ictihâd derecesine yükselmiş âlimler demektir. Hadîs-i şerîfte, “Ülülemr, fıkıh âlimleridir” buyuruldu.) Resûlullahtan sonra, emirlerine uyulacak âlimlerin en üstünü Hazreti Ebû Bekr’dir. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali ve sonra da sırası ile Sahabenin büyükleridir. Bunların büyükleri; Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on Sahâbî) ve Resûlullahın faziletlerini beyan ettiği diğerleridir. Onların herbirisine uymamızı emretti. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:

“Benden sonra şu iki kişiye uyunuz: Ebû Bekr ve Ömer!”

“Eshâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.”

Peygamberimiz, hak, doğru olan Ehl-i sünnet i’tikâdını Allahü teâlâdan öğrendi. Eshâb-ı Kirâm da, Resûlullahtan (s.a.v.) öğrendiler. Tabiîn de, bu i’tikâdı Eshâb-ı Kirâmdan öğrenip aldılar. Sahabe, Resûlullahın kendilerine uyulmasını işâret buyurduğu kimselerdir. Sahabe de, kendilerinden sonra Tabiîne uyulmasını işâret buyurmuşlardır. Sa’îd bin Müseyyib, Alkame bin Vakkâs, Esved bin Yezîd Nehâî, Kâsım bin Muhammed, Atâ bin Ebî Rebâh, Mücâhid bin Cebr, Tâvûs bin Keysân, Katâde, Şa’bî, Ömer bin Abdülazîz, Hasen-i Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve onlardan sonra Eyyûb-i Sahtiyânî, Yûnus bin Ubeyd, Süleym-i Teymî, Abdullah bin Avn, sonra Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Enes, İbn-i Şihâb-ı Zührî, Evzâî, Ebû Hanîfe Nu’man bin Sabit, Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin İdrîs eş-Şâfiî ve Şam, Hicaz, Mısır, Horasan, İsfehan, Medine gibi şehirlerde yetişen nice sayısız âlimler, kendilerine uyulmaları işâret edilenlerdendir. Sonra biz onlarla karşılaştık ve onlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîfleri ve Sünnet-i seniyyeye uygun i’tikâdı yazdık. Hadîs ve tasavvuf âlimlerinin icmâ’ ettiklerini beyan eden birçok kitaplar yazıldı.

Resûlullaha (s.a.v.) tabî olmanın delîli şudur ki; Allahü teâlânın O’na olan sevgisini bilmektir. Ona tâbi olanlar, Allahın sevgisine ve mağfiretine kavuşurlar. Çünkü cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresi otuzbirinci âyetinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim,! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever. “Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, her hâlinde Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine ittibâ etmek, uymaktır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmede meâlen; “Hepiniz Allahın ipine sımsıkı sarılınız!” buyurdu. Peygamber efendimiz de, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Allahtan korkunuz. Size tâat ve cemâat lâzımdır. Çünkü cemâat, Allahın size, (sarılmanızı) emrettiği ipidir.” Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ümmetimden, hak üzere olan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır. Kıyâmete kadar, muhalefet edenlerin onlara hiçbir zararı dokunmaz.” Bu taife, eser sahibi olan ilim ehlidir. Yezîd bin Hârûn’a, Peygamber efendimizin bildirdiği (Fırka-i Nâciye)nin kim olduğu sorulduğunda, “Eğer onlar, hadîs eshâbından değillerse kim olduklarını bilmiyorum” dedi.

Dinde sünnet olan esas, tâbi olmaktır. Bu tâbi olmak da, Allaha tâat olan şeye ve Allaha itaat eden kimselere tâbi olmaktır. Allaha tâata tâbi olmak demek de, Allahın emir ve yasaklarına uymak demektir. Allahü teâlâ, kendisine tâat husûsunda, kendine itaat edenlere de itaat etmeyi farz kıldı. Onlar da, Âdem aleyhisselâm zamanından Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamanına kadar gelen Peygamberlerdir. Onlar, Allaha çağıran, da’vetçiler ve O’na tâat husûsunda rehberler, yol göstericiler oldular, ilk gelen peygamberler, sonra geleni müjdeledi. Sonraki de, öncekini tasdik etti. Her peygamber Allahın kendisine bildirdiği îmân ve amel bilgilerine da’vet etmektedir. Allahü teâlâ bütün kullarına, peygamberlerine itaat etmeyi farz kıldı. Peygamberleri, kulları üzerinde kendisinin delîli kıldı. Nihâyet onların sonuncusu Muhammed aleyhisselâm oldu ve bütün kullarına da, O’na itaat etmeyi farz eyledi. Allahü Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhammed, ancak bir peygamberdir” ve “Kim, peygambere itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur.” ve yine “Peygamberin getirdiği şeyi alınız, nehyettiklerinden kaçınınız!” buyurmaktadır ve yine buyurdu ki; “Allahü teâlâ ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadın için, kendi işlerinden dolayı, Allahın ve Peygamberin hükmüne aykırı olan seçme hakkı yoktur. Kim Allaha ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak apaçık bir sapıklık yapmış olur” (Ahzâb-36). Daha birçok âyet-i kerîmeler Peygambere itaat etmenin Allaha itaat etmek olacağını bildirmektedir. Resûlullah (s.a.v.) kendisinin Allahü teâlânın peygamberi olduğunu tebliğ edip açıkladı. Vefât edinceye kadar nasîhatlarına devam etti. Allahü teâlâ da O’nun vefâtından sonra bizi Peygamberine (s.a.v.) ve âlimlere itaat etmeye çağırdı. Bütün kullarına da, bu Peygambere itaat edeceklerini emr-i ilâhiyyesi ile bildirdi. Ve yine kendisine itaat eden kullarının, âlimlere de itaat etmelerini emretti. Resûlullah (s.a.v.) de daha dünyâdan ayrılmadan evvel, Eshâbına, âlimlere tâbi olmayı bildirdi ve ümmetine de emretti. Peygamberimiz buyurdu ki: “Benden sonra şu iki kimseye uyunuz: Ebû Bekr ve Ömer!” Bir kerresinde de, “Ben, gelip de seni göremezsem, kime gideyim?” diyen kimseye, “Ebû Bekr’e git!” buyurmuştu. Yine bir defasında Eshâbına: “Size, Ebû Bekr namaz kıldırsın!” buyurdu. Bir kerresinde de: “Hak, Ömer ile beraberdir” buyurdu. Hazreti Osman için de buyurdu ki: “Bu, o günde hak üzere olacaktır.” Ve yine, “Ali, hak ile beraberdir ve hak da onunla beraberdir” buyurdu. “Ebû Ubeyde, bu ümmetin emînidir”, “Talhâ ve Zübeyr, Cennette benim komşularımdır”, “Muâz bin Cebel, kıyâmet gününde âlimlerin imamıdır.”, “Zeyd, ferâizi en iyi bileninizdir” ve “İbn-i Ümm-i Abd’ın yol göstermesiyle hidâyete erişiniz!” hadîs-i şerîfleri gibi, Selmân-ı Fârisî, Ammâr bin Yâser, Huzeyfet-ül-Yemânî, Ebû Zer, Ebüdderdâ, İbn-i Abbâs ve İbn-i Ömer ve Peygamberimizin amcaları gibi nice Sahâbîlerin faziletlerini bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Yine buyurdu ki: “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.” Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Eshâbından Muâz bin Cebel’i Yemen’e kadı olarak ta’yin ederken ona: “Ne ile hüküm vereceksin?” diye sorunca, o da: “Allahın kitabı ile” diye cevap verdi. “Allahın kitabında olmayan birşey sana gelirse?” deyince, “Resûlullahın sünneti ile” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona: “Allahın kitabında ve Resûlullahın sünnetinde olmayan birşey sana getirilirse, ne ile hüküm vereceksin?” deyince, o da: “Sâlih, ya’nî iyi kulların kendisiyle hüküm verdiği şey ile!” diye cevap verdi ve “Ondan sonra ictihâd ve istişâre ederim” diye ilâve etti. Resûlullahın ümmeti olmak derecesine yükselen bu kimseler, O’nun kendileriyle istişâre ettiği ve ümmetine de onlara itaat etmelerini emrettiği Sahâbîleridir. Sahabenin herbiri, kendisinden sonra diğer Sahabelere tâbi olunmasını işâret ve tavsiye etmeden ölmemiştir. Onların ba’zısı diğer ba’zısına uyulmasını tavsiye ederlerdi. Eshâb-ı Kirâmdan sonra gelen Tabiîn ve onlardan sonra gelen Tebe-i tabiîn de böyle yapmışlardı. Sahabeden İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr ve bunların benzerleri. Tabiînin büyüklerinden Sa’îd bin Müseyyib, Alkame, Esved, Mesrûk ve benzerleri ile Tâvûs, Mücâhid, Atâ, Şa’bî, Hasen-i Basrî, İbn-i Sîrîn ve benzerleri, hep böyle kendilerine uyulması işâret edilen seçilmiş kimselerden olmuşlardır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Eshâbına, Sahâbe-i Kirâm da Tabiînden olan büyüklere, onlar da kendilerinden sonra gelen Tebe-i tabiînin büyüklerine uyulmasını, onlara tâbi olunmasını işâret ve tavsiye ettiler. Böylece önce gelen, sonrakine işâret ve tavsiye ediyor, sonraki de, evvelkinin yoluna tâbi oluyordu. Kıyâmet kopuncaya kadar hep böyle olur. Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden, hak üzere olan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır. Kıyâmete kadar, muhalefet edenlerin onlara hiçbir zararı dokunmaz” buyuruldu. Âdem aleyhisselâmdan, Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar hep böyle, önce gelen Peygamber kendisinden sonra gelecek Peygamberi işâret etmiş ve ona uyulmasını tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâbını, onlar da Tabiîni ve onlar da kendilerinden sonra gelenlere işâret edip uyulmasını tavsiye ettiler. Allahü teâlânın dîni, hiç değişikliğe uğramadan bu zamana kadar ulaşmış oldu. Hattâ böylece kıyâmete kadar, öncekiler sonra gelenleri işâret ve tavsiye ederek ve sonrakiler de, öncekilerin gösterdiği yola uyarak ve ba’zısı da, diğer ba’zısını tasdik ederek, sağlam ve apaçık bir din olarak devam edip gidecektir. Çünkü Allahü teâlâ Feth sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O Allah ki, Resûlünü (Muhammed’i aleyhisselâm) hidayet ve hak din (ya’nî İslâmiyet) ile gönderdi. Onunla diğer bütün dinlerin hükümlerini nesh edip (yürürlükten kaldırıp), bâtılın bozukluğunu gösterdi” buyuruldu.

