İBN-İ ASÂKÎR (Ali bin Hasen)

Hadîs ve fıkıh âlimi. Künyesi Ebü’l-Kâsım olup ismi, Ali bin Hasen bin Hibetullah bin Abdullah bin Hüseyn ed-Dimeşkî eş-Şâfiî’dir. İbn-i Asâkir lakabı ile meşhûr oldu. Bu lakabı ailesinde ilk alan odur. Ancak bu lakabı almasının sebebi bilinmemektedir. Ayrıca Sadr-ül-huffâz, Nâsır-üs-sünne, Cemâl-üs-sünne, el-Hâfız lakabları da vardır. İbn-i Asâkir 499 (m. 1105) senesinde Şam’da doğdu. 571 (m. 1175) senesinde, doğduğu yerde vefât etti. Cenâzesinde zamanın sultânı Selahaddîn-i Eyyûbî de hazır bulundu. Bâb-üs-sagîr kabristanına defn edildi.

İbn-i Asâkir’in yetiştiği çevre: İbn-i Asâkir’in yetişmiş olduğu çevrenin, dünyâya geldiği evin, ilime yönelmesinde ve yetişmesinde büyük rolü oldu. O, hadîs ve fıkıh ilminin meşhûr olduğu bir evde yetişti. Bu evde, Şam’ın en büyük âlim ve kadıları yetişti. İbn-i Asâkir, doğduğu günden i’tibâren âlimden başka kimse görmedi ve ilimden başka birşey işitmedi. Annesine bir rü’yâsında, “Hâmile olduğunda, şânı ve şerefi üstün birisini dünyâya getireceksin” denildi. Babasına rü’yâsında ise, “Senin bir oğlun olacak. Onunla sünnet-i seniyye ihyâ edilecektir.” denildi.

Babası Hasen bin Hibetullah, vefâtı: 519 (m. 1125) sâlih ve âdil bir zât idi. Fıkıh âlimi Nasr-ül-Makdisî ile beraber bulundu ve ondan Sahîh-i Buhârî’yi dinledi. Ebü’l-Fadl bin Hayrûn’dan icâzet aldı. Altıncı asırda, ilmî şöhreti bulunan, İmâm, muhaddis ve ulemâ ile dolu bir evin reîsi idi.

Büyük ağabeyi Hibetullah bin Hasen, vefâtı: 563 (m. 1167) fıkıh âlimi idi. Asrının ileri gelen ulemâsından hadîs dinledi. Şam’da Ebi’l-Hasen bin el-Müslim ve Nasrullah bin Muhammed’den fıkıh ilmini öğrendi. Hılâf ilmini Es’ad Mihenî’den öğrendi. El-Gazâliyye Medresesi’nde de ders okuttu. Diğer ağabeyi Muhammed bin Hasen hakkında fazla bilgi olmamakla beraber, Şam’da kadılık yaptı. Annesi, el-Kureşî hânesindendi. Bu hâne, ilim ve irfanla tanınmıştır. Nesebi Benî-Ümeyye kabilesine dayanmaktadır. Şam kadıları uzun süre bu aileden çıkmıştır. Anne tarafından dedesi Yahyâ bin Ali bin Abdülazîz, vefâtı: 534 (m. 1139) fıkıh ilmini Nasr-ül-makdisî’den dinledi. Hadîs ilmini el-Kettânî’den öğrendi. Hatîb-i Bağdadî ile görüştü. Yahyâ bin Ali, fıkıh ve hadîs ilmi yanısıra, nahiv ve arûz ilmini de iyi biliyordu. Şam’da bir süre kadılık yaptı.

İbn-i Asâkir’in iki tane dayısı vardı. Bunlar da Şam kadılığı yapmış büyük âlimler idi. Birisi Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Yahyâ’dır. Vefâtı 537 (m. 1142). Nasr-ül-makdisî’den fıkıh ilmini öğrendi. Bağdad’a giderek hadîs dinledi. Hadîs” dinlemek için ayrıca Mısır’a gitti. Tekrar Şam’a döndüğünde kadılık yaptı. Diğeri, Ebü’l-mekârim Sultan bin Yahyâ vefâtı: 530 (m. 1135) olup, ilim öğrenmek için Irak’a gitti ve orada va’z ve nasihatte bulundu. Şam’a döndüğünde, kadılık görevinde babasına vekîllik yaptı. Orada da va’z ve nasihat etti. Sultan bin Yahyâ güzel sesli ve iyi bir hatîb idi.

İbn-i Asâkir’in kızkardeşi, Muhammed bin Ali bin Muhammed bin el-Feth es-Sülemi’nin nikâhı altında idi. Sülemî’nin evi de ilim ve fazilet yuvası idi.

Hocaları: İbn-i Asâkir, 505 (m. 1111) yılında daha altı yaşında iken babası ve kardeşinin teşvikiyle ilme başladı, İlim öğrendiği hocaların sayısı binüçyüze ulaştı. Hadîs ilmini Şam’da; Ebü’l-Kâsım en-Nesib, Kıvam bin Zeyd, Sebî’ İbni Kırat, Ebü’l-Hasen Sülemî, Ebû Tâhir el-Hanâî, Ebü’l-Hasen İbni Mevâzîni’den, Bağdad’da; Ebü’l-Kâsım bin Hasin, Ebü’l-Hasen Dîneverî, Ebü’l-İzz İbni Kâdîş, Ebû Gâlib İbni Bennâ, Ebû Abdullah el-Bâri’, Kâdı el-Maristân ve başkalarından, Mekke’de; Abdullah bin Muhammed el-Gazzâl, Ali bin Hasen Belhî ve Ömer bin İbrâhim Zeydî’den, Kûfe’de; Ebû Abdullah el-Ferârî, Hibetullah bin Zebidî ve Abdülmün’im bin Kuşeyrî’den, Nişâbûr’da; Sa’îd bin Ebi Recâ, Hüseyn bin Abdülmelik el-Hallâl’dan, İsfehân’da; Yûsuf bin Eyyûb Hemedânî’den, Merv’de; Temim İbni Ebî Sa’îd el-Cürcânî’den dinledi. Fıkıh ilmini Şam’da Ebül Hasen Sülemî’den ve Bağdad’da Ebî Sa’d Kirmânî’den öğrendi. Diğer hocalarının isimleri, Târih-i Dımeşk adlı eserin, neşredilen kısmının sonunda mevcûttur.

Talebeleri: İbn-i Asâkir, 533 (m. 1138) senesi ile 571 (m. 1175) senesi arasında aralıksız ders verdi. Bu esnada eserlerini tasnif ve te’lîf etti. İbn-i Asâkir talebe yetiştirirken bile, hadîs dinlemek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerden bir ân bile geri kalmadı. Ders okutması o kadar meşhûr oldu ki, nasıl kendisi ilim öğrenmek için uzak yerlere gittiyse, başkaları da ilim tahsil etmek için uzak yerlerden onun yanına geldiler. Sultanlar dahî ilim meclisine gelir sohbetini dinlerlerdi. Hakkı söylemekten hiçbir zaman çekinmedi. Yetiştirdiği talebelerden ba’zıları şunlardır: “Ma’mer bin Fakir, Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Ebû Sa’d Sem’ânî, oğlu Kâsım Nâsır-us-sünne, Ebû Ca’fer Kurtubî, Zeyn-ül-emnâ Ebü’l-Berekât bin Asâkir, kardeşi Fahrüddîn, yeğeni İzzeddîn en-Nesâbe, Abdülkâdir rûhâvî, Ebü’l-Kâsım bin Sasrî, Yûnus bin Muhammed el-Fârûkî, Ebû Nasır eş-Şîrâzî, Muhammed bin İbni Ahî el-Beyân, Ebû İshâk İbrâhim İbni Huşuî, Yûnus bin Mensûr Sekbânî Muhammed bin Rûmî, Muhammed bin Gassân el-Hımsî, Müslim bin Ahmed el-Mâzinî, Abdurrahmân bin Râşid Sevâî, Ömer bin Abdülvehhâb Berâziî, Atîk Selmânî, Behâuddîn Ali İbni Cümeyzî, Reşidüddîn bin Mesleme, Sedidüddîn Mekkî bin Alan ve daha yüzlerce kişi ondan ilim öğrenip rivâyette bulundular.

İlmi üstünlüğü: İbn-i Asâkir; fıkıh, hadîs, kırâat, hılâf ve nahiv gibi birçok ilimlerde söz sahibi idi. Fakat hadîs ilmindeki üstünlüğü, diğer ilimlere göre daha fazla idi. Hadîs ilminde İmâm idi. Hâfız Ebû Muhammed Abdülazîm bin Abdullah el-Münzirî: “Hocam Hâfız Ebü’l-Hasen Ali bin Mufaddal el-Makdisî’ye, altıncı asırda yaşıyan hadîs âlimlerinden hangisinin, üstün olduğunu sorduğum zaman buyurdu ki: İbn-i Asâkir’dir” demektedir. Hocası Ebü’l-Hasen bin Kubeys, İbn-i Asâkir’e, “Allahü teâlânın seninle dînini kuvvetlendirmesini ümid ediyorum” dedi. Gerçekten hocasının dediği ortaya çıktı. İbn-i Asâkir büyük bir âlim oldu.

Yine diğer hocası Ebü’l-Feth el-Muhtâr bin Abdülhamîd onun için: “Biz İbn-i Asâkir’in bir benzerini görmedik” dedi.

İbn-i Hallikân onun hakkında: “İbn-i Asâkir, çok faydalı eserler yazdı. Dâima ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Her ân kendini hesaba çekerdi. Dünyâya rağbet etmezdi. Dinî makamlardan imamlık, hatîblik v.s. kendisine teklif edildiğinde, hiçbirini kabûl etmedi. Âdil hükümdâr Nûreddîn Mahmûd bin Zengî, İbn-i Asâkir’e hadîs-i şerîf ilmi öğretmesi için bir medrese inşâ etti. Vefâtına kadar orada ders verdi. Başka birşeyle meşgûl olmadı Dünyânın süsüne, zînetine hiç düşkün olmadı.” demektedir.

Hâfız es-Sem’ânî ise: “İbn-i Asâkir; ilmi çok, fazileti yüksek, hıfzı kuvvetli, vekar sahibi bir zât idi” demektedir.

İlmi seyahatleri: İbn-i Asâkir, Şam’da 507 (m. 1113) senesinde Sebi’ bin Kırât’ın derslerine, 508 (m. 1114) senesinde Ebi’l-Kâsım Nesib’in 509 (m. 1115) senesinde Ebi’l-Ferec Sûrî’nin ve Kıvâm İbni Ziyâd’ın, 510 (m. 1116) senesinde Ebî Tâhir el-Hanâî’nin derslerine devam etti. Bir yandan da dedesinin sohbetlerinde bulundu. Dedesinden; nahiv, Arabca ve diğer ilimleri öğrendi. Oniki yaşına geldiğinde, hocası Kıvam İbni Ziyâd vefât etti. İbn-i Asâkir, hocasının cenâzesinde ve defninde bulundu. Yine âkıl, bâliğ olmadan, 505 (m. 1111) senesinde Bağdad’ın hadîs âlimi Muhammed Ebnüsî, 507 (m. 1113) senesinde Ebû Gâlib Zehlî, 510 (m. 1116) senesinde Horasan’ın âlimi Ebû Bekr-i Sirevî, 511 (m. 1117) senesinde Ebû Zekeriyyâ İbni Mende ile mektûplaştı. Bu esnada Şam’da, Câmi-i Emevî ilim merkezi idi. İbn-i Asâkir buraya da devam etti. 514 (m. 1120) senesinde Emînidevle Gümüştekin, Şam’da Medrese-i Emîniyye’yi bina ettirdi Bu medrese Şam’da Şâfiîlerin ilk medresesi idi. Bu medresede Ebü’l-Hasen Sülemî ders vermeye başladı. Bunun üzerine İbn-i Asâkir onun derslerine devam ederek, ondan hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh bilgisini öğrendi. O medresede ayrıca Sâin Hibetullah ve Nasr-ül-Makdisî’nin de derslerine devam etti. Bu durum babasının vefâtına kadar devam etti. İbn-i Asakir babasının vefâtından sonra Şam’da fazla kalmadı. 520 (m. 1126) senesinde, hadîs ilmi öğrenmek için yola çıktı. İlk olarak Bağdad’a gitti. Orada bir sene kalan İbn-i Asâkir tekrâr Şam’a döndü. Hacca gidene kadar orada kaldı. 521 (m. 1127) senesinin hac mevsiminde Hacca gitti. Burada Ali bin Hasen Belhî ile karşılaşarak ondan ilim okudu. Ayrıca Mekke ve Medine’de bulunan diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Bir müddet daha Mekke’de kaldıktan sonra Irak’a döndü. Orada beş sene kaldı. Bağdad Nizamiye Medresesi’nde bulunan meşhûr âlimlerden ders aldı Sonra sırasıyla Irak’ın diğer şehirleri olan Kûfe, Musul, Rahbe, Cizre ve Mardin’i dolaştı. Buralardaki meşhûr âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. İbn-i Asâkir Bağdad’da o kadar tanındı ki, Bağdadlılar ona, “Şulet-ün-nâr (Ateş alevi) adını vermişlerdi. İbn-i Asâkir, buralarda öğrendiği hadîs-i şerîfleri, sadece öğrenmekle kalmıyor, aynı zamanda naklediyordu. 525 (m. 1131) senesinde, başka âlimlerden ilim almak için geri döndü. 529 (m. 1135) senesine kadar Şamda kaldı.

