AYN-ÜL-KUDÂT HEMEDÂNÎ (Abdullah bin Muhammed)

Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Abdullah bin Muhammed bin Ali bin Hasen bin Ali el-Meyancî es-Sühreverdî el-Hemedânî’dir. Künyesi Ebü’l-Me’âlî’dir. Kâdıların gözbebeği anlamına gelen “Ayn-ül-Kudât” lakabiyle tanınır. Ahmed Gazâlî, Muhammed bin Hamevî’den ilim öğrendi. Sem’ânî, “Abdullah, asrının fazilet sahibi zâtlarından idi. Zekâ ve üstün hâlleri, güzel ahlâkı darb-ı mesel hâline gelmişti. Fakîh, fâdıl, şiirde mehâretli ve ince üsluplu olup, Allahü teâlânın ihsânlarına kavuşan, kerâmetler sahibi bir kimse idi. Tasavvuf yolunda dil ile ifâdesi mümkün olmayan şeyleri çok güzel izah eden eserler yazdı” demektedir. 525 (m. 1131) târihinde vefât etti.

Ayn-ül-Kudât Hemedânî (r.a.) halk arasında çok sevilen, i’tibâr edilen bir zât idi. Bu sebepten kendisini çekemiyenler, hased edenler çıktı. Vezir Ebü’l-Kâsım, bunlardan biriydi. Fakat sultanın sevdiği, devletin ileri gelenlerinden olan Azîz ise, Abdullah Ayn-ül-Kudât’a çok hürmet eder, muhabbetini izhâr ederdi. Bir ara Azîz, bir musibete düçâr olup, bulunduğu mevkiden ayrılınca, vezir Ebü’l-Kâsım, Abdullah Ayn-ül-Kudât imzasıyla, dînin emir ve yasaklarına aykırı olan bir yazı hazırladı.

Devrin âlimlerini toplayıp, bu yazıyı okuttu ve “Böyle söyleyen bir kimsenin dînimizdeki yeri nedir?” diye sordu. Âlimler de, “Öldürülmesi lâzımdır” diye cevap verdiler. Böyle bir iftiraya düçâr olan Abdullah Ayn-ül-Kudât, Hemedan’da idâm edilerek şehid oldu. Ahmed er-Rûyânî anlattı: “Abdullah Ayn-ül-Kudât’ın öldürülme zamanı yaklaşıp, asılmak için darağacına getirildiğinde, Şuarâ sûresinin son âyetini, meâlen; “Zâlimler yakında nereye rücû edeceklerini (döneceklerini) bilecekler” okudu.”

Abdullah Ayn-ül-Kudât’ın hazırladığı eserler: “Zübdet-ül-hakâik” (Bu eserinde, tasavvuf ehlinin sözleri yer alır.), “Medar-ül-uyûb fit-tasavvuf’, “Er-Risâlet-ül-yemîniyye”dir.

Abdullah Ayn-ül-Kudât, “Zübdet-ül-hakâik” isimli kitabında buyuruyor ki: İmâm-ı Muhammed Gazâlî’nin (r.a.) eserlerini mütâlaaya başladım. Tam dört yıl okudum ve inceledim, öyle hoşuma gitti ki, maksadıma kavuştuğumu anladım. Ve kendi kendime, “Ey gönül! Artık Allahü teâlâya kavuşturan yolu buldun. Bundan sonra senin dünyâya meyletmenin sebebi nedir?” dedim. Huccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî’nin (r.a.) eserlerini okumasaydım, şimdiye kadar öğrendiğim ilimlerle yetinmeye karar verecektim, Bu sırada memleketim olan Hemedan’a, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kardeşi, büyük velîlerden Ahmed bin Muhammed Gazâlî (r.a.) geldi. Onun sohbetine yirmi gün kadar devam etmekle şereflendim. Bu yirmi gün içinde, daha önce bende bulunmayan tasavvuf dereceleri, keşifler hâsıl olmaya başladı, öyle bir aşk hâli hâsıl oldu ki, bir an önce bu fâni âlemden çıkıp, Allahü teâlâya kavuşmak istiyordum. Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar yaşasam, yine ölmiyecek miyim? Bu dünyâda kim ebedî kalıp, âhırete göç etmedi? Bundan sonra aldığım her nefeste âhırete olan iştiyâkım (arzu ve isteğim) artıyordu.