Va’d ve va’îd haktır. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ameli karşılığında sevâb vermeyi va’dettiği kimseyi elbette mükâfatlandırır. Ameli karşılığında azâb etmekle korkuttuğu kimseye, dilerse azâb eder, dilerse affeder.” Yahyâ bin Muâz diyor ki, “Va’d ve va’îd haktır.

Va’d; Allahü teâlânın üzerinde, kendilerine te’minat verdiği kulların hakkıdır. Şöyle yaparlarsa, şunu kendilerine vermeye söz veriyorum, dediği şeydir. Vefâ sahibi olmaya, Allahü teâlâdan daha lâyık kim vardır? Va’îd ise; kullarının üzerinde Allahın hakkıdır. Şunu yapmayınız, yoksa size azâb ederim, diye buyurduğudur. Şayet yaparlarsa, dilerse affeder, dilerse azâb eder. Çünkü o, O’nun hakkıdır, İkisinden en evlâsı, Allahü teâlânın bize af ve keremi ile iyilik etmesidir. Çünkü O, Gafûr ve Rahimdir. Ya’nî O’nun bağışlaması ve merhameti çoktur.

Îmân ile ilgili hadîs-i şerîfler: İbn-i Abbâs’dan bildirildi. Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: “Komşusu aç iken, karnını doyuran kâmil mü’min olmaz.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Îmân ve küfür, asla bir kalbde beraber bulunmazlar. Doğruluk ve yalan da, asla birleşemez. Hıyânet ve emânet de bir arada bulunamaz” buyuruldu.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kendisinde emânet (eminlik) bulunmayan kimsede îmân yoktur. Ahdine vefa göstermeyen kimsede din yoktur. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allaha yemîn ederim ki, kulun dili, istikâmet buluncaya kadar imânı doğru olmaz. Onun, kalbi doğru oluncaya kadar, dili doğru olmaz. Komşusu, bevâyıkasından emîn olmayan kimse Cennete giremez.” Bevâyıka nedir, yâ Resûlallah? diye sorulduğunda, “Onun zulüm ve haksızlığıdır” diye cevap verdi.

Fudâle bin Ubeyd anlatır: Resûlullah (s.a.v.) veda hutbesinde, “Size mü’minleri bildireyim mi?” diye buyurunca, Eshâb-ı Kirâm: “Evet ey Allahın Resûlü!” dediler. Resûlullah (s.a.v.): “(Mü’min) insanların malları ve canları hakkında kendisinden emîn olduğu kimsedir. Müslüman, elinden ve dilinden insanların selâmette olduğu kimsedir. Mücâhid; Allahü teâlâya itâat yolunda nefsiyle cihâd edendir. Muhacir (hicret eden) hatâ ve günahları terk edendir” buyurdu.

“Kitâb-ı Siyer-üs-selef’ adındaki eserinde, Kıvâm-üs-sünne buyuruyor ki:

“Âlimleri, zâhidleri, velîleri her zaman ve her yerde bulunduran ve bunları insanların hayâtını kurtarmağa, iki cihanda saadete kavuşmağa vesile kılan, onları vefâtlarından sonra hatırlamayı, rahmete ve mağfirete sebeb kılan, Allahü teâlâya hamd olsun! Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: “Sâlihlerin anıldığı yere rahmet-i ilâhi iner.” Ahmed bin Mihrân diyor ki: Ebû Mes’ûd er-Râzî ile İsfehan çarşısında yürüyorduk. Aramızda, Süfyân-ı Sevrî’nin faziletlerinden bahsediyorduk. Ebû Mes’ûd dedi ki: “Umarım ki, Allahü teâlâ, Süfyân-ı Sevrî’nin faziletlerinden bahsetmemiz sebebiyle bizleri mağfiret eder.” Fakîr (Kıvâm-üs-sünne Ebü’l-Kâsım İsmâil bin Muhammed bin Fadl) der ki: “Allahü teâlâ, bu kitapta büyüklerden, seçilmişlerden, âbidlerden, ebrârdan zikredilenlerin hürmetine bizi bağışlar. Ba’zı ilim ehli, bana Selef-i sâlihînin hâllerini muhtasar bir kitapta toplamamı teklif etti. Bizden önce de bu konularda kitaplar yazılmıştı. Ba’zıları kitaplarına “Târih-ül-muhaddisîn”, ba’zıları “Târih-üs-sûfiyye”, ba’zıları da “Târih-üs-sûfiyye vel-ârifîn”, kimisi de “Târih-i tabakât-ı ehl-il-ilm” isimlerini vermişlerdir. Ben de bu kitabı tasnif ettim ve “Kitâbü Siyer-is-selef’ ismini verdim. Kitabıma Sahabenin meşhûrlarından başladım. Kitabımı harf sırasına göre yaptım. Ancak Aşere-i mübeşşereyi öne aldım. Sonra Tabiînden zühd ve verâ’ ile meşhûr olanları zikrettim. Sonra, onlardan sonra gelenleri anlattım.

Ebü’l-Aliyye anlatır: Bir kimse Ubeyy bin Ka’b’a gelip, “Bana nasihat et!” dedi. Ubeyy bin Ka’b da buyurdu ki: “Allahın kitabına îmân ederek hepsini kabûl et! Ondan hâdî ve hakîm olarak râzı ol. Peygamberimizin size bıraktığı Kur’ân-ı kerîm, kıyâmette şefaatçi ve itham olunmamış bir şâhiddir. Onda sizin hâliniz, sizden öncekilerin haberleri, sizin ve aranızda olan şeylerin haberi, sizden sonrakilerin haberleri, sizin ve aranızda olan şeylerin haberi, sizden sonrakilerin hâlleri vardır.” Yine buyurdu ki: “Kul, dört şey arasındadır: “Belâya düçâr olsa sabreder, bir ni’mete kavuşursa şükreder, eğer konuşursa doğru söyler, hüküm verirse adâlet gösterir.”