İbn-i Sem’ânî şöyle anlatır: “529 (m. 1135) yılında Nişabûr’da İbn-i Asakir’e rastladım, O benden bir ay önce Nişâbûr’a gelmişti. O, aslında Horasan’a gitmek istiyordu. Fakat oraya gidememişti. Hocası niçin gitmediğini sorduğunda, annesinin izin vermediğini söyledi. İbn-i Asâkir bu şehre ancak annesinin vefâtından sonra gitti. Horasan’da Muhammed Ferâvî’den ders okudu. Oradan Hirat’a gitti.”

Hocası Muhammed Ferâvî’nin vefâtından sonra, İbn-i Asakir, bugün Afganistan ve İran topraklarında bulunan Horasan vilâyetinin şehirlerini dolaştı. Buralardaki meşhûr âlimlerden ilim aldı. Aynı zamanda bu seyahatlerde kendisine arkadaşlık eden İbn-i Sem’anî de birçok âlimlerden icâzet almıştır.

İbn-i Asâkir’in gittiği şehirler şunlardır: “Ebher, Ebyurd, Erciş, Esedâbâd, İsfehân, Bistâm, Beyhek, Tebrîz, Tun, Cey, Hulvân Harbârkân, Hüsrevcûnd, Huy, Damgan, Rey, Zencân, Zurderaverd, Semnân, Taberân, Tûs, Gışt, Mürgâb, Mürned, Mışkân, Merşahcân, Müheynet, Nevşene, Nevkân, Nişâbûr, Hirât, Hemedân ve Yakûdiyye. İbn-i Asâkir’in bu şehirlerde ne kadar kaldığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu seyahatlerin dört sene devam ettiği ve 533 (m. 1138) senesinde sona erdiği bilinmektedir.

İbn-i Asâkir, 533 (m. 1138) senesinde Bağdad’a geri döndü. Bağdad’dan da Şam’a geldiğinde 34 yaşında idi. Dedesinin hastalanıp ders veremiyecek hâle gelmesi üzerine, hocalarının izni ile ders vermeye ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmaya başladı.

Asrının Özelliği: İbn-i Asâkir zamanında, Şam’da dört mezhebin de fıkıh âlimleri bulunuyordu. Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Kaşanî de o esnada Şam’da bulunuyordu. Burada ilmi toplantılar çok miktarda yapılıyordu. Bağdad siyâsî hâkimiyetini kaybetmesine rağmen, fıkıh, hadîs ve diğer ilimlerde hâkimiyetini devam ettiriyordu. Çünkü bu merkezlerde ilme duyulan arzu ve istek çok olup, buralarda ilmi kitaplar da bol idi. Buralarda hadîs rivâyetine, vera’ ve takvâya çok dikkat gösteriliyordu. O sıralarda Mısır taraflarına pek rağbet edilmiyordu. Âlimler, o tarafa ilim için gitmeyi vakit kaybı olarak görüyorlardı. Nişâbûr ise âlimler harmanı olup, “Birini kaybetsen diğerini bulursun” deniliyordu. Horasan tarafları da, bilhassa hadîs toplayan için mühim merkez olarak biliniyordu. İbn-i Asâkir, iki âdil hükümdârı gördü. Bunlar; Nûreddîn Mahmûd bin Zengî ve Selâhaddîn Yûsuf bin Eyyûb’dür. Bu hükümdârlar, kendisinden hadîs-i şerîf dinlediler ve fıkıh öğrendiler. İbn-i Asâkir vefât ettiği zaman, Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî cenâzeyle ilgilendi ve cenâze namazında bulundu.

Eserleri: İbn-i Asâkir, hadîs ve fıkıh ilmine dâir çok sayıda eserler yazdı. Yazdığı eserlerin ba’zıları şunlardır: 1. Kitâb-ül-muvâfakât aleş şüyûh-il-eimmet-is-sikât (Yetmişiki cüz), 2. Kitâbü Avâli Mâlik (Otuz cüz), 3. Et-Tâlî li hadîs-i Mâlik (Ondokuz cüz), 4. Kitâbü Mecmû-ir-Regâib mimma vakaa min ehâdis-i Mâlik minel Garâib (On cüz), 5. Kitâb-ül-mu’cem, (On cüz), 6. Kitâbü men semia minhü minen nisvân (Bir cüz), 7. Kitâbü Mu’cemi esmâ-il-kurâ vel-emsâr (Bir cüz), 8. Kitâbü menâkıb-iş-şübbân (Onbeş cüz), 9. Kitâbü Fadl Eshâb-il-hadîs (Onbir cüz), 10. Kitâbü Tebyîni kizb-il-müfterî alâ Ebil-Hasen-il-Eş’arî (On cüz), 11. Kitâb-ül-muselselât (On cüz), 12- Kitâbü teşrîf-i yevm-il-Cum’a’ti (Yedi cüz), 13. Kitâbü Tecrîd-is-sibâiyyeti (Dört cüz), 14. Kitâb-üs-südasiyyât (Bir cüz), 15. Kitâb-ül-humâsiyyât ve Ahbâru İbni Ebiddünyâ (Bir cüz), 16. Kitâbü takviyet-il-meniyye alâ inşâi Dâr-is-sünneti (Bir cüz), 17. Kitâb-ül-Ahâdis el-Mütehayyirâti fî fedâil-il-aşarati (İki cüz), 18. Kitâbü men vâfahât künyetühû, künyetü zevcetihî (Dört cüz), 19. Kitab-ül-erba’în et-Tivâl (Üç cüz), 20. Kitâbü erbeîne hadîsen, an erbeîne şeyhan min erbeîne Medine (iki cüz), 21. Kitâb-ül-cevâhir vel-leâlî fil-ebdâl-il-avâlî (Üç cüz), 22. Kitâbü fadl Aşûrâ (Üç cüz), 23. Kitâb-ül-i’tizâz bil-Cevhereti (Bir cüz), 24. Kitâb-ül-makâlet-il-Fâdihati lir-risâlet-il-vâ’dıhati (Kalın bir kitap), 25. Kitâbü Ref-it-tahlit (Bir cüz), 26. Kitâb-ül-cevâb-il-Mebsût limen enkera hadîs-il-hubût (Bir cüz) 27. Kitâb-ül-kavî fî eimmet-il-esânîd fî hadîs-il-müeyyed (Üç cüz), 28. Kitâbü Turukî hadîs-i Abdullah bin Ömer (Bir cüz), 29. Kitâbü men lâ yekûnu mü’teminen lâ yekûnu müezzinen (Bir cüz), 30. Kitâbü zikr-il-beyânî an fadl-i Kitâbet-il-Kur’ân, 31. Kitabü Ref-it-tesrib alâ men fessere ma’nât tesvîb (Bir cüz), 32. Kitâbü fadl-il-kirâm âlâ ehl-il-harami, 33. Kitâb-ül-iktidâi bis Sâdıkı fî hafr-il-hanâdikı (Tek cüz) 34. Kitab-ül-inzâr bi hudûs-il-zilzâl, 35. Kitabü sevâb-is-sabrı ale’l-musâbi bil veledi (İki cüz), 36. Kitâbü manâ kavli Osman (Bir cüz), 37. Kitâbü tertîb-is-Sahâbeti ellezîne fî müsnedi Ahmed (Bir cüz), 38. Kitâbü müselsel-il-Iydeynî (Bir cüz), 39. Kitâbü Hulûl-il-mihneti (Bir cüz), 40. Kitâbü tertîb-is-Sahâbeti ellezîne fî müsnedi Ebî Ya’lâ (Bir cüz), 41. Kitâbü Mu’cem-iş-şuyûhin Nebli (Bir cüz), 42. Kitâbü Abbâr-il-Evzâî ve fâdâilihî (Bir cüz), 43. Kitâbü mâ vakaa minel Avâli lil Evzâî (Bir cüz), 44. Kitâbü Ahbâri Ebî Muhammed Saîd bin Abdülazîz ve avâlihî (Bir cüz), 45. Kitâbü Avâli Süfyân-es-Sevrî ve haberuhû (Dört cüz), 46. Kitâbü icâbet-is-suâl fî ahâdisi şu’beti (Bir cüz), 47. Kitâbü Rivâyâti Sakinî Dâriyâ (Altı cüz), 48. Kitabü men nezele mezzete ve haddese bihâ (Bir cüz), 49. Kitâbü ehâdîsi cemâati men kefera susiyye (Bir cüz), 50. Kitabü ehâdisî Suneâ-iş-Şam (İki cüz), 51. Kitabü ehâdisi Ebi’l Eş’as es-Su’nânî (Üç cüz) 52. Kitâbü ehâdisî Huneş vel-mat’am ve Hafas-as-San’aniyyîn (Bir cüz), 53. Kitabü Fadl-ir-Rebvetî ven-Niyrabi ve men hadese bihâ (Bir cüz), 54. Kitâbü hadîs-i ehli karyet-il-Hımyeriyyin ve Kayniyyeti (Bir cüz), 55. Kitâbü hadîs-i ehli fezâyâ ve beyti Hânis ve beyti Kufâ (Bir cüz), 56. Kitabü hadîs-i ehli Kanyet-il-Balât (Bir cüz), 57. Kitâbü hadîs-i Selmete bin Ali el-Hüseynî el-Balâtî (İki cüz), 58. Fadâilü Makâm-ı İbrâhim, 59. Kitâb-ül-Ebdâl, 60. Kitabü Fadl-il-cihâd, 61. Müsnedü Mekhûl ve Ebû Hanîfe, 62. Kitabü Fadlı Mekke, 63. Kitabü Fadl-il-Medîneti, 64. Kitabü Fadâil-il-Beyt-il-makdis, 65. Kitâbü Fadli Kureyş ve Ehl-il-Beyt vel-Ensâr vel-Eş’ariyyîn ve zemmir Rafidati, 66. Kitabü Kebir fis sıfatı vel-Eşrafî alâ ma’rifetil Etrâf (Kırksekiz cüz), 67. El-Müstefid fil-Ehâdis-is-Sibâiyyet-il-Esânid, 68. Târih-i Medînet-i Dımeşk (Kısaca Târih-i Dımeşk diye tanınır): İbn-i Asâkir’in en meşhûr eseridir. Bu eseri yazmakla hadîs ilminde ve muhaddisler arasında önemli bir mevki işgal etmiştir. Zîrâ ondan başka hiç kimseye seksen cild Şam târihi yazmak nasîb olmamıştır. Bu târih İslâm âleminde şehir târihleri içinde en geniş ve en büyük olanı idi. Târih-i Dımeşk şehir târihleri içinde yazılan ilk kitap değildir. Bundan önce İmam-ı Kuşeyrî, Rakka tarihi, Hâkim Nişâbûrî, Nişâbûr târihi, Ebû Nuaym, İsfehan tarihi, Hatîb-i Bağdadî ise, Bağdad tarihi yazmışlardır. Târih-i Dımeşk’tan önce Şam ve civarı hakkında yazılan eserler vardı. Ebû Zür’a’nın târihi, Kalânisî’nin tarihi ve İbn-i Mihne’nin telifleri bu kabilden eserlerdir. Ancak İbn-i Asâkir’in eseri bütün bu kitapları ihtivâ ettiği gibi, bunlarda bulunmayan bilgileri de ihtivâ etmektedir. Kendisinden önce böyle geniş muhtevâlı bir eser yazılmadığı gibi kendisinden sonra da şehirler hakkında böyle bir eser yazılmamıştır. Arab tarihi bakımından bir benzeri bulunmayan bir eserdir. Tabakât kitaplarında, İbn-i Asâkir’in bu eseri ne zaman yazmaya başladığına dâir bir kayıt yoktur. Ancak böyle geniş bir eseri yazmaya çok önceden başlanılması icâb etmektedir. İbn-i Sem’anî, “Onu 533 (m. 1138) senesinde Nişâbûr’da gördüğümde, Târih-i Dımeşk adlı eserine başlamış idi” demektedir. Bu sözden anlaşıldığına göre İbn-i Asâkir bu eserini, seyahatlerine başlamadan önce yazmaya başlamıştır. Sultan Nûreddîn Zengî’nin 549 (m. 1154) senesinde Şam’a girdiğinde bu eseri bitirdiği kabûl edilecek olursa, yirmi seneye yakın zamanda ilk bölümü bitirmiştir. Bu zamanda, 175 cüz haline gelmişti. Bundan sonra İbn-i Asâkir eserine yeni yeni ilâveler yapmaya başlamış ve eserini, nihâyet seksen cildde tamamlamıştır.

