EBÛ MİDYEN MAGRİBÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şu’ayb bin Hasen (veya Hüseyn veya Sinân) olup, künyesi Ebû Midyen Magribî’dir. Aslen Endülüs’teki Bicâye şehrindendir. Bir müddet Fas’ta ikâmet etti. Endülüs şehirlerinden Tilmisan’da 594 (m. 1197) senesinde vefât etti. Vefâtı için 580, 590 ve başka târihler de bildirilmiştir. Vefât ettiğinde seksen yaşlarındaydı. Kabri orada tanınmakta ve ziyâret edilmektedir. Kabrini ziyâret edip, kendisini vesile ederek yapılan duânın kabûl edildiği çok tecrübe edilmiştir. Muhammed el-Hevârî (r.a), bu husûsta Tenbîh isimli bir kitap yazmıştır.

Ebû Midyen hazretleri, ilim öğrenmeye başladığı ilk zamanlarında başından geçen hâdiseleri şöyle anlatmıştır: “Talebeliğimin ilk günlerinde, Fas hâricinde rahatça ibâdet edebileceğim boş bir yer bulmak için ayrıldım, ibâdet için boş bir yer buldum. Orada yerleştim. Bir ceylan gelip bana sığındı. Onunla yakınlık kurdum. Ayrıca, Fas’a bitişik bir köyün köpekleri de etrâfımda dolaşıp beni korurlardı. Ben, artık orada ikâmet ediyordum. Birgün Fas’ta, Endülüs’ten tanıdığım bir kimse ile karşılaştım. Onun yardıma ihtiyâcı vardı, imdâdına yetişmek icâb ettiğini düşünerek, elbisemi on dirheme sattım. Parayı o kimseye vermek üzere gittim. Fakat kendisini bulamadım. Yolumun üzerinde bulunan köyden geçerken, her zaman etrâfımda dolanıp beni korumak isteyen köpekler, bu defa bana saldırdılar. Geçmeme izin vermiyorlardı. Zorlukla kurtulup, yalnız kaldığım yere ulaştım. Ceylân geldi, eskisi gibi bana yaklaşıp beni koklamadı. Kendisine yaklaşmak istediğimde benden ayrıldı. Uzaklaştı. Beni hoş görmedi. Huysuzlaşıyor, yerinde duramıyordu. Ben, bu ceylânın ve köpeklerin bana niçin böyle davrandıklarını düşünmeye başladım. Nihâyet cebimdeki on dirhemden olduğunu anladım. Sonra Fas’a geri giderek, tanıdığım Endülüslüyü bulup on dirhemi ona verdim. Aynı köyden geçerken, köyün köpekleri bu sefer çıkıp etrâfımda dolaşmaya, bana yaklaşmaya başladılar. Yalnız kaldığım yere gelince, ceylan gelip o da yakınlık gösterdi, önümde hareket ediyor, sanki seviniyor gibi hareketler yapıyordu. Epey müddet orada kaldım. Bir zaman sonra büyük âlim Ebû Ya’zî hazretlerinin haberleri, sözleri, kerâmetleri, dilden dile nakledilerek bana kadar gelince, kalbim ona karşı muhabbetle doldu. Ba’zı kimseler ile beraber kendisine gittik. Bizi karşıladı. Yanında ders okumaya başladık. Kendisinden çok istifâde ettik. Bir müddet sonra hac için kendisinden izin istedim. Bana, “Yolunun üzerinde bir arslan ile karşılaşırsan ondan korkma! Şayet korkacak olursan ona, (Ehl-i beyt-i Resûl hürmetine yolumdan çekil!) de!” buyurdu. Ben de “Peki” deyip ayrıldım. Yolda aynen dediği gibi oldu. Ben de bildirdiği şekilde hareket ettim.”

Hocası Ebû Ya’zî hazretleri, Ebû Midyen Magribî’yi çok sever, fazlası ile yakınlık gösterir, çok överdi. Diğer talebeleri arasında buna ayrıca husûsen çok iltifât gösterip, diğerlerinden Üstün tutardı. Hocasından tefsîr ve hadîs öğrendi.