Ebû Zer-il-Gıfârî buyurdu ki: “Ben size nasihat ediciyim. Kabir vahşetinden kurtulmak istiyorsanız, gece namazı kılınız. Kıyâmet gününün şiddetinden korkuyorsanız, sıcak yaz günleri oruç tutunuz. Sonsuz bir felâketten kurtulmak için sadaka veriniz.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.), Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmın tevâzusuna bakmak kimi sevindiriyorsa, Ebû Zer’e baksın!” Diğer bir hadîs-i şerîfte: “İnsanların zühd ve ibâdette, Îsâ aleyhisselâma en çok benziyeni Ebû Zer’dir.”

Abdullah İbni Abbâs buyurdu ki: “Mü’min olan herkesin rızkını Allahü teâlâ ezelde helâlden takdîr etmiştir. Kul sabrederse, bu rızkına helâlden kavuşur. Şayet sabretmez, sabırsız davranırsa, bu defa harama dalar. Allahü teâlâ da onun haramdan yediği kadar helâl rızkından eksiltir.”

“Yine buyurdu ki: “Allahü teâlânın size vazîfe olarak emrettiği farzları yapınız. Bu husûsu kolaylaştırmasını Allahü teâlâdan dileyiniz. Allahü teâlâ kulunun niyetinin hakîkatini bilir. O, dilediğini yapar.”

Bilâl bin Sa’d buyurdu ki: “Zikir ikidir. Birisi dil ile zikirdir ve güzeldir, ikincisi, hâl ile zikirdir. Bu ise en güzeldir.”

Kıvâm-üs-sünne’nin Süleymâniye kütüphânesi Çorlulu Ali Paşa kısmı 84 numarada kayıtlı bulunan “Et-Tergîb vet-Terhîb” ismindeki eserinden ba’zı bölümler: Allah için sevmek, Allah için buğz etmek: Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ kıyâmet gününde Nerede benim için birbirini sevenler! Gölgemden başka gölge bulunmayan bu günde, onları (Arş’ımın gölgesinde) gölgelendireceğim.”

Ömer bin Hattâb (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır ki, bunlar, peygamber ve şehîd değildir, insanlar, Allahü teâlânın katındaki derecelerinden dolayı onlara gıbta ederler.” Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm): “Ey Allahın Resûlü! Onların kim olduklarını bize bildir!” dediler. Resûlullah (s.a.v.). “Onlar öyle kimselerdir ki, aralarında herhangi bir akrabalık olmadığı ve birbirine verdikleri mal da olmadığı hâlde, Allah için birbirlerini severler. Vallahi onların yüzlerinde bir nûr vardır. İnsanlar korktukları zaman, onlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman, onlar mahzûn olmazlar.” Sonra, “Biliniz ki, Allahın veli kulları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Yûnus-62) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudular.

Helâl yemek ve helâlinden giymek: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahım! Bana helâlinden vermek sûretiyle, haram olana muhtaç kılma. Fadlınla, senden başkasına beni muhtaç etme!”

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizden biriniz, rızkını tamamlamadıkça ölmiyecektir. O hâlde, Allahü teâlâdan korkun. Ey insanlar! Talebi güzel yapın. Helâl olanı alınız. Allahü teâlânın haram kıldıklarını gözetiniz (onları almayınız).”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ tayyibdir. Ancak tayyib olanı (temiz olanı) kabûl eder. Allahü teâlâ resûllerine tayyibi (temiz ve helâl olanı) emrettiği gibi, mü’minlere de bunu emretti.” Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûller! Helâl şeylerden yiyiniz ve sâlih amel işleyiniz. Çünkü ben, ne yaparsanız hep bilirim.” (Mü’minûn-51) ve “Ey mü’minler! Size verdiğim rızıkların temiz ve helâlinden yiyin ve Allaha şükredin, eğer hakîkaten ona kulluk ediyorsanız” (Bekâra-172) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudular. Sonra “Yüzü gözü toza bulanmış, saçı dağınık olduğu hâlde uzun bir sefere çıkıp, sonra elini semâya kaldırıp, yâ Rabbî, diye yalvaran, fakat yediği haram, giydiği haram, içtiği haram ve haram gıda ile beslenmiş böyle birisinin duâsı nasıl kabûl olunur?” buyurdular.

Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onlardan birisi aldığı malın, helâl mi, yoksa haram mı olduğuna aldırış etmeyecektir.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu dîn, öyle sabit bir ağaca benzer ki, îmân onun kökü, zekât dalı, oruç damarı, Allah için kardeş olmak onun nebatı, güzel ahlâk onun yaprağı, haramlardan sakınmak onun meyvesidir. Bu ağaç, ancak temiz ve güzel meyve ile kâmil olur. İmân, Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmakla kemâle erer.”

Utbe bin Yezîd (r.a.), Hazreti Îsâ’nın şöyle dediğini rivâyet etti: “Ey zaîf olan Âdemoğlu! Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan kork. Helâlinden ye, evini mescid edin. Dünyâda misâfir gibi ol! Kendini ağlamaya, kalbini tefekküre, bedenini sabra alıştır.”

Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “İnsanlar, doğruluk ve helâl rızıktan daha faziletli birşey ile süslenmemiştir.” Bunun üzerine oğlu: “Babacığım, helâl kıymetlidir” deyince, “Ey oğlum, helâlin azı da Allahü teâlânın katında çoktur” dedi.

Haram yemenin ve giymenin kötülüğü: İbn-i Abbâs’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:“Haramdan meydana gelen ete, Cehennem lâyıktır.”

Ebû Humeyd Sa’îd’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimsenin müslüman kardeşinin âsâsını, onun rızâsı olmadan alması helâl değildir.” Bu hadîs-i şerîf, izinsiz olarak bir müslümanın malını almanın ve kullanmanın uygun olmadığını bildirmektedir.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Müflis kime denir, biliyor musunuz?” “Parası ve malı kalmıyan kimseye diyoruz” dediler. Buyurdu ki: “Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sahiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevâbları biterse, hak sahiblerinin günâhları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.”

Haya: İbn-i Ömer (r.a.) anlattı. Resûlullah (s.a.v.), müslüman kardeşine haya hakkında nasihatte bulunan birisine uğrayıp, “Haya îmândandır” buyurdu.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İmân, yetmiş (veya altmış), küsur şu’bedir. Bunların en üstünü, Lâ ilahe illallah kelimesini, ma’nâsına inanarak söylemek, en ednâsı, yoldan geçenlere eziyet veren şeyi gidermektir. Haya da imândan bir şu’bedir.”

İmrân bin Husayn (r.a.) anlattı. Resûlullah (s.a.v.) “Hayâ, yalnız hayır getirir” buyurdu.

Ebû Bekr (r.a.) şöyle anlattı. Resûlullah (s.a.v.); “Hayâ imândandır, imân Cennettedir” buyurdular.

Saîd bin Yezîd anlattı. Resûlullaha (s.a.v.) biri gelerek: “Ey Allahın Resûlü! Bana bir şey tavsiyede bulun” deyince, “Kavminden bir kişiden haya ettiğin gibi, Allahü teladan da haya et!” buyurdu.

Hasedin kötülüğü, zararı: Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hased, sevâbları ve hasenatı, ateşin odunu yediği gibi yer. Sadaka ise, günahları suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür. Namaz mü’minin nûrudur. Oruç da Cehenneme karşı siperdir.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Birbirinize hased etmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allahın kulları kardeş olunuz.”

Zübeyr bin Avvâm’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki: Birbirinizi sevmedikçe kâmil bir şekilde îmân etmiş olmazsınız.

Size bir şey haber vereyim mi? Onu yaptığınız zaman, birbirinizi seversiniz. Aranızda selâmı yayınız.”

