Horasan’da yetişen hadîs âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi, Hüseyn bin Mes’ûd bin Muhammed olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. Lakabı Muhyissünne ve Rüknüddîn’dir. Kürk yapıp satardı. Buna nisbetle el-Ferrâ diye tanınır. Babasının bu işi yaptığı, bunun için İbn-ül-Ferrâ diye tanındığı da rivâyet edilmiştir. Şafiî mezhebi âlimlerindendir. 436 (m. 1044) senesinde Horasan’da Herat ile Merv şehirleri arasında bulunan. Bâg köyünde doğdu. 516 (m. 1117) Şevval ayında Merv’de vefât etti. Hocası Kâdı Hüseyn’in yanına defn olundu.
İmâm-ı Begavî (r.a.), fıkıh, hadîs, tefsîr, edebiyat ve diğer ilimlerde meşhûr olup, zamanının bir tanesi idi. Fıkıh ilmini Kâdı Hüseyn bin Muhammed’den öğrendi ve onun en yüksek talebesi oldu. Ayrıca, Ebû Bekr es-Sayrafî, Ebü’l-Fadl el-Hanefî, Ebü’l-Hasen eş-Şîrâzî ve başka birçok âlimler ile görüşüp kendilerinden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ebû Mensûr el-Attârî, Ebü’n-Necîb-i Sühreverdî, Ebü’l Mekârim Fadlullah en-Nûkânî (veya Nevkânî) ve başka birçok zâtlar kendisinden ilim öğrenip icâzet (diploma) aldılar.
İmâm-ı Begavî hazretleri, zamanında bulunan âlimlerin önderi, müslümanların müftîsi, tefsîr sahiblerinin büyüğü, hadîs ehlinin İmâmı idi. Kırâat ilminde de büyük ihtisası vardı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmekte çok dikkatli idi. Çok ibâdet ederdi. Zühd, vera’ ve takvâ sahibi olup, haram ve şüphelilerden uzak dururdu. Hattâ, şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu dahi terkederdi. Bütün hareketleri salâh, doğruluk üzere idi. Kanâat ve tevekkül sahibi idi. Sâde bir hayâtı vardı. Fakirlik hâlinde yaşardı, ilk zamanlarda, yemek olarak kuru bir ekmekle iktifa ederdi. Dostları, sâdece kuru ekmek yemenin, hastalığa sebep olabileceğini söyleyip, başka şeyler de yemesi için ısrar etmelerinden sonra, ekmeğin yanında, bir parça zeytinyağı, kuru incir veya üzüm yemeye başladı, ilmi ile amel eder, Selef-i sâlihînin ve daha önce yaşamış büyüklerin yolundan kıl kadar ayrılmazdı.
Talebelere ders okuturken, temizlik üzerinde çok dururdu. Çok kitap tasnif etmiştir. Fıkıhda, Kitâb-üt-tehzîb, hadîsde; Şerh-üs-sünne, Mesâbih, tefsîrde; Meâlim-üt-tenzil, Kitâb-ül-cem’ı beyn-es sahihayn ve Fetâvâ-i Begavî fetvâ kitabı, yazdığı eserlerin en önemlileridir.
(Şerh-üs-sünne) kitabını te’lîf ettiği zaman, Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâda gördü. Kendisine: “Sünnetimi ihyâ ettiğin, yaşattığın gibi, Allahü teâlâ da seni yaşatsın” buyurmuştu.
(Mesâbih) kitabı, konusunda te’lîf edilmiş olan hadîs kitablarının, ya’nî amel, i’tikâd ve îmân bakımından en şümûllüsüdür. İmâm-ı Begavî bu kitabı, İslâm âleminde, hattâ dünyâca isim yapmış en büyük, en sağlam hadîs kitablarından derlemiş, her hadîsi hangi kitaptan aldığını bildirmişdir. Bu kitapta 4719 hadîs-i şerîf vardır.
Büyük âlim İmâm-ı Begavî buyuruyor ki:
“Kaza, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sahibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryadır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması caiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakidir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecektir. Bir kimse, hazret-i Ali’den (r.a.) kaderi sordukda, “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca: “Derin bir denizdir” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defa: “Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı” buyurdu.”
İmâm-ı Begavî, Ebû Hüreyre’den (r.a.) haber veriyor ki, Resûlullah (s.a.v.) efendimize biri gelip, bir altınım var ne yapayım dedi. “Bununla kendi ihtiyâçlarını al” buyurdu. Bir altınım daha var dedi. “Onunla da çocuğuna lâzım olanları al” buyurdu. Bir daha var dedi. “Onu da, ailenin ihtiyâçlarına sarf et” buyurdu. Bir altınım daha var dedi. “Hizmetçinin ihtiyâçlarına kullan” buyurdu. Bir daha var deyince, “Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin” buyurdu.