Ebû Midyen hazretleri hac yolculuğu sırasında, birçok yerlere uğrayıp âlimler ile görüştü. Harem-i şerîfte Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri ile karşılaştı. Onun sohbetlerinde bulundu. Kendisinden çok hadîs-i şerîf dinledi. Abdülkâdir-i Geylânî (r.a.) kendisine sûfîlik hırkası giydirdi. Onun yanında çok nûrlara ve sırlara kavuştu. Ebû Midyen (r.a.), Abdülkâdir-i Geylânî’nin sohbetinde bulunmakla iftihar eder ve onu, kendilerinden ilim öğrendiği hocalarının en büyüklerinden sayardı.

Ebû Midyen Magribî, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden, evliyâlık yolunun önde gelenlerindendir. Kendisinden de, Muhyiddîn-i Arabî ve başka birçok büyük zâtlar ilim öğrenmişlerdir. Fıkıhda ve diğer ilimlerde de derin âlim, sâlih, kerâmetler sahibi bir zât idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Büyüklüğü herkes tarafından bilinir, her taraftan insanlar akın akın sohbetine gelirlerdi. Herkes kendisine talebe olmak isterdi. Bütün evliyâ onun şerefini ve yüksek mertebesini kabûl etmişlerdi. Yanına gelenler, huzûrunda edeble durur, konuşmasını dinlerlerdi, İnce, kibar ve zarif bir zâttı. Mütevâzi, zâhid ve vera’ sahibi idi. Şüpheli şeylere yaklaşmayan, hakîkat ehli idi.

O, sözleri kalblere te’sîr eden fazilet sahibi, hakîkî âlimlerin büyüklerindendir. Allahü teâlâyı tanıyan evliyânın efendisi diye tanınır, Onların imâmı ve üstünü olmakla bilinir. Herkes onun kerâmet sahibi bir velî olduğunu bilir ve ona göre kendisine hürmet ederlerdi. Evliyâdan bir zât, rü’yâsında bir kimse gördü. O kimse evliyâdan olan bu zâta dedi ki, “Ebû Midyen’e şöyle söyle: İlmi yay! Yarın yüksek kimselerle birlikte bulun, kimseye aldırma! Sen zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın.” Bu zat ertesi gün rü’yâsını Ebû Midyen hazretlerine anlattı. Rü’yâyı dinledikten sonra, buyurdu ki: “Ben buralardan ayrılıp, tenhâda yalnız kalmak, kendi başıma bulunmak istiyordum. Her şeyden uzaklaşmak niyetinde idim. Senin bu rü’yân ise, benim bu niyetime mâni oluyor. Meclis kurup, insanlara ilim öğretmemi emrediyor. “Yarın yüksek kimselerle beraber bulunacaksın” sözü, “Allahü teâlâyı zikredenlerin, O’nun hatırlandığı, emirlerinin anlatıldığı yerin Cennet bahçelerine benzetildiği” hadîs-i şerîfe işârettir. “Yüksek kimseler”, Cennet ehlinin “İlliyyîn” denilen yüksek tabakasına işârettir. “Zürriyyetlerinin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın” sözü şuna işârettir ki, Âdem aleyhisselâma, nikâh (izdivaç) verildi ve nikâh yapması emrolundu. Fakat bu nikâhdan meydana gelecek zürriyetin hepsinin mü’min ve itaatkâr olması kuvveti ona verilmedi.” insanları hidâyete kavuşturmak kuvveti yalnız Allahü teâlâya mahsûstur, işte bunun gibi, bize de ilim verildi ve onu yaymak, öğretmek emredildi. Fakat, bu ilim öğrettiklerimizin hepsinin muvaffak olmaları, hepsinin bize tâbi olmaları kudreti bize verilmedi.”

İmâm-ı Yâfi’î diyor ki; “Meşrıkta (doğuda) bulunan evliyânın reîsi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ve Magribde (batıda) bulunan evliyânın reîsi de Ebû Midyen Magribî’dir (r.aleyhim).”

