Irak’ta yetişen evliyânın büyüklerinden. Ebû Bekr bin Hüvârâ el-Betâihî, Irak’ta Betâih’te yaşardı. Hicri beşinci asrın sonları ile altıncı asrın başlarında yaşamıştır. Doğum ve vefât tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Irak’ta bulunan Kürtlerin, Hüvârin veya Hüvâriyyîn kabilesine mensûptur. O zamanda Irak’ta bulunan evliyâ arasında şânı yüce, kadri yüksek bir zât idi. Evliyâdan bir çoğu kendisine talebe olup ilim öğrenmiş, istifâde etmişlerdir.
Önceleri, Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda beraber oldukları arkadaşları vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının kocasına, “Çabuk buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar, yakalarlar” dediğini duydu. Gizliden de bir ses duydu ki; “Allahü teâlâdan korkma zamanın gelmedi mi?” diyordu. Bunlar kendisine çok te’sîr etti. Ağlamaya başladı, “İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş değil” dedi. Eski hâline tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip, eşkiyalıktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşle Allahü teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk ve ihlâs ile ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve tevfîki ile kısa zamanda zamanının meşhûr evliyâsından oldu.
İbn-i Hüvârâ (r.a.), Hazreti Ebû Bekr’in rü’yâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır. Şöyle ki; İbn-i Hüvârâ hazretleri, bir gece rü’yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Yanlarında da Hazreti Ebû Bekr vardı. İbn-i Hüvârâ, Peygamber efendimize, “Yâ Resûlallah! Bana bir hırka giydirir misiniz?” dedi. Resûlullah (s.a.v.), “Ben senin Peygamberinim. (Hazreti Ebû Bekr’i işâret ederek) Bu da senin üstadındır” buyurup, sonra Hazreti Ebû Bekr’e döndü ve “Adaşın olan İbn-i Hüvârâ’yı giydir!” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr de ona, hırka ve takke giydirip, başını okşadı, alnını sıvazladı. Sonra da, “Allahü teâlâ, bunu sana mübârek eylesin” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) de İbn-i Hüvârâ’ya hitaben “Yâ Ebâ Bekr! Sen Irak’ta, ümmetimden tasavvuf ehli olanların, ölmüş olan yolunu yaşatacaksın. Allahü teâlânın dostlarından hakîkat ehli olanların, yok olan yollarını canlandıracaksın. Bu yolda olanların öncüsü, ışığı, yol göstericisi olacaksın. Bu yolun önderliği, kıyâmete kadar sende kalacak. Senin ortaya çıkman ile, Allahü teâlânın rahmet rüzgârları esecek. Senin meydana çıkman ile, Allahü teâlânın yardım, lütuf ve ihsânı bol bol gönderilecek” buyurdu. İbn-i Hüvârâ (r.a.) uyandığında, kendisine rü’yâda giydirilen elbise ve takkeyi üzerinde buldu. O zaman Irak ufuklarında, herkesin rahatlıkla duyabileceği bir nidâ geldi ki, “Muhakkak ki İbn-i Hüvârâ, Allahü teâlâya vâsıl (olan evliyâdan) oldu” diyordu. Bundan sonra, her taraftan insanlar, onu görmek için akın akın yollara düştüler. Bu rü’yâdan hemen sonra, onda Allahü teâlâya yakın olmak alâmetleri görülmeye başladı.
Ebû Muhammed Şenbekî ve başka birçok velî, kendisinden ilim ve feyz almışlardır, insanlar akın akın gelip, bereketli sohbetlerinden istifâde ederlerdi. O zamandaki evliyâ ve âlimler, ona; saygı, hürmet ve ta’zimde ve sözlerine i’tibar etmekte ittifâk hâlinde idiler. Bir ihtilâf meydana gelirse, son söz onun olurdu. Hâl ve hareketleri, sûreti, ahlâkı çok güzel idi. Tam bir edeb ve tevâzu sahibi idi. Dînin hükümlerine uymakta çok sabırlı ve gayretli idi. Bunda gevşeklik göstermezdi. Dîne bağlı olanlara, Ehl-i sünnet olanlara çok ikramda bulunurdu.
Azzâz bin Müstevdâ anlattı: “Ebû Bekr bin Hüvârâ’yı dinlemeye gelen ricâl-i gayb ismi verilen velîler, başlarını eğmiş olarak onun sohbetlerini dinlerken, yayılan nûrlar, Betâih şehrini aydınlatırdı. O, duâsı kabûl olan tasavvuf ehli, çok yüksek bir velî idi.”