Ebû Hazım Medînî (r.a.) şöyle buyurdu: “Sultanlar için dost, hasedci için rahat yoktur, işlerin sonu hakkında çok düşünmek, akla zarar verir.”

Zeyd bin Hâlid’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kul, müslüman kardeşinin ihtiyâcını gidermeye devam ettiği müddetçe, Allahü teâlâ da onun ihtiyâcını giderir.”

Abdullah bin Avf anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) çok zikreder, az konuşur, namazı uzatır, hutbeyi kısa yapardı.”

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Dul ve yoksulun hizmetine koşan kimse, Allah yolunda cihâd eden kimse gibidir.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Açlığını gidermek (doyurmak), bir sıkıntısını gidermek gibi bir yolla, müslüman kardeşini sevindirmek, mağfirete sebeb olan şeylerdendir.”

Câbir bin Süleym anlattı: Ben Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına ilk defa gitmiştim. Resûlullah (s.a.v.) Eshâbı arasında bulunuyordu. “Hanginiz Allahın Resûlüdür?” dedim. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), mübârek elleriyle kendilerini işâret buyurdular. “Ba’zı şeylerden sıkıntı duyuyorum. Bana bir şeyler öğret” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan kork. Müslüman kardeşine güler yüzle konuşmak, kabındaki suyu, senden su istiyenin kabına boşaltmak şeklinde bile olsa, hiç bir iyiliği hor görme. Kibirden sakın. Çünkü Allahü teâlâ, kibiri sevmez.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet günü olunca, Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennem ehlini saflar hâlinde bir araya toplar. Bu sırada Cehennemliklerin saflarından birisi, Cennetliklerin saflarında birini görür. “Ey falanca! Hatırlar mısın? Hani sana dünyâda iken bir iyilik yapmıştım” der. Cennetlik şahıs onu eliyle tutup, “Yâ Rabbi! Bu bana, dünyâda iken iyilik yapmıştı” der. Bunun üzerine kendisine: “Onu rahmetimle Cennete götür” denilir.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ da onun kıyâmetteki sıkıntılarından birini giderir.”

Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin bir ihtiyâcını gidermek için yürürse, Allahü teâlâ onun her adımına karşılık yetmiş serap yazar, yetmiş tane günâhını siler. Bu, o dönünceye kadar devâm eder. Eğer müslüman kardeşinin ihtiyâcını giderirse, günahlarından sıyrılır, anasından doğduğu günki gibi olur. Bu sırada vefât ederse, hesabsız Cennete girer.”

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin ihtiyâcını giderirse, Allahü teâlâ da onun ihtiyâcını giderir.”

Hilme (yumuşaklığa) teşvik: Ebüdderdâ’nın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hilm, onu elde etmek için çalışmakla, ilim ise, öğrenmek için gayret göstermekle olur. Hayrı (iyiliği) araştıran kimseye hayır verilir. Şerden sakınan kimse de, şerden muhafaza olunur.”

Ebû İshâk anlattı: Mûsâ (a.s.), “Yâ Rabbî! Hangi kulunu daha fazla seviyorsun?” deyince, Allahü teâlâ: “Beni en fazla hatırlayanı” buyurdu. “Yâ Rabbî! Hangi kulun daha halimdir?” diye suâl edince, Allahü teâlâ: “Kızdığında nefsine daha çok sahip olan” buyurdu. “Yâ Rabbî! Hangi kulun daha sabırlıdır?” deyince, Allahü teâlâ: “Öfkelerini daha fazla yenenler” buyurdu.

Ebû Süleymân-ı Dârânî (r.a.) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde Allahü teâlâya yakın olan kimse, kendisinde şu hasletlerin bulunduğu kimsedir: Kerem, hilm, ilim, hikmet, merhamet, fazilet, affetmek, iyilik etmek” buyurdu.

Hakimlerden (hikmet sahiplerinden) birisi oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Edeb en hayırlı mirastır. Güzel ahlâk en hayırlı arkadaştır. Çalışmak, en kazançlı maldır. Akıldan daha fâideli bir mal, meşveretten daha güvenilir bir yardımcı, ucubdan (kendini beğenmekden) daha fenâ bir yalnızlık, cehâletten daha şiddetli bir fakirlik, akıl azlığından şiddetli bir yokluk yoktur.”

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?” Eshâb-ı Kirâm: “Evet haber ver, ey Allahın Resûlü!” dediler. Resûlullah (s.a.v.): “Ömrü en uzun olup, ahlâkı en güzel olanınızdır” buyurdu.

Hişâm bin Urve’nin babası, hikmet sahiplerinin şöyle dediklerini bildirdi: “Yüzün açık, sözün hoş olsun. Böyle yaparsan, insanlara, kendilerine birşey veren kimseden daha sevimli olursun.”

Denildi ki: Güleryüzlülük, sevginin tuzağıdır.

Selef-i sâlihînden birisi: Sözü yumuşak olan kimsenin sevilmesi haktır, dedi.

Kötü ahlâkın fenâlığı: Resûlullah (s.a.v.): “Allahım! Şikâktan, nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım!” diye duâ buyurmuşlardır.

İbn-i İshâk, Müzeyyine veya Cuheyne kabilesine mensûb birisinden şöyle nakleder. Birisi Resûlullaha: “Ey Allahın Resûlü! insanlara verilen en hayırlı şey nedir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) “Güzel ahlâktır” buyurdu. O şahıs tekrar, “İnsanlara verilen şeylerin en kötüsü nedir?” diye sorduğunda: “Kötü ahlâktır” buyurdu.

Ebû Saîd-i Hudrî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İki haslet mü’minde bulunmaz. Bunlar: Cimrilik ve kötü ahlâktır.”

Câbir bin Abdullah Ensârî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullaha (s.a.v.) “Uğursuzluk nedir?” diye sorulduğunda: “Kötü ahlâktır” buyurdular.

Meymûn bin Mihrân’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın indinde en büyük günah, kötü ahlâktır. Çünkü onun sahibi, bir günahtan çıkar, diğer bir günaha başlar.”

Âişe vâlidemizin (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Her günahın tövbesi vardır. Fakat, kötü ahlâk sahibi böyle değildir. O, bir günahtan tövbe eder, sonra ondan daha kötü bir işe başlar.”

İçki içmenin kötülüğü: İbn-i Ömer’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim dünyâda içki içerse, âhıretin içkisinden (içeceğinden) mahrûm kalır.”

Ebû Mûsâ Eş’arî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İblîs, ordusunu müslümanlara gönderir. Hanginiz bir kimseyi saptırırsa, ona taç giydireceğim, der. Onlar dönünce, birisine “Sen bugün ne yaptın?” der, o da “Kişi ile kardeşi arasına düşmanlık koydum” deyince, İblîs, “Onun tekrar sulh olmasına vesile olacak bir şeyi yaptırma,” der. Diğerine “Sen ne yaptın?” deyince o, “Ben de birisine hanımını boşatıncaya kadar yanında kaldım” der. Şeytan: “Ona tekrar evleneceği birşeyi yaptırmazsın” der. Diğerine, “Sen ne yaptın?” der. “İçki içirinceye kadar onunla beraber idim” der. İblîs, “Onu içkiden vazgeçirecek birşeyi yaptırma.” Diğerine, “Sen ne yaptın?” der, o da “Zinâ yaptırıncaya kadar onun yanında kaldım” der. Ona da önceki yaptığı tenbîhi yapar. Diğerine, “Sen ne yaptın?” der. “Bir kimse ile birisini öldürünceye kadar beraberdim” der. Yine ona öncekiler gibi söyler.”

Fadl bin Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İçkiden sakın, çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim dünyâdan sarhoş olarak ayrılırsa, kabre sarhoş olarak girer, kabrinden sarhoş olarak diriltilir, sarhoş olarak Cehenneme atılır. Cehennemde bir dağa bırakılır ki, ona Sekrân denilir. O dağda bir çeşme vardır. Ondan, irin ve kan akar. Bunlar onların yiyeceği ve içeceğidir.”