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Fütühât-ı Mekkiyye isimli kıymetli eserinde şöyle anlatıyor insanlardan bir çoğu, bereketlenmek için Ebû Midyen hazretlerine ellerini sürerlerdi ve ellerini öperlerdi. Kendisine suâl edildi ki, “Efendim! Bu hâl karşısında hiç nefsinize bir düşünce gelir mi?” Cevâbında buyurdu ki: “Hacer-ül-esved’e bu zamana kadar, nebiler, resûller ve veliler el sürüp, onu öptüler. Ona, onu taş olmaktan çıkaracak bir düşünce gelir mi? Gelmez, işte ben de bu hükümdeyim. Bana da öyle bir düşünce gelmez.”

İbn-i Sa’d et-Tilmisânî, Necm-üs-sâkıb isimli eserinde diyor ki, “Ebû Midyen Magribî (r.a.), evliyânın en büyüklerinden, en yükseklerinden bir büyük veli idi. Allahü teâlâ, onu hem zâhirî ve hem de bâtını ilimlerde yüksek kıldı. Allah için hidâyete da’vet edici idi. Etrâftaki beldelerden akın akın ziyâretine gelinirdi. Herkes tarafından evliyânın büyüğü olarak tanınırdı.”

Tâlidi ve başkaları, Ebû Midyen hazretlerinin huzûrunda, kerâmet sahibi binlerce veli zâtın yetiştiğini bildirmişlerdir.

O zamanda bulunan âlimlerden Ebû Bekr-i kebîr şöyle anlatır: “Ebû Midyen (r.a.) Allahü teâlâyı tanıyan evliyânın büyüklerinden, zühd ve fazilet sahibi, kerâmetler ve hârikalar deryasının dalgıcı, ma’rifet ve sırlardan çok şeylere kavuşmuş olan bir veli idi. Tevekkülün (Allahü teâlâya i’timâd etmenin) son derecesinde idi.”

Ebû Midyen hazretlerinin kalbi, her an Allahü teâlâ ile meşgûl idi. Hayâtının son kelimesi “Allah” olmuştur. Âlimlerin bildirdiklerine göre, Ebû Midyen (r.a.), o zamanda bulunan âlimlerin en yükseği idi. Hadîs ilminde de çok yüksek olup, daha ziyâde, İmâm-ı Tirmizî hazretlerinin Câmi’ isimli meşhûr eserindeki hadîs-i şerîfleri, râvîler ile beraber rivâyet ederdi. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin ihyâ isimli eserini de çok okurdu. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde çok derin olup, çok mes’ele ezberlemişti. Kendisinden bir mes’elede fetvâ istense, ânında cevap verirdi. Bir va’z meclisi vardı. Orada insanlara İslâmiyetin doğru bilgilerini anlatırdı. İnsanlar etrâfına toplanırdı. Va’z edeceği zaman, kuşlar üzerinde uçuşmaya başlardı. Va’z başlayınca, kuşlar da durup dinlerlerdi. Söylediği çok güzel sözlerin te’sîri ile, bu kuşların ba’zısı düşüp ölürdü.

Ebû Midyen hazretlerine birgün, Allahü teâlâya muhabbet ve O’ndan haya etmek husûsunda suâl edildi. Cevâbında buyurdu ki: “Onun evveli, Allahü teâlâyı devamlı olarak zikretmek, her an O’nu hatırlamak, ortası, zikredilene yakınlık ve sonu ise O’ndan başka birşeyi görmemek, her görünen şeyde, o şeyi yaratan Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmektir.”

Yine birgün kendisine, “Allahü teâlânın emirlerine tam teslim olmanın alâmeti nedir?” diye suâl edildi. Cevâbında buyurdu ki, “Nefsi, Allahü teâlânın hükümlerinin îfâ edildiği meydana göndermek, ona devamlı olarak Rabbimizin râzı olduğu şeyleri yaptırmak, bu husûsta çekeceği elem ve sıkıntılarda ona şefkat göstermemektir.”

Kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Her haliyle cenâb-ı Hakkın seçtiği kullarından idi. Kabrinin yanında yapılan duâların kabûl olduğu, birçokları tarafından tecrübe edilmiştir.