İmâm-ı Begavî (Mesâbih) kitabında bildiriyor ki, gasîl-ül-melâike adı ile şereflenmiş olan Hanzala’nın oğlu Abdullah (r.a.) dedi ki, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bile bile bir dirhem gümüş değerinde faiz yemek, otuz zinâdan daha çok günahtır.”
Yine Mesâbih kitabında, İmrân bin Hasin’in bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin en hayırlı ve en üstünleri, zamanımda bulunanlardır. Onlardan sonra en hayırlıları, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra öyle insanlar gelir ki, istenmeden şahitlik ederler ve emîn olmazlar. Hâin olurlar. Adaklarını yerine getirmezler, keyflerine, şehvetlerine düşkün olurlar” buyuruldu.
Yine bu kitapta, Câbir bin Abdullah’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Beni gören ve beni görenleri gören müslümanların hiçbiri Cehenneme girmez” buyuruldu.
İmâm-ı Begavî’nin rivâyet ettiği diğer hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Âlimin yanılmasından sakının ve onunla münâsebeti kesmeyin, düzelmesini bekleyin.”
“Mecliste olanlar yerlerini alıp oturdukları zaman, birisi bir kardeşini da’vet ederek yer verirse; o, bir ikramdır, onu kabûl etsin. Şayet yer göstermezse, müsait olan bir yer bulsun ve oraya otursun.”
“Kimin emrine me’mûr verilir ve kendisi amir olur da onlara gerekli nasîhatta bulunmazsa, Allah, Cenneti ona haram eder.”
Hazreti Râfi bin Ebû Râfi şöyle anlatıyor; “Hazreti Ebû Bekir’in hilâfet makamına seçildiğini haber alınca, hemen Medîne-i münevvereye geldim. Kendisiyle görüşüp, “Ey Resûlullahın (s.a.v.) halîfesi! Siz, iki kişiye dahî başkan olmamayı tavsiye ederdiniz. Nasıl oldu da, bu vazîfeyi kabûl ettiniz” dedim. Bana buyurdu ki, “Resûlullah (s.a.v.), Allahü teâlâya kavuştu. Bu insanlar ise, daha yeni küfürden dönüp İslama girmişlerdi. Şimdi, O’nun vefâtı ile, dinlerinden dönerler, ihtilâfa düşüp birbirlerine girerler diye korktum. İstemiyerek de olsa bu vazîfeyi kabûl ettim.” Bunun üzerine ben birşey demedim.”
Eshâb-ı Kirâmdan Hazreti Berâ bin Mâlik, Yemâme cengindeki hâllerini şöyle anlatıyor: “O gün Müseylemet-ül-Kezzâb’ın üzerine yürüdüğümüzde, karşımıza iri kıyım birisi çıktı. “Yemâme ayısı” diye bilinen bu kimsenin elinde beyaz bir kılıç vardı. Hemen hücum edip, bir kılıç darbesiyle ayaklarını kestim. Sırtüstü yere düştü. Kendi kılıcımı kınına koydum ve onun elindeki meşhûr kılıcı aldım. Bununla boynuna vurduktan sonra, parçalanıncaya kadar o kılıç ile cihâd ettim.”
“Hazreti Ömer halifeliği zamanında, birgün üzüntülü bir şekilde yolda giderken Hazreti Ebû Zer ile karşılaştı. Ebû Zer (r.a.), “Sizi üzüntülü, kederli görüyorum. Bir şeyiniz mi var?” diye sordu. Hazreti Ömer, “Beşir bin Âsım (r.a.) biraz önce, Resûlullah efendimizin şu sözünü nakletti; “Kim müslümanların bir işinin başına geçerse, o hesap günü Cehennemin üzerindeki bir köprüye getirilerek orada durdurulur. Şayet dürüst hareket etmişse kurtulur. Eğer düzgün hareket etmemişse, köprünün üzerine bastığı yeri delinir.
Yetmiş yıllık mesafeden aşağı düşer.” Hazreti Ömer, hadîs-i şerîfi okuyup bitirince, Hazreti Ebû Zer, “Siz, bunu Resûlullahtan (s.a.v.) duymadınız mı?” dedi. Hazreti Ömer “Hayır” deyince, Hazreti Ebû Zer şöyle dedi: “Ben de Resûlullahtan (s.a.v.) şunu işittim. Buyurdu ki; “Müslümanlardan birisini bir me’mûriyete ta’yin eden, hesap günü Cehennemin üzerindeki bir köprüye getirilerek durdurulur. Eğer me’muriyete ta’yin edilen dürüst bir kimse ise, o kurtulur. Dürüst bir kimse değilse, köprü delinir. Oradan, zifiri bir karanlıkta, yetmiş yıllık mesafeden aşağı düşer.” Bu hadîs-i şerîflerin hangisi size daha çok te’sîr etti?” diye sordu. Hazreti Ömer “Her ikisi de bana te’sîr etti. Buna göre, bu kadar ağır mes’ûliyetiyle bu hilâfeti kim üzerine alır?” buyurdu. Hazreti Ebû Zer, “Allahü teâlâ bu işi, kim dürüst ve mütevâzî ise ona verir. Biz sizin hakkınızda iyilikten başka birşey bilmiyoruz. Şayet âdil olmayan birini bir me’muriyete ta’yin etmiş iseniz, onun da vebalinden kurtulamazsınız” buyurdu.
