EBÛ ABDULLAH EL-KUREŞÎ (Muhammed bin Ahmed)

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Abdullah olup ismi, Muhammed bin Ahmed bin İbrâhim el-Kureşî el-Hâşimî’dir. Hazreti Hasen soyundandır. Âriflerin ileri, gelenlerinden ve açık kerâmetleri görünen bir zât idi. Yüksek makamlar, Rabbanî hakîkatler ve ma’nevî ilimler sahibi idi. Ebû Abdullah Kureşî, 599 (m. 1202) senesinde Beyt-i Makdis’de vefât etti. Oraya defn edildi. Kabri hâlen ziyâret edilmektedir. Burada yapılan duâların kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir.

Ebû Abdullah Kureşî, zarif, güzel, edebli, ilim sahiplerine son derece saygısı ve sevgisi bulunan bir zât idi. Velî ya’nî Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğu yüzünden belli olurdu. Halk arasında hikmetle konuşarak, insanların kalblerine şifâ akıttı, insanlar onun bu hikmetli sözleriyle ilim ve îmân sahibi oldular.

Kerâmet sahibi birçok âlim ondan ders aldı. Fıkıh âlimlerinden bir çoğu da sohbetlerinde bulundu. Kendisinden; Kâdı’l-kudât İmâdüddîn bin es-Sükkerî, Allâme Şihâbüddîn Ebü’l-Hasen, Ebü’z-Zâhir Muhammed el-Ensârî, Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Ali el-Ensârî el-Kastalânî ve birçok âlim ders aldı.

Münâvî onun hakkında; “Muhammed bin Ahmed el-Kureşî hazretleri aslen Endülüslüdür. Sonra Mısır’a geldi. Oradan da Beyt-ül-makdis’e (Kudüs’e) yerleşti. Mısır ve Endülüs’de yetişen evliyânın büyüklerindendir. Dâima Allahü teâlânın kudretini düşünürdü” demektedir.

Ebû Abdullah Kureşî hazretleri, cüzzam hastalığına yakalandı. Namaz vakitlerinde bu hastalık tamamen yok olur, namazdan sonra tekrar bedeninde görülürdü. Ebû Abdullah Kureşî’nin birçok kerâmetleri ve menkıbeleri vardır.

Hanımı şöyle anlatır: “Birgün onun yanından çıkmıştım. Odada yalnız idi. Sonra bulunduğu odadan ba’zı sesler işittim. Birisiyle konuşuyordu. Konuşmaları bitinceye kadar bekledim. Sonra odaya girerek kiminle konuştuğunu sorduğumda, “O Hızır aleyhisselâm idi. Bana uzak bir yerden meyva getirmiş. Onu yememi istedi ve şifâ olacağını söyledi. Ben de, bu hâlimle daha iyi olduğumu belirterek ona teşekkür ettim ve o meyvaya ihtiyâcım olmadığını söyledim”, buyurdu.”

Kendisi anlatır: “Birgün sahilde yürürken, bir ot bana seslenerek, “Ey Ebû Abdullah, ben sendeki hastalığın şifâsıyım” dedi. Bunun üzerine ben, Allahü teâlâyı unutturmayan bu hâlime şükrederek o çiçeği koparmadım.”

Şöyle anlatılır: “Ebû Abdullah Kureşî, şehrin vâlisi ile beraber bir yerde yemek yerken, vâli yemekten elini çekti. Ebû Abdullah, “Eğer elinizi çekmeniz, benim şu yaralı elim sebebi ile ise mes’ele yok” buyurdu ve eli gümüş gibi parlayan bir el oldu. Onda hiçbir hastalık yoktu.”