Ahmed bin Ebü’l-Hasen Ali er-Râfi’î (r.a.) şöyle anlattı: “Birgün kadının biri İbn-i Hüvârâ hazretlerine gelerek, “Oğlum nehir kenarında boğuldu. Kendisinden başka da kimsem yoktu. Azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ sana öyle bir kuvvet ve izin vermiştir ki, oğlumu bana geri getirebilirsin. Eğer bunu yapamazsan, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne şikâyet ederim ve derim ki; “Yâ Rabbî! içim yanarak büyük bir üzüntü ile ona gittim. O ise, üzüntümü gidermeye muktedir olduğu hâlde bunu yapmadı.” İbn-i Hüvârâ hazretleri kadını dinledikten sonra, başını önüne eğip bir müddet murâkabe etti ve “Oğlunun nerede boğulduğunu bana göster!” buyurdu. O kadın İbn-i Hüvârâ’yı oğlunun boğulduğu yere götürdü. Bir de baktılar ki, boğulan çocuğun cesedi, boğulduğu yerde su üzerinde duruyor, İbn-i Hüvârâ (r.a.), suda yüzerek çocuğun yanına vardı. Çocuğu omuzunda taşıyarak kıyıya çıkardı ve annesine teslim edip, “Onu al!” buyurdu. Kadıncağız oğlunun sağ olduğunu gördü. Kadın ile oğlu oradan ayrıldılar. Oğlu kendisi ile beraber yürüyor, elinden tutuyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Bir defa, Vâsıt ile Behmût arasında zelzele oldu. Zelzele, yedi kat yerlere uğramıştı. Ya’nî her taraf bu zelzelenin te’sîri ile sallanmıştı, İbn-i Hüvârâ hazretleri, zelzeleye hitaben, “Ey Allahın mahlûku, sakin ol!” buyurdu. Zelzele Allahü teâlânın izni ile dile gelip, yalnız sana itaat etmekle emrolundum” dedi ve sâkinleşti.”
Ebû Muhammed Şenbekî hazretleri şöyle anlattı: Bir defasında Ebû Bekr İbn-i Hüvârâ’nın yanına gitmiştim. Huzûrunda büyük bir arslan vardı. Arslan, İbn-i Hüvârâ’nın huzûrunda burnunu (yüzünü) toprağa sürüyordu. İbn-i Hüvârâ da sanki ba’zı suâllere cevap veriyormuş gibi arslana bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti. Ben İbn-i Hüvârâ’ya yaklaşıp, “Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi ni’metleri sana ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?” dedim. Buyurdu ki, “Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, “Üç gündür yiyecek olarak birşey tatmadım. Açlık beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, “Senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek” denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım?” Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona, “Sana isâbet edecek olan zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur” dedim. Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden onbir kişinin çıkıp buna hücum edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır, arslanın da sağ tarafından yaralanacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûz’da görmüştüm” diye anlattı.
Şenbekî devamla, “Bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi ta’kib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktım. Oraya vardığımda bir de ne göreyim? Arslan benden önce oraya varmıştı ve durum aynen İbn-i Hüvârâ’nın bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta sonra İbn-i Hüvârâ’nın yanına geldim. Baktım ki yine o arslan, İbn-i Hüvârâ’nın huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmiş idi.”
İbn-i Hüvârâ hazretleri Betâih’te birgün, suyu çok aşağılarda olan bir kuyudan abdest almak istedi. O anda, Allahü teâlânın izni ile kuyunun suyu yükseldi. Su gayet tatlı ve hoş idi.
Ebû Bekr İbn-i Hüvârâ hazretleri bir defasında sohbet ederken, “Irak’ın en yüksek sekiz evliyâsı şunlardır. Ma’rûf-i Kerhî, Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafî, Mensûr bin Ammâr, Sırrî-yi Sekatî, Sehl bin Abdullah-i Tüsterî, Cüneyd-i Bağdadî ve Abdülkâdir-i Geylânî” buyurdu. O zaman Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri henüz tanınmamış olduğundan, dinliyenler suâl ettiler: “Efendim, saydığınız âlimlerden yedisini duyduk biliyoruz da, Abdülkâdir-i Geylânî’yi duymadık. O kimdir?” dediler. Buyurdu ki: “Iraklıdır. Çok şerefli bir zâttır. Bağdad’da yaşar. Çok yüksek bir zât olduğunun herkes tarafından bilinip tanınması çok yakındır. Sıddîklardan ve zamanının en büyük, en yüksek evliyâsından biridir.” Dinliyenler, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin henüz meydana çıkmadığını, İbn-i Hüvârâ’nın, onun geleceğini kerâmet olarak anlayıp müjdelediğini ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tanınmasının çok yakın olduğunu anlayıp sevindiler.
Ebû Bekr el-Betâihi hazretleri buyurdu ki:
“Kırk Çarşamba kabrimi ziyâret edene, sonunda kendisine Cehennemden (kurtulduğuna dâir) berât verilir.”
“Benim bu haremime (türbeme) giren bir cesedi ateşin yakmaması için Rabbimden ahid (söz) aldım.” (Nakledilir ki, bu zâtın türbesine, herhangi bir şekilde balık ve başka bir et girmiş olsa, daha sonra o eti ateş yakmaz. O et kızartılamaz, yemek ve başka birşey yapılamaz.)
“Allahü teâlâya yakınlık; güzel edebe riâyet, devamlı korku ve ibâdete devam etmekle olur. Resûlullaha (s.a.v.) yakınlık; sünnetine tam tâbi olmak ve ilme canla başla sımsıkı sarılmakla olur.”
“Ehli (aile efradı) ile sohbet, güzel ahlâk ile olur. Dostlarla sohbet, günaha sebep olmayacak şekilde, onlarla hoş olmak, şakalaşmakla olur. Câhiller ile sohbet, onlara devamlı duâ etmekle, onlara acımakla olur.”
“Allahü teâlâ ile olmak, O’ndan başkasından uzaklaşmaktır. O’ndan başkasından uzaklaşmak da O’nunla olmak demektir.”
“Havf (korku), seni Allahü teâlâya ulaştırır. Çünkü korku, nefeslerinin birinde Allahü teâlâya karşı bir saygısızlık bulunmayacağından emîn olmamandır.”
“İnsanları, hor, hakîr ve aşağı görmen, senin için tedâvisi mümkün olmayan büyük bir hastalıktır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 255
2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 132
3) Kalâid-ül-cevâhir sh. 78