Allahü teâlânın azâbından korkmak: Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: Resûlullah (s.a.v.) ölüm hâlinde bulunan bir gencin yanına teşrîf buyurdular. “Kendini nasıl buluyorsun?” buyurunca, genç: “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâdan ümidliyim, fakat günahlarımdan korkuyorum” dedi. Resûlullah (s.a.v.): “Bir mü’minin kalbinde bu ikisi bulununca, Allahü teâlâ ona umduğunu verir, korktuğundan kurtarır” buyurdu.

Ubeyd bin Verd’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Firdevs Cennetinin sevgisi ve Cehennem korkusu, günah işlememe husûsunda sabr meydana getirir, kulu, dünyâ rahatından uzaklaştırırlar.”

Mutarrif bin Abdullah buyurdu ki: “Sağlam ve çok dakik bir terazi getirilip, mü’minin korkusu ile ümidi tartılsaydı, ikisi birbirine eşit gelirdi. Mü’min, Allahü teâlânın rahmetini hatırlar, ümitli olur, Allahü teâlânın azâbını hatırlar, korkar.”

Lokman Hakim oğluna şöyle nasihatte bulundu: “Oğlum! Allahü teâlâdan öyle kork ki, bu korku seninle ümidin arasına girsin, senin ümidini tamamen kessin. Fakat Allahü teâlâdan öyle ümid et ki, senin ile korkun arasına girip, sendeki korkudan hiçbir şey bırakmasın.” Bunun üzerine oğlu. “Ey Babacağım! Benim bir kalbim var. Kalbimi korku ile doldurursam, bu, benim ümidime mâni olur. Kalbimi ümit ile doldurursam, bu ümidim, hiçbir korkuya kalbimde yer vermez” dedi.

Lokman Hakim: “Ey oğul! Mü’minin öyle bir kalbi vardır ki, sanki o iki kalb gibidir. Birisi Allahü teâlânın rahmetini umar, diğeri ile Allahü teâlânın azâbından korkar, (Ya’nî, mü’min ümit ile korku arasında olacaktır. Ne sâdece ümit edip, azâbdan emîn olacak, ne de korkuya düşüp, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesecek.)

Duâ: Nu’man bin Beşir’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “Duâ ibâdettir” buyurdu. Sonra, “Bana duâ edin icabet edeyim” (Mü’min-60) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Selmân-ı Fârisî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “Muhakkak ki Allahü teâlâ, huzûrunda ellerini uzatıp kendisinden isteyen kulunun o iki elini boş çevirmekten haya eder” buyurdu.

Hazreti Ali anlattı: Ben Kâ’be-i muazzamada tavaf ederken birisi ile karşılaştım. Kâ’be’nin örtüsüne yapışmış, “Ey her şeyi işiten, her istiyenin istediğini bilen, ey ısrar edenlerin ısrarından rahatsız olmayan Allahım! Beni affın ile, rahmetinin tatlılığı ile rızıklandır” diye duâ ediyordu. Hazreti Ali: “Ey Allahın kulu! Sözünü bana bir defa daha tekrar eder misin?” dedi. O zât, “Sen benim söylediğimi işittin mi?” deyince, Hazreti Ali: “Hızır’ın nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, herhangi bir kul, bu sözleri her farz namazın peşinden söylerse, onun günahları af ve mağfiret olunur” dedi. Bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu keşfen anlamıştı.

Zikir: (Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak): Muâz bin Cebel’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennet ehli dünyâda, Allahü teâlâyı anmadan geçirdikleri bir âna bile üzülürler.”

İbn-i Ömer (r.a.) buyurdu ki; “Kişi ile kölesi Cennete girerler. Kölenin derecesi daha yüksek olur. Kölenin efendisi: “Yâ Rabbî! Bu dünyâda iken benim kölem idi” der. Ona: “O, beni senden daha fazla zikrederdi” denir.”

Dünyâda zühde teşvik: Sehl bin Sa’d anlattı: Resûlullaha birisi geldi. “Ey Allahın Resûlü! Bana öyle bir amel öğret ki, onu yapınca Allahü teâlâ ve insanlar beni sevsin” dedi. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Dünyâya rağbet etmezsen (Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınır, şüphelilerden uzak durursan), seni Allahü teâlâ sever. İnsanların elindekilere rağbet etmezsen, o zaman seni insanlar sever.”

Ebû Bekr (r.a.) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, kalbi fâidesiz, boş şeylerden temizler ve bedeni rahatlatır. Dikkat ediniz. Dünyâya rağbet etmek, kalbin meşgûliyeti ve bedenin yorgunluğudur.”

Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Kimin niyeti âhıreti elde etmek ise, Allahü teâlâ zenginliği onun kalbine koyar. Onun işini ve durumunu derli toplu kılar, dünyâ ona boyun eğerek gelir. Kimin de niyeti dünyâ ise, Allahü teâlâ fakirliği onun iki gözü arasına kor. Onun işini darmadağınık yapar. Ona dünyâdan ezelde ne yazılmışsa, sâdece o gelir.”

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Ey Mûsâ, benim sevgim ile, dünyâ sevgisi bir arada bulunmaz” diye vahyetti.

Lokman Hakim oğluna; “İnsanlara muhtaç olduğunu gösterme. Çünkü senin böyle yapman zenginliktir. Tama’dan sakın. Çünkü tama’ hazır bir fakirliktir. Namazını dünyâya veda eden kimse gibi kıl. Özür dilemeyi gerektirecek şeylerden sakın” buyurdu.

Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “Pişman olmadan önce, tefekkür edip amel işleyiniz. Dünyâya aldanmayınız. Çünkü, dünyâda sağlam ve sıhhatli olan, hastalanır. Yeni olan, eskir. Ni’metleri yok olur. Gençler ihtiyârlar.”

Kadının, kocasına itaati: Âîşe vâlidemizin (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey Fâtıma! Allahü teâlâdan kork. Kocana itaat et. Böyle yaparsan, selâmetle Cennete girersin.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “Hiçbir kimsenin bir kimseye secde etmesi lâyık değildir. Eğer bir kimsenin diğer birisine secde etmesini isteseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim” buyurdu.

Yezîd bin Enes’in bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kadın, beş vakit namazını kıldığı, Ramazân-ı şerîf orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, Cennetin istediği kapısından girer.”

Allah için dostları ziyâret: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Müslüman, diğer müslüman kardeşini Allah için ziyâret ederse, Allahü teâlâ “Sen de, yolculuğun da iyidir. Cennetten bir menzile oturdun” buyurur.

Kabir ziyâreti: Abdullah bin Büreyde babasından nakletti: Onun babası bir mecliste idi. “O mecliste Resûlullah da (s.a.v.) bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.) burada: “Ben sizi kabirleri ziyâretten men etmiştim. Artık (bundan sonra) ziyâret edebilirsiniz” buyurdu.

Yine o, babasından nakleder: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim kabirleri ziyâret etmek isterse, onları ziyâret etsin. Çünkü kabirleri ziyâret, âhıreti hatırlatır.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabirleri ziyâret ölümü hatırlatır.”

Cömertlik ve cömertin fazileti: Âişe vâlidemizin (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “Allahü teâlânın velî kulu, cömert olarak yaratılmıştır” buyurdu.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cömert kimse, Allahü teâlâya, insanlara ve Cennete yakındır, Cehennemden uzaktır. Cimri kimse, Allahü teâlâdan, insanlardan ve Cennetten uzak, Cehenneme yakındır. Câhil fakat cömert olan kimse, âbid fakat cimri olan kimseden daha sevimlidir. En büyük hastalık, cimriliktir.”

Abdullah bin Ömer’in (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu: “İki ahlâk vardır ki, Allahü teâlâ bu ikisini sever. Bunlar; cömertlik ve semâhattir (vermesi lâzım ve vâcib olmıyan şeyleri seve seve vermektir). Yine iki ahlâk daha vardır ki, Allahü teâlâ onlardan dolayı gazâb eder. Bunlar; kötü ahlâk ile cimriliktir. Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu insanların ihtiyâçlarını gidermeye vâsıta yapar.”

Misvak kullanmayı teşvik: Âişe vâlidemizin (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah buyurdu ki; “Misvak, ağzı temizleyici ve Rabbin rızâsını kazanmaya vesiledir.”

