Irak’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Hayâtı Sincâr’ın Bazâr kasabasında geçti. Kendisi şöyle anlatır: “Küçük yaşta ilim tahsiline başladım. Yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledim. Onüç yaşında Bağdad’a gittim. Orada büyük âlimlerden fıkıh, tefsîr, kelâm, hadîs ve tasavvuf ilimlerini öğrendim. Vaktim, hocalarımdan ders görmekle ve mescidde ibâdet ederek geçiyordu. Bir gece uyumuştum, rü’yâmda Ebû Bekr-i Sıddîk-ı (r.a.) gördüm. Bana “Ey Ali bin Vehb! Sana bu takkeyi giydirmek bana emredildi” buyurdu. Koynundan çıkardığı bir takkeyi başıma giydirdi. Uyandığımda takkeyi başımda gördüm. Birkaç gün sonra, rü’yâmda Hızır aleyhisselâmı gördüm. Bana, “Yâ Ali! İnsanların arasına karış. Onlara dînin emir ve yasaklarını anlat ki, senden istifâde etsinler” buyurdu. Ondan sonraki günlerde, üç defa Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana, “İnsanlar arasına karış, senden istifâde edecekler” buyurdular. Artık insanların arasına karışmaya başladım. Ertesi gün rü’yâmda gâibden bir ses bana, “Ey kulum! Yarattığım bu yerde seni seçtiğim kullarımdan eyledim. Bütün işlerinde sana yardım ettim. Seni, kullarıma rahmet olarak yarattım. Onların arasına karış. Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim emir ve yasaklarımı kullarıma anlat, âyetlerimi onlara açıkla” buyurdu. Bu günden sonra, insanlar bana akın akın gelmeye başladılar. Onlara hocalarımdan öğrendiklerimi anlatmaya başladım.”
Ali bin Vehb-i Sincârî (r.a.), âlim, velî, güzel huylar ve faziletler sahibi idi. Çok güzel konuşurdu. İnsanlar, onun tatlı ve kalblere şifâ olan sözlerini işitmek için etrâfına toplanırlardı. Evliyânın büyükleri dahi onun sohbetlerini kaçırmazlar talebesi olmakla şereflenirlerdi. Bunlar, Süveyd-i Sincârî, Ebû Bekr-i Gârî, Sa’d-i Senabihî gibi büyükler idi. Altıncı asrın sonlarında, seksen yaşlarında Sincâr’da vefât etti. Allahü teâlânın ismini söyleyerek hiç yemîn etmedi. Allahü teâlâya olan hayasından, başını yerden kaldırmazdı. Keşif, kerâmet sahibi bir kimse idi. Vefât ettiğinde, talebeleri arasında kırk tanesi, büyük mertebeler, yüksek dereceler sahibi idi.
Ali bin Vehb (r.a.) birgün talebeleriyle otururken, Magribli Abdurrahmân isminde bir kimse geldi. Torbasından çıkardığı bir gümüş külçeyi Ali bin Vehb’in önüne koyup, “Efendim! Bu gümüşü, fakirlere dağıtmanız için size getirdim. Uygun gördüğünüz kimselere verebilirsiniz” dedi. Ali bin Vehb de, “Fakir olan kim varsa, birer bakır tabak alıp buraya gelsin” diye o kasabada oturanlara haber gönderdi. Herkesin yanlarında getirdiği tabakları, gümüş külçenin etrâfına koydurdu. Sonra kendisi ayağa kalkıp yürüyünce, gelen kapların bir kısmı altın, bir kısmı gümüş ile doldu, iki kaba ise hiçbir şey dolmadı. Gelen gümüş külçeden hiç eksilme olmadı. Herkes tabağını alıp götürünce, Magribli Abdurrahmân bu işin hikmetini sordu. Ali bin Vehb (r.a.), “Kabı altın ile dolanlar günâhı az olup, Allahü teâlânın sevdiği evliyâya muhabbeti olan kimselerdi. Tabağı gümüş ile dolanlar, günahları diğerlerine göre biraz daha çok olanlardır. Tabağına hiçbir şey dolmayanlar da, âlimlere, evliyâya muhabbet beslemiyen ve onları sevmiyen kimselerdi. Ey Abdurrahmân! Görüyorsun, bizim altına, gümüşe ihtiyâcımız yok. Allahü teâlâ bunların hepsini bize ihsân etti. Fakat biz, âhıreti dünyâya tercih ettik. Getirdiğini geri al” buyurdu.