Ebû Midyen Magribî, birgün deniz sahilinde yürüyordu. Düşmanlar esîr alıp sahildeki gemiye koydular. Gemide çok sayıda müslüman esîr vardı. Yakalıyan kimseler, gemiyi hemen hareket ettirmek istediler. Fakat bütün uğraşmalarına rağmen buna muvaffak olamadılar. Müslüman esîrler “Son olarak getirdiğiniz o şahıs, Allahü teâlânın sevgili bir kuludur. O gemide olduğu müddetçe bu gemiyi hareket ettiremezsiniz” dediler. Bunun üzerine Ebû Midyen hazretlerini serbest bıraktılar. Fakat o, “Gemideki bütün müslüman esîrler serbest bırakılmadıkça, dışarı çıkmam” dedi. Düşmanlar baktılar başka çâre yok, bütün esîrleri bıraktılar. Gemi de normal şekilde hareket edip yoluna devam etti. Abdürrezzâk hazretleri anlatır: “580 (m. 1184) yılında, Hızır aleyhisselâmla buluştum. Ona Ebû Midyen hazretlerini sordum. Şöyle cevap verdi: “Bu zamanda o sıddîkların imamıdır. Onun sırrı, ilâhi irâdeden doğar. Allahü teâlâ ona, kudsiyet perdelerini açabilmesi için, saklı sırdan bir anahtar vermiştir. Şu anda, peygamberlerin sırlarını kendinde toplayan onun gibi başka bir kimse yoktur.” Bir defasında evine kapandı. Bir yıl dışarı çıkmadı. Yalnız Cum’a namazlarına çıktı. Halk onun ayrılığına dayanamayıp, kapısı önüne yığıldı. Evden çıkıp, kendilerine nasihatte bulunmasını istediler. Sonunda ikna ettiler, dışarı çıktı. Evinin bahçesinde bir ağaç vardı. Üzerine serçe kuşları konmuştu. Kendisini görünce kaçtılar. Bu hâle çok üzüldü, hemen içeri girip buyurdu ki: “Eğer sizlere ders için faydalı olsaydım, bu kuşlar benden kaçmazdı.”

Bir yıl daha evinde kaldı. Sonra halk yine toplandılar ve sohbetini tekrar istediler. Dışarı çıktı. Bu sefer kuşların kendilerinden kaçmadıklarını gördü. Ve onlarla konuşmaya başladı, öyle konuşmalar yapardı ki, kuşlar gelip önünde kanat çırparlar, sevinç gösterisi yaparlardı. Hattâ bir kısmı da düşüp can verirdi. O konuşmaları dinliyen cemâatten ba’zıları, kendinden geçerek düşüp bayılırdı.

Birgün, bir sözüne i’tirâz için biri huzûruna geldi. Ebû Midyen Şuayb bin Hüseyn hazretleri onu görünce sordu: “Niçin geldin?” “Sizden istifâdeye geldim.” “Koynunda ne var?” “Kur’ân-ı kerîm var, efendim.” “Kur’ân-ı kerîmi çıkar ve herhangi bir sahifesini aç! Kendi düşünceni oradan oku!” buyurdu. O şahıs, Kur’ân-ı kerîmden bir sahife açtı ve Şu’ayb aleyhisselâmın kıssasında geçen, “Şu’ayb’ı yalanlıyanlar, ziyan etmişlerdir.” (A’râf-92) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Ebû Midyen hazretlerinin adı da Şu’ayb idi. O kimseye hitaben “Bu sana yetişir mi?” buyurdu. Gelen şahıs, suçunu i’tirâf edip tövbe etti ve hâlini düzeltti.

Magrib’de, müslümanlarla frenkler arasında harp çıkmıştı. Frenkler galip gelmek üzere iken, Ebû Midyen kılıcını alıp, talebelerinden biri ile sahraya çıktı. Bir kum tepesi üzerine oturdu. Uzaktan sahrayı dolduran domuzlar görüldü. Yakına gelinceye kadar bekledi. Sonra kılıcını kaldırıp, başlarına vurmaya başladı. Bir çoklarını öldürdü. Nihâyet, istikâmetlerini çevirip dönüp kaçtılar. “Bunlar nedir?” diyenlere, “Frenklerdir. Allahü teâlâ onları mağlûb ve perişan etti” buyurdu. Bir zaman sonra, düşmanın kırıldığı haberi geldi. Askerler gelip dediler ki: “Eğer siz ön safta olmasaydınız, mağlûb olmuştuk.” Hâlbuki, Ebû Midyen hazretlerinin bulunduğu yer ile harbin olduğu yer arasında bir aylıktan çok mesafe vardı.