Allahü teâlânın mahlûkâtına şefkat ve merhamet: Ebû Sa’îd’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İhtiyâçlarınızı, merhamet sahiplerinden isteyiniz.”

Ebû Bekr’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu: “Allahü teâlâ buyurdu ki: Eğer benim rahmetimi istiyorsanız, mahlûkuma merhamet ediniz.”

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ da merhamet etmez.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizden öncekiler arasında bulunan birisi, yolda atılmış bir dikene rastladı. Kendi kendine; vallahi müslümanlara eziyet vermemesi için bu dikeni yoldan alacağım, dedi. Allahü teâlâ bu yüzden onu af ve mağfiret etti.”

Allahü teâlânın mahlûkâtına şefkati terk etmemek: İbn-i Ömer’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kadın, bir kedi yüzünden azâba uğradı. O kadın kediyi bağladı, ölünceye kadar aç bıraktı. O kedinin yüzünden Cehenneme girdi.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennete merhametli kimseden başkası girmiyecektir.”

Ka’b-ül-Ahbâr anlattı. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma: “Ey Mûsâ! Küçüklere, oğluna olan şefkatin gibi şefkat göster. Kendinden büyük olanlara senden küçük olanlara yaptığın merhamet gibi merhamet göster. Sıhhat ve afiyette olana, mübtelâya gösterdiğin merhameti göster. Fakire gösterdiğin merhamet gibi zengine de göster.”

Şükür: Üsâme bin Şureyk’in bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz.”

Ebû Bekr el-Verrâk’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) “Her ân seni görmekte olan Allahü teâlâdan gâfil olma. Şükrünü, itaat ve tevâzuunu, hiçbir zaman mülkünden çıkamadığın Allahü teâlâya yap” buyurdu.

Sabır: Ebû Hüreyre (r.a.) bildirdi: Resûlullaha (s.a.v.), “Ey Allahın Resûlü! Acaba Cennete hesabsız girecek kimse varmıdır?” diye sorduklarında Resûlullah (s.a.v.): “Evet, her merhametli ve sabırlı kimse” buyurdu.

Sehl bin Sa’d es-Sa’îdî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) Abdullah bin Abbâs’a; “Ey küçük! Sana ba’zı şeyler öğreteyim, onlardan faydalanırsın” buyurdu. Abdullah bin Abbâs (r.a.), “Buyur yâ Resûlallah” dedi. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın senin için yazmadığı bir şeyi ile insanlar sana fayda vermek için çalışsalar, buna onların gücü yetmez. Yine kullar, Allahü teâlânın ezelde senin için yazmadığı şeyler ile zarar vermeye çalışsalar, onlar buna güç yetiremezler. Eğer sıdk ile yakîn içerisinde Allahü teâlâ için amel yapmaya gücün yeterse, yap. Gücün yetmezse, şüphesiz istemediğin şeylere sabretmekte pekçok hayır vardır. Bil ki, nasr (yardım) sabır ile beraberdir. Ferahlık sıkıntı ile beraberdir.”

Doğruluk: Ebû Ubeyde (r.a.) bildirdi: Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından bir sene sonra minbere çıkıp şöyle anlattı: Resûlullah (s.a.v.), vefâtlarından bir sene önce buyurdular ki:“Şüphesiz, Âdemoğluna afiyetten daha faziletli birşey verilmemiştir. O hâlde Allahü teâlâdan afiyet isteyiniz. Doğruluk ve iyiliğe yapışınız. Çünkü bunlar, Cennettedir. Yalan ve kötü işten sakınınız. Çünkü bunlar, Cehennemdedir.”

Ebû Yahyâ buyurdu ki: “Doğru sözlü tüccâr, Cennet ehlinden olmaya lâyıktır.” Resûlullaha salevât-ı şerîfe getirmek: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim kabrimin yanında (bana) salât okursa, onu işitirim. Kim de uzakta olduğu hâlde bana salat okursa, bana ulaştırılır.”

Enes bin Malik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizin kıyâmet-gününde, kıyâmetin korkularından ve korku yerlerinden kurtulacak olanınız, dünyâda, bana en çok salât okuyanınızdır.”

Yine onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bana salât okuyunuz. Çünkü bana salât okumak, sizin için keffârettir. Kim bana salât okursa, Allahü teâlâ da ona salât (rahmet) eder.”

Sa’îd bin Umeyr babasından nakletti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim bana cân-ı gönülden bir salât okursa, Allahü teâlâ ona on salât (merhamet) eder. Onu on derece yükseltir. Ona bir salât için on sevâb yazılır.”

Abdullah bin Ali bin Hasen, babası ve dedesi yoluyla, Resûlullahın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirdi: “Cimri o kimsedir ki, yanında ben anıldığım hâlde, bana salât okumaz.”

Lüzumsuz sözü terketmek: Anbese bin Sa’îd Kelâî bildirdi. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Malının fazlasını infâk eden, sözünün fazlasını da tutan kimseye ne mutlu.”

Büyük zâtlardan birisi Mâlik bin Dinar’a “Ey Ebû Yahyâ! Dili muhafaza etmek, insanlara, dirhem ve dinarlarını muhafaza etmekten daha ağır gelir.”

Ebû Zer (r.a.) buyurdu ki: “Hayır bir şey yazmak sükûttan, sükût şerri (kötü olan bir şeyi) yazmaktan, sâlih arkadaş, yalnız bulunmaktan, yalnız olmak kötü arkadaştan daha iyidir.”

Evzâî (r.a.), Süleymân bin Davud’un (a.s.) şöyle buyurduğunu bildirdi: “Konuşmak gümüş ise, sükût altındır.”

Oruç: Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ateşin odunu yediği gibi, hased de iyilikleri yer. Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hatâyı söndürür. Namaz mü’minin nûru, oruç Cehenneme karşı kalkanıdır.”

Sehl bin Sa’d’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennette bir kapı vardır ki, ona Reyyân denir. Ondan oruç tutanlar girer. En sonuncu girince, bu kapı kapatılır. Artık oradan kimse giremez.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Âdemoğlunun yaptığı her iyiliğin karşılığı, o kimse için on ile yediyüz kat arasında sevâb verilir. Oruç, bu iyiliklerden müstesnadır. Çünkü oruç için olanı kimse bilmez. Allahü teâlâ buyurur ki: Kulum benim için; yeme, içme ve cima arzularını terketti. Benim için gözünü haramlara kapadı, dilini muhafaza etti. Oruç bana âittir. Onun karşılığını ben veririm.” Bundan sonra Resûlullah efendimiz “Oruçlu için iki sevinç vardır. Birisi, iftar vaktindeki sevinci, diğeri, Allahü teâlâya kavuştuğu zamanki sevincidir.” buyurdu.

Ramazân-ı şerîfin fazileti: Selmân-ı Fârisî (r.a.) anlattı: Resûlullah (s.a.v.) Şa’ban ayının son günü hutbede buyurdu ki:“Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (Kadir gecesi), bin aydan daha fâidelidir. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri teravih namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda Allahü teâlâ için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda bir farz yapmak başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü’minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden azâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar ona sevâb verilir.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki, “Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftar verecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz.” Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açana da, biraz süt ikram edene de bu sevâb verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret, sonu Cehennemden azâd olmaktır. Bu ayda, işçinin, me’mûrun, askerin, talebenin vazîfesini hafifleten patronları, âmirleri, kumandanları ve müdürleri, Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bu ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar; Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfar etmektir, ikisini de zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da; Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden ona sığınmaktır. Bu ayda bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmayacaktır.”

Enes bin Malik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîf ayına, günâhları yaktığı için Ramazan denmiştir.”

Zührî (r.a.) buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfte bir tesbih, Ramazân-ı şerîf dışında okunan bin tesbihten daha faziletlidir.”

Muallâ bin Fudayl buyurdu ki: “Büyüklerimiz (Ramazan’dan önceki) altı ay Allahü teâlâdan, kendilerini Ramazân-ı şerîf ayına ulaştırması için, (Ramazan’dan sonraki) aylarda, Ramazân-ı şerîfi kendilerinden kabûl etmesi için duâ eder, yalvarırlardı.”