Ali bin Vehb (r.a.) zirâat ile de uğraşır, tarlasını eker, çıkan mahsûlün onda birini uşr zekâtı olarak ayırır, müslüman fakirlere dağıtırdı. Birgün çift sürerken öküzün biri öldü. Öküzün boynuzundan tutup, “Yâ Rabbî! Bunu bize dirilt” diye duâ etti. Allahü teâlâ, haram yemiyen, günah işlemiyen bu sevdiği kulunun hatırını kırmadı, duâsını kabûl edip öküzü diriltti. Ali bin Vehb sabanla toprağı sürerken sabanın kulpuna dokunmazdı. Tohumu toprağa atar atmaz, hemen çimlenerek boy vermeye başlardı.
Vefât ettiğinde, talebeleri kabrinin etrâfında toplandılar, üzüntü içinde birbirlerini ta’ziye ediyorlardı. Üzüntülerinden, oradaki ba’zı bitkilerin yapraklarını koparıp koklamaya başladılar. O anda, Allahü teâlânın izni ile, Ali bin Vehb’in (r.a.) mezarının etrâfındaki yaprakların herbiri, ayrı ayrı renklerde çiçekler açtı, etrâfa misk gibi kokular dağıldı.
Sağlığında, bir grup fakir kimse gelip, kendisinden yiyecek bir tatlı istediler. O da içeri girip su dolu bir tencereye narın yenecek kısımlarını doldurdu. Bu tencereyi fakirlerin önlerine koydu. Fakirler onu yediklerinde, hayatlarında böyle güzel ve hoş kokulu bir tatlı yemediklerini belirttiler.
Ali bin Vehb’in (r.a.) oğlu anlatır: “Babamın zamanında Hemedan halkından Muhammed bin Ahmed isminde bir zât vardı. Onun basireti ya’nî kalb gözü açık idi. Arş’a kadar bütün melekût âlemini görürdü. Bir ara bu hâlini kaybetti. Çok tövbe ve istiğfar etti. Büyük bir velînin kendisine teveccüh ve duâ etmesi ile buna kavuşabileceğini anladı. Eski hâline yeniden kavuşabilmek için, diyar diyar dolaştı. Sincâr’da babamın medhini duyup, huzûruna geldi. Babam ona izzet, ikramda bulunduktan sonra, “Ey Muhammed Hemedânî üzülme! Allahü teâlânın izniyle eski hâlinden daha ziyâdesine kavuşacaksın” deyip gözlerini yummasını emretti. Gözlerini yuman Muhammed Hemedânî, melekût âlemini Arş’a kadar seyretti. Sonra gözlerini açtırıp buyurdu ki; “Bu gördüğün eski hâlin idi. Şimdi de yeni hâlini göreceksin.” Yine gözlerini yumdurdu. Bu defa hiç görmediği yerleri görüp, yedi kat yerin altından, Arş-ı a’lâya kadar seyretti. Tekrar buyurdu ki; “Cenâb-ı Hak sana öyle bir kerâmet ihsân edecek ki, bir anda ufuklara ulaşacaksın.” Bu söz üzerine Muhammed Hemedânî, bir adımda Sincâr’dan memleketi olan Hemedan’a vardı.”
Ali bin Vehb, bir bahçede talebelerine ders verirken, zamanın âlimlerinden Mûsâ Zûlî ile Adî bin Müsâfir huzûruna geldi. Kendisine, “Yâ Ali bin Vehb! Tevhîd ne demektir?” diye sordular. O da, “İşte bu demektir” buyururken, orada bulunan, koca bir kayayı gösterdi. Kaya bir anda ikiye bölünmüştü. Orada bulunanlar hayret ettiler. Bunu işitenler gelip kayayı ziyâret ettiler ve duâlarının kabulü için Ali bin Vehb’i Allahü teâlâya vesile yaptılar.
Ali bin Vehb’in (r.a.), hasta kalblere şifâ olan pek güzel sözleri vardır. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, sevdiği kulunun kalbine, kendini arzu etme isteğini yerleştirir.”
“Talebe iki kısımdır. Mürîd olanlar severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd olanları ise sevilirler, da’vetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar. Artık onların nazarında kâinatın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyı düşünürler. Bu yolda fenâ makamına kavuşurlar.”
“Zühd, üç kısımdır. Farz olan, fazilet olan ve Hakka yakınlığa sebeb olan zühddür. Haramlardan kaçmakla yapılan, farz olan zühddür. Şüpheli olanlardan kaçmak da fazilet olan zühddür. Mübahların fazlasından sakınmak da, Hakka yakınlığı sağlayan zühddür.”
“İhlâs, bütün işleri, insanların rızâsı için değil, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır.”
“Ebedî olarak yaşamak istiyorsanız, Allahü teâlânın emirlerini yapınız, yasaklarından kaçınınız ve cenâb-ı Hakkı devamlı hatırlayınız. Ondan gelenlere râzı olunuz. O zaman, âhıretinizi kazanır, Cennette ebedi, sonsuz olarak yaşarsınız.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kalâid-ül-cevâhir sh. 95
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 162
3) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 138