Birgün Hemedan’ın ileri gelen âlimleri ile sohbet ediliyordu. Bir ara babam vecde gelip, keşflerini, ma’nevî âlemde gördüklerini anlatmaya başladı. Bunun yanısıra, orada bulunmıyan Ahmed Gazâlî’yi (r.a.) gördüğünü, elbisesinin rengini, hattâ o anda orada sohbeti dinlemekte olduğunu ve kendisini kimsenin görmediğini söyledi. Orada bulunanlardan birisi aşka gelip,

“Benim, ölüme olan arzum çok fazlalaştı” dedi. Ben de, “Madem ki ölümü çok istiyorsun, öyleyse öl!” dedim. O kimse birden tuhaflaştı. Orada ölüverdi. O sohbette zamanın müftüsü de vardı. Bana dönerek, “Diriyi öldürdüğün gibi, ölüyü de diriltebilir misin?” dedi. Ben de, “Ölen kimdir?” diye sordum. Dediler ki, “Fakîh Mahmûd’dur.” Ellerimi açıp, “Yâ Rabbî! Bu fakîh Mahmûd kuluna can ver!” deyince, Allahü teâlânın izniyle derhal dirildi.

Aynı eserde buyuruldu ki: Biliniz ki, ilim üç kısımdır. Birincisi, Âdemoğlunun ilmidir, ikincisi, meleklerin ilmidir. Üçüncüsü ise, mahlûkâtın ve mevcûdatın ilmidir. Bu kısımlardan başka dördüncü kısım vardır ki, bu da Allahü teâlânın ilmidir. Bu ilme, ilm-i meknûn (sır ilmi) de denir. Bu ilmi, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “İlim Çin’de de olsa alınız.” Başka bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.”

Bu kitap, muhibler (Allahü teâlânın dostlarını sevenler) nasîblensin diye hazırlandı. Kitaptan, herkes anlıyabildiği kadarını anlıyacaktır.

Kur’ân-ı kerîmin her harfi, her kelimesi, belki bir köye, belki de bir âlemedir. Belki de her bir kelime, bir talibin maksûdudur. Zeyd’e denilen, Amr’a denilmez. Hâlid’de gördüğünü Bekr’de göremezsin. Sen zanneder misin ki, “Elhamdulillâhi Rabb-il-âlemîn” (Âlemlerin Rabbine hamd olsun) den Ebû Cehl nasîb aldı? Hayır. O, ancak “Kul yâ eyyühel kâfirûn” (Ey Resûlüm de ki: Ey kâfirler...) âyetini işitti. Zira onun nasîbi küfür idi ve kâfirlere olan hitabı işitti. Ancak “Elhamdülillah” Kur’ân-ı kerîmin hepsi, Resûlullah efendimizin nasîbi idi. Onu tam olarak anlamak yine onun nasîbi oldu.

Abdullah İbni Abbâs (r.a.) şöyle anlattı: “Bir gece Emîr-el-mü’minîn Ali bin Ebî Tâlib’in (r.a.) hizmetinde idim. Sabaha kadar, “Bismillahillezî...” ile başlayan âyet-i kerîmeleri tefsîr etti. Kendimi onun yanında, deryaya karşı bir bardak suya benzettim.” Her deryanın bir haddi bir sınırı vardır. Ancak Allahü teâlânın kelâmının bir haddi, sınırı yoktur. Ondan ne kadar kabiliyetin varsa, ona göre bir şeyler alabilirsin.

Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır.” Yine hadîs-i şerîfte; “Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalıdır. Şüphe edilmeyeni yapmak caiz olur. Şüpheli birşeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer fazla çarparsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkîn, olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!” Îmânı olan kimse, büyük günâha düşmemek için, küçük günahtan kaçar.

“Her beldeye tabîb-i hazık olan bir âlim lâzımdır. Bu âlim sebebiyle insanlar tedâvi olur, dertlerine derman bulur. Bu âlimi terk edenler, ilâcı terk etmişler demektir. Böyle kimselere lâyık olan, hastalık içinde bulunmaktır. Enfâl sûresi 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Eğer Allahü teâlâ, ezelî ilminde onlarda hayr ve saadet takdîr etmiş olsaydı, onlara hakkı işittirirdi.” Ya’nî Allahü teâlâ onları hayırlı eyleseydi, onlara hayrı işittirirdi.

İnsanların söz taşımalarını dinleme. Zira hadîs-i şerîfte; “Nemmam (koğucu, söz taşıyan) Cennete giremez” buyuruldu. İnsanların ayıplarını görme. Hadîs-i şerîfte; “İnsanların ayıplarını araştırmayınız” buyuruldu. Sonra müşkil bir mes’ele olursa, ehlini buluncaya kadar sabret Nefsine uyarak sabrı elden bırakma! Zira nefsin senin en büyük düşmanın olup, sabretmene mâni olmaya çalışır. Sen her halükârda sabrı terketme! Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâmın kıssasını unutma! O kıssa hadîs-i şerîfte şöyle anlatılır:

“Mûsâ (aleyhisselâm) Beni-İsrâil’in arasında hutbe okumak için ayağa kalktığında, kendisine insanların hangisi en âlimdir diye soruldu. Mûsâ (a.s.) “En âlim benim” dedi. Allahü teâlâ ona: “İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul var, o senden daha âlimdir” diye vahy indirdi. Mûsâ (a.s.) “Ey Rabbim! Benim için onunla buluşmanın yolu nedir?” diye sordu. Kendisine: “Azık olarak bir zenbilin içine tuzlu bir balık koyarak sırtına al. Bu balığı nerede kaybedersen, o zât oradadır” denildi. Mûsâ (a.s.) yola revân oldu. Onunla birlikte hizmetçisi de yola çıktı. Bu zât Yûşâ bin Nun idi. Mûsâ (a.s.) bir zenbilde bir balık taşıyordu. Hizmetçisi ile birlikte yürüyerek gittiler. Nihâyet bir kayaya vardılar. Orada gerek Mûsâ (a.s.) gerekse hizmetçisi bir miktar istirahat ettiler. Derken zenbildeki balık harekete gelerek zenbilden çıktı ve denize düştü. Allahü teâlâ o ânda suyun akıntısını kesti. Hattâ (su) kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Mûsâ (a.s.) ile hizmetçisi için şaşacak bir şey olmuştu. Mûsâ (a.s.) uyumuş olduğu için bu hâli görmedi. Mûsâ’nın (a.s.) hizmetçisi bu hâli gördü ama ona söylemeyi unuttu (unutturuldu). Günlerinin kalan kısmı ile o geceyi de yürüdüler. Mûsâ (a.s.) sabahleyin hizmetçisine: “Sabah kahvaltımızı getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda müşkilâtla karşılaştık” dedi. Hizmetçi: “Gördünmü, kayaya geldiğimizde gerçekten ben balığı unuttum. Ama onu hatırlamayı bana ancak şeytan unutturdu ve balık denizde şaşılacak bir şekilde yolunu tuttu” dedi. Mûsâ (a.s.): “İşte bizim istediğimiz buydu” dedi. Hemen izlerini ta’kib ederek geriye döndüler. Kendi izlerini ta’kib ediyorlardı. Nihâyet kayaya geldiler. Orada örtünmüş bir adam gördüler. Üzerinde bir elbise vardı. Mûsâ (a.s.) ona selâm verdi. Hızır (aleyhisselâm) O’na: “Ve aleykümselâm sen kimsin?” dedi. “Ben Mûsâ’yım!” deyince, Hızır (a.s.) “Benî-İsrâil’in Mûsâ’sı mı?” diye sordu. Mûsâ (a.s.) “Evet” dedi. Hızır (a.s.), “Sen, Allahü teâlânın ilminden bir ilmi bilmektesin ki, Allah onu sana öğretmiştir. Onu ben bilmem. Ben de Allahın ilminden bir ilim üzereyim ki, onu bana öğretmiştir. Sen bilemezsin” dedi. Mûsâ (a.s.) ona; “Sana öğretilenden, hakkı bana öğretmek şartıyla sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu. Hızır (a.s.), “Sen benimle beraber sabıra takat getiremezsin, iyice bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin ki? Birşey yok ki, ben onu yapmağa me’mur olurum. Sen onu görürsen sabredemezsin” dedi. Mûsâ (a.s.): “Beni inşâallah sabırlı bulacaksın. Sana hiç bir husûsta karşı gelmem” dedi. Hızır (a.s.) ona: “O hâlde bana tâbi olursan, bana hiçbir şey sorma. Tâ ki kendim sana ondan birşey anlatıncaya kadar!” dedi. Mûsâ (a.s.), “Pekâlâ!” cevâbını verdi. Sonra Hızır’la Mûsâ (a.s.) deniz sahilinden yürüyerek yola devam ettiler. Derken yanlarına bir gemi uğradı. Bunlar kendilerini gemiye almaları husûsunda gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır’ı derhal tanıdılar. İkisini de ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. O sırada bir serçe gelerek, geminin kenarına konup, denizden bir yudum su aldı. Hızır (a.s.), “Yâ Mûsâ! Benim ilmim ile senin ilmin, Allahü teâlânın ilmi yanında, serçenin denizden azalttığı su kadar bile değildir” dedi. Sonra Hızır (a.s.) geminin tahtalarından birine vurarak onu çıkardı. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ona: “Bir cemâat bizi parasız gemilerine bindirdiler. Sen onların gemisine kastederek içindekileri batırmak için mi deliyorsun? Gerçekten çok büyük bir iş yaptın” dedi. Hızır (a.s.), “Ben sana, benimle beraber sabıra güç getiremezsin demedim mi!” dedi. Mûsâ (aleyhisselâm), “Unuttuğumdan dolayı beni kınama. Bu işte benim başıma güçlük de çıkarma” dedi. Bundan sonra gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken bir de baktılar ki, bir çocuk diğer çocuklarla oynuyor. Hızır (a.s.) hemen onun kafasından tutarak eliyle başını kopardı ve çocuğu öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.), “Ma’sûm birisini, kısas hakkın olmaksızın öldürdün! Gerçekten yadırganacak birşey yaptın” dedi. Hızır (a.s.), “Ben, sana benimle beraber sabıra güç getiremezsin demedim mi?” dedi. Mûsâ (a.s.), “Bundan sonra birşey sorarsam, bir daha benimle arkadaşlık etme. Benim tarafımdan özür derecesine vardın” dedi. Yine yürüdüler, nihâyet bir köye vararak, köylülerden yiyecek istediler. Onlar, kendilerini misâfir kabûl etmekten çekindiler. Bu şefer o köyde yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır (a.s.) onu doğrulttu. Mûsâ (a.s.) ona, “Bir kavim ki, kendilerine geldik de bizi ne misâfir aldılar, nede doyurdular. Dilesen bunun için ücret alabilirdin” dedi. Hızır (a.s.), “Artık bu seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Sabredemediğin şeyin te’vîlini sana haber vereceğim” dedi ve şöyle izah etti. “Birincisi; gemi, denizde çalışan bir takım fakirlerin idi. Onun için ben gemiyi kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında, her sağlam gemiyi zorla almakta olan bir hükümdâr vardı. Gemiyi zaptedecek hükümdâr geldiği vakit, gemiyi delinmiş bulacak ve bırakıp gidecek. Fakirler de onu tahta ile tamir edeceklerdi, ikincisi; oğlan büyüseydi, kendisi kâfir olacağı gibi, anne ve babasını da küfre sevkedecekti. Bu sebeble biz, onun yerine annesiyle babasına, ondan daha faydalı ve daha merhametli bir evlât vermesini Allahü teâlâdan diledik. Üçüncüsü; bu duvar, şehirde iki yetim çocuğa âit idi. Altında onlara âit bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Allahü teâlâ diledi ki, ikisi de rüştlerine ersinler (âkil ve baliğ olup evlenecek çağa gelsinler) definelerini çıkarsınlar. Bu, Allahü teâlânın bir merhametidir. Ben bunları kendi isteğimle yapmadım. İşte senin, üzerinde sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”

