Mâverâünnehr’de yetişen Hanefî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Bekr bin Muhammed bin Ali el-Ensârî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Buhârâ’nın Zerencer kasabasında, 427 (m. 1036) senesinde doğdu. Dedeleri, Eshâb-ı Kirâmdan Câbir bin Abdullah Ensârî’ye (r.a.) dayanır.
Şems-ül-eimme Ebû Sehl es-Serahsî ve Şems-ül-eimme Abdülazîz bin Ahmed el-Hulvânî’den fıkıh ilmi tahsil etti. Ensâb ve târih ilmini de iyi bilirdi. Kendi beldesinde “Küçük Ebû Hanîfe” ismini vermişlerdi. Mes’eleleri hıfzetme (ezberleme) husûsunda, zekâsı darb-ı mesel hâline gelmişti.
Ortaya çıkan yeni mes’elelerde fetvâ için kendisine müracaat olunurdu. Uzun bir ömür yaşadı. Onun vâsıtasıyle ilim her yere yayıldı. Kendisinden çok rivâyette bulunuldu. Abdülazîz bin Muhammed el-Hulvânî, Ebû Sehl Ahmed bin Ali, Ebû Hafs Ömer bin Mensûr el-Hâfız, Ebû Mes’ûd Ahmed bin Muhammed bin Abdullah el-Becelî el-Hâfız, Ebü’l-Kâsım Meymûn bin Ali bin Meymûn, Ebû Abdullah İbrâhim bin Ali et-Taberî, Ebû Ya’kûb Yûsuf bin Mensûr el-Hâfız, Ebû Amr Muhammed bin Abdülazîz el-Kantarî ve başka âlimlerden hadîs-i şerîf öğrendi. Zamanında birçok âlimden rivâyet etmekte benzeri yok idi.
Kendisinden; Belh’de Ebû Ca’fer Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Ca’fer, Serahs’de Ebû Abdullah Muhammed bin Ya’kûb el-Kâsânî, Semerkand’da Ebü’l-Fadl Muhammed bin Ali, Buhârâ’da Ebû Muhammed Abdulhalîm bin Muhammed hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. 512 (m. 1118)’de Buhârâ’da vefât etti.
El-Emâlî ve Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe isimli eserleri vardır. Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam isimli eseri, Süleymâniye Kütüphânesi, Kasîdecizâde kısmı, 677 numarada mevcûttur.
Bekr ez-Zerencerî, “Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe” isimli eserinde buyuruyor ki: İmâm-ı a’zamın ismi, önceki âlimler ve Resûlullah (s.a.v.) tarafından bildirilmiştir. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz buyurdular ki; “Ümmetimde Nu’mân isminde, Ebû Hanîfe künyesinde bir zât vardır. O, ümmetimin ışığıdır.” (Bunu üç kere tekrar ettiler.) Hazreti Ali Kûfe’de buyurdu ki: “Size, şehrimiz olan Kûfe’den çıkacak, Kur’ân ilimlerinde yüksek, kalbi ilim ve hikmetle dolu, Ebû Hanîfe künyesinde bir zâtı bildiriyorum. Âhır zamanda bir kavim, Râfizîlerin Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e düşmanlıkları sebebiyle helak olmaları gibi, ona düşman olarak helak olurlar.”
İbrâhim Nehâî, Hammâd bin Ebî Süleymân’a buyurdu ki: “Ebû Hanîfe’ye yetişirsen, benden ona selâm söyle.” Bundan sonra da Ebû Hanîfe’yi meth etti.
