ADİYY BİN MÜSÂFİR

Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Fadl olup ismi, Adiyy bin Müsâfir bin İsmâil bin Mûsâ bin Mervân el-Emevî bin Hasen bin Mervân bin İbrâhim bin Velîd bin Abdülmelik bin Mervân bin Hakem bin Ebi’l-Âs bin Osman bin Affân’dır. Adiyy bin Müsâfir hazretleri Ba’lebek civarında Beytü Kar denilen yerde 467 (m. 1074) senesinde doğdu. 555 (m. 1160) senesinde Hekkariyye’deki tekkesinde vefât etti ve oraya defn olundu.

Adiyy bin Müsâfir hazretleri, zamanın meşhûr âlimleriyle görüştü ve arkadaşlık yaptı. Bu âlimlerden ba’zıları; Akîl el-Menbecî, Hammâd ed-Debbas, Ebû Necîb Abdülkâhir es-Sühreverdî, Abdülkâdir el-Ceylî, Ebü’l-Vefâ el-Hulvânî ve Ebû Muhammed eş-Şenbekî’dir.

Adiyy bin Müsâfir önceleri dağlarda, ovalarda, sahralarda dolaşır, nefsini ıslâha çalışırdı. Uzun seneler, böyle yaşamaya devam etti. Öyle hâl sahibi oldu ki, vahşî ve yırtıcı hayvanlar ona birşey yapmazdı. Daha sonra Musul civârında, Hekkariyye Dağı denilen bir yerde, büyük bir dergâh yaptırdı. Çeşitli yerlerden insanlar akın akın oraya gelip, ilim ve edeb tahsil ettiler. Evliyâdan çok kimse onun talebesi oldu. Bu dergâhın, zamanında bir benzeri olmadığı söylendi.

Adiyy bin Müsâfir hazretleri, zamanın bereketi, hâller ve kerâmetler sahibi bir zât idi. İbn-ül-Ehdel: “Onun çok kerâmetleri görüldü. Kükremiş bir arslanın yanında onun ismi söylense aslan durur, onun duâsı sebebiyle deniz dalgaları, Allahü teâlânın izniyle sükûnet bulurdu” demektedir.

Ebû Muhammed el-Mukrî, onun kerâmetler sahibi olduğunu şu şiir tercümesi ile anlatır: “Bu Adiyy bin Müsâfir’dir ki, onun şânı, mertebesi çok yüksektir. Onun ismini söylemekle, denizin kabaran dalgaları sükûnet bulur. Sen onun mübârek ismini kükremiş bir arslana söylemiş olsan, o bir adım atmaz. Hattâ bulunduğu