İbn-i Asâkir eserinin birinci cildinde, Şam’ın târihini, fethini, mescidlerini, kiliselerini, şehir giriş ve çıkışlarını, nehirlerini anlatmış, ondan sonra şehre gelen veya şehre bağlı bölgelere uğrayan ve icâzet alanların hâl tercümelerini anlatmıştır, İbn-i Asâkîr bu hâl tercümelerinde sâdece Şam şehri ve civarını değil, aynı zamanda eyalete ya’nî, Sayda, Haleb, Ba’lebek, Remle v.b. şehirlere uğrayanları da kitabına almıştır. Kitabı harf sırasına göre tertîb etmiş, önce Ahmed isminde olanları almış, sonra İbrâhimlerle devam etmiştir. Kitabında önce senetleri, ondan sonra da rivâyetleri bildirmiştir. Muhaddislerin vefâtlarını umûmiyetle sonda ve ortada vermiştir. O kadar çok hadîs-i şerîf kaydetmiştir ki, Târih-i Dımeşk, bu bakımdan hadîs kitabı olarak da kabûl edilmektedir, İbn-i Asâkir, hâl tercümelerini anlatırken, âlimlerin ilim aldıkları zâtları şehir şehir ayırarak tertîbe, koymuştur.

İbn-i Hallikân, Târih-i Dımeşk’ı, Târih-i Bağdad’a benzetmekte ise de, bu, birçok bakımdan mümkün değildir, İbn-i Asâkir eserinde, Şam’ın topografyasını v.b. şeylerini de belirtmiştir. Ancak, Hatîb-i Bağdadî bunları zikretmemiştir. Bu bakımdan Hatîb-i Bağdâdî’nin târihine benzetmek mümkün değildir.

Târih-i Dımeşk’a birçok zeyller yazılmıştır. Kâsım İbn-i Musannet, Sadrüddîn Bekrî, Ömer bin Hacib, Kâsım bin Muhammed el-Bezâlî Târih-i Dımeşk’a zeyl yazan âlimlerdendir. Aynı zamanda, bu kitabı kısaltan birçok âlim de olmuştur. Bunlardan ba’zıları şunlardır. Kâsım bin Ali bin Asâkir, Ebû Sâine, Ahmed bin Abdüddâim Makdisî, İbn-i Mensûr, İbn-i Şühbe, İmâm-ı Süyûtî, Abdülkâdir Bedrân (Bu zâtın Tehzîbi İbn-i Asâkir adlı kısaltması yedi cild halinde basılmıştır.)

Târih-i Dımeşk 1953 yılında Şam’da, Selâhaddîn Müneccid başkanlığında bir hey’et tarafından yayınlanmaya başlamıştır.

Târih-i Dımeşk’dan ba’zı bölümler:

Tebük Seferi: Hıristiyan Arablar, Herakliüs’e, “Şu peygamberlik da’vası ile ortaya çıkmış bulunan kişi vefât etti! Müslümanlar, şimdi kıtlık ve yokluk içindeler. Eğer, onları dinine katmayı istiyorsan, şimdi tam sırasıdır!” diye mektûp yazdılar. Bu mektûp üzerine Herakliüs, kırkbin kişilik bir orduyu, Kubad’ın kumandasında müslümanlarla savaşmak için yola çıkardı.

Bu durumu haber alan Peygamber efendimiz (s.a.v.) müslümanları savaşa çağırıyor, savaşa teşvik ediyor ve mâli yardımda bulunmalarını emrediyordu. Resûl-i ekremin bu da’vet ve emrine uyarak, müslümanlar pekçok yardımda bulundular. İlk yardımı Peygamber efendimizin (s.a.v.) mağara arkadaşı Ebû Bekr (r.a.) getirdi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona, “Aile efradına ne bıraktın, yâ Ebâ Bekr?” diye sual edince o, “Onlara, Allahü teâlâyı ve Resûlünü bıraktım” dedi. Hazreti Ebû Bekr’in hemen arkasından, Hazreti Ömer malının yarısını yardım olarak getirdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona da, “Ailene ne bıraktın, yâ Ömer?” diye süâl edince o, “Onlara, getirdiklerim kadar bıraktım” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.), “İkinizin arasındaki fark, sözleriniz arasındaki fark gibidir” buyurdu.

Eshâb-ı Kirâm, gücü yettiği kadar yardım etmeğe çalışıyordu. Fakat münâfıklar, siz gösteriş için veriyorsunuz diye Eshâb-ı Kirâm ile alay ediyorlardı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Kim bugün, bir sadaka verirse, sadakası kıyâmet günü Allah katında onun lehinde şâhidlik yapacaktır” buyurdu. Peygamber efendimizin (s.a.v.) bu mübârek sözleri üzerine, mü’minler daha fazla yardım etmeye başladılar. Fakat münâfıklar, yine onlarla alay ediyorlardı. Hazreti Osman bin Affân ordunun üçte birini teçhiz, etti. Böylece Hazreti Osman müslümanların en fazla yardım edeni oldu. Hazreti Osman, ordunun üçte birinin ihtiyâçlarını öyle iyi karşılamıştı ki, su tulumlarını tamir ederken kullanacakları çuvaldızı bile teçhizatın içine koymuştu. Hazreti Osman’ın bu yardımı üzerine, Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Bundan sonra, yapacağı işlerden dolayı Osman’a sorumluluk yok” buyurdu. Müslüman erkekler, ellerinden geldiği kadar yardıma çalışırken, kadınlar da ellerinden gelen her türlü yardımı yapmaya çalışıyorlardı. Eslem kabilesinden Ümmü Sinân gördüklerini şöyle anlatır: Hazreti Âişe vâlidemizin evinde bulunan Resûl-i ekremin, önünde bir yaygı vardı. Yaygının üzerinde küpeler, fildişi eşyalar yüzükler ve mü’minlere savaşta faydalı olacak kadınların gönderdiği pekçok eşyalar vardı. Tebük seferine hazırlandıkları zaman, müslümanlar çok sıkıntılı bir zamanda idiler.

Ordu hazırlıklarını tamamlayınca, Peygamber efendimiz (s.a.v.) orduyu seniyyet-ül-vedâda topladı. Münâfıkların dışında, gazâya katılmayan yok denecek kadar azdı. Resûl-i ekrem (s.a.v.) orduyu toplayıp harekete karar verince, Muhammed bin Mesleme’yi Medine’de kendi yerine bıraktı. Sefere başlıyacağı sırada Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Yanınıza fazla ayakkabı alınız. Yedek ayakkabınız bulunduğu müddetçe sıkıntı çekmezsiniz.” buyurdu. Ordu hareket ettiği zaman, Abdullah bin Übeyy Müslümanları korkutmak için olmayacak sözler söyledi.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Seniyyet-ül-Veda’dan Tebük’e hareket edeceği zaman, ordunun bayraklarını ve sancaklarını açtırdı. En büyük sancağı Hazreti Ebû Bekr’e, en büyük bayrağı da, Zübeyr bin Avvâm’a verdi. Evs kabilesinin bayrağını Üseyd bin Hudayr’a, Hazrec kabilesinin sancağını Ebû Dücâne’ye, bir rivâyet’e göre Hubab bin Münzir’e verdi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) kumandasındaki İslâm ordusu, onbini süvari olmak üzere, otuzbin kişi idi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), ensârdan her boya; bayrak ve sancağı olan her kabileye sancak ve bayraklarını almalarını emretti.

İslâm ordusu Tebük’e vardığı zaman, Rumlarla, Amile, Lahm ve Cüzam gibi hıristiyanlaştırılmış Arab kabilelerinden müteşekkil olan Rum ordular birliği dağılmıştı, İslâm ordusunun onlarla çarpışması mümkün olmadı. Rum orduları, Peygamberimiz (s.a.v.) ve ordusuyla savaşmaktan korktular.

Üsâme bin Zeyd’in ordu komutanı ta’yin edilmesi: Urve (r.a.) şöyle anlatır: Resûl-i ekrem (s.a.v.), Hazreti Üsâme’ye, sekizbin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına gitmesini emir buyurduktan sonra ona: “Haydi! Allahü teâlânın emriyle yürü!” buyurdu. Ordugâh bugün Sikâyet-i Süleymân denilen Cürf mevkiinde kuruldu. İşlerini ve savaş hazırlığını bitiren bütün müslümanlar, Üsâme’nin (r.a.) karargâhına koşuyordu. İlk Muhacirlerin hepsi, bu orduya çağırılmışlardı. Münâfıklardan ba’zısı, Hazreti Üsâme’nin komutanlığı hakkında iyi olmayan sözler söylediler. Hazreti Ömer bu husûsta konuşanlara kızarak derhal durumu Resûl-i ekreme (s.a.v.) bildirdi. Bu durumu öğrenen Peygamber efendimiz (s.a.v.) hasta haliyle ve başı sargılı olarak hemen minbere çıktı ve onlara şöyle dedi: “Ey İnsanlar! Üsâme’yi kumandan ta’yin ettiğim için ba’zılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Üsame’yi kumandan ta’yin etmemi kınıyorsunuz. Daha önce Üsâme’nin babasını kumandan yapmamı da kınamıştınız. Yemîn ederim ki, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermiş ise, Üsâme de, babasından sonra kumandanlığa lâyık kimsedir. Babası nasıl en sevdiklerimden idiyse, Üsâme de sevdiğim kimselerdendir. Üsâme de, babası da her türlü hayrı yapacak yaratılışta kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Şüphe yok ki, Üsâme sizin en hayırlılarınızdandır.” Sonra minberden inerek, mübârek hânelerine gittiler.

Hazreti Üsâme ile birlikte gazâya gidecek müslümanlar, aralarında Hazreti Ömer olduğu hâlde Peygamberimiz ile vedalaşmaya geldiler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara, “Üsâme’yi gazâya göndermeyi ihmâl etmeyin! Üsâme mutlaka gazâya gitsin” buyurdu. Bu sırada Ümmü Eymen (r anhâ) içeri girdi ve Resûl-ı ekreme: “Yâ Resûlallah! Ordusu biraz daha kuvvetleninceye kadar Üsâme’yi ordugâhında bıraksaydın. Zîrâ, Üsâme bu durumuyla savaşa katılırsa ondan başarı beklenemez.” deyince, Resûl-i ekrem (s.a.v.); Üsâme mutlaka savaşa çıksın” buyurdu. Mü’minler Resûl-i ekremle (s.a.v.) vedâlaştıktan sonra ordugâha döndüler.