Avf bin Mâlik (r.a.) anlattı: Bir gece Peygamberimiz (s.a.v.), bize bir yerde durup dinlenmemizi emr buyurdular. Herkes devesini çöktürdü. Gece bir müddet sonra dikkat ettiğim hâlde, Resûlullahı (s.a.v.) göremeyince telâşlandım. Aramaya başladım. Sağa sola bakarak gidiyordum. Muâz bin Cebel ve Ebû Mûsâ’nın da aynı telâşa kapıldıklarını gördüm. Bu şekilde baka baka dolaşırken, vadinin üst taraflarından, değirmen uğultusuna benzer bir ses geldiğini işittik. Daha sonra Peygamberimizi görüp telâşımızı anlatınca, buyurdular ki: “Geceleyin Rabbimin katından gelen bir melek, ümmetime şefaat etmekle, onların yarısının Cennete girmesini kabûl etmek arasında beni muhayyer bıraktı. Ben de şefaat etmeyi tercih ettim.” Resûlullah (s.a.v.) efendimiz böyle buyurunca ben, “Yâ Resûlallah! Acaba bize de şefaat edecek misiniz?” diye sordum. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Elbette, sizler de şefaat edeceğim kimselerdensiniz” buyurdular. Daha sonra, Peygamber efendimizle (s.a.v.) birlikte kervanın yanına geldik. Onlar da Peygamber efendimizin kaybolmasından endişeye kapılmışlardı. Resûlullah (s.a.v.): “Bana Rabbimden bir melek geldi. Ümmetimin yarısını Cennete sokmakla, onlara şefaat etmem arasında beni muhayyer bıraktı. Ben de ümmetime şefaat etmeyi tercih ettim” buyurdu. Onlar da Peygamber efendimize (s.a.v.), “Yâ Resûlallah! Acaba biz de şefaat edeceklerinin arasında var mıyız?” diye sordular. Resûlullah (s.a.v.), Eshâbının etrâfına toplanmalarını beklediler ve buyurdular ki: “Şefaatim, ümmetimden Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenleredir. Sizler de şahit olunuz!”
“Ka’b bin Adiy (r.a.) anlattı: Hire hey’eti ile beraber Resûlullaha (s.a.v.) gelmiştik. Bize İslâmiyeti anlattı. Müslüman olduk ve memleketimize döndük. Çok geçmeden Peygamber efendimizin (s.a.v.) vefât haberi geldi. Bu haber arkadaşlarımı şüpheye düşürdü. “Eğer o, Peygamber olsaydı, ölmezdi” dediler. Ben, onların yanlış düşündüklerini anlatıp, “Ondan önce gelen peygamberler de ölmüştür” diyerek, İslâmiyetten ayrılmadım. Daha sonra Medine’ye gitmeye karar verdim. Hazreti Ebû Bekr’in yanına gelerek hâdiseyi anlattım.
Beni, Mısır kralı Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. Mısır’a gittim ve geldim. Hazreti Ebû Bekr’in vefâtından sonra, Hazreti Ömer de beni Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi O sırada, Rumlar ile yaptığımız Yermük savaşı devam ediyordu. Neticeyi bilmiyordum. Götürdüğüm mektûbu Mukavkıs’a teslim ettim. Mukavkıs, “Rumların, Arabları öldürüp hezimete uğrattığını biliyor musun?” dedi. Ben, “Hayır” deyince, “Niçin?” dedi. Ben de, “Çünkü, Rabbimiz, sevgili Peygamberimize (s.a.v.) İslâmiyeti bütün dinlere hâkim kılacağını va’d etti. O, va’dinden dönmez” dedim. O zaman Mukavkıs, “Hakîkaten Arablar Rumları, Ad kavmi gibi kılıçtan geçirdiler. Peygamberiniz doğru söylemiş...” dedi. Bundan sonra Mukavkıs bana, Eshâb-ı Kirâmın (r.a.) ileri gelenlerini sordu. Onlar için hediyeler verdi. Resûlullahın (s.a.v.) amcası Abbâs’a (r.a.) da hediyeler gönderdi. Hazreti Ömer’e durumu bildirdikten sonra, onun emrine girdim. Hazreti Ömer, devlet me’mûrlarına maaşlarını ta’yin ederken, benim maaşımı da Adiy bin Ka’b oğullarının arasına yazdı.”
