EBÜ’L-BEREKÂT EMEVÎ HAKKÂRÎ

Irak ve Doğu Anadolu evliyâsının büyüklerinden. Künyesi Ebü’l-Berekât olup ismi, Sahr bin Sahr bin Misâfir bin İsmâil bin Mûsâ bin Mervân bin Hasen bin Mervân’dır. Hocası Adiy bin Misâfir’in kardeşinin oğludur. Emevî ve Hakkâri nisbet edildi. Aslen Lübnan’da Baalbek yakınlarında Beyt-i Far beldesinde doğdu. Altıncı asrın sonlarında Hakkâri’de vefât etti. Amcasının inşâ ettirdiği ve kendisinin medfûn olduğu zaviyeye defnedildi.

Her ferdi, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir ailenin evlâdı olan Ebü’l-Berekât Emevî hazretleri, küçük yaşta yüksek ilim sahibi âlimlerin meclislerine devam etti. Gençliğinin baharında ilimle doldu. Kalbi Allah aşkı ile yandı. Tasavvufta en üstün makamlar, ilimde yüksek dereceler sahibi, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin halîfelerinden olan amcası Adiy bin Misâfir, o sırada Hakkâri dağlarında, bıkıp usanmadan insanları Allah yoluna çağırmaktaydı. Ona olan sevgisi, Ebü’l-Berekât hazretlerinin ana ve babasını, akraba ve yakınlarını, yemyeşil verimli memleketleri bırakıp, Hakkâri gibi dağlık ve sert kış şartlarına sahip bir memlekete gitmesine sebep oldu. O, orada amcasının elinde kısa zamanda yüksek makamlara ulaştı. Üstünlükleri dillere destan oldu. Sevgisi gönüllerde yeşermeye, Allah aşkı ile terennüm ettiği şiirler dillerde dolaşmaya başladı. Üstadı ve amcası Adiy bin Misâfir hazretleri onun için; Ebü’l-Berekât gerçek bir velîdir” buyurup, Hakkâri dağlarındaki talebelerinin yetiştirilmesi ile vazîfelendirdi.

Doğu evliyâsının birçokları ile görüştü. Yüce makamlara, üstün ahlâk ve davranışlara sahip oldu. Allahü teâlâya yakın olmaktan bahsedilince, sözü o alır, vilâyetin üstünlük ve hükümleri onun dilinden dinlenirdi. O, Allahü teâlânın ölü kalbleri diriltmek, karanlık gönülleri aydınlatmak, hikmetli sözleri söylemek, Allah adamlarını yetiştirmekle vazîfelendirdiği bir mübârek kimseydi. O, zühd ve takvâda eşsiz, dünyâya kıymet vermez, Allahü teâlânın rızâsına muhalif hiçbir söz ve harekette bulunmazdı. Tevâzu ve kerâmetler sahibi, akıl ve zekâda üstün bir kimse idi. O, değil haram ve şüphelilerin yanından geçmek, helâlden kullandığı şeylerin hesabını nasıl vereceğini düşünürdü. Mübahları, yaşamak için zarurî olduğu miktarda kullanırdı.

Amcası Şerefüddîn Adiy bin Misâfir’in vefâtından sonra, ondan aldığı ilim ve feyzi insanlara yayan Ebü’l-Berekât Emevî hazretleri, birçok talebe yetiştirdi. Doğu evliyâ ve ulemâsının birçoğu, onun ilim ve feyzlerinden istifâde etti. Sâlih kimseler, gelip onun meclisinde bulundular. Onun yetiştirdiği evliyâdan biri de, oğlu Ebü’l-Mefâhir Adiy bin Ebi’l-Berekât hazretleriydi.

Dostlarından Ebü’l-Feth Nasr bin Rıdvan anlatır: “Bir ilkbahar günü Ebü’l-Berekât hazretleriyle birlikte, yanımızda birçok Allah dostu da olduğu hâlde, zaviyeden çıkıp dağa doğru tırmandık, içlerinden biri, “Bugün canımız ne kadar da nar istiyor. Acı tatlı farketmez” dedi. Daha sözünü bitirmeye fırsat kalmadan, etrâftaki meşe ağaçları narla doldu. Ebü’l-Berekât hazretleri, narları toplayıp yememizi söyledi. Toplayıp yiyerek karnımızı doyurduk. Daha sonra zaviyeye geri döndük. Bir saat sonra hocamızdan ayrılarak, biraz önce nar yediğimiz yere gittik. Ağaçlarda narın eseri bile yoktu.”

Talebelerinden Nasrullah bin Ali Humeydî, birgün yüksekçe bir dağın tepesine yakın bir yerinde yürüyordu. Ebü’l-Berekât hazretleri de dağın eteğinde oturuyordu. Birden bir rüzgâr çıktı. Nasrullah bin Ali’yi rüzgâr önüne katıp, dengesini kaybettirdi. Yuvarlanmaya başladı. Ebü’l-Berekât hazretleri rüzgârın dinmesi için duâ etti. O anda rüzgâr dindi ve Nasrullah da bulunduğu vaziyette kıpırdayamadan durdu. Ebü’l-Berekât hazretleri rüzgâra emredip, Nasrullah’ı aldığı yere bırakmasını söyledi. Allahü teâlânın izni ile rüzgâr da onun emrini hemen yerine getirdi.