Tâlib, maksûdunun (sevdiğinin) yolunda, olmalıdır. Onlar ihlâslı olurlar. Zîrâ ihlâs, bu yolun kesin şartlarındandır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Kim ihlâs üzere olursa, onun kalbine hikmet menba’ları (nurları) akar.”

Kalb Allahü teâlânın evidir. Dâvûd aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Seni nerede arayayım” deyince, cevâb olarak; “Ben, benim için kalbleri kırılmış, benim için kalbleri harâb olmuşların (evliyânın) yanındayım” buyuruldu. Yine bu ma’nâdaki hadîs-i kudsîde buyuruldu ki: “Yere ve göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Hakîkî îmâna kavuşan kimseler, Allahü teâlânın himâyesinde olurlar. Hakîkate vâsıl olmuşlardır. Bunlar hakkında hadîs-i kudsîde buyuruldu ki: “Evliyâm kubbem (örtüm) altındadır. Onları benden başkası tanımaz. Bunların halleri, halkın anlayışlarına sığmaz. Halkın bunlar hakkında bildikleri, benzetme ve temsilden öteye geçmez. Bunlar öyle bir kâfiledir ki, Allahü teâlâya verdikleri ahde vefa gösterirler.” Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, kalbleri güneşten daha parlak, fiilleri (amelleri) peygamberlerin amelleri gibidir (ya’nî kerâmetleri vardır). Onlar, Allah katında şehîdler mertebesindedirler.”

Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Size bir kavim bildiriyorum ki, onların Allah katında mertebeleri benim gibidir. Ancak onlar, peygamberler şehîdler değildir. Enbiyâ ve şühedâ onlara gıbta ederler. Onlar birbirine, Allah rızâsı için muhabbet ederler.”

Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanlar üç kısımdır. Birinci kısım, hayvanlara benzer. İkinci kısım, meleklere benzer. Üçüncü kısım, Peygamberlere benzer.” Birinci kısımda olanların maksadı, hayvanlar gibi yiyip içmektir. Bunlar hakkında A’râf sûresinin 179. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki; “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha da aşağıdırlar.” ikinci kısımdakilerin maksadı, melekler gibi tesbih, namaz, oruç gibi ibâdetlerdir. Üçüncü kısım insanların hizmeti, maksadı, aşk-ı ilâhi, rızâyı Bârî, muhabbetullah ve Allahü teâlâya teslim olmaktır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İlim taleb etmek, kadın-erkek her müslümana farzdır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 132

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 128

3) Keşf-üz-zünûn sh. 901

4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 455

5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 75

6) Nefehât-ül-üns sh. 471