Yine şöyle anlatılır: Abdullah Kureşî’nin mürîdlerinden biri, birgün evinden işine giderken, hanımına bir arzusu olup olmadığını sordu. Hanımı, “Kızına sor” dedi. O zât kızına dönerek, “Ne arzu ediyorsan söyle” deyince kızı, “Benim isteğime senin gücün yetmez” dedi. Bunun üzerine o zât kızına, “Allahın izniyle dediğini yapmaya çalışırım, istersen bin altın olsa bile” deyince kızı, “O hâlde beni Abdullah Kureşî ile evlendir” dedi. O zât buna çok şaşırdı. Çünkü, Abdullah Kureşî cüzzamlı olduğu için, dış görünüşüne göre hiçbir kadın onunla evlenmeye râzı olmazdı. Bunun üzerine, kızına söz verdiği için Abdullah Kureşî’nin yanına gitti ve durumu ona anlattı. Abdullah Kureşî o zâta, “Kâdıyı çağır” dedi. Adam kadıyı çağırdı. Kâdı geldi ve kızla onun nikâhını kıydı. Kızı, Abdullah Kureşî’nin yanına girmesi için hazırladılar. Bütün hazırlıklar bitince, herkes evden ayrıldı. Abdullah Kureşî ile kız evde yalnız kaldıklarında, Abdullah Kureşî hamama girdi. Hamamdan çıktığı zaman, uzun boylu ve yakışıklı bir sûret almıştı. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Abdullah Kureşi kızın yanına girince, kız onu tanımıyarak hemen örtündü. Abdullah Kureşî “Örtünme, ben Kureşî’yim. Yabancı değilim” deyince kız, “Sen Kureşî değilsin” dedi. Bunun üzerine Abdullah Kureşi “Allah adına yemîn ederim ki, ben Kureşi’yim” deyince, kız inandı ve “Bu ne hâldir?” diye sordu. Abdullah Kureşi, “Bundan sonra, seninle olduğum zaman böyle kalacağım. Ama başkaları ile beraber olunca, öbür şeklimle (ya’nî cüzzamlı) olacağım. Fakat bu durumu, ben ölünceye kadar kimseye söyleme” dedi.

Bunun üzerine gelin hanım “Kimseye söylemiyeceğime söz veriyorum, istersen benim yanımda dururken de cüzzamlı olarak kalabilirsin” dedi. Abdullah Kureşî, onun kendisiyle dış görünüşü için değil de, ilmi için evlendiğini anlıyarak “Allahü teâlâ sana bolca hayırlar ihsân etsin” diye duâ etti. Hanımı bu durumu, Abdullah Kureşî hazretleri ölünceye kadar kimseye anlatmadı.

Kendisi şöyle anlatır: “Bir kere Minâ’da iken çok susamıştım. Su bulamadım. Su alacak param da yoktu. Bir kuyunun yanına gittim. Kuyunun başında bir takım insanlar vardı. Su kabını uzatarak, biraz su vermelerini istedim. Onlar bana eza edip, su kabımı uzak bir yere fırlattılar. Kırık bir kalb ve üzgün olarak su kabımı almak için oraya gittiğimde, içi tatlı su dolu bir havuz gördüm. Kanıncaya kadar o sudan içtim ve kabımı doldurdum. Başka yerde olan arkadaşlarıma haber verdim. Onlar da gelip o havuzdan içtiler. Sonra başımdan geçen hâdiseyi onlara anlattım. Daha sonra, önceden gittiğim kuyunun yanına hep beraber gittik. Orada sudan bir eser yoktu. O zaman anladım ki, bu Allahü teâlânın bir imtihanı idi.”

Yine kendisi anlatır: “Bir sefer Mekke-i mükerremeye giderken, Bedir mevkiine uğradık. Orada bir kişi, parasını Mekke’de almak üzere hacılara hurma satıyordu. Bu zât bana da hurma vererek, “Parasını Mekke’de ödersin, ölürsen helâl ederim” dedi. Daha sonra o kişi sefere çıkacağını söyliyerek, yanımıza gelip benden verdiği hurmaların parasını istedi. Ben de, “Ama, şu anda size borcumu ödiyecek param yok. Üstelik parayı Mekke’de verirsin demiştin” dedim. O ise ısrarla parasını istiyerek, bana eziyet ve sıkıntı verdi. Sıkıntı ve üzüntü içinde Bedir Mescidi’ne girdim. Orada ihlâs ile Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundum. Sonra mescidden çıktım. Yolda ihram elbiseleri içinde birisi karşıma çıktı ve bir miktar para verdi. Onları saydım, gördüm ki, borcum kadardı. Derhal borcum olan kişiye giderek borcumu ödedim. Borcumu ödeyince, o kişi bana daha çok eziyet etmeye başladı, “Paraları saklıyorlar, yalan söylüyorlar, bir de yemîn ediyorlar. Dirhemler, sizinle, siz dirhemlerle berabersiniz” dedi. Bunun üzerine bu Allahü teâlânın bir imtihanıdır diye düşünerek ona tek kelime söylemedim.”