İmam-ı a’zam hazretleri, Eshâb-ı Kirâmdan dört kişiyi gördüğü için Tâbiîndendir. Bunlar, Abdullah bin Ceza ez-Zebîdî, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ ve Ebü’t-Tufeyl Amir bin Vâsıle’dir (r.anhüm). İmâm-ı a’zam buyuruyor ki: “95 yılında hacca gittim. Orada Mescid-i haramda Resûlullahın Eshâbından Abdullah bin Ceza ez-Zebidi. (r.a.) ile karşılaştım. Buyurdu ki: Resûlullahtan işittim ki, “Kim Allahın dininde fakîh olursa, Allahü teâlâ ona bütün işlerinde kâfidir. Ona ummadığı yerden rızık verir” buyurdu. Enes bin Mâliki (r.a.) ise, 95 senesinde Basra’da gördüm. Buyurdu ki; Resûlullahtan işittim ki, “İlim öğrenmek, her müslümana farzdır” ve “Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir” buyurdu.
İmâm-ı a’zam hazretleri, Tabiînin büyüklerine de yetişmiş, onlarla görüşmüştür. Bunların en meşhûrları; Alkame bin Mersed, Atâ bin Ebî Rebâh, Atâ bin Yesâr, Talhâ bin Mutarrif, Amir bin Şerâhil eş-Şa’bî, Katâde bin Diâme es-Sedûsî, Atiyye bin Sa’îd el-Avfî, Yezîd bin Süheyb, Amr bin Dînâr, Kays bin Ebî Bekr bin Ebî Mûsâ Eş’arî, Mekhûl eş-Şâmî, Yezîd bin Abdurrahmân, Muhammed Bâkır, Muhammed bin Şihab ez-Zührî, Habîb bin Ebî Sabit, Müslim bin Abdullah, Nâfi’ Mevlâ, İbn-i Ömer, Âsım-ül-Ahvâl, Amr bin Mürre, Muhammed bin Münkedir, Avn bin Abdullah, Adî bin Sabit, Sabit el-Benânî, Hişam bin Urve, Sa’îd bin Mesrûk, Tâvûs-ül-Yemânî, Mensûr bin Mu’temir, Muhammed bin Sûka, Eyyûb-i Sahtiyânî gibi pekçok âlimlerdir. Bunların hepsinden hadîs-i şerîf aldı ve rivâyet etti. İmâm-ı a’zam, Alkame bin Mersed’den, o da Büreyde’den, o da babasından rivâyet etti: “Birgün Resûlullah efendimizle oturuyorduk. Buyurdu ki, “Kalkın, Yahudi olan hasta komşumuzun ziyâretine gidelim.” Evine vardık. Resûlullah efendimiz, nasıl olduğunu sorduktan sonra, Yahudiden Kelime-i şehâdet getirmesini istedi. Adam babasına baktı, o da sükût etti. Resûlullah (s.a.v.) tekrar Kelime-i şehâdet getirmesini istedi. O zaman babası “Kelime-i şehâdet getir” dedi ve Yahudi müslüman oldu. Resûlullah buyurdu ki: “Allaha hamd olsun ki, benimle Cehennemden bir kimseyi azâd etti.” “İmâm-ı a’zamın, Ebû Sa’îd-il-Hudrî’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kim benim söylemediğim bir sözü bana isnâd ederse, Cehennemde oturacağı yere hazırlansın.”
Ebû Sa’îd-il-Hudrî (r.a.) şöyle bildirdi: Peygamber efendimizden, İsrâ sûresinin 79. âyet-i kerîmesinde bildirilen “Makâm-ı Mahmûd”u sordum. Buyurdu ki; “Makâm-ı Mahmûd, Makâm-ı Şefaattir. Allahü teâlâ, îmân ehlinden bir kavme günahları sebebiyle azâb edecek, sonra onları Muhammed aleyhisselâmın şefaati ile Cehennemden çıkaracak, sonra onları Heyvân denilen nehre atacaktır. Onlar orada küçük günahlarından yıkandıktan sonra Cennete girerler. Bunlara, Cehennemden azâd olunmuşlar ismi verilir. Onlar bu ismin kaldırılmasını Allahü teâlâdan ister ve bu isim onlardan kaldırılır.”
İmâm-ı a’zam hazretlerinin rivâyetine göre, Resûlullah (s.a.v.), kaza ve kaderin değişmiyeceğini, her şeyin ezelde takdîr edilmiş olduğunu anlatınca, Eshâb-ı Kirâm da, “Ezeldeki takdîre güvenelim, ibâdet yapmıyalım” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bunlara, “İbadet yapınız. Herkese, ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur” buyurdu. Sonra Leyl sûresi 5, 6, 7, 8, 9, 10. âyet-i kerîmelerini okudu. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki:
“Fakat kim (malından, hakkullahı) eda eder (şirk ve isyandan) sakınır, sözün en güzelini (Kelime-i tevhîdi veya Cenneti veyahut infâk ettiği malın karşılığı olan va’d-i ilâhiyi) tasdik ederse, biz onu (yolun) kolayına müyesser kılarız. Kim cimrilik ederse (infâk etmezse) ve Allahü teâlânın sevâbına ihtiyâç göstermezse ve en güzel kelimeyi yalanlarsa, biz de ona, en güç akıbete götüren yolu kolaylaştırırız.”
İmâm-ı a’zamdan rivâyette bulunan büyük âlimlerden ba’zıları: Süfyân-ı Sevrî, Ebû Hamza Sekrî, Ebû Ca’fer Râzî, Ebû Avâne Vaddâh, Hammâd bin Zeyd, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Mis’âr bin Kedâm, Ebû isme Nûh bin Ebî Meryem, Veki’ bin Cerrah, Abdullah bin Mübârek, Abdullah bin İdrîs el-Kûfi, Cerîr bin Hazım el-Basrî, Süfyân bin Uyeyne, Hafs bin Gıyâs, Huşeym bin Beşîr, Abdûrrezzâk bin Hemmâm, Hammâd bin Seleme ve daha bir çokları ondan ilim öğrenip rivâyette bulundular. Bu fakîhlerin hepsi, İmâm-ı a’zamın üstünlüğünü önceleri anlıyamamış, onu görüp dersinde bulunduktan sonra onun üstünlüğünü anlamış ve ikrâr etmişlerdir, İmâm-ı A’meş’e bir mes’ele sorulduğu zaman, soran kimseyi İmâm-ı azama gönderirdi.
Yûsuf bin Halîl diyor ki; “Biz kendimizi fıkıh âlimi sanır ve meclis kurardık. Ne zaman ki İmâm-ı a’zamın meclisine uğradım, sanki gözümden perde kalktı da gerçek fıkıh âliminin kim olduğunu anladım.”
Mis’âr bin Kedâm buyurdu ki: “İmâm-ı a’zamla beraber ilim taleb ettik. O bizi geçti. Onunla zühd taleb ettik yine bizi geçti. Onunla kelâm taleb ettik. Burada da bizi geçti.”
Yahyâ bin Nadr diyor ki: “Ebû Hanîfe, bir kimse ile konuştuğu zaman hiç kızmazdı. Herkes ona hürmet ederdi. O da karşısındakine saygı gösterirdi. O insanlar içinde ahlâkı en güzel, en yumuşak, nefsine hâkim, çok cömert, gece çok namaz kılan ve dünyâya hiç düşkün olmayan mübârek bir zât idi.”
Emîr-el-mü’minîn, İmâm-ı a’zama 80 dinar ve câriyeler teklif ettiği hâlde, o ne bir câriye, ne de bir dinar kabûl etmiştir. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar, evinin yanında bulunan mescidde ders okutur, akşamdan sonra da arkadaşları ile sabaha kadar fıkıh müzâkere ederdi. İmâm-ı a’zam hazretleri âyet-i kerîmeleri kendi reyi ile tefsîr etmez, mutlaka bu konudaki hadîs-i şerîfleri veya Sahâbe-i Kirâmın rivâyetlerini arar, onları bulduğu zaman onlarla âyet-i kerîmeden hüküm çıkarırdı. Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı a’zama dil uzatan birisine, “Otuz sene, yatsı ile sabah namazını aynı abdestle kılan kimseye dil uzatmaya utanmıyor musun?” dedi. Ahmed bin Yahyâ diyor ki, “Ebû Hanîfe, Ramazan ayı geldiğinde, biri gündüz, biri gece olmak üzere, günde iki, ayda altmış defa hatim yapardı.”
Abdullah bin Mübârek buyuruyor ki: “İmâm-ı a’zam, kırkbeş sene beş vakit namazı bir abdestle kılmıştır. Gece kıldığı iki rek’atlik namazda Kur’ân-ı kerîmi hatmetmiştir.”
İmâm-ı a’zamın menâkıbı ve üstünlüğü: Ebû Bekr-i Sıddîk, nasıl ki, Eshâb-ı Kirâmın en üstünü, en faziletlisi, en fakihi, en âlimi, en vera’ ve takvâ sahibi, en cömerdi ise, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe de Tabiînin en âlimi, en müttekîsi, en vera’ sahibi, en fakîhi, en zahidi, en cömerdi idi. İmâm-ı a’zamın Kûfe’de bir dükkânı vardı ve burada kumaş satardı. Hazreti Ebû Bekr’in de Mekke’de kumaş dükkânı vardı ve kumaş satardı, İmâm-ı a’zam, bu husûsta da Hazreti Ebû Bekr’e ittibâ etmek istemiştir. Kazanılan paranın dörtbin dirhemini ayırır, geri kalanını dağıtırdı ve Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi söylerdi: “Mü’minlere, başkasına muhtaç olmaması için dört bin dirhem kâfidir.” İmâm-ı a’zamın dükkânında bir ortağı vardı. Adı Hafs bin Süleymân el-Bezzâz idi. “Birgün İmâm-ı a’zam dükkânında yok idi. Ortağı Hafs da orada oturuyordu. Dükkâna Medine’den biri gelip ipekli kumaş almak istedi. Hafs ipekli kumaşı çıkardı. Müşteri, “Bunu kaça satıyorsun?” diye sordu. “Bin dirhem” dedi. Halbuki kıymeti dörtyüz dirhem idi. Müşteri, parayı verip kumaşı aldı. İmâm-ı a’zam gelip durumu öğrenince, bin dirhemi kabûl etmedi. Medine’ye giderek müşteriyi buldu. Parayı verip kumaşı geri aldı. Sonra müşteriye, “Bunu benden dörtyüz dirheme satın al” deyip, malı yeniden sattı, işte İmâm-ı a’zamın vera’ı böyle fazla idi.
Birisi İmâm-ı a’zama bir miktar mal emânet bırakmış idi. Başkasına söylemeden bu zât vefât etti. Geride de ufak bir çocuk bırakmış idi. Çocuk büyüdüğü zaman, İmâm-ı a’zam onu çağırarak, babasının bırakmış olduğu emâneti ona verdi. Hâlbuki İmâmdan başka kimsenin bu emânetten haberi yok idi.
İmâm-ı a’zam, dükkânında bir mal satarken, eğer malın bir kusuru varsa, satış esnasında söylerdi. Bir defasında ortağı olan Hafs bin Süleymân el-Bezzâz, bir malın aybını söylemeyi unuttu. Bunun üzerine İmâm-ı a’zam bütün bu malın parasını sadaka olarak verdi. İmâm-ı a’zam gece namazlarında gömlek, sarık ve cübbe giyerdi. Bütün bunların toplam kıymeti binbeşyüz dirhem idi. Her gece için husûsî giyinirdi. Buyururdu ki, “Allah için süslenmek, insanlar için süslenmekten daha hayırlıdır.”
İmâm-ı a’zam hazretleri oğlu Hammâd’la beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe 3 mil idi. Bir defasında İmâm-ı a’zamın annesi, bir mes’eleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu mes’eleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmâm-ı a’zam hazretleri gidip bu mes’eleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer, “Sen bu mes’eleyi benden daha iyi bilirsin” deyince İmâm-ı a’zam, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr, “Bu mes’elenin cevâbı nedir?” diye sordu, İmâm-ı a’zam mes’elenin cevâbını söyleyince, Ömer bin Zerr de, “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.
Mis’âr bin Kedâm diyor ki, “İmâm-ı a’zam birgün farkında olmadan bir çocuğa karşı ayağını uzatmıştı. Çocuk “Ey İmâm! Kıyâmet günü kısastan korkmuyor musun?” dedi. Bunu duyan İmâm hemen bayıldı. Saatler sonra ayıldı ve buyurdu ki: “Korkuyorum. Çünkü o, Hazreti Ebû Bekr’den rivâyet edilen şu hâdiseye uygun konuştu. “Bir defasında Hazreti Ebû Bekr, evinden mescide namaz kılmak için çıktı. Yolda, ayağı bir karıncaya basarak onu öldürdü. Hazreti Ebû Bekr, karıncayı kaldırdı ve ağlamaya başladı. Allahü teâlâdan karıncanın diriltilmesini diledi. Allahü teâlânın izni ile karınca dirildi ve Hazreti Ebû Bekr, karıncadan yetmiş defa özür diledi. Bu özür dileme, kıyâmet günü kısas yapılması korkusundan idi.
Şakîk-i Belhî (r.a.), İmâm-ı a’zam hazretlerinin cömertliğini şöyle anlattı: “Küfe de Ebû Hanîfe isminde bir zâtın yetiştiğini duydum. Onu görmek için Belh’den Kûfe’ye geldim. Kendisini gördüm. Anlattığı şeyler beni hayretten hayrete düşürüyordu. Birgün arkasından yürüyordum. Sokakta, Ebû Hanîfe hazretlerini gören bir kimsenin yolunu değiştirdiğini gördüm, İmâm hazretlerinin kendisini görmemesi için, başka bir sokağa girdi. Hazreti İmâm, bu durumun kendisi ile alâkalı olduğunu anlayıp, hemen o sokağa girdi. Adama yaklaşıp, “Beni görünce niçin dönüp bu sokağa girdin?” diye sordu. Adam mahcûb bir şekilde, “Efendim, sizden on bin dirhem gümüş karşılığı veresiye bir kumaş satın almıştım. Vâde günü geçtiği hâlde borcumu ödeyemedim. Sizi görünce de, utancımdan bu sokağa girdim” dedi. Hazreti İmâm, “Kardeşim o on bin dirhemi size hediyye ettim. Yeter ki, siz dünyâ malı için bizden utanmayasınız” buyurdu. Ben bu hâli görünce, Ebû Hanîfe hazretlerinin dünyâ için çalışmadığını, din için çalıştığını anladım ve bundan sonra da, o vefât edene kadar yanından (sohbetinden) ayrılmadım.
Ticâretten hâsıl olan gelirini ilim erbâbına dağıtırdı. Sâdece Ebû Yûsuf hazretlerine hergün yüz dirhem verirdi. Birşey yese, birşey giyse, onun mislini, benzerini, ihtiyâcı olana sadaka olarak verirdi. Meselâ, bir elbise giyse, aynısından ihtiyâcı olanlara da hediye ederdi. Talebelerinden biri kendisine kıymetli, çok güzel bir elbise hediye ettiğinde, o da karşılık olarak, onun verdiğinden daha kıymetli, güzel bir elbiseyi talebesine hediye etti.
İhsanı o kadar çok idi ki, oğlu Hammâd mektebde Fâtiha’yı öğrenince, bunu öğreten hocaya bin dirhem hediye etmiştir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 74
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 33, 34
3) Fevâid-ül-behiyye sh. 56
4) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 273
5) Tabakât-ül-fukahâ sh. 77
6) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (Süleymâniye Kütüphânesi Kasidecizâde kısmı No: 677).