Birgün yakınları ile otururken başını önüne eğmiş vaziyette duruyordu. Bu esnada: “Allahım, ben de onlardanım. Sen ve meleklerin şahidim olun, duydum ve kabûl ettim” dedi. Bu konuşmayla neyi kastettiği sorulduğunda, buyurdu ki: “Şu anda Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri Bağdad’da (Benim iki ayağım bütün evliyânın boyunları üzerindedir.) buyurdu. Onu kabûllendim” dedi.

Kendisi Cezayir’de idi. Târihini tuttular, gerçekten aynı gün ve aynı saatte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu sözü söylediği tesbit edildi.

Ebû Midyen hazretlerinin derslerine devam eden talebelerden birisi, bir gece hanımına çok hiddetlendi. Onu boşamaya kat’î olarak karar verdi. Sabahleyin, ders için hocasının meclisine geldiği zaman, Ebû Midyen hazretleri bu talebeye hitaben, “Zevceni nikâhında tut! (Onu boşama) Allahtan kork!” (Ahzâb-37) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Talebe, “Vallahi ben bu durumu hiç kimseye anlatmadım” dedi. Ebû Midyen hazretleri buyurdu ki: “Mescide girdiğim zaman, sırtında bulunan hırkanın üzerinde bu âyet-i kerîmenin yazılı olduğunu gördüm. Aranızdaki mes’eleyi ve senin niyetini böylece anlamış oldum.”

Birgün deniz kenarında abdest alıyordu. Yüzüğü denize düştü. “Yâ Rabbî! Yüzüğümü bir sebeb ile göndermeni istiyorum” dedi. O anda denizden bir balık çıktı. Ağzında Ebû Midyen hazretlerinin yüzüğü vardı. Yüzüğünü balığın ağzından alıp, Allahü teâlâya şükretti.

Yine birgün, içine yiyecek bir şeyler koyarak, azığını alıp yola çıktı. Yolda giderken azığı düştü, içindeki yiyecekler parça parça olup, dağıldı. Bu hâli görünce çok mahzûn olup, “Yâ Rabbî! Azığımı eski hâline döndür. Sen herşeye kadirsin” dedi. Allahü teâlânın izni ile azığı bir anda eskisi gibi oldu. Öyle ki, içindekiler sanki hiç yere düşmemiş gibiydi.

Allahü teâlâ, bütün vahşî hayvanları onun emrine vermişti. Ravd kitabında, Ebû Midyen hazretlerinin en büyük talebelerinden olan Ebû Muhammed Abdürrezzâk’dan, naklederek diyor ki: Bir defasında bir merkeb gördü. Bir arslan saldırmış, onu yiyordu; yarısını bitirmişti. Sahibi de uzaktan bakıyor, yanına yaklaşamıyordu. Bu hâli biraz seyretti. Sonra merkeb sahibinin yanına gitti. “Benimle gel” dedi. Birlikte arslanın yanına gittiler. Sonra merkebin sahibine baktı ve üzülmüş görünce: “Tut şu arslanın kulağından al götür, merkebin yerine kullan” dedi. Adam “Efendim! Ben ondan korkarım” dedi. “Korkma sana birşey yapamaz” buyurdu. Adam arslanın kulağından tuttu, üzerine bindi, gitti. Bu hâli gören insanlar hayretle onlara bakıyorlardı.

Bir zaman sonra o adam, arslan ile birlikte Ebû Midyen hazretlerinin huzûruna gelerek, “Efendim! Bu arslan ben nereye gidersem oraya gidiyor. Bana çok itaat ediyor, yanımdan ayrılmıyor. Fakat ben, alışkın olmadığım için kendisinden çok korkuyorum. Onunla birlikte olmaya takat getiremiyorum” dedi. Ebû Midyen (r.a.) arslana, “Şimdi git! Bir daha dönme! Ne zaman Âdemoğluna eziyyet verirseniz, onlar da size musallat olurlar” buyurdu.