Kendisi şöyle anlatır: “Bir arkadaşımla beraber gemiyle bir yere gidiyorduk. Arkadaşım çok susadı. Su alacak paramız yoktu. Yalnız bende, kadifeden olan bir ihram vardı. Onun mukabilinde su satın almak istedik. Gemideki bulunanlardan kimse bize su satmadı. Arkadaşıma ihramı verip, “Bunu geminin kaptanına götür” dedim. Arkadaşım gitti. Daha sonra üzüntülü bir hâlde geldi. Kaptanın kendisini yanından kovduğunu ve elindeki su testisini fırlattığını söyledi. O zaman “Allahü teâlâ bizlerin yardımcısıdır” dedim. Su kabını alıp, denize daldırıp çıkardım ve arkadaşıma verdim. Allahü teâlânın izniyle deniz suyu tatlı bir su olmuştu. Arkadaşım kanıncaya kadar içti. Sonra ben içtim. Sonra yanımızda suyu olmayan bir başkası da içti. İkinci sefer daldırdığımda, Allahü teâlânın ihsânıyla su kabı, un ve et ile dolu çıktı. Unu ve eti pişirerek yedik. Üçüncü defa kabı denize daldırdığımda, bildiğimiz tuzlu deniz suyu çıktı. Anladım ki, bizim ihtiyâcımız tamâm olmuştu.”

Fıkıh âlimi Ebû Tâhir şöyle anlatır: “Birgün Kudüs’te bir medresenin önünden geçtim. Fıkıh âlimleri medresenin kapısında, üzerlerinde süslü elbiseler olduğu hâlde toplanmışlardı. Daha sonra, Ebû Abdullah Kureşî hazretlerinin yanına döndüm. O gece orada kaldım. Ertesi gün Abdullah Kureşî bana, “O medreseye git. Orada hoca ol!” dedi. Bu, büyük ve olması imkânsız bir işti. Oraya gidince, kapıcıların beni içeri almıyacaklarını zannettim. Fakat hiçbiri, içeri girmeme mâni olmadılar, içeri girdim. Müderris bir yere oturmuş, etrâfında da birçok zâtın dâire hâlinde ders halkası teşkil ettiklerini gördüm. Ben de onların arasına katılmak istedim. Onlar, beni hakîr görerek yer açmadılar. Bunun üzerine, ben onların arkalarına oturdum. Daha sonra medreseye bir zât geldi. Müderris onu görünce, yüzünün rengi değişti ve ona doğru giderek karşıladı. Oradakiler de peşi sıra gittiler. Ben, orada birisine gelenin kim olduğunu sordum. Ondan, münâkaşa ve münâzarası çok kuvvetli birisi olduğunu, o gelince kimsenin ona cevap yetiştiremediğini, herkesin ondan korkup çekindiğini öğrendim. O kişi baş köşeye oturup konuşmaya başlayınca, bende birşeyler olduğunu hissettim. Onun sorularına ben cevap vermeye başladım. Neticede, onun söyliyecek birşeyi kalmadı. Oradakiler ve müderris, benim böyle ona hiç zorlanmadan cevap vermeme çok şaşırdılar. Bu sebebten dolayı, bana hürmet ve saygı göstermeye başladılar. Münâzara eden o kişi, müderrise dönerek benim kim olduğumu sordu. Müderris bilmediğini söyleyince, “Medreseler bu gibiler için inşâ edilmiştir” dedi. Müderris buna çok sevindi ve yanıma gelerek benim kim olduğumu sordu. Ben de söyleyince, “Sizi bu medreseye hoca kabûl ettik” dedi. Ben, Abdullah Kureşî’nin yanına gitmek üzere kalkınca, hepsi kalkarak bana, “Bizim âdetimiz medresemize hoca kabûl ettiğimiz kişiyi, evine kadar uğurlarız” dediler. Medreseden çıkınca, büyük bir kalabalık arkamdan yürümeye başladı. Ben gelmemelerini söyleyince, onlar kabûl ettiler ve geri döndüler. Daha sonra Abdullah Kureşî’nin huzûruna varınca, “Ey Tâhir! Niye onların gelmelerine mâni oldun? Âdetlerini yerine getirselerdi” buyurunca ben de, “Efendim, zâtı âlinizin hatırını düşünerek onlara mâni oldum” dedim. Bu olanlar onun kerâmetiydi. Abdullah Kureşî’nin vefâtına kadar o medresede hocalık yaptım.”