“Hazreti Âişe vâlidemiz (r.anhâ) anlattı: Eshâb-ı Kirâm bir mes’ele hakkında ihtilâfa düştükleri zaman, babam imdâda yetişirdi. Onlara kesin hükmü bildirir, ihtilâftan kurtarırdı. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) vefât edince, Eshâb-ı Kirâm “Peygamber efendimizi (s.a.v.) nereye defnedelim” diye ihtilâfa düştüler. Hiç kimse bu husûsta bir şey bilmiyordu. Babam, “Ben, Resûlullah (s.a.v.) efendimizden duydum, “Her Peygamber, vefât ettiği döşeğin altına defnedilir” buyurdu” dedi. Eshâb-ı Kirâm (r.a.), Resûlullahın (s.a.v.) mirası ile ilgili olarak ihtilâfa düştüklerinde, babam Ebû Bekr, “Ben Resûlullahtan “Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız sadaka olur” buyurduğunu işittim” dedi ve onları ihtilâftan kurtardı.”
“Muhammed bin İbrâhim et-Teymî (r.a.) anlattı: Abdullah (r.a.) Müzeyneliydi. Abdullah, küçük yaşta yetim kalmıştı. Amcası onu kucağında büyüttü. Ona her zaman çok iyi davranırdı. Abdullah’ın (r.a.) müslüman olduğunu işitince, ona çok kızdı. Üzerinden elbisesini bile soydu. Bunun üzerine Abdullah, annesinin yanına gitti. Durumu anlatınca, annesi kendi çizgili entarisini bozarak oğluna iki parçadan meydana gelen bir elbise dikip giydirdi. Ertesi gün, Peygamber efendimiz (s.a.v.) Abdullah’a (r.a.), “Sen Zülbicâdeyn (iki parçalı elbisesi olan) Abdullah, kapımdan ayrılma” buyurdular. O da Resûlullah (s.a.v.) efendimizin kapısından hiç ayrılmadı. Abdullah (r.a.) birgün kapıda yüksek ses ile Allahü teâlâyı zikr ediyordu. Hazreti Ömer bunu görünce, “Abdullah acaba yüksek sesle zikr yaparak gösteriş mi yapıyor?” diye sorunca, Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Hayır, samîmi olarak yalvarıp yakaranlardan birisi” buyurdular.”
İbn-i Mes’ûd da (r.a.) şöyle anlattı: “Tebük savaşında idik. Bir gece kalktım. Karargâhın bir yerinde ateş yakılmıştı. Hemen o tarafa yürüdüm. Baktım ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer de orada idiler. Zülbicâdeyn Abdullah vefât etmiş, ona bir mezar kazmışlar. Resûlullah (s.a.v.) kabre indiler, Abdullah’ı lahdin içine yerleştirdiler. Üstüne toprak attıktan sonra, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Rabbî! Ben bu akşama kadar ondan memnundum. Sen de ondan hoşnut ol” diye duâ buyurdular.”
İmâm-ı Begavî hazretlerinin Mesâbih-i şerîf isimli kitabından alınan ba’zı hadîs-i şerîfler:
Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Eşyadan bir çift şeyi Allah yolunda sadaka eden kimse, Cennet kapılarından da’vet olunur. Cennette çeşitli kapılar vardır. Çok namaz kılanlar, namaz kapısından da’vet olunur. Cihâd edenler, cihâd kapısından, sadaka verenler, sadaka kapısından, oruç tutanlar, Reyyân kapısından da’vet olunur.”
Hazreti Ebû Bekr, bu hadîs-i şerîfi işitince, “Yâ Resûlallah! Bu kapıların yalnız birinden çağırılmakta zorluk yoktur. Acaba bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır?” diye sorunca, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Evet vardır, ümit ediyorum ki, sen o kimselerdensin” buyurdular.
“Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.); “Bize, her ikram edene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Ebû Bekr’in iyiliğinin, ikramının karşılığını veremedik. Ona Hak teâlâ hazretleri kıyâmette ikramda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana, Ebû Bekr’in malının verdiği fayda gibi, hiç kimsenin malının faydası olmadı. Eğer dost edinseydim, Ebû Bekr’i dost edinirdim. Fakat ben Hak teâlâ hazretlerinin dostuyum” buyurdular. Hazreti Ömer, “Hazreti Ebû Bekr, bizim seyyidimiz, hayırlımızdır, Resûl-i ekreme hepimizden çok sevgilidir” buyurdu.”
Hazreti Aişe vâlidemiz anlattı: “Fahr-i Kâinat (s.a.v.) son hastalığında bana; “Yâ Âişe! Bana, baban Ebû Bekr’i ve kardeşin Abdurrahmân’ı çağır. Bir vasıyyetimi yazdırayım. Çünkü benden sonra birisinin çıkıp, ben halîfe olmak istiyorum, diye söyliyeceğinden korkuyorum. Hâlbuki Hak teâlâ ve mü’minler Ebû Bekr’den başkasının halîfe olmasını istemezler” buyurdu.