Ertesi gün, Üsâme (r.a.) Resûlullah efendimizi (s.a.v.) ziyâret için tekrar geldi. Resûl-i ekrem çok ağır hasta ve baygın vaziyette yatıyordu. Üsâme (r.a.), gözlerinden yaşlar boşanarak Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzûruna girdi. Resûlullah (s.a.v.) konuşmuyordu. Yalnız ellerini gökyüzüne doğru kaldırıyor ve Üsâme’nin üzerine döker gibi yapıyordu. Üsâme (r.a.), O’nun kendisine duâ etmekte olduğunu anladı. Bu ziyâretten sonra, Üsâme (r.a.) tekrar karargâha döndü. Ertesi gün, Üsâme (r.a.) tekrar sıhhate kavuşmuş olan Resûl-i ekremin huzûruna geldi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona, “Haydi Allah yardımcın olsun!” buyurdu. Daha sonra Üsâme (r.a.) Peygamberimize veda etti. Resûlullahın (s.a.v.) durumu çok iyiydi. Üsâme (r.a.) karargâha varınca hareket emrini verdi. Ordunun Cürf’den ayrılacağı sırada, Üsâme’nin (r.a.) annesinin gönderdiği bir kişi gelerek, Resûl-i ekremin (s.a.v.) ölüm döşeğinde olduğunu haber verdi. Ordugahtaki müslümanların ileri gelenleri, acele olarak Resûlullah efendimizin yanına geldiler. Resûl-i ekrem (s.a.v.) Rebi’ül-evvel ayının onikisinde, Pazartesi günü güneş batarken, Allahü teâlânın rahmetine kavuştu. Bunun üzerine bütün müslümanlar, Cürf mevkiinden Medine’ye döndüler. Büreyde bin Husayb da (r.a.), Üsâme’nin (r.a.) sancağını ordugahtan getirerek, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kapısının önüne dikti.

Hazreti Ebû Bekr halîfe olarak seçildiği zaman, Büreyde’ye (r.a.) sancağı Üsâme’nin evine götürmesini ve Üsâme’nin (r.a.) müslümanlarla savaşa çıkmadıkça sancağı kat’iyyen açmamasını söyledi. Büreyde (r.a.) şöyle anlatır: “Emîr-ül-mü’minînin emri üzerine, sancağı Resûl-i ekremin (s.a.v.) evi önünden çıkarıp Üsâme’nin evine götürdüm. Daha sonra, o sancağı Üsâme’nin ordusuyla birlikte Şam’a kadar taşıdım. Sefer dönüşü sancağı tekrar Üsâme’nin evine getirdim. Sancak, Üsâme ölünceye kadar onun evinde dürülü olarak kaldı.”

Peygamber efendimizin (s.a.v.) defninden sonra, Hazreti Ebû Bekr Üsâme’ye (r.a.): “Resûlullahın sana gitmeni emrettiği tarafa yürü!” dedi. Müslümanlar yeniden Cürf’deki karargâhlarında toplanmaya başladılar. Büreyde (r.a.) da sancağı çıkararak ordugâha getirdi. Bu savaş hazırlığı Eshâb-ı Kirâmın ileri gelenlerinin hoşuna gitmemişti. Bir grup Eshâb-ı Kirâm Hazreti Ebû Bekr’in huzûruna gelip: “Ey Allahü teâlânın Resûlünün halifesi! Bu büyük orduyu bölmeyelim. Yahudi, hıristiyan, mürted ve münâfıklar dine saldırıyorlar. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutmayalım. Rumlarla savaşı ileri bir tarihe erteleyelim” dediler. Hazreti Ebû Bekr onlara, “Başka söyleyeceğiniz birşey var mı?” diye sorunca onlar, “Hayır! Söyleyeceklerimiz duyduklarından ibârettir” dediler. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekr, “Kuvvetimiz olmadığını, her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu çekip götürmeye kalkışsalar, yine bayrağını Resûl-i ekremin (s.a.v.) mübârek eliyle verdiği Üsâme’nin ordusunu Şam’a göndereceğim. Yalnız Üsâme’den, Ömer’i burada bırakmasını isteyeceğim. Allaha yemîn ederim ki! Şayet Üsâme, Ömer’i burada bırakmayı kabûl etmezse, onu bırakması için zorlayacağım” dedi. Eshâb-ı Kirâm bu sözlerden sonra, Hazreti Ebû Bekr’in Üsâme’yi ordunun başında göndermekte kararlı olduğunu anladılar. Bu konuşmadan sonra Hazreti Ebû Bekr, Üsâme’nin (r.a.) yanına gitti ve ondan Hazreti Ömer’in Medine’de yardımcı olarak kalmasını istedi. Hazreti Üsâme bunu kabûl etti. Hazreti Ebû Bekr, Üsâme’ye (r.a.), “Ömer’in kalmasına gönül rızasıyla izin veriyor musun?” diye tekrar sordu. Üsâme de (r.a.), “Evet” cevâbını verince, Hazreti Ebû Bekr onun yanından memnun olarak ayrıldı. Münâdilere (tellâllara), müslümanlara şu çağrıyı yapmalarını emretti? “Kararım şudur ki, Resûl-i ekremin (s.a.v.) hayatında Üsâme ile berâber savaşa gitmek üzere ayrılanların hepsi savaşa gidecektir. Üsâme ordusuyla savaşa çıkmayanları, yaya olarak ordunun arkasından göndereceğim.”

Bir süre sonra Hazreti Ebû Bekr ordunun ma’neviyatını yükseltmek ve orduyu uğurlamak için karargâha gitti. Ordu yola çıktığında, Hazreti Üsâme at üzerinde, Hazreti Ebû Bekr ise yaya olarak yürüyordu. Bu hâl üzere bir saat kadar yürüdüler. Bir ara Üsâme (r.a.), “Ey Resûlullahın (s.a.v.) halifesi! Ya sen de hayvanına bin, veya ben ineyim” deyince Hazreti Ebû Bekr, “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen inmeyeceksin, ben de binmeyeceğim. Allah yolunda bir saat olsun ayaklarımı tozlatsam ne olur? Hiç şüphesiz ki, gazilere, attıkları her adım başına yediyüz sevâb yazılır, derecesi yediyüz defa yükseltilir ve yediyüz günâhı affedilir. Savaş bitinceye kadar bu şekilde devam eder” diye cevap verdi.

Üsâme’nin (r.a.) ordusu, yolda İslâmiyetten dönmek isteyen kabilelere uğradıkça onlar “Eğer müslümanlar kuvvetli olmasalardı, böyle bir ordu çıkaramazlardı” diyorlardı. Üsâme (r.a.), ordusuyla Rumları yenilgiye uğrattı. Sağ sâlim olarak geri döndü. İslâm ordusunun bu zaferi, İslâmiyeti terk etmek isteyen kabilelerin, İslama bağlılıklarını kuvvetlendirdi.

Hazreti Ebû Bekr’in, zekât vermeyenler ve dinden ayrılanlar hakkında okuduğu hutbe:

Sâlih bin Kaysan (r.a.) şöyle anlattı: Ba’zıları İslâm dininden çıkınca, Hazreti Ebû Bekr minbere çıkarak şu hutbeyi okudu:

“Size doğru yolu açık olarak gösteren, mallar vererek zengin eden Allahü teâlâya hamd olsun. Hiç şüphesiz, Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmı tek başına, İslâmı da garip olarak gönderdi. Daha önceki Peygamberlere gelen kitaplara inananlar, mukaddes kitaplarını tahrib ederek, aslında olmayan şeyleri bu mukaddes kitaplara eklediler. Ümmî Arabların ise, Allahü teâlâ hakkında hiç bilgileri yok idi. Ne Allahü teâlâya kulluk, ne de O’na ibâdet ediyorlardı. Toprağı sert bir arazide, bâtıl bir dine inanarak, güç şartlar altında yaşıyorlardı. Fakat Allahü teâlâ onları Peygamberi Muhammed aleyhisselâm vasıtasıyla biraraya toplıyarak, herşeyi ile şerefli bir millet hâline getirdi. Hak teâlâ onları birbirlerine yardımcı kıldı. Düşmanlarına karşı da onlara yardım etti. Resûl-i ekrem (s.a.v.) vefât edinceye kadar durumları iyiydi. Fakat Peygamberimizin vefâtından sonra, şeytan kendilerine musallat olarak, onları tekrar dalâlete düşürdü.

Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresi yüzkırkdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhammed ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üstünde gerisin geriye mi döneceksiniz (ya’nî Muhammed aleyhisselâmın vefâtı ile İslâmiyeti inkâr ederek, küfür olan eski dininize mi döneceksiniz). Kim (böyle) iki ökçesi üzerinde (ardına) dönerse (ya’nî dinden dönerse, dinden dönmesiyle) elbette Allahü teâlâya hiçbir zarar yapmış olmaz (bilâkis zararı kendisinedir) Allahü teâlâ (ni’metine) şükr edenlere (ve İslâm da sebat edenler) bol ni’metler verecektir” buyuruyor.

Bugün birçok müslümanlar, hayvanlarının zekâtlarını vermediler ve dinlerine fazla bağlı olmadıkları için dinlerinden döndüler. Siz de, Resûl-i ekrem (s.a.v.) zamanındaki ba’zı hasletlerinizi kaybettiğiniz için, o günkü gibi kuvvetli değilsiniz. Resûlullah (s.a.v.) sizleri, doğru yolu gösteren, yoksul bularak zenginleştiren Allahü teâlâya emânet etmiştir. Bir ateş çukurunun kenarında iken, sizi ateşe düşmekten koruyan Allahü teâlâya teslim etmiştir. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlânın sözünü ve va’dini yerine getirinceye kadar, İslâm dini uğruna savaşmaktan geri durmayacağım. Bizim saflarımızda savaşarak ölenler, şehîd olarak Cennet ehli arasına karışacak, sağ kalanlar ise yeryüzünde hükümran olacaklardır. Allahü teâlâ Nûr sûresi ellibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah içinizden îmân edip de güzel amelde (ve harekette) bulunanlara yemîn ile va’d etti ki, kendilerinden evvel gelenleri (İsrâiloğullarını) nasıl (kâfirlerin) yerine getirdi (hâkim kıldı) ise, onları da yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçirecek (hükümran edecek), onlara, kendileri için beğendiği dini (İslâmı) her hâlde payidar kılacak, onları korkularından (üzerlerinden korkularını kaldırdıktan sonra hâllerini)kat’î bir emînliğe çevirecektir. (Tâ ki) onlar (bu güvenlik içinde) bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra, nankörlük ederse, artık onlar fâsıkların ta kendileridir” buyuruyor.”