Muhyiddîn-i Arabî (r.a.), Fütûhât-ı Mekkiyye kitabında şöyle anlatıyor: “Büyük zâtlardan biri ile uzak bir dağa gittik. Orada önümüze keskin bakışlı bir yılan çıktı Arkadaşım bana: “Ona selâm ver, selâmına mukâbele edecektir” dedi. Selâm verdik. Selâmımıza cevap verdi. Sonra bize, “Neredensiniz?” dedi. “Bicâyedeniz” dedik. “Ora halkı ile Ebû Midyen’in arası nasıl?” dedi. Hakkında uygun olmayan şeyler söyleyenler çıkıyor” dedik. Bu cevâbımıza şaştı ve: “Allaha yemîn olsun ki, bu Âdemoğullarına şaşıyorum. Yine Allaha yemîn ederek diyorum ki, Allahü teâlâ, kullarından birine velâyet tâcını giydirsin de, sonra onu kötü gören olsun. Böyle birşey olacağını hiç sanmıyordum” dedi. “Ebû Midyen’i sana kim tanıttı?” dedim. “Yâ, şaştınız mı? Sübhânallah... Acaba yeryüzünde onu tanımıyan bir hayvan varmıdır? Allaha yemîn ederim ki, Allahü teâlâ bir kimseyi velî yaparsa, kullarının kalbine de onun sevgisini verir. Bundan sonra onu kim sevmezse, ya kâfirdir veya münâfıkdır” dedi.

Bicâye’deki ilim talebeleri, “Mü’min ölünce, Cennetin yarısı ona verilir” hadîs-i şerîfinde ihtilâf edip, hadîs-i şerîfin görünüş ma’nâsına göre, iki mü’min ölünce. Cennetin bütünü onların olur. Bu ise mümkün değildir. En iyisi gidelim, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsını Ebû Midyen hazretlerinden suâl edelim, dediler. Nihâyet Ebû Midyen hazretlerine geldiler. Ebû Midyen (r.a.) o sırada talebelerine ders veriyordu. Risâle-i Kuşeyrî’den anlatıyordu. Gelir gelmez, ne için geldiklerini anlayıp: “Bundan murâd, kendi Cennetinin yarısı ona verilir, kabrinde onunla ni’metlenmek ve sevinmek için, ona Cennetle arasındaki perde açılır. Diğer yarısı da kıyâmette verilir” buyurdu. Talebeler, Ebû Midyen hazretlerinin bu kerâmetini görünce, ona olan muhabbet ve bağlılıktan daha da artarak döndüler.

Vaktinin evliyâsı çeşitli yerlerden gelip, vâki mes’eleleri kendisine suâl ederler, tatmin edici ve geniş cevap alarak dönerlerdi.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri anlatıyor: “Ebû Midyen’in hatırından gizlice birşey geçse, cevâbını, üzerindeki elbisede yazılı bulurdu. Birgün hanımını boşamayı hatırından geçirdi. Birden elbisesinde, “Hanımını boşama” yazısını gördü.”

Bir defa namazda, “Cennette kendilerine zencefil karıştırılmış Cennet şerbetinden dolu bir bardak da içirilir.” (İnsan-17) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştu. Namazdan sonra dudaklarını yalamaya başladı. Sebebini soranlara, “O şerbetten bir bardak içtim. Onun tadından dudaklarımı yalıyorum” buyurdu.

Yine bir defasında namazda, “Muhakkak ki iyiler, Na’îm Cennetindedirler. Fâcirler ise, Cehennemdedirler.” (İnfitâr-13, 14) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Namazdan sonra, “Her iki kısımda olanların yerleri, Cennet ve Cehennem bana gösterildi” buyurdu.