Hâlid el-Cühenî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.)buyurdu ki: “Kim bir oruçluya iftar verirse veya bir gaziyi teçhiz ederse, (donatırsa) ona onların ecri (sevâbı) kadar ecr vardır.”

İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Eğer insanlar Ramazân-ı şerîfte olan şeyi bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederlerdi.”

Huzâa kabilesinden bir kimse, “Yâ Resûlallah, Ramazan ayının üstünlüğünü bize anlat!” dediğinde: “Cennet, Ramazan ayı için senenin başından sonuna kadar süslenir. Şehr-i Ramazan’ın ilk gecesi olduğunda, Arş”ın altından bir rüzgâr esip, Cennetin ağaç ve yapraklarını sallar. Hûr-i ayn bu hâli görüp, “Yâ Rabbî! Şu ayda sana ibâdetle meşgûl olan kullarından bize eş nasîb eyle, bizimle onların ve onlarla bizim gözlerimizi aydın eyle!” derler. Allahü teâlâ Ramazân-ı şerîfte oruçlu olan bir kuluna, Çadırlarda saklı hûrîler vardır” (Rahmân-72). Meâlindeki âyet-i kerîme ile övülen, anlatılan ve inciden çadırlar içinde saklı bulunan hûr-i ayndan bir zevceyi eş olarak verir. O hûr-i ayndan her biri, inci ile süslü, yakuttan bir sedir üzerindedir. O sedirde istebrak (sırma ile işlenmiş çok güzel ipek kumaş) ve atlastan yetmiş yatak ve her yatakta bir yastık vardır. Her birine hizmet edecek yetmiş bin, zevci için de ayrıca yetmiş bin hizmetçi vardır. Her hizmetçinin elinde, altın kâse (tabak) içinde bir çeşit yemek vardır. Cennettekiler her birinden ayrı lezzet alırlar, İşte kavuşulacak bu lütuf ve ihsânlar, o kimsenin Ramazanda işlediği sevâblardan ayrı olarak, her günün orucu içindir.” buyurdu.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, buyuruldu ki: “Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, Allahü teâlâ kullarına rahmet nazarı ile nazar eder (bakar). Allahü teâlâ, rahmet nazarı ile baktığı kuluna asla azâb etmez. Bu ayın her bir gününde, Hak teâlâ bir milyon âsîyi Cehennem ateşinden azâd eder. Ramazân-ı şerîfin yirmidokuzuncu gecesi olunca, bütün bir ay boyunca, mağfiret ve azâd olunan kadar daha mağfiret ve azâd olunur. Fıtr bayramı gecesi olunca, melekler yerlerinde duramaz olurlar. Bayram sabahı müslümanlar namaz için câmilere toplanınca, Allahü teâlâ, “Ey meleklerim, şâhid olun, ben ki, Allahım, onları mağfiret ettim” buyurur.” Oruçlu iken çirkin söz söylemekten sakınma: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ademoğlunun her ameli kendisine âittir. Ancak oruç bundan müstesnadır. Çünkü Allahü teâlâ, “Oruç bana âittir. Onun karşılığını da ben veririm” buyuruyor. Oruç Cehenneme karşı kalkandır. Sizden birisi oruçlu iken çirkin söz söylemesin, bağırmasın! Eğer, birisi ona söver veya onunla itişip kakışmak isterse, “Ben oruçluyum” desin. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, oruçlunun ağzının kokusu, Allahü teâlânın katında misk kokusundan daha güzeldir.”

Sahurun fazileti: “İbn-i Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bizim orucumuzla, ehl-i kitabın oruçlarını birbirinden ayıran sahur yemeğidir.”

İbn-i Abbâs’ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“Geceleyin ibâdet yapabilmek için, gündüz kaylûlesi yapınız. Oruç için de sahur yemeğinden istifâde ediniz.”

Yine o rivâyet etti: Resûlullah î(s.a.v.), “Mü’minin iftar vakti yaptığı duâ kabûl olur” buyurdu.

Câbir bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Oruç tuttuğun zaman, kulağın ve gözün de oruç tutsun, haramlardan sakınsın. Dilin de yalan sözden oruç tutsun. Hizmetçiye eziyet etme. Sende vekâr ve sekînet olsun. Oruçlu günün ile oruçlu olmadığın gün, birbirine müsavî olmasın.”

Muharrem ayının ve her aydan üç gün oruç tutmanın fazileti: Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullaha (s.a.v.) birisi geldi. “Ey Allahın Resûlü! Hangi namaz daha faziletlidir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.); “Gece kılınan namaz” buyurdular. “Ramazan’dan sonra hangi oruç daha faziletlidir?” diye sordu. “Muharrem dediğiniz, Allahü teâlânın ayındaki oruç” buyurdular.”

Namazda huşû’ ve tevâzu: İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle anlattı: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Şüphesiz ben, sâdece, benim azametime tevâzu edenin, mahlûkâtıma karşı te’âzüm etmiyenin (onlara karşı kibirlenmiyenin, büyüklenmiyenin.) benim rızâmı kazanmak için nefsini şehvetlerinden alıkoyanın, gündüzünü benim zikrime ayıranın hep beni hatırlayanın, bana isyanda ısrar etmiyenin, açı doyuranın, çıplağı giydirenin, küçüğüne merhamet edenin, garîb olanı barındıranın namazını kabûl ederim. Bu sebeble, yüzünün nûru, güneşin nûrunun parlaması gibi olan kimse bana duâ ederse, duâsını kabûl ederim. Benden isterse veririm. Benim ismim ile yemîn ederse, yemînini yerine getiririm. Cahillikte ona yumuşaklık, karanlıklarında ona bir nûr veririm. Onu meleklerim ile korurum. Onun benim yanımdaki durumu, Cennetler içerisinde Firdevs’in durumu gibidir.

Onun (Firdevs’in) meyveleri yok olmaz. Onun elbiseleri değişmez.”

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle anlattı: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Namazlar günahlara keffarettir.”

Yine Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Beş vakit namaz, bir Cum’a’dan diğer Cum’a’ya kadar, oruç, bir Ramazan’dan, diğer Ramazan’a kadar, büyük günahlardan sakınıldığı müddetçe aralarındaki küçük günahlara keffârettirler.”

Abdullah İbni Abbâs’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kişinin namaza tembel olarak kalkması uygun değildir. Bilakis, namaza büyük bir rağbetle (arzu ve iştiyâkla) ve pek sevinçli olarak kalkması gerekir. Çünkü o, Allahü teâlâya münâcaat halindedir. Allahü teâlâ onu bağışlar. Duâ ettiği zaman duâsına rağbet eder.” Resûlullah (s.a.v.) böyle buyurduktan sonra, namaz kılmakta tenbellik gösterenler hakkında; “Onlar namaza kalktıkları zaman, istemiye istemiye kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allahü teâlâyı pek az hatıra getirir, anarlar.” (Nisâ-142) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Namazda ta’dîl-i erkâna riâyet etmemenin cezası: Ubâde bin Sâmit’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim güzel bir abdest alır, sonra namaza kalkar, namazını güzel kılar, rükû’ ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nurlu olur. Melekler, o namazı göke çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ eder ve “Sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da seni muhafaza etsin” der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göke götürmezler. O namaz kılmış olana, fenâ duâ eder. “Sen beni zayi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zayi eylesin” der. Semâ kapıları ona açılmaz. Sonra eski bir elbisenin dürüldüğü gibi dürülür, sahibinin yüzüne çarpılır.”

Âişe vâlidemizin (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Farz namazlar, Allahü teâlânın indinde öyle tartılır öyle ölçülür ki, kim onda noksanlık yaparsa, yaptığı noksanlığa göre hesaba çekilir.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer siz benim gördüğümü görseydiniz. Az güler çok ağlardınız.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki: “Ey Allahın Resûlü! (s.a.v.) Siz ne gördünüz?” Resûlullah (s.a.v.), “Cenneti ve Cehennemi gördüm” buyurup, onları namaza teşvik buyurdu. Kendilerine İmâm olduğu zaman, rükû’ ve secdeleri kendisinden önce yapmalarını, namazdan kendisinden önce ayrılmalarını men etti. “Ben sizi, ön tarafımda olduğunuz zaman gördüğüm gibi, arka tarafımda olduğunuz zaman da görürüm” buyurdu.