Ebü’l-Fadl Meâli bin Temîmî Mûsulî anlatır: “Yedi sene Ebü’l-Berekât hazretlerine hizmet ettim. Birgün yemek yedikten sonra elini yıkıyor, ben de su döküyordum. Bana, “İstediğin birşey var mı?” diye suâl buyurunca, “Evet, duânız bereketiyle Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek isterim” dedim. O da, “Allahü teâlâ sana kolaylık versin, her uzağı yakın etsin. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekte yardımcın olsun” diye duâ etti.. Ondan sonra Kur’ân-ı kerîmi kısa zamanda hıfzettim. Allahü teâlâ onun duâsı bereketiyle, bana uzak olan yer yakın, güç olan şeyleri de kolay eyledi.”

Oğlu Ebü’l-Mefâhir anlatır: “Babam birgün namaz kılan birinin elleri ile oynadığını gördü. Ona emr-i ma’rûf yaparak, namazda lüzumsuz hareketin namazı bozacağını anlattı. Adam inat edip, aynı hareketi yapmaya devam etti. Bunun üzerine babam hiddetlenip: “O oynadığın eller kefenin olsun” deyiverdi. O anda, adamın elleri hayatıyetini kaybedip, hareket edemez oldu. Adam buna inanmayıp çekip gitti. Birkaç gün sonra ağlayarak babamın huzûruna geldi. İyi olması için duâ istedi. Babam “Artık, onun çâresi yok, ben sana Allahü teâlânın rızâsı için öfkelendim, öfkenin oku da o ellere saplandı. Gayr-i ihtiyâri o sözleri söyledim. Artık senin kurtuluşun zor” buyurdu. Adam çok geçmeden vefât etti.”

Âriflerden Cârullah Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Magribî anlatır: “Ebü’l-Berekât bin Sahr hazretlerinin tasarrufları açık, kerâmetleri Çok, devamlı Allahü teâlâ ile beraber, halka karşı çok merhametli, insanları kırmayan bir hâli vardı. Bu hâller onun huyu olmuştu. Birgün Laliş köyündeki zâviyesinde sohbetiyle, şereflenmekteyim. Yufka içinde, kızarmış koyun eti yemek hatırımdan geçti. Çok geçmedi ki, bir arslan ağzında dürülmüş yufka ekmekle kapıdan girdi. Ebü’l-Berekât hazretlerine doğru yürüdü. Ebü’l-Berekât hazretleri beni gösterdi. Arslan da getirip, benim önüme koyup gitti. Ekmeğin içinde kızarmış koyun eti vardı. O sırada yukarıdan bir adam indi. Onun inmesi ve ekmeği görmesiyle, benim biraz önceki et yeme arzum tamamen kayboldu. Ona ikram ettik. Hepsini yedi. Ebü’l-Berekât hazretleriyle bir müddet sohbet ettikten sonra, geldiği gibi gitti. Ebü’l-Berekât hazretleri bana, “Yâ Ömer! istek dediğin bu adamın arzusu gibi olur. Onun isteği öyle şiddetlidir ki, başkalarının isteğini izâle eder ve arzu ettiği anda onu yapması gerekir. Şu anda o, tâ Çin’e gitti” buyurdu.

Kalblere şifâ olan mübârek sözlerinden ba’zıları:

“Muhabbet sarhoşluğu ile mest olan bir kimse, ancak mahbûbunu görmekle ayılabilir. Çünkü muhabbetin sarhoşluğu, sabahı müşâhede olan bir gecedir. Meyvesi mücâhede olan doğruluk gibi.”

“Muhabbetin esâsı üç şeydedir. Bunlar; vefa, edeb, mürüvvettir.”

“Vefâ; kalbin ezeliyetin nûru ile ünsiyet peyda edip, Allahtan başkasına muhabbeti bırakarak, O’na yakîninde ısrarlı olmasıdır.”

“Edeb; kulun, Allahü teâlâya karşı vazîfelerini, vakitlerini nasıl ayarlayacağını, kendini O’ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir.”

“Mürüvvet ise; Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi hatırlamayan kalble zikre devam etmek, sözlerinde ve işlerinde Allahü teâlânın emrine uymak, içte ve dışta Allahtan başka herşeyden uzak durmak, kendisine bir sermâye olan vaktini iyi değerlendirmekten ibârettir.”

Bir kulda bu üç haslet (vefa, edeb ve mürüvvet) bulunursa, Allahü teâlâya yakîn olmanın tadını tatmış olur. Onun gönlüne O’ndan ayrı kalmanın korkusundan bir kor düşmüş olur. Ona kavuşmak ateşiyle yanmaktan kurtulamaz.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Kalâid-ül-cevâhir sh. 109

2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 253