Evliyâdan birisi Şeytana, “Ebû Midyen ile aran nasıldır?” diye sordu. Şeytan dedi ki: “Onun kalbine bir vesvese getiremem. Benim hâlim, okyanusa bevletmek gibidir. Koskoca okyanus bununla kirlenmez, olduğu gibi temiz durur. Ne zaman kalbine bir vesvese verecek olsam, benim vesvesem yok olup, te’sîrsiz hâle geliyor.”

Ebû Midyen hazretleri devlet ve siyâset işlerine karışmaz, kendi hâlinde yaşardı. Fitne ve fesat durumu olursa, hiç bulaşmamak icâb ettiğini bildirir, böyle bir durum ile karşılaşılması hâlinde nasıl davranılacağına işâretle, “Ne tanın, ne de tanı” buyururdu.

Bicâye’de dururdu. Vaktin sultânı kendisini Tilmisan’a istedi. Hattâ biraz da mecbûr tuttu. Teberrüken Tilmisan’da bulunmasını istiyor, kendisinden feyz alıp, istifâde etmek niyetini besliyordu. Tilmisan’a gelir gelmez, birden değişti ve: “Bizim sultanla işimiz yok, bu gece mü’minleri ziyâret etmek isteriz” dedi. Bineğinden indi. Kıbleye döndü. Kelime-i şehâdet getirdi, “İşte geldim, işte geldim” dedi. Sonra da: “Rabbim, sana acele geldim, tâ ki râzı olasın.” (Tâhâ-84) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Sonra “Allah” deyip rûhunu teslim etti.

Ebû Midyen Magribî (r.a.) buyurdu ki:

“İlim ganîmettir. Sükût kurtuluştur. Halktan birşey ummamak rahatlıktır. Zühd afiyettir. Bir göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâyı unutmak, O’nun verdiği emânete hıyânettir.”

“Almayı, vermekten daha tatlı gören, hâl sahibi olamaz.”

“Fakirliğin kendine has bir nûru vardır ki, onu gizlediği müddetçe durur. Açığa vurdu mu nûr gider.”

“Velî olduğu söylenen kimse, dînin emir ve yasaklarına aykırı hareket ederse, ondan sakınmak lâzımdır.”

“Bir kimse halkı doğru yola da’vet ettiği hâlde, kendisi bu yolda değilse, halkı fitneye düşürür.”

“Ebdâl, ma’rifet sahibinin (İrşâd kutbunun) hükmü altındadır. Çünkü ebdâlin mülkü, yerle gök arasındadır. Ama irşâd kutbunun mülküne, Arş’dan yerin dibine kadar herşey dâhildir.”

“Çok az da olsa nefsine uyan kimse, hür değildir. Hürriyetin tadını alamaz.”

“Hâlis olarak evliyâlık yolunda bulunmanın alâmeti, fakr hâli, ya’nî varlığını Allah yolunda harcamaktır.”

“Nefs, ihlâs sahibini doğru yoldan kaydıramaz.”

“Allahü teâlâ bana; talebelerimin hepsine ve beni sevenlere çok hayırlar vereceğini va’detti.”

“Allahü teâlânın emirlerini yapıp yasaklarından sakınmakla huzûr bulmak, Cennettir. Bu hâlden yüz çevirmek, ateştir.

Allahü teâlâya yakınlık, lezzettir. O’ndan ayrılmak, O’na karşı yabancılık, ölümdür.”

“Kalb, birçok tarafa yönelebilir. Onu hangi tarafa yönlendirirsen, başka her tarafa kapanır. Bir kimse hem dünyâya ve hem de âhırete yönelemez. Bunlardan biri diğerine mâni olur.”

“Yaratılmış olan birşeye, şehvet arzusu ile bakan kimse, o şeyden ibret alamaz ve o şeyden fâidelenemez.”

“Bütün evliyânın kerâmetleri, efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin neticeleridir. Bizim bu yolumuz da, O’nun (s.a.v.) yoludur. Biz bu yolumuzu, senedle, icâzetle, Ebû Ya’zî’den aldık. O da aynı şekilde, Cüneyd-i Bağdadî’den, o, Sırrî-yi Sekatî’den, o, Habîb-i Acemî’den, o, Hasen-i Basrî’den, o, Hazreti Ali’den aldı (r.anhüm). O da Resûlullahtan (s.a.v.), O da Cebrâil’den (a.s.) ve O da, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan aldı.”