“Birgün Ebüdderdâ (r.a.), Şam taraflarına gitmek için halife Hazreti Ömer’den izin istedi. Hazreti Ömer, “Sana ancak, oraya vâli olarak gidersen izin veririm” deyince Ebüdderdâ, “Vâlilik yapmayı kabûl etmem” dedi. Hazreti Ömer, “Ben de senin oraya gitmene izin vermem” dedi. Bunun üzerine Ebüdderdâ: “Ben oraya gidersem, halka Resûlullah efendimizin sünnetini öğretir, onlara namaz kıldırırım” deyince, Hazreti Ömer onun Şam’a gitmesine izin verdi. Bir süre sonra yanında Yerfe ile birlikte Şam’a giden Hazreti Ömer, akşam olup hava iyice kararınca ba’zı Eshâb-ı Kirâmın evlerine gitti. Onların evlerinde, yerlerin ganîmet mallarından ipek ve atlas halılarla kaplı ve kapılarının kilitli olduğunu gördü. Daha sonra Hazreti Ömer, Yerfe’ye “Şimdi seninle kardeşime gidelim, onun evinde hiçbirşey yoktur. Aydınlanmak için kandil bile asık değildir. Kapısı kilitli değildir. O yerde oturur, atının eğerine yaslanır. Üzerinde, kendisini soğuktan dahi korumayan ince bir elbise vardır. Selâm verirsin, selâmını alır. Yanına girmek için izin istediğin zaman seni tanımaya lüzum görmeden içeri girmene müsâade eder” dedi. Ebüdderdâ’nın kapısına vardıklarında Hazreti Ömer, Ebüdderdâ’ya selâm verdi. O da selâmı aldı. Hazreti Ömer içeri girmek için izin isteyince, Ebüdderdâ “Girin” dedi. Hazreti Ömer kapıyı ittiğinde kapının kilitli olmadığını gördü, içeri girdiklerinde oda karanlıktı. Hazreti Ömer etrâfı yoklamaya başladı. Yastık olarak atının eğerini kullanıyordu. Ebüdderdâ’nın altında yatak diye birşey yoktu. Yerde yatıyordu. Sırtında ise ince bir kaftandan başka birşey yoktu. Ebüdderdâ (r.a.), “Bu kim? Mü’minlerin emîri mi?” diye sorunca Hazreti Ömer, “Evet” dedi. Bunun üzerine Ebüdderdâ (r.a.) “Bir seneden beri gözlerim yolda, senin gelmeni bekliyordum” dedi. Hazreti Ömer de, “Sana Allahü teâlâ merhamet etsin. Rahat yaşaman için sana izin vermedim mi?” deyince Ebüdderdâ (r.a.) “Resûl-i ekremin (s.a.v.) bize söylediğini hatırlıyor musun yâ Ömer?” dedi. Hazreti Ömer, “Hangi hadîs-i şerîfi yâ Ebüdderdâ?” diye sorduğunda Ebüdderdâ (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.), “Siz, yolcu gibi, kendinize yetecek kadar dünyâ malıyla yetininiz” buyurdu” dedi. Hazreti Ömer, “Evet, hatırladım” dedi. Ebüdderdâ (r.a.), “Böyle bir emirden sonra ne yapabiliriz yâ Ömer?” deyince, her ikisi sabaha kadar ağladılar.”

“Eshâb-ı Kirâmdan Sa’îd bin Amir el-Cemhî, Hazreti Ömer’e: “Yâ Ömer! Ben sana ba’zı tavsiyelerde bulunmak istiyorum” deyince Hazreti Ömer, “Buyur, söyle! Dinliyorum” dedi. Sa’îd bin Âmir (r.a.), “Sana, halkın işlerini yaparken, Allahü teâlâdan korkmanı tavsiye ederim. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirirken insanlardan korkma. Sözün başka, fiilin başka olmasın, insanın kendi yaptığı ve yerine getirdiği nasîhatları başkalarına söylemesi güzeldir. Bir mes’ele hakkında iki ayrı hüküm verme, işlerin karışır, doğru yoldan sapmış olursun. Delîli olan iddianın lehine karar ver ki, kararın isâbetli olsun. Allahü teâlâ sana yardım etsin, mü’minleri de senin vâsıtanla mes’ûd yaşatsın.. Allahü teâlânın işlerinin başına seni geçirdiği uzak ve yakında olan müslümanlarla ilgilen ve onların müşkillerini çöz. Kendin ve ailen için sevdiklerini, mü’min kardeşlerin için de sev. Kendin ve ailen için beğenmediklerini, mü’min kardeşlerin için de beğenme. Hak uğrunda mücâdeleye devam et. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirirken, hiçbir dedikodudan ve kınamadan korkma” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Bu söylediklerine kimin gücü yetebilir?” deyince, Sa’îd bin Amir “Senin gibi birisinin. Allahü teâlânın Ümmet-i Muhammed’in başına geçirdiği kimsenin. Onunla Allahü teâlânın arasına kimse giremez” dedi”

Umeyr bin Sa’d kendisi şöyle anlatır: “Hazreti Ömer, beni Humus’a vâli olarak gönderdi. Aradan bir sene geçtiği hâlde, benden haber alamayınca Hazreti Ömer bana, “Bu mektûbu alınca gel. Bu âna kadar elinde biriken vergiyi de getir” diye bir mektûp yazdı. Ben de içine azığımı koyduğum heybemi ve çanağımı aldım. Mataramı belime takdım. Sopamı da yanıma aldım. Humus’tan Medine’ye kadar yürüyerek geldim. Medine’ye vardığımda, saçım sakalım uzamış, üstüm başım toz içinde ve rengim değişmiş idi. Bu hâl ile selâm vererek Hazreti Ömer’in huzûruna girdim. Hazreti Ömer hemen, “Bu hâlin ne?” dedi. Ben de ona, “Hâlimde ne var? Sıhhatli ve canlı değil miyim?” dedim. Hazreti Ömer tekrar “Yanında ne var?” diye sordu. Ben, “Yanımda azığımı koyduğum heybem, içinde yemek yediğim çanağım, içmek ve abdest almak için su taşıdığım mataram, dayanağım ve düşman saldırısına karşı silâh olarak kullandığım sopadan başka birşeyim yok. Vallahi bu dünyâ benim eşyalarımdan değerli değil” dedim. Hazreti Ömer “Yürüyerek mi geldin?” diye sorunca, “Evet” dedim. Hazreti Ömer, “Sana, binebileceğin bir hayvan verecek bir müslüman yok muydu?” diye sordu. Ben de, “Onlar, kendiliklerinden birşey vermediler. Ben de istemedim” dedim. Hazreti Ömer, “Seni nereye göndermiştim? Neler yaptın?” diye sorunca ben: “Söyleyeceklerimle seni üzmek istemediğimden anlatmayı arzu etmiyorum. Sen beni vâli olarak gönderdin. Ben de gönderdiğin yere giderek, oranın halkından iyi insanları topladım. Onları vergi me’mûru ta’yin ettim. Toplanan vergileri, verilmesi gereken yerlere dağıttım. Eğer o vergilerden birşey artmış olsaydı, onu da sana getirirdim” dedim. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Ey Umeyr, yeniden vâli ta’yin edildin” deyince ben hemen, “Ben, ne senin adına, ne de senden sonra başka birisi adına vâlilik yapmak istemiyorum. Günahtan kurtulmadım, belki de kurtulmıyacağım yâ Ömer!” dedim ve izin istiyerek evime döndüm. Medine ile evim arası çok uzaktı. Ben yola çıkınca, Hazreti Ömer arkamdan Haris adındaki bir zâtı gönderdi. Haris yanıma geldiğinde, ben duvarın yanında oturmuş gömleğimi temizliyordum. Bana selâm verdi. Ben de selâmını aldım. Haris’e, “Nereden geliyorsun?” diye sorduğumda, “Medine’den geliyorum” dedi. Haris, evimizde üç gün misâfir kaldı. Bizim, arpadan başka yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Onu Hâris’e yediriyor, kendimiz de aç kalıyorduk.. Haris giderken, bana çıkarıp yüz dinar verdi ve “Bunları mü’minlerin emîri gönderdi. Bununla ihtiyâçlarını gör” dedi. Ben, “Bunlara ihtiyâcım yok” diyerek geri verdiğimde hanımım, “İhtiyâcın varsa sen kulları, yoksa ihtiyâç sahiblerine ver” dedi. Dinarları koyacak birşeyimiz yok idi. Hanımım, elbisesinden bir parça yırtarak verdi. Ben de dinarları onun içine koydum. Sonra bunları şehidlerin ve fakirlerin çocuklarına dağıttım. Sonra Hâris’e, “Medine’ye varınca, Hazreti Ömer’e selâm söyle” dedim. Haris Medine’ye dönünce, durumu Hazreti Ömer’e, anlatmış! Sonra Hazreti Ömer tekrar bana, derhal Medine’ye gelmem için bir mektûp yazdı. Hazreti Ömer’in yanına gittim. Bana, “Paraları ne yaptın” dedi. Ben de “Kendim için harcadım” dedim. Bana bir miktar yiyecek ve iki elbise verilmesini emretti. Ben, “Yiyeceğe ihtiyâcım yok. Evde bir miktar yiyecek var. Onları bitirinceye kadar, Allahü teâlâ yenisini verir” diyerek yiyecekleri kabûl etmedim. Elbiseleri de başka birisine vermek üzere aldım ve evime geri döndüm.”

Antere (r.a.) şöyle anlatmaktadır Bu olaydan bir süre sonra, Umeyr vefât etti. Hazreti Ömer onun ölümünü duyunca çok üzüldü. Yanındakilere beraber Garkad mezarlığına yürüyerek geldi. Arkadaşlarına, “Herbiriniz, yapmak istediğiniz hayırları söyleyiniz” dedi. Birisi: “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Allah rızâsı için bir köle alarak azâd etmeyi arzuluyorum.” dedi. Diğeri, “Ey mü’minlerin emîri! Ben de malımı Allah yolunda harcamak istiyorum” dedi. Bir başkası da, “Benim gücüm kuvvetim yerinde olduğu için Kâbe’ye gelen hacılara, kova ile zemzem suyu çekip dağıtmak istiyorum” dedi. Hazreti Ömer bin Hattâb ise: “Ben, Umeyr bin Sa’d gibi adamlarımın olmasını ve onları müslümanların başına idâreci ta’yin etmek istiyorum” dedi.

Esba bin Nübâte şöyle anlatır: “Bir kimse Hazreti Ali’nin yanına gelerek: “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Benim bir ihtiyâcım var. Önce Allahü teâlâya arzettim. Şimdi ise sana söylüyorum. Şayet ihtiyâcımı giderirsen Allahü teâlâya hamd eder, sana da teşekkür ederim. Eğer ihtiyâcımı gidermezsen, yine Allahü teâlâya hamd eder, seni de mazur görürüm” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali ona, “İhtiyâcın neyse, toprağın üzerine yaz. Çünkü ben, senin yüzünde birşey istemenin verdiği ezikliği ve üzüntüyü görmek istemiyorum” deyince, o kişi toprağın üzerine, “Ben muhtacım” diye yazdı. Hazreti Ali: “Bana bir elbise getirin” dedi. Hemen elbiseyi getirdiler. Hazreti Ali elbiseyi adama verince, adam elbiseyi alıp giyerek şöyle dedi: “Sen bana, güzelliği kaybolacak ve eskiyecek bir elbise giydirdin. Ben ise, seni medhedeceğim. Övgü, damlaları, dağları ve ovaları dirilten yağmur gibidir. Yaşadığın sürece, yapacağın bir iyiliği yapmaktan çekinme. Çünkü her kul yaptığından sorulacaktır” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali: “Bana bir miktar para getirin” dedi. Yüz dinar getirildi. Hazreti Ali, o paraları da o kişiye verdi. Ben dayanamayarak, “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Elbise verdin. Bir de yüz dinar veriyorsun, niye?” deyince, o, “Evet! Resûlullah efendimizin (s.a.v.) “Herkese bulunduğu yere göre muâmele edin” buyurduğunu işittim. Bu adama bu lâyıktır” dedi”

Abdullah bin Ziyâd şöyle anlatır: “Ömer bin Hattâb (r.a.), Sa’îd bin Âmir’e bin dinar verdi. Sa’îd bin Âmir, “Benim ihtiyâcım yok, benden daha çok ihtiyâcı olanlara veriniz” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer. “Acele etme. Sana Resûl-i ekremin (s.a.v.) bir sözünü nakledeyim. O zaman bunları ister al, ister alma. Birgün Resûlullah (s.a.v.) bana birşey verdi. Bende almak istemedim. O zaman Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Kime, istemeksizin, arzu etmeksizin birşey verilse, o, Allahü teâlânın rızkıdır, onu alsın, geri çevirmesin” buyurdu” dedi. Sa’îd bin Amir, “Sen gerçekten bunu, Resûlullahtan (s.a.v.) duydun mu?” diye sorduğunda Hazreti Ömer, “Evet” dedi. Bunun üzerine Sa’îd bin Âmir verilen bin dinârı kabûl etti.”

“Hazreti Ömer, Irak’a İslâm ordusunu günderince onlar, kısa zamanda Allahü teâlânın yardımıyla zafer kazandılar. Kiliseleri câmi ve puthâneleri mescid yaptılar. Sağ sâlim ve ganîmetlerle döndüler. Hazreti Ömer’in huzûruna vardıklarında, halîfe ordusuna hiç bakmadı. Ne yaptınız? diye suâl bile etmedi. Halîfenin bu muâmelesi Eshâb-ı Kirâma çok ağır geldi Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’ı mescidde görüp, halîfenin onlara karşı alâkasızlığından şikâyet ettiler. Hazreti Abdullah: “Babamın huzûruna bu elbiselerinizle mi çıktınız?” dedi. Onlar, “Evet” dediler.