Hazreti Ömer rivâyet etti: “Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlâ hakkı, Ömer’in dili ve kalbi üzerine koymuştur” buyurdular. Bu hadîs-i şerîften hemen sonra “Biz Ömer’in söylediğinin hak olduğunu, kalblerin onun sözüyle sükûn bulduğunu uzak görmezdik” hadîs-i şerîfini Hazreti Ali haber vermiştir.
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivâyet etti: “Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Bekr’e; “Ey Allahın Resûlünden sonra insanların en hayırlısı” diye hitap etti. Hazreti Ebû Bekr, “Yâ Ömer! Sen bana böyle söylüyorsun, fakat Resûl-i ekremden duydum, “Ömer’den hayırlı bir kimse üzerine gün doğmamıştır” buyurdular. Ukbe bin Âmir’in (r.a.) haber verdiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.); “Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmiyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu” buyurdu.
Hazreti Âişe vâfidemiz rivâyet etti: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile beraberdik. Bir ara dışarıda bir gürültü ve çocuk sesleri duyduk. Resûl-i ekrem (s.a.v.) dışarı baktılar, Habeşlilerin oynadığını, çocukların da seyr ettiğini gördüler. Bana, “Yâ Âişe! Gel seyret” buyurdular. Ben de gidip, çenemi Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek omuzuna dayayıp seyretmeğe başladım. Bir müddet sonra bana, “Doymadın mı?” buyurdular. “Hayır, doymadım” dedim. Maksadım, O’nun yanında ne derece kıymetimin olduğunu anlamaktı. O sırada Hazreti Ömer göründü. Hemen halk Habeşlilerin etrâfından dağıldı.”
Ebû Sa’îd-il-Hudrî (r.a.) rivâyet etti: “Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizin gök yüzündeki ışıklı yıldızlara baktığınız gibi, Cennet halkı da illiyyîn ehline bakar. Ebû Bekr ve Ömer onlardandır. Fakat onlar, bu mertebeden de yükseğe çıkıp Naîm Cennetine girerler.” (İlliyyîn, Cennetlerin en şerefli mertebeleridir.)”
Hazreti Enes rivâyet etti: “Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Ebû Bekr ve Ömer, Cennetteki erkeklerin, Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra seyyididir” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) mescide girdiği zaman, Hazreti Ebû Bekr ve Ömer’den başka hiç kimse başını yukarı kaldırmazdı. İkisi sanki, Peygamberimize (s.a.v.) tebessüm ederlerdi. Resûlullah efendimiz de onlara bakar tebessüm ederdi.” İbn-i Ömer (r.a.) anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) birgün mescide girdiler. Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer, birisi sağında birisi de solunda idi. Resûl-i ekrem efendimiz onların ellerinden tutmuştu. “Biz kıyâmet gününde bu şekilde kalkarız” buyurdular.”
Ebû Sa’îd-il-Hudrî (r.a.) rivâyet etti: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Her Peygamberin gökte ve yerde ikişer veziri vardır. Benim gök ehlinden olan vezirlerim Cebrâil ve Mikâil’dir (aleyhimesselâmı. Yer halkından olan vezirlerim, Ebû Bekr ve Ömer’dir.”
İbn-i Abbâs (r.a.) anlattı: “Hazreti Ömer, vefât etmişti. Mübârek vücûdu teneşir üzerine konmuştu. Halk toplanmış duâ ediyordu. Birisi arkamda dirseklerini omuzuma dayamış, “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin yâ Ömer! Ümid ediyorum ki, Hak teâlâ seni iki sahibin ile beraber kılar. Çünkü çok defa Resûlullah efendimizden (s.a.v.) işittim; “Ben me’mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me’mûr oldu. Ben işledim, Ebû Bekr ve Ömer de işlediler. Ben çıkarıldım. Ebû Bekr ve Ömer de çıkarıldı” buyurdu. Arkama döndüm, arkamdaki Hazreti Ali idi.”
Hazreti Âişe vâlidemiz anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) evinde yatıyordu. Mübârek baldırları, ya’nî mübârek topukları ve dizleri arası açık idi. Hazreti Ebû Bekr, kapıya gelip izin istedi. Habîb-i ekrem izin verdiler. Hâllerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler. Mübârek baldırları açık olarak yattıkları vaziyette sohbet ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi gittikten sonra Server-i âleme, “Babam Hazreti Ebû Bekr içeri girdi, hiç hareket etmediniz. Hazreti Ömer içeri girince yine aynı vaziyette durdunuz. Hazreti Osman içeri girince doğrulup oturdunuz ve elbisenizi düzelttiniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordum. Cevabında, “Osman çok haya sahibi bir kimsedir. Eğer o hâlde izin verseydim, içeri girip söyliyeceğini anlatmazdı” ve devamla, “Meleklerin haya ettiği bir kimseden ben haya etmez miyim” buyurdular.”