Yine kendisi şöyle anlatır: “Mısır’da büyük bir kıtlık oldu. Duâ etmeye başladım. Rü’yâmda bana, “Bu husûsta sizin hiçbirinizin duâsı kabûl olmaz” denildi. Bunun üzerine, o memleketten ayrılıp Şam’a gittim. Orada İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret ettim. Ziyâret sırasında, Hazreti İbrâhim’in (a.s.) kabri şerîf-i yanında uyuyakaldım. Rü’yâmda İbrâhim aleyhisselâm beni karşıladı. Ona, “Ey Halîlullah! Mısır’da büyük bir kıtlık var. Duâ buyurunuz” diye arz ettiğimde, Hazreti İbrâhim (a.s.) kıtlığın kalkması için duâ etti. Daha sonra uyandım. Bir süre sonra Mısır’da kıtlığın kalktığını öğrendim.”

Kendisi anlatır: “Önceleri, çarşıdan un satın alıp eve gelirken, yolda benden isteyenlere verirdim. Eve geldiğimde, heybemdeki un torbasının hiç verilmemiş gibi olduğunu görürdüm. Birgün yine un alıp eve geliyordum. Yolda muhtaç birisine rastladım. Unu benden isteyince, her zamanki gibi hâline acıyıp verdim. Yolda, evdekilere ne diyeceğimi düşünerek yürürken, elimde birşey hissettim. Avcumda, fakire verdiğim unun değeri kadar para duruyordu. Hemen çarşıya gidip, o parayla un alıp evime götürdüm.”

Şöyle anlatılır: “Bir kişinin, gece devamlı ağlayıp hiç kimseyi uyutmayan bir çocuğu vardı. Böyle her gece ağlaması, tam dört yıl devam etti. Bu hâle dayanamayan çocuğun annesi ve babası, Abdullah Kureşi hazretlerinin huzûruna gelerek durumu anlattılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî, çocuğun annesi ve babası ile evlerine gidince, çocuğa; “Ey Yûsuf! Bu gece ağlama” dedi. Çocuk o günden sonra hiç ağlamadı.”

Ebû Abdullah bin Es’âd, Abdullah Kureşî’nin şöyle anlattığını nakletti: Bana hocam Ebü’r-Rabî birgün şöyle dedi: “Sana bitmek tükenmek bilmeyen bir hazîne öğreteyim mi?” Ben de, “Evet” deyince, Ebü’r-Rabî bana, “Şu duâyı devamlı oku” dedi.