Meğer İslâm ordusu, İran’ın süslü elbiselerinden giymişlerdi. Eshâb-ı Kirâm, Hazreti Abdullah’ın işâretiyle gidip elbiselerini değiştirip, eski elbiseleriyle Hazreti Ömer’in yanına gittiler. Bu sefer Hazreti Ömer bunları iyi karşılayıp, her birinin ayrı ayrı hâlini, hatırını sordu. Eshâb-ı güzînden birisi cesâretle, “Yâ Emîr-el-mü’minîn! İlk görüşmemizde bize hiç iltifât etmediniz, ikinci görüşmemizde çok iyi karşıladınız. Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Hazreti Ömer: “Sizi, elbiselerinizi değiştirmiş görünce kendi kendime: “Eshâb-ı güzîn benim hayâtımda elbiselerini değiştirdiler. Birkaç gün sonra, Allah korusun kalblerini değiştirirler. Dünyâyı sevmeleri artar. Yarın kıyâmet gününde Resûlullaha (s.a.v.) kavuşunca, “Yâ Ömer! Senin halifeliğin zamanında benim Eshâbım elbiselerini değiştirdiler, sonra kalbleri değişti. Niçin mâni olmadın?” diye hitâb eder, azarlar diye korktum. Onun için, İran’ın süslü elbiselerini giydiğiniz zaman her biriniz gözüme bir belâ dikeni gibi göründünüz. Fakat elhamdülillah elbiselerinizi değiştirince, endişe ettiğim tehlike ortadan kalktı. Size iyi muâmelede bulundum” buyurdular.

Sonra ele geçirdikleri ganîmetleri Hazreti Ömer’e verdiler. Hazreti Ömer ganîmetleri gaziler arasında eşit bir şekilde dağıttı. Bir süre sonra Hazreti Ömer oradan ayrılınca, Eshâb-ı Kirâm, Hazreti Ömer’in daha iyi giyinmesi hakkında konuştular, iyi ve süslü elbiseler giymeli ki gelen elçilere heybetli gözüksün dediler. Bu durumu ancak Ali bin Ebî Tâlib söyleyebilir dediler. Durumu Hazreti Ali’ye anlattıklarında, “Ben böyle birşeyi Hazreti Ömer’e söyliyemem. Siz Resûlullahın zevcelerine gidin. Onlar mü’minlerin anneleridir. Ancak bunu Hazreti Ömer’e onlar söyleyebilir” dedi. Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm Hazreti Aişe’nin yanına gittiler, durumu ona anlattılar. Hazreti Âişe vâlidemiz, bu durumu Hazreti Ömer’e söylemeyi kabûl etti. Hazreti Aişe, Hazreti Hafsa ile birlikte Hazreti Ömer’in huzûruna gitti. Hazreti Aişe, “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Sana birşey söylememe müsâade eder misin?” deyince Hazreti Ömer, “Ey mü’minlerin annesi! Buyur söyle” dedi. Bunun üzerine Hazreti Âişe: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir yol ta’kib ederek Cennete gitti. Ne dünyâya heves etti, ne de dünyâ ona heves etti. Ebû Bekr de Resûl-i ekremin (s.a.v.) sünnetini ihyâ edip, yalancı peygamberlerle savaşarak yine onun izinde yürüdü. Bâtılı savunanların delîllerini çürütürken, halk arasında adâletle hükmetti. Allahü teâlâyı hoşnut etti. Allahü teâlâ da onu Peygamberine kavuşturdu. O da, ne dünyâya heves etti, ne de dünyâ ona heves etti. Allahü teâlâ sana kisra ve kayserin ülkelerinin fethini ve hazînelerini nasîb etti. Onların bütün mal ve mülkleri senin eline geçti. Allahü teâlâdan, İslâm dinini daha güçlendirmesini niyaz ederiz. Senin yanına birçok ülkelerden elçiler geliyor. Fakat senin elbisenin on iki yerinde yama var. Onu güzel bir elbiseyle değiştirsen daha iyi olur. Gelenlere karşı daha heybetli gözükürsün” deyince, Hazreti Ömer ağlamaya başladı. Sonra şöyle dedi: “Allah aşkına söyle; Yâ mü’minlerin annesi! Resûl-i ekrem (s.a.v.) vefât edinceye kadar, hiç doyuncaya kadar buğday ekmeği veya bir günde iki defa yemek yedi mi?” Hazreti Âişe: “Hayır yemedi” dedi. Hazreti Ömer, “Hiç Resûl-i ekreme (s.a.v.) topraktan bir karış yükseklikte sofra kuruluyor muydu? Yemek istediğinde sofrayı yere koyduruyor ve yüksek sofra tahtasını kaldırtmıyor muydu?” diye sorunca onlar, “Evet” dediler. Hazreti Ömer yine onlara: “Siz Peygamberin zevceleri ve bütün mü’minlerin annelerisiniz. Sizin, bütün mü’minlerde özellikle benim üzerimde hakkınız var. İyi biliyorum ki, Resûl-i ekrem (s.a.v.) kaba kumaştan elbise giyerdi ve kumaşın sertliği vücûduna zarar verirdi. Siz bunu biliyor muydunuz?” deyince onlar, “Evet” dediler. Hazreti Ömer: “Yine biliyor musunuz, Resûl-i ekrem (s.a.v.) tek katlı bir örtü üzerinde yatardı. Senin evinde hurma liflerinden sert bir yaygı yok muydu, yâ Âişe? Bu gündüz yaygı, gece yatak olarak kullanılırdı. Resûl-i ekremin yanına geldiğimizde vücûdunda hasırın izlerini görürdük. Yâ Hafsa! Sen anlatmadın mı, bir gece Resûl-i ekrem rahat uyusun diye yatağı iki kat yapmıştın, O da rahat olarak uyumuş, ancak Bilâl’in ezan sesiyle uyanmıştı ve sana, “Yâ Hafsa, niçin böyle yaptın? Yatağı iki kat yapıp, benim sabah ezanına kadar uyumama, gece namazını kaçırmama sebep oldun. Dünyâ benim neyime? Niçin beni yumuşak yatakla meşgûl ediyorsun?” buyurmuştu. Yâ Hafsa! Bilmiyor musun, Resûl-i ekremin gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmişti? Öyle iken bile Resûl-i ekrem (s.a.v.) vefât edinceye kadar aç olarak geceler, Rabbine secde ederek sabahlar, gece gündüz dâima Rabbine niyazda bulunurdu. Ömer de iyi şeyler yemiyor ve yumuşak elbiseler giymiyor. Tuz ve yağ hâriç, iki katığı beraber yemiyor. Eti de, sâdece halktan birinin yediği kadar, ayda bir sefer yiyor” dedi. Bunun üzerine Hazreti Âişe ve Hafsa, Ömer’in (r.a.) huzûrundan ayrılarak Eshâb-ı Kirâmın yanına gelip durumu anlattılar. Hazreti Ömer rûhunu teslim edinceye kadar bu hâl üzere yaşadı.”

Ubeydullah bin Umeyr şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) vefât ettiği zaman, Mekke vâlisi Attâb bin Esid idi. Mekke halkı, Resûlullahın vefât haberini duyunca çok ağladılar. Vâli Attâb, Kâ’beden çıkıp sokakların birine girdi Bu esnada Süheyl bin Amr yanına geldi ve ona, “Haydi halkı teskin etmek için konuş” dedi. Attâb bin Esîd ise, “Resûl-i ekremin (s.a.v.) vefât ettiği bir zamanda nasıl konuşurum? Bende konuşacak hâl yok” dedi. Bunun üzerine Süheyl bin Amr: “Birlikte gidelim. Ben konuşurum” dedi. Birlikte Kâ’be’ye geldiler. Süheyl bin Amr minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve senadan sonra, Hazreti Ebû Bekr’in söylediklerini aynen tekrarladı. Süheyl bin Amr, Bedr savaşında esîrlerin arasındaydı. Hazreti Ömer onun öldürülmesini istiyordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.) Hazreti Ömer’e: “Niçin onu öldürmek istiyorsun? Bırak, belki Allah onu, senin de beğeneceğin bir makama getirir” buyurmuştu. Peygamberimizin (s.a.v.) işâret buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, Süheyl bin Amr’ı Attâb bin Esîd’in makamına getirdi.

Zeyd bin Eslem şöyle anlatır: Hazreti Ömer, hilâfeti zamanında, bir gece etrâfı kontrol etmek için dolaşıyordu. Bir evde ışık yandığını gördü. Eve yaklaştığında, yaşlı bir kadının yün eğirdiğini gördü. Bu işi yaparken şöyle söylüyordu: “Bütün iyi insanların salât ve selâmı Muhammed Mustafâ’nın üzerine olsun. Seçilmiş iyi kullar sana salevât getirsin. Geceyi ihyâ eder, seher vakitleri ağlardın. Ben de sana kavuşmak istiyorum. Ama ölmek elimde değil. Acaba âhıret, beni sevgilimle birleştirecek mi?” Hazreti Ömer bu sözleri duyar duymaz ağlamaya başladı. Kapıyı çalınca kadın: “Kim o?” diye seslendi Hazreti Ömer de: “Ömer bin Hattâb” dedi. Bunun üzerine kadın: “Ömer bin Hattâb’la benim ne işim var? Bu saatte gelmenin sebebi nedir?” deyince Hazreti Ömer “Allah, aşkına kapıyı aç. Sana birşey yapacak değilim” dedi. Kadın kapıyı açınca Hazreti Ömer: “Ne olur biraz önce söylediğin sözleri bana tekrarla” dedi. Kadın, Hazreti Ömer’in isteğini yerine getirdi. Hazreti Ömer. “Aranıza beni de katmanızı istiyorum” dedi. Bunun üzerine kadın şöyle söyledi: “Beni, sevgilimi ve Ömer’i âhırette bir araya getir. Onu da mağfiret et, ey affı çok Allahım!” Kadın böyle söyleyince, Hazreti Ömer oradan memnun olarak ayrıldı.” Sa’îd bin Süfyân şöyle anlatır: “Kardeşim vefât etmeden, Allahü teâlânın yolunda yüz dînâr sadaka verilmesini vasıyyet etmişti. Onun vasıyyetini yerine getirmek için, Hazreti Osman’ın yanına gittim. Üzerimde, yakası ve kol ağızları ipek işlemeli bir hırka vardı. Hazreti Osman’ın yanında oturan bir kişi beni görünce hemen ayağa kalkıp, yırtmak için hırkamı çekiştirdi. Bunun üzerine Hazreti Osman: “Bırak onu” dedi. O kişi, “Acele ettiniz” diyerek beni bıraktı. Ben Hazreti Osman’a: “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Kardeşim, vefâtından önce yüz dinar Allah yoluna sadaka vermemizi vasıyyet etti. Ne yapmamı emredersiniz?” diye sorunca, “Bu mes’eleyi benden başkasına sordun mu?”: dedi. Ben de, “Hayır”, deyince, “Eğer benden önce birisine sormuş ve o da benim şu söylediklerimden başka birşey söylemişse, seni cezalandırırdım” dedi ve şunları söyledi: “Allahü tealâ bizlere, İslâm dînine girmemizi emretti. Bizler de bunu kabûl ettik. Allahü teâlâya şükür, hepimiz müslümanız. Sonra Allahü teâlâ bize hicret etmemizi emredince, bizler hicret edip Medine’ye geldik. Daha sonra cihâd yapmamız emredilince, cihâd ettik. Siz Şamlılar mücâhidsiniz. Bunun için bu parayı sen, kendine, ailene, komşu ve akrabalarından olan muhtaç olanlara harca. Çünkü bu paranın bir dirhemiyle gidip et alsan, ailenle beraber yesen, tam yediyüz dirhem sadaka vermiş gibi sevâb kazanırsın” dedi. Daha sonra dışarı çıkınca, Hazreti Osman’ın yanındaki ve hırkamı, çekip yırtmak istiyenin kim olduğunu sorunca, Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ali bin Ebî Tâlib’in (r.a.) evine gittim ve ona, “Benden ne kötülük gördün de öyle hırkamı yırtmaya çalıştın?” diye sorunca, o şöyle dedi: “Resûl-i ekremin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: “Yakında ümmetim, kadınların ırzına tecâvüzü ve ipek elbiseler giymeyi helâl sayacak.” İşte ben de müslümanlar içinde ilk defa sende ipek nakışlı elbise görünce öyle yaptım” dedi”

Kabîsâ bin Züheyb anlatır: “Peygamber efendimizin (s.a.v.) Eshâbından biri, bozguna uğrayan düşmanları ta’kib edip, bir müşriki yakaladı. Kılıcını çekip tam öldüreceği sırada, o müşrik “La ilahe illallah” dedi. Fakat arkadan gelen bir mü’min, daha sözünü bitirmeden ya’nî “Muhammedün Resûlullah” diyemeden onu öldürdü. Ama yaptığı işten dolayı pişmanlık duydu. Gidip durumu Resûl-i ekreme (s.a.v.) anlattı ve “Ölümden kurtulmak için Kelime-i tevhîd’i söyledi” deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Kalbini yardın mı? Unutma ki, dil kalbin tercümânıdır” buyurdu. Bir süre sonra bu kişi öldü. Götürüp gömdüler. Fakat, cesedi toprak üzerine çıktı. Bunun üzerine ailesi gelip durumu Resûl-i ekreme anlattı. Peygamberimiz de, “Tekrar gömün” buyurdu. Fakat yine toprağın üstüne çıktı. Yine Resûl-i ekreme (s.a.v.) haber verdiklerinde “Toprak onu kabûl etmedi. Götürüp bir mağaraya atınız” buyurdu.”