“Benim makamım ubûdiyyettir (Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâl, ya’nî O’na yönelmektir). İçim ve dışım O’nun ilmi ile doldu. Her tarafım O’nun nûru ile aydınlandı.”

“Mukarreb odur ki, kendisine kalb-i selîm (küfür, dalâlet, günahlar ve sâir âfetlerden sâlim, ihlâs ile dolu olan kalb) verilen kimsedir. Öyle ki, Allahü teâlâdan başka herşeyden kurtulmuşdur. O kalb, Allahü teâlânın rızâsından başka birşey bulunmayan bir kaptır, İşte bu ve bunun gibi güzel hasletlere sâhib olan zâta mukarreb denir.”

“İnsanlarla birlikte bulunmakta güzel ahlâk, onlarla iyi geçinmektir. Âlimler ile beraber olmakta güzel ahlâk, onlara ihtiyâcı olduğunu bilmek ve onları edebe uygun olarak dinlemekle olur. Ma’rifet ehli ile bulunmakta güzel ahlâk, sükûn üzere, ümitli ve sabırlı olarak beklemekle olur. Yüksek evliyâ ile beraber olmakta güzel ahlâk, kırıklık hâlinde bulunmakla olur.”

“Allahü teâlâ, vicdanlardaki gizli sırlara, insanın her nefeste ve her hâldeki hâline muttali’dir, hepsini bilir. Hangi kalbi kendisine yönelmiş görürse, onu felâketlerden, sıkıntılardan sapıklıklardan ve fitnelerden muhafaza eder.

“Kim dünyâyı (insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri) istemekle meşgûl olursa, Allahü teâlâ onu zillete mübtelâ kılar.”

“Kalbinde, kendisini kötülükten koruyan bir kuvvet bulunmayan kimse, harâb olmuştur.”

“Normal insanların bozulmasının alâmeti, âmirlerinin kendilerine zulmetmesiyle meydana çıkar, Büyük zâtların, ileri gelen âlimlerin bozulmasının alâmeti de, dinde çeşitli karışıklıkların ve fitnelerin ortaya çıkmasıdır.”

“Nefsini tanıyan kimse, insanların övmelerine aldırmaz.”

“Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın, kendisini, sâlihlere hürmet etmekten mahrûm ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur.”

“İhlâsın alâmeti, her an Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O’ndan başkasını hatırına bile getirmemektir.”

“Hatâsı olan kimsenin, bu hatâsına üzülerek, kalbinin kırık, boynunun bükük olması, itaatkâr olan kimsenin, itâatına güvenerek kendini kıymetli sanmasından, kırıcı hareket etmesinden hayırlıdır.”

“Hakiki âlim; yol gösterici zât, güzel ahlâkı ile sana doğru yolu gösteren, gidişatı ile seni kuvvetlendiren, nûrları ile senin bâtınını aydınlatan zâttır.”

Ebû Midyen Magribî (r.a.) vefâtından sonra rü’yâda görülüp, “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?” diye soruldu. Cevâbında buyurdu ki: “Allahü teâlâ beni huzûrunda durdurup “Yâ Şu’ayb! Sağındakiler nedir?” buyurdu. “Yâ Rabbî! Senin ihsânındır” dedim “Solundakiler nedir?” buyurdu. “Yâ Rabbî! Bunlar senin takdîrindir ve benim hatâlarımdır. Affını dilerim” dedim, “İyiliklerini çok arttırdım, hatâlarını da mağfiret ettim, sana ve seni sevenlere müjdeler olsun” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 39

2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 759

3) El-A’lâm cild-3, sh. 166

4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 303

5) Ed-Dîbac-ül-müzehheb sh. 127

6) Kalâid-ül-cevâhir sh. 108

7) Tabakât-ül-evliyâ sh. 437

8) Nefehât-ül-üns terc. sh. 605

9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 417

10) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 203

11) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 154

12) El-Bustân fî zikr-il-evliyâ, vel-ulemâ bi Tilemsân sh. 108