Gece ibâdetine teşvik: Hazreti Ali’nin (r.a) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennette bir takım odalar vardır ki, dışları içlerinden, içleri dışlarından görülür.” Bu sırada birisi kalkıp, “Ey Allahın Resûlü! Bu odalar kime âittir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.), “Bu odalar, tatlı ve hoş konuşan, yemek yediren, oruca devam eden, geceleyin insanlar uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir” buyurdu.

Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) şöyle anlattı: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse hanımını geceleyin uyarıp, iki rek’at namaz kılarlar ise, o gece Allahü teâlâyı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.”

Duhâ namazı: Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim, oniki rek’at duhâ namazı kılarsa, Allahü teâlâ onun için Cennette bir köşk bina eder.”

Duâsı kabûl olanlar: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İki duâ vardır ki, onlarla Allahü teâlâ arasında perde yoktur. Birisi mazlûmun duâsı, diğeri, din kardeşine gıyabında yapılan duâ.”

Ana-babaya karşı gelmenin yasaklanması: Birisi, “Ey Allahın Resûlü! Eğer beş vakit namazı kılarsam, Ramazân-ı şerîf orucunu tutarsam, malımın zekâtını verirsem ve gücüm yettiğinde hacca gidersem benim için ne mükâfat vardır?” diye sorunca Resûlullah (s.a.v.); “Kim böyle yaparsa, nebilerle, sıddîklarla ve şehîdlerle beraber olur. Fakat ana ve babasına karşı gelen bundan müstesnadır” buyurdu.

Ebû Bekr’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, günahlardan dilediğini kıyâmet gününe bırakır. Fakat ana ve babaya âsî olmak böyle değil. Allahü teâlâ, âsî kimse ölmeden önce dünyada da onun cezasını verir.”

Abdullah bin Amr bin As’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kişinin kendi ana-babasına sövmesi büyük günahlardandır.” Eshâb-ı Kirâm, “Ey Allahın Resûlü! Kişi hiç ana-babasına söver mi?” dediklerinde, “Evet, o başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. O başkasının annesine söver, o da onun annesine söver” buyurdu.

Ana-babaya hürmet ve onlara iyilik: Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimsenin ana-babası veya ikisinden birisi vefât eder. Fakat o, onların sağlıklarında onlara âsî olmuştur. Bu kimse, onlara duâ etmekte devam eder ve onlar için mağfiret dilerse, nihâyet Allahü teâlâ onu bâr (itaat edici) olarak yazar.”

Gıybet: Ebû Hüreyre (r.a.) anlattı: “Resûlullahın (s.a.v.) yanından birisi kalktı. Kalkmasında acziyet görüldü. Orada bulunanlar, “Falanca da ne kadar âcizmiş” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.); “Kardeşinizin etini yediniz. Çünkü onu gıybet ettiniz” buyurdu.”

Ebû Hüreyre (r.a.) bildirdi: Birisi, “Ey Allahın Resûlü! (s.a.v.) Gıybet nedir?” diye sorunca: “Senin müslüman kardeşini, onun hoşlanmadığı şeyle anmandır” buyurdu. “Eğer söylediğim şey, kardeşimde varsa” diye sorunca, “Eğer varsa, onu gıybet etmiş olursun. Eğer söylediğin şey onda yoksa, ona iftira etmiş olursun” buyurdu.

Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.), “Gıybet, zinâdan daha şiddetlidir” buyurdu. Bunun üzerine “O nasıl olur?” diye sorulunca, “Çünkü, zinâ eden kimse tövbe eder ve Allahü teâlâ da onun tövbesini kabûl eder, fakat, gıybeti yapılan kimse af etmedikçe, Allahü teâlâ gıybet eden kimseyi affetmez” buyurdu.

Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.); “Yollarda oturmaktan sakınınız” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm (r.a.), “Ey Allahın Resûlü! Oturmamız icâb ediyor. Biz oralarda (lüzumlu şeyleri) konuşuyoruz” dediler. Resûlullah (s.a.v.) “Madem ki oturuyorsunuz, (bari) yolun hakkını veriniz” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm, “Ey Allahın Resûlü! Yolun hakkı nedir?” dediler. Resûlullah (s.a.v.) “Haram şeylere bakmamak, geçene eziyet vermemek, verilen selâmı almak, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak” buyurdu.

Ebû Ümâme’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bana altı şey için kefil olunuz. Sizin için Cennete kefil olayım; 1. Sizden birisi konuştuğu zaman yalan konuşmasın. 2. Kendisine birşey emânet edildiği zaman, hainlik etmesin. 3. Bir şey va’d ettiği zaman, va’dine muhalefet etmesin, va’dini yerine getirsin. 4. Haram olan şeylere bakmayınız. 5. Ellerinizi (haramdan) alıkoyunuz, 6. Ferclerinizi (namuslarınızı) muhafaza ediniz!”

Cerîr (r.a.) şöyle anlattı: “Resûlullaha (s.a.v.), yabancı bir kadını ansızın görmenin hükmünü suâl ettik. “Hemen gözünü çevir!” buyurdu.”

Ebû Ümâme (r.a.) şöyle bildiriyor: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak başını çeviren kimseye, Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur.”

Gadaba mâni olmak ve gadabı söndürmek: Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını giderirse, Allahü teâlâ da ondan azâbını giderir.”

Hazreti Osman (r.a.) buyurdu ki: “Anladım ki, her kötülüğün başı kızmaktır.”

İbn-i Ömer (r.a.) şöyle anlattı: Resûlul’lah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında, onun rızâsını istiyerek söndürülen gayz (kin) yudumundan daha büyük ve zor bir yudum yoktur.”

Fakirlik: Eshâb-ı Kirâmdan ba’zısı Resûlullaha (s.a.v.) fakirlik, giyecek bulamama ve ba’zı şeylerinin az olmasından sitem ettikleri zaman, Resûlullah (s.a.v.); “Muhakkak ki, ben sizin hakkınızda, eşyanızın az olmasından değil, çok olmasından korkuyorum” buyurdu.

Kur’ân-ı kerîm okumanın fazileti: Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey oğlum! Lâ ilahe illallah kelimesini çok söyle! Çünkü o, yedi kat gök, yerler ve onların içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Ey oğlum! Kur’ân-ı kerîm okumaktan gâfil olma! Çünkü Kur’ân-ı kerîm, ölü kalbi diriltir. Kötü sözden, işten ve taşkınlıktan alıkor. Kur’ân-ı kerîm, dağları yürütür. Ey oğlum! ölümü çok hatırla! Çünkü ölümü çok hatırlarsan, dünyâya düşkün olmazsın. Ahırete çok rağbet eder, istekli olursun. Âhıret hakîkî yerleşme yeridir. Dünyâ ise, ehli için aldatıcı bir yurttur.”

Yetime ihsânda bulunmaya teşvik: Ebû Hüreyre (r.a.) anlattı: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Dula ve miskine (yoksula) yardımcı olan, ihtiyâçlarını gideren kimse, Allah yolunda cihâd eden veya gecelerini ibâdetle, gündüzlerini oruçla geçiren kimse gibidir. Yetime kefil olan kimse, Allahü teâlâdan da ittikâ ederse, (haram ettiklerinden sakınırsa), (şehâdet ve orta parmaklarını işâret ederek) ben ve o, Cennette şu ikisi gibiyiz” buyurdu.

Adî bin Hâtem’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim, bir yetime kefil olursa, Allahü teâlâ da ona kefil olur”

Ebû Ümâme’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse, yalan yemînle, bir müslüman kardeşinin malını alırsa, Allahü teâlâya kavuştuğunda, Allahü teâlâyı gadablı olarak bulur.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1277

2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 112

3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 8

4) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 217

5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 105, 106

6) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 455

7) El-A’lâm cild-1, sh. 323

8) Keşf-üz-zünûn sh. 123, 211, 400, 442

9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 293

10) Et-Tergîb vet-Terhîb: Çorlulu Ali Paşa Kütüphânesi No: 84