Ebû Kilâbe’den rivâyet edilir: “Ebüdderdâ (r.a.) birgün günah işlemiş bir kişiye rastladı. Oradakiler, bu kişi için hiç iyi olmayan sözler söylüyorlardı. Ebüdderdâ (r.a.) onlara: “Onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmıyacakmısınız?” diye sorunca, “Elbette çıkarırız” dediler. Bunun üzerine Ebüdderdâ (r.a.), “Öyleyse kardeşiniz hakkında böyle söylemeyiniz. Size sıhhat ve afiyet veren Allahü teâlâya şükredin” deyince onlar, “Ona sen kızmıyor musun?” diye sordular. Ebüdderdâ (r.a.), “Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Çünkü yaptığını terk edince, o yine benim kardeşimdir” dedi.”

Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor “Resûl-i ekrem ile beraber oturuyorduk. “Şimdi buraya Cennetlik bir kişi gelecek” buyurdular. Bir süre sonra ayakkabıları elinde, abdest suyu sakalından damlayan Ensârdan bir zât girdi. Ertesi gün aynı şey yine tekrarlandı. Üçüncü gün Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Yanınıza Cennet ehlinden olan bir kişi gelecek” buyurdular. Baktık ki, gelen kişi, iki gündür gelen zâttı. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) oradan ayrılınca, Abdullah bin Amr bin As, o zâtı ta’kib etti ve ona, “Babamla münâkaşa ederek, üç gün eve gitmemeye yemîn ettim. Acaba bu süre içinde sizde misâfir kalabilir miyim?” dedi. O zât da kabûl etti. Abdullah bin Amr, adamın evinde kaldığı zaman zarfında, kendisinden fazla bir ibâdet yaptığını görmemiş. Sâdece gece yatınca, sabah namazına kadar sağa sola dönerken Allahü teâlâyı zikr ediyormuş. Abdullah bin Amr bu üç günü şöyle anlatır: “Bu zaman zarfında nerdeyse adamın yaptıklarını küçük görecektim. Sonra dayanamıyarak, “Ey Allahü teâlânın kulu! Ben ne babamla kavga ettim, ne de üç gün eve gitmemek için yemîn ettim. Resûl-i ekrem (s.a.v.) üç gün arka arkaya, “Yanınıza şimdi Cennetlik bir kişi gelecek” dedi. Üçünde de siz geldiniz. Sizin ne yapıp da bu mertebeye eriştiğinizi öğrenmek ve aynı şeyleri yapmak için bu plânı yapmıştım. Fakat seni, öyle fazla bir ibâdet yaparken görmedim. Seni bu dereceye ulaştıran nedir?” dedim. O zât, “Gördüklerinden başka birşey yapmıyorum” dedi. Sonra ben giderken, beni geri çağırıp: “Gördüklerinden başka birşey yapmıyorum ama, ben, hiç bir müslümanı aldatmayı düşünmem. Allahü teâlânın kendisine verdiği bir maldan dolayı kimseye haset etmem” dedi. Ben de, “Tamam, seni Cennet ehlinden yapan budur” dedim.”

Hazreti Aişe anlatır: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) birgün Eshâb-ı Kirâmı ile oturuyordu; Yanında Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer vardı. Hazreti Abbâs içeri girince, Hazreti Ebû Bekr kalkarak yerini ona verdi. Hazreti Abbâs, Resûl-i ekrem (s.a.v.) ile Hazreti Ebû Bekr arasına oturdu. Bu hareketinden dolayı Resûl-i ekrem (s.a.v.): “Büyüklerin kadrini büyükler bilir” buyurdu. Sonra amcası Abbâs’a (r.a.) dönerek birşeyler anlatmaya başladı. Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Abbâsla konuşurken sesini o kadar alçalttı ki, Hazreti Ebû Bekr ve Ömer’e “Resûlullahın sesine birşey oldu” düşüncesi geldi. Hazreti Abbâs gidince hemen Hazreti Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Bir rahatsızlığınız mı var?” diye sordu. Resûl-i ekrem “Hayır” cevâbını verince, “Çok yavaş konuştunuz da, ondan sordum” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.): “Cebrâil size, benim yanımda alçak sesle konuşmanız emrini getirdiği gibi, bana da amcam Abbâs’ın yanında alçak sesle konuşmam emrini getirdi” buyurdu.”

Ammâr bin Ebî Ammâr anlatır: “Birgün Zeyd bin Sâbit atına binmişti. Bunu gören İbn-i Abbâs (r.a.), derhal onun atının yularını tuttu. Zeyd bin Sabit “Ey Resûlullahın amcasının oğlu! Bineğimin yularını bırak” deyince İbn-i Abbâs, “Bize, büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız, emredildi” dedi. Bunun üzerine Zeyd bin Sabit, “Elini uzat” dedi. İbn-i Abbâs (r.a.) elini uzatınca, Zeyd bin Sabit hemen onun elini öptü ve; “Bize de Peygamberimizin Ehl-i beytine böyle davranmamız emredildi” dedi”

Abdülvâhid bin Avn anlatıyor: “Tufeyl bin Amr, Resûl-i ekremin (s.a.v.) yanına gelerek müslüman olmuştu. Peygamber efendimiz vefât edinceye kadar Medine’de kalmıştı. Arablar İslâmiyeti terk etmeye başlayınca, mü’minlerle birlikte Yemâme savaşına katılmıştı. Yanında oğlu Amr da vardı. Tufeyl bin Amr, o savaşta şehid düştü. Oğlu Amr da yaralandı ve bir “eli kesildi. Birgün, Amr bin Tufeyl Hazreti Ömer’in yanında iken yemek getirildi. Amr bin Tufeyl hemen kenara çekildi. Bunun üzerine Hazreti Ömer: “Yâ Amr! Kesik elin mi aklına geldi yoksa?” diye suâl edince, Amr bin Tufeyl, “Evet” dedi. Hazreti Ömer: “Vallahi sen yemeği elinle karıştırmadıkça, ben bu yemekten bir lokma yemem. Aramızda senden başka bir a’zâsı Cennette olan kimse yoktur” dedi.”

Ebû Matar anlatır: “Birgün mescidden çıkmıştım. Arkamdan birisinin, “Eteğini kısalt. Elbisen kirlenmez ve ayrıca bu Allahü teâlâya bağlılığının ifadesidir. Şayet mü’min isen, saçlarını da kısalt” dediğini duyunca arkama döndüm. Bu sözü söyleyen zâtın Hazreti Ali olduğunu gördüm. Hazreti Ali, çarşıya hayvanların satıldığı yere vardığında: “Alış-veriş yapın fakat yemîn etmeyin. Yemîn, mâlın bereketini giderir ve değerini düşürür” dedi. Hurma satanların yanına vardığında ağlayan bir hizmetçi gördü ve niye ağladığını sordu. Hizmetçi de satıcıyı göstererek, “Bu, bana bir dirhemlik hurma sattı. Fakat efendim hurmayı kabûl etmiyor” deyince Hazreti Ali, “Bu hurmaları al ve parasını ver. Bu hizmetçinin elinde olan birşey değil” dedi. Adam almak istemeyince hemen ben, “Bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?” diye sorunca satıcı, “Hayır” cevâbını verdi. Ben de, “Bu zât, mü’minlerin emîri Hazreti Ali’dir” deyince, satıcı hemen hurmaları aldı ve parayı hizmetçiye geri verdi. Sonra Hazreti Ali oradaki satıcılara, “Yoksulları doyurun ki, kazancınız artsın” dedi. Sonra kumaşların satıldığı kısma geldi. Kendisine bir gömlek satın almak istedi. İlk gittiği satıcı kendisini tanıyınca, ondan gömleği almadı. Başka bir satıcının yanına gitti. O da tanıyınca, ondan da gömlek almadı. Daha sonra bir çocuğun yanına gitti. Ondan üç dirheme bir gömlek satın aldı. Çocuğun babası gelince ona, “Senin oğlun, halifeye üç dirheme bir gömlek sattı” dediler. Bunun üzerine o kimse, “Keşke iki dirheme satsaydın” deyip, Hazreti Ali’nin yanına giderek bir dirhemi geri vermek istedi. Hazreti Ali sebebini sorup öğrenince ona, “Benim rızâmla gömleği bana sattı. Onun rızasıyla ben de gömleği satın aldım” dedi.

Sa’îd bin Müseyyib anlatır: “Mekke feth edilince, Eshâb-ı Kirâm, sabaha kadar Kâ’be’yi tekbîr ve Kelime-i tevhîd söyleyerek tavaf ettiler. Bu durumu gören Ebû Süfyân, Hind’e: “Mekke’nin bu şekilde feth edilmesinin Allahü teâlâdan olduğuna inanıyor musun?” diye sorduğunda Hind, “Evet, bu Allahü teâlâdandır” dedi. Ertesi gün Ebû Süfyân hemen Resûl-i ekremin yanına gitti. Resûl-i ekrem (s.a.v.) onu görünce, “Sen Hind’e, Mekke’nin fethinin Allahü teâlâdan olduğuna inanıyor musun?” dedin. O da, “Evet bu gerçekten Allahü teâlâdandır” diye cevap verdi, değil mi?” buyurunca, Ebû Süfyân, “Gerçekten senin Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, benim bu sözümü Hind’den başka kimse işitmemişti” dedi.