Okumamı istediği; duâ şöyle idi: “Yâ Allah, yâ Vâhid, yâ Mûcid, yâ Cevâd, yâ Bâsit, yâ Kerîm, yâ Vehhâb, yâ ze’t-Tavl, yâ Ganî, yâ Mugnî, yâ Fettâh, yâ Razzâk, yâ Alîm, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Rahmân, yâ Rahim, yâ bedîassemâvâti vel-ard, yâ ze’l-celâli vel ikram...yâ Hannân, yâ Mennân infehni minke bi nafhati hayrin tugninî bihâ ammen sivâk... İn testeftihü fekâd câekemü’l-feth... İnnâ fetehnâleke fethan mübînâ... Nasrun minellahi ve fethun karîb... Allahümme yâ Ganî; yâ Hamîd, yâ Mubdî, yâ Muîd, yâ Vedûd, yâ ze’l-arşil Mecîd, yâ Fe’âlün limâ yürîd, ikfihi bihelâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke vahfaznî bimâ hafizte bihizzikr... Vensurnî bimâ nasarte bihirrusül... İnneke alâ küllî şey’in kadîr...” Sonra bana şöyle dedi: “Her kim bu duâyı namazlardan sonra, özellikle Cum’a namazından sonra okursa, Allahü teâlâ onu hertürlü kötülükten muhafaza eder. Düşmanlarına karşı muzaffer kılar, ona ummadığı yerlerden rızıklar verir, geçimini kolaylaştırır. Borcu dağlar kadar büyük ve kabarık olsa dahi, Allahü teâlânın lütfu keremi ve inâyeti ile öder.”

Kendisi şöyle anlatır: “Birgün Abdullah el-Muâviri’ye gittim. Bana “Ey şerîf! Başın darda kaldığı zaman, yapacak olduğun bir duâ öğreteyim mi?” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Bunun üzerine şu duâyı öğretti: “Yâ Vâhid, yâ Ehâd, yâ Vâcid, yâ Cevâd, İnfehnâ minke bi nefhati hayrin inneke alâ külli şey’in kadîr...” Abdullah el-Muâvirî bu duâyı bana öğretmek için okuduktan sonra başım hiç darda kalmadı, rızkım çoğaldı.”

Şöyle anlatılır: “Abdullah Kureşî hazretleri bir gece rü’yâsında, “Mısır’da veba hastalığı olacak” diye bir ses duydu. O da, “Ben içlerinde iken de bu hastalık gelir mi?” diye sorunca o ses, “Onların arasından çık. Muhakkak bu hastalık onlara gelecektir” dedi. Bunun üzerine Abdullah Kureşî hazretleri Mısır’dan ayrılarak Şam’a gitti. Sonra o hastalık rü’yâsında söylendiği gibi Mısır’da görüldü.”

Abdullah Kureşî hazretlerinin, vefâtına yakın gözleri kör oldu. Hanımının yanına girince cüzzam hastalığından kurtulduğu gibi, gözleri de açılıyordu. Birgün gözleri açılmış, vücûdu cüzzam hastalığından kurtulmuş bir hâlde, gümüş gibi bembeyaz bir tenle dostlarının yanına girdi. Onlar Abdullah Kureşî’nin bu hâline çok şaşırdılar ve “Bu hâl ne?” diye sormaktan kendilerini alamadılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî, “Allahü teâlâ bana önce afiyet elbisesini giydirdi. Sonra beni imtihan etmek için hastalık elbisesini giydirdi. Şimdi de gördüğünüz gibi, yine afiyet elbisesini giymiş bulunuyorum” diye izah etti.

Abdullah Kureşî hazretleri buyurdu ki: “Evliyâya dil uzatan, onlara karşı edeb dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.”

“Allahü teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü işleri yapmaya bir vesiledir.”

“Her kim Allahü teâlânın ârif bir kulunu veya bir velisini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye devam eden, i’tikâdı bozulmadıkça ölmez.”

“Allahü teâlâya kullukta edebden ayrılma! O’na karşı haddini aşma! Seni isterse kendisine ulaştırır.”

“Tevekkülde bir makamı olmayan, noksan bir insandır.”

“Allahü teâlâya kavuşturan doğru yoldan ayrılmayınız: Çünkü O’na bu yoldan başka bir yolla kavuşulamaz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tâbakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 159

2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 114

3) Kalâid-ül-cevâhir sh. 123