“Hazreti Osman şehid edildiği gün, kendisi evinin muhasara edildiğini anladı. Muhasara edenlere hitaben, “Hak teâlâya yemîn ediyorum ki, siz bilmiyorsunuz. Resûl-i ekrem (s.a.v.) Medine’ye teşrîf etti. Rûme kuyusundan başka içilecek tatlı su yoktu. “Kim Rûme kuyusunu satın alır, kendi kovası ile müslümanların kovasını aynı tutarsa, ona Cennetteki kovası, Rûme kuyusundaki kovasından hayırlı olur” buyurdular. Kendi param ile o kuyuyu satın aldım. Siz, bugün beni o kuyunun suyunu içmeye bırakmıyorsunuz. Deniz suyu gibi tuzlu su içiyorum” buyurdu. Hepsi birden, “Evet öyledir” dediler.
Hazreti Osman, “Allahü teâlâya yemîn ediyorum. Mescid, Eshâb-ı Kirâma (r.a.) dar geliyordu. Resûlullah (s.a.v.), “Falanın yerini kim satın alıp mescide katarsa, Cennette o yerden daha iyisine kavuşur” buyurdu. O yeri kendi malım ile satın aldım, mescide kattım. Siz bugün beni bu mescidde iki rek’at namaz kılmağa bırakmıyorsunuz” dedi. Hepsi, “Evet” dediler.
Hazreti Osman, “Allahü teâlâya yemîn ediyorum. Tebük gazâsında İslâm ordusunu kendi malım ile teçhiz ettiğimi bilmiyor musunuz?” buyurdu. Hepsi birden “Evet” dediler. Hazreti Osman, “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Resûl-i ekrem (s.a.v.) Mekke’de Sebir dağına çıkmıştı. Yanında Ebû Bekr, Ömer ve ben vardık. Dağ sallanmaya başladı. Hattâ taşları döküldü. Resûlullah (s.a.v.) mübârek ayağı ile dağa vurdu. “Yâ Sebir! Sakin ol. Üzerinde bir nebi, bir sıddîk ve iki şehîd vardır” buyurdular. Hepsi tasdik ettiler. Hazreti Osman, “Allahü ekber, Kâ’benin Rabbine yemîn ederim ki, ben şehidim” diye üç kerre tekrarladı. Sonra, “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana, muhasara edenlere mukâbele etmeyip, sabır etmemi vasıyyet buyurmuştu” dedi.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) şöyle anlattı: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) Eshâb-ı Kirâmı birbirleri ile kardeş yapıyordu. Hazreti Ali o sırada orada yoktu. Biraz sonra gelip, “Yâ Resûlallah! Eshâb-ı Kirâmı birbirleri ile kardeş kıldın. Beni kimse ile kardeş yapmadın” diye arzedince, Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Sen, benim dünyada ve âhırette kardeşimsin” buyurdular.”
Ebû Sa’îd-il-Hudrî’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız. Onların şanlarına yakışmayan şeyler söylemeyiniz! Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz.”
Hazreti Ömer’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Eshâbıma dil uzatmakta Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyyet edenler, gücendirenler, Allahü teâlâya eziyyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhazesi, ibret cezası gecikmez, verilir.”
Abdullah bin Zübeyr’in (r.a.) babasından rivâyetle bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Kıyâmet günü Eshâbımdan her biri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği memleketin bütün mü’minlerinin, önlerine düşerek ve onlara nûr ve ışık saçarak Arasat meydanına götürür.”
Havz ve şefaat babında bildirilen hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benim havzımın iki ucunun arası, Île ile Aden arasındaki mesafeden uzaktır. Suyu kardan beyaz, baldan tatlıdır. Bardakları yıldızların sayısından fazladır. Bir kimse kendi havzına başkalarının devesinin girmesine nasıl mâni olursa, ben de ümmetimden başkalarını havzımdan men ederim.” (Île, Kızıldenizin kuzeyindedir. Aden ile arasındaki mesafe birbuçuk aylık yol olup, takriben 1620 km.dir.) Eshâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah! O gün bizi tanır mısınız?” diye sordular. “Evet tanırım. Çünkü, sizin abdest a’zalarınız nurlu olacak, başka hiçbir ümmette bu alâmet olmayacaktır” buyurdu.”