Amr el-Leysî anlatır: “Birgün Vasile bin Eska’nın yanında idik, yanımıza bir fakir geldi. Vasile bin Eska bir ekmek aldı, yanına biraz para koyarak ona verdi. Bunun üzerine ben, “Yâ Vasile bin Eska! Ailende bu işi yapacak başka kimse yok mu?” diye sorunca o, “Var. Fakat bir kimse birşey alıp bir fakire götürüp verirse, her adımına karşılık bir günahı silinir. Sadakayı fakirin avcuna koyup geri dönerken, her adıma karşılık on günah silinir, dedi” Mücâhid (r.a.) anlatır: “Abdullah bin Abbâs’ın talebelerinden Atâ, Tâvûs ve İkrime ile birlikte otururken birisi geldi O anda İbn-i Abbâs namaz kılıyordu. O kişi bize, “İçinizde fetvâ verecek var mı?” diye sorunca ben, “Suâlini söyle” dedim. O kişi, “Her zaman abdest bozduktan sonra menî geliyor” dedi. Biz “Gusül abdesti alman lâzım” dedik, İbn-i Abbâs namazını bitirince İkrime’ye, “O kişiyi bana çağır” dedi. O kimse geldikten sonra İbn-i Abbâs, bize dönerek, “Bu zâta verdiğiniz fetvâ ile ilgili Kur’ân-ı kerîmde bir hüküm var mı?” diye sordu. Biz, “Hayır” dedik. Bunun üzerine “Resûlullah efendimizin sünnetinde bunun ile ilgili hüküm var mı?” diye sorunca biz yine, “Hayır” dedik, İbn-i Abbâs yine, “Resûlullahın Eshâbının reylerinde bununla ilgili bir hüküm var mı?” diye sorunca biz yine, “Hayır” dedik. Bunun üzerine “Neye dayanarak fetvâ verdiniz?” diye sordu. Biz de, “Kendi ictihâdımızla” dedik, İbn-i Abbâs: “Resûlullah (s.a.v.) bu mevzûda şöyle buyurmuştur: “Bir fakîh, şeytana bin âbidden daha iyi karşı durur” dedi. Sonra o kişiye dönerek, “O beyaz sıvı (meni) şehvetle mi geliyor?” diye sordu. O kişi, “Hayır” dedi. İbn-i Abbâs yine, “Vücûdunda bir bitkinlik hissediyor musun?” diye sorunca o kişi yine “Hayır” dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbâs: “O hâlde sadece abdest alman kâfi” dedi”

Haris bin Umeyre anlatır: “Muâz bin Cebel ölüm döşeğinde iken, yanındakiler ağlıyordu. Muâz bin Cebel onlara, “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sorunca onlar, “Senin ölümünle kaybolacak ilme ağlıyoruz” dediler. Bunun üzerine Muâz bin Cebel, “İlim ve îmân, kıyâmet gününe kadar kaybolmayacaktır. Arayan herkes onu bulur. Bunlar, kitap ve sünnettir. Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti kıyâmet gününe kadar korunacaktır. İlmi; Ömer, Osman ve Ali’den (r.anhüm) alın. Eğer onları kaybederseniz, o zaman şunlardan alın: Ebüdderdâ, İbn-i Mes’ûd, Selmân ve yahudi iken İslâmı kabûl eden Abdullah bin Selâm. Ben, Resûl-i ekremden (s.a.v.), Abdullah bin Selâm için, “O, Cennetlik olanların onuncusudur” buyurduğunu işittim. Âlimin yanılmasından korkun. Gerçeği söyleyen kim olursa olsun kabûl edin. Bâtıl olanı söyleyen kim olursa olsun reddedin” dedi.” Muhammed bin Ebi Kayle anlatır: “Bir kişi, Abdullah bin Ömer’e (r.a.) bir mektûp göndererek, kendisine ilimle alâkalı ba’zı suâller sordu, İbn-i Ömer de ona, “Bana ilimle ilgili ba’zı suâller soruyorsun. O suâllerin cevâbını mektûpta anlatmam mümkün değil. Sana şu kadarını söyliyeyim ki, müslümanların namuslarına el uzatmadan, kanlarını dökmeden, haksız yere mallarını yemeden ve cemâatlerinden ayrılmadan Allahü teâlâya kavuşabilirsen, bu senin için yeterli olur” diye cevap yazdı.

Hasen-i Basrî anlatır: Birgün bir kişi Hazreti Ömer’e gelerek, “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Ben çölde yaşıyorum ve çok işim var. Bana yapabileceğim ve benim Cennete girmemi sağlayacak birşey tavsiye et” deyince Hazreti Ömer, “Elini uzat ve iyi dinle! Allahü teâlâya ibadet eder, namazını kılar, zekâtını verir, hacca gider ve âmirlere itaat edersin. Dâima doğruyu söyle. Gizli şeyleri yapmaktan sakın. Duyulduğunda ve yayıldığında seni utandırmıyacak şeyleri yap, seni utandıracak şeyleri yapma.” Bunun üzerine o kimse, “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Bu dediklerini yapacağım ve yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna çıktığım zaman, bunları bana Ömer bin Hattâb söyledi diyeceğim” dedi. Hazreti Ömer de: “Sen dediklerimi yap. Sonra Rabbine kavuştuğun zaman istediğini söyle” dedi. Tufeyl bin Amr anlatır: Ubeyy bin Ka’b, bana Kur’ân-ı kerîm öğretmişti. Ben de ona bir yay hediye etmiştim. Birgün Ubeyy bin Ka’b, bu yay ile Resûl-i ekremin yanına gitmişti. Resûlullah (s.a.v.) kendisine: “Ubeyy, bu yayı sana kim verdi?” diye sorunca o, “Kendisine Kur’ân-ı kerîm öğrettiğim Tufeyl bin Amr verdi” diye cevap verdi. Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Cehennemden alınan bir ateş parçasını omuzuna asmışsın” buyurdu. Ubeyy bin Ka’b, “Yâ Resûlallah! Onların yemeklerini de yiyoruz” dediğinde, Resûlullah (s.a.v.): “Başkası için hazırlanan yemeği yemende bir mahzur yoktur. Fakat sâdece senin için yapılan yemeği yersen, Kur’ân-ı kerîm öğretmenin sevâbını dünyada almış olursun” buyurdu.

Hazreti Âişe anlatır: Eshâb-ı Kirâm bir mes” ele hakkında ihtilafa düştüğü zaman, babam Ebû Bekr hemen imdâda yetişir ve o mes’ele hakkında kesin hükmü verirdi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) vefât ettiği zaman, defin husûsunda Eshâb ihtilafa düştü. Bunun üzerine babam: “Ben, Resûl-i ekremin (s.a.v.) “Her peygamber vefât ettiği döşeğin altına defnedilir” buyurduğunu işittim” dedi. Eshâb-ı Kirâm, Peygamberimizin mirası husûsunda da ihtilafa düştüklerinde, yine babam: “Ben, Resûl-i ekremin “Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız sadaka, olur” buyurduğunu duydum” dedi.

Ukbe bin Amir el-Cühenî anlatır: “Resûl-i ekremle (s.a.v.) karşılaştığım zaman bana, “Ey Ukbe! Seni ziyâret etmeyen akrabaları sen ziyâret et. Sana bir şey vermeyene, sen ver. Sana zulm edeni, sen affet” buyurdu. Başka bir zaman karşılaştığımda, “Ey Ukbe! Sana Allahü teâlânın Tevrât, Zebur, İncîl ve Kur’ân-ı kerîmde bir benzerini indirmediği sureleri öğreteyim mi? Her gece onları mutlaka oku. Bu sûreler İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleridir” buyurdu. Resûl-i ekremin (s.a.v.) bu emrinden sonra, bu sûreleri hiçbir gece okumadan yatmadım.”

İbn-i Mes’ûd (r.a.) anlatır: Resûl-i ekremin (s.a.v.) yanına bir kişi gelerek, “Yâ Resûlallah! Kendim, çoluğum-çocuğum ve malım için korkuyorum” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona: “Her sabah ve akşam, Allahü teâlânın adıyla başlıyarak; Allahım, dinimi, nefsimi, çocuğumu ve ailemi ve mallarımı koru, diye duâ et” buyurdu. O kimse öyle duâ etti. Bir ara tekrar Resûl-i ekremin (s.a.v.) yanına geldi. Resûlullah ona, “Korkun gitti mi?” diye sorunca, “Seni hak din ile gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bendeki o korku hâli gitti” diye cevap verdi.

Üseyd bin Hudeyr buyurdu ki: “Eğer şu üç durumdan birisinde bulunduğum gibi olabilseydim, muhakkak Cennetliklerden olur ve bu husûsta hiç şüphem olmazdı. Kur’ân-ı kerîm okurken veya dinlerken olduğum gibi olabilseydim. Resûlullahın (s.a.v.) hutbesini dinlediğim zamanki gibi olabilseydim. Bir cenâzeye katıldığım zamanki gibi olabilseydim, İstisnâsız, katıldığım bütün cenâzelerde kendi kendime cenâzenin akıbeti ne olacak diye düşünmüşümdür.”

İbn-i Amr buyurdu ki: “Bir mü’min bir beldeyi veya o beldenin taşlarıyla yapılmış bir mescidi ziyâret eder ve orada namaz kılarsa, orası şöyle der: Burada Allahü teâlânın rızâsı için namaz kıldı. Allahü teâlâya kavuşacağı gün ona şâhidlik edeceğim.”

İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: “Eğer deve ile gidilebilecek bir yerde bir kimsenin İslâm dinini benden daha iyi bildiğini duyarsam, ilmime ilim katmak için, mutlaka onun yanına kadar giderim.”

Hazreti Ali buyurdu ki: “Size gerçek fıkıh âliminin kim olduğunu haber vereyim mi? insanlara, Allahü teâlânın rahmetinden ümid kesecek kadar dini zorlaştırmayan, aynı zamanda, günah işlemelerine fırsat tanıyacak kadar da kolaylaştırmayan, Allahü teâlânın azâbına düçâr olabileceklerine inandırabilen ve başka şeylere rağbet ederek Kur’ân-ı kerîmi terkettirmeyen kimsedir. Dînî bilgisi olmayan kimsenin ibâdetinde, anlayışı olmayanın dînî bilgisinde ve düşünmeden Kur’ân-ı kerîmi okumakta hayır yoktur.”

Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâya âsi olmaktan sakının. Kur’ân-ı kerîm üzerinde ihtilâfa düşmekten kaçının. Kur’ân-ı kerîm üzerinde münâkaşa etmeyin. Kur’ân-ı kerîmdeki âyetler arasında tenakuz yoktur. Kur’ân-ı kerîm ebedîdir. Kur’ân-ı kerîmin vecihlerinden birini inkâr etmek, Kur’ân-ı kerîmin hepsini inkâr etmek demektir.”

Muâz bin Cebel (r.a.) buyuruyor ki: “Öğrenmek istediğiniz kadar ilim öğrenin. Fakat öğrendiğinizle amel etmedikçe, hiç bir ilmin faydasını göremezsiniz.”.

Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “Ey Kur’ân-ı kerîm okuyanlar! Allahü teâlâya karşı gelmekten sakının. Sizden öncekilerin yolundan yürüyünüz. Vallahi eğer onları ta’kib ederseniz büyük bir yol kat etmiş olursunuz. Şayet onların yolundan ayrılırsanız, dalâlet ve bataklığa düşersiniz.”

İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın zikr edildiği meclisler, ilmin yaşatıldığı ve kalblerde huşû’nun meydana geldiği yerlerdir.”

Hazreti Osman (r.a.) buyurdu ki: “Hergün, gece ve gündüz en çok sevdiğim şey Kur’ân-ı kerîm okumaktır. Eğer kalbleriniz temiz olsaydı, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi okumaya doymazdınız.”

Abdullah bin Abbâs buyurdu ki: “Ömer bin Hattâb’ı (r.a.) çok çok anın, zîrâ Ömer anıldığı zaman adâlet hatırlanmış olur. Adâlet hatırlanınca da Allahü teâlâ zikr edilmiş olur.”

Ebû Ümâme (r.a.) buyurdu ki: “Hoşunuza giden veya gitmeyen şeylere sabredin. Doğrusu sabır, güzel bir huydur. Dünyâ sizi şaşkına çevirdi. Eza ve cefâları yavaş yavaş size içirdi Zevk ve süsüyle sizleri kendisine çekti.”

Ebüdderdâ (r.a.) buyurdu ki: “Konuşmayı öğrendiğiniz gibi, susmayı da öğrenin. Zîrâ susmak, büyük bir akıllılıktır. Konuşmaktan çok dinlemeye çalış. Seni ilgilendirmeyen husûslarda konuşma.

Hayretini mûcib olmayan şeylere gülme, işin olmayan yere gitme.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 648

2) Tabakât-üş-Şâfiîyye cild-7, sh. 215

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 294

4) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1328

5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 239

6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 352

7) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 309

8) El-A’lâm cild-4, sh. 273

9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 224

10) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 701

11) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 69

12) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 54, 57, 103, 162, 294, 340, 342, 526, 574, 974 cild-2, sh. 1736, 1737, 1836

13) Târih-i Dımeşk Mukaddimesi

14) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 464, 692, 932, 1017

15) Kıyâmet ve Âhıret sh. 117