Hazreti Enes’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kıyâmet günü insanlar Arasat’ta toplanır. Bir kısmı diğerinin üzerine dalga vurur, birbirlerine karışırlar. Mahşer halkı hep birden, Âdem aleyhisselâma gelirler, “Rabbinden bizim için şefaat dile!” derler. Âdem (a.s.), “Ben şefaate izinli değilim. İbrâhim aleyhisselâma gidiniz. O Allahü teâlânın Halîlidir” der. İnsanlar ona gelirler. Oda: “Ben şefaate izinli değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Kelimullahtır” der. Ona gelirler: “Ben de şefaat edemem. Îsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Rûhullahtır” der. Ona giderler. O da: “Ben şefaate izinli değilim. Muhammed aleyhisselâma gidiniz” der. Mahşer halkı bana gelirler. Ben: “Şefaat ederim” derim. Şefaat etmek için Rabbimden izin isterim, izin verilir. Hak teâlânın bana bildireceği hamdler ile hamd ederim. Şimdi o hamdler hafızamda yoktur. Sonra yere kapanır, secde ederim. Hak teâlâ bana: “Yâ Muhammed! Şefaat et, kabûl olunur” buyurur. Ben: “Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et, onlara merhamet et” ma’nâsına gelen, “Ümmeti ümmeti” derim” (İki kere buyurması, te’kid için veya nidâ içindir ki, ümmeti kendisine yaklaşsınlar, ateşten korunsunlar. Zîrâ nûr-i şerîfleri ateşi söndürür) Sonra bana: “Yâ Muhammed! Var, kalbinde arpa ağırlığında îmânı olanı ateşten çıkar” buyurulur. Ben de gider, kimin kalbinde arpa ağırlığında îmânı varsa, ateşten çıkarır geriye dönerim. Yine o hamdler ile hamd ederim ve secde ederim. Yine bana, “Yâ Muhammed! Söyle, işitilir, iste, verilir. Şefaat et, kabûl olunur” buyurulur. Ben: “Ya Rabbî! Ümmetime rahmet et!” derim. O zaman, “Kalbinde zerre kadar veya hardal danesi kadar îmânı olanları ateşten çıkar” buyurulur. Giderim, kalbinde zerre kadar îmânı olanları ateşten çıkarırım. Yine dönerim, secdeye varır, niyaz ederim. Ve kalbinde zerre kadar îmânı olanları ateşten çıkarırım. Yine döner, secdeye varır, niyaz ederim. “Git, kalbinde hardal danesinden de çok az îmânı olanları da ateşten çıkar” buyurulur. Gider, böyle îmânı olanları da ateşten çıkarırım. Dördüncü defa da Rabbimden, Lâ ilahe illallah diyenlere de şefaat etmemi isterim. Allahü teâlâ: “Onları ateşten çıkarmak senin üzerine değildir. Fakat, İzzetim, Celâlim, Kibriyâm hakkı için onları elbette ateşten, çıkarırım” buyurur.”
Bilâl bin Hâris’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benden sonra unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkaran kimseye, bunu işliyenlerin sevâbı kadar ecir verilir. Bunların sevâbında azalma olmaz. Buna karşılık, bid’at ve sapıklık çıkaranlardan, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı olmaz. Bu bid’ati işliyenlerin günahları kadar, bid’ati çıkaranın üzerine yükletilir. Bid’at işliyenlerin günahlarında hiç bir azalma olmaz.”
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler, Cehennemden kurtulurlar.”
Yine Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, bu ümmet için her yüz sene başında, bu dîni kuvvetlendiren bir müceddid meydana çıkarır.”
Kur’ân-ı kerîmin faziletleri bölümünde bildirilen hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, gökleri ve yeri yaratmadan bin yıl önce, Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini meleklere okudu. Ya’nî ma’nâlarını ilham etti. Melekler Kur’ân-ı kerîmi duyunca, bu Kur’ân-ı azîmüşşânın indirildiği ümmete müjdeler olsun. Veya Tûbâ ağacı onlar için olsun. Bu Kur’ân-ı hakimi yüklenen kalblere ve okuyan dillere de müjdeler olsun, dediler.”
Tesbih, tahmîd ve tehlîlin sevâbı bölümünde bildirilen hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mi’râc gecesi, İbrâhim aleyhisselâma rastladım. Bana: “Ümmetine selâm söyle. Cennetin toprağının temiz olduğunu, suyunun tatlı, zemininin düz ve ağaçsız olduğunu, orada dikilen fidanın, Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilahe illallahü vallahü ekber olduğunu haber ver” dedi.”
İmâm-ı Begavî hazretleri “Me’âlim-üt-tenzîl” isimli kitabında buyuruyor ki:
“İnsan (Hel etâ) sûresi sekizinci âyet-i kerîmenin nüzûl (inme) sebebini, âlimler şöyle bildirirler: Bir zaman, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyn hasta olmuşlardı. Resûl-i ekrem (s.a.v.), Eshâb-ı Kirâm ile torunlarını ziyârete gitti. Hazreti Ali ve Hazreti Fâtıma’ya hitaben; “Bu iki ciğer köşeleriniz için bir adak adayın” buyurdular. Onlar da, Fıdda ismindeki hizmetçileri ile beraber, çocukları sıhhate kavuşursa, Allahü teâlânın rızâsı için, üç gün oruç tutacaklarını nezr ettiler (adadılar). Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyn sıhhat bulunca, yiyecek birşeyleri olmadığı için, Hazreti Ali, bir Yahudiden üç sa’ (12,6 litre hacmindeki kab dolusu) arpa borç aldı. Üçü de nezrlerini yerine getirmek için oruç tutmaya başladılar. Arpanın üçte birini hizmetçileri öğütüp, beş tane ekmek pişirdi. Çünkü hepsi beş kişi idiler, iftar vakti Hazreti Fatıma (r.anhâ), ekmeklerin her birini hazret-i Ali’nin, Hasen ve Hüseyn’in, hizmetçileri Fıdda’nın ve birini de kendisinin önüne koydu. Kapıya bir miskin geldi (Miskîn, bir günlük yiyeceği bile olmayan fakire denir.) “Ben müslüman fakirlerinden biriyim. Açım. Yemek istemeye geldim” dedi. Önlerindeki beş ekmeği de miskine verdiler. Kendileri su ile iftar edip, ertesi gün için oruca niyet ettiler. Ertesi gün hizmetçi, kalan unun yarısını öğüttü. Bu undan beş tane ekmek pişirip iftara hazırladı, iftar vakti oldu. Tam ekmekleri yemeye başlayacaklardı ki, kapıya bir yetim gelip yemek istedi. Beşi de ekmeklerini o yetime vererek, yetimi sevindirdiler. Kendileri su ile iftar edip, ertesi gün oruca niyet ettiler. Üçüncü gün, hizmetçi, arpanın kalan kısmını öğütüp, beş tane ekmek yaptı. İftar vakti ekmekleri yiyecekleri sırada kapıya birisi gelip, esîrlikten yeni kurtulduğunu, üç gündür birşey yemediğini söyleyince, ellerindeki ekmekleri buna verdiler. Resûlullah (s.a.v.) bunların hâllerini, açlıklarını haber alınca çok üzüldüler. Sonra Cebrâil aleyhisselâm geldi. “Yâ Resûlallah mübârek olsun. Hak teâlâ Ehl-i beytin hakkında âyet-i kerîme gönderdi” diyerek, insan (Hel etâ) sûresini okudu.
Hazreti Ali, Medine dışına çıktı. Bir kimsenin kuyudan su çekip, hayvanlarını sulamakta olduğunu gördü. Ona yaklaşıp, “Sana ücretle kuyudan su çekeyim mi?” buyurdu. O da, “İyi olur” dedi. Bir kova suyu, bir avuç hurma karşılığı ücretle çekmek üzere anlaştılar. Hazreti Ali (r.a.), su çekmeye başladı. Son kovayı çekerken, ip koptu ve kova da kuyuya düştü. O kimse kovanın gittiğine üzülerek, Hazreti Ali’nin mübârek yüzüne bir tokat vurdu. Sonra, Hazreti Ali ile anlaştıklarına göre hurmaları verdi. Hazreti Ali hiç karşılık vermedi. Mübârek elini kuyunun içine uzattı. Allahü teâlânın izni ile kovayı çıkarıp o kimseye verdi. Ve oradan ayrıldı. Evine gelip, hurmaları, Hazreti Fâtıma’ya verdi. Birlikde yerken Hazreti Fâtıma, Hazreti Ali’nin yüzündeki tokat izini görüp, sordu. O ise, gizledi.
Diğer taraftan, Hazreti Ali’ye tokat vuran kimse, onun elini uzatıp kuyudan kovayı çıkarmasına hayret etmişti. Derin derin düşünmeye başladı. Kalbinde bir değişiklik, yumuşaklık hissetti. Kendini çok suçlu ve mahcûb hissetti. “O şahıs, Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbidir. Eğer o din hak olmasaydı, o zât, derin kuyuya elini uzatmakla kovayı çıkaramazdı. Ben ise, böyle bir zâtın yüzüne tokat vurdum. Bu küstahlığı yapan el bana lâzım değildir” deyip, tokat vurduğu elini kesti. Bu kesik eli, diğer eline alıp, huzûru ile şereflenmek ve kendisinden özür dilemek niyetiyle Hazreti Ali’nin yanına gelip kapıyı çaldı. Resûlullah efendimiz de içeride idi. Hazreti Ali kapıyı açınca, elinin biri kesilmiş, kanlar akar hâlde diğer elinde duruyor görünce hayret etti. Gelen kimse bir taraftan ağlıyordu. Hazreti Ali içeri girip, durumu haber verdi. Peygamberimiz (s.a.v.), “Sana hakaret eden kimsedir. Söyle içeri gelsin” buyurdular. O kimse içeri girdi. Resûlullah (s.a.v.), onu bu hâlde görünce üzüldü. “Niçin böyle hatâ işledin?” diye sordular. O kimse ağlıyarak yaptığı hatâyı anlatıp, özür diledi ve îmân etmekle şereflendi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) kesik eli yerine koydu. Mübârek ağzının tükrüğünden bir miktar sürüp duâ buyurdu. Allahü teâlânın kudreti ile, o kimsenin eli, eskisinden daha sağlam oldu.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-2, sh. 259
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 136
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 61
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 75
5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 48
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 12
7) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 157
8) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1257
9) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 193
10) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 102
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 990
12) Eshâb-ı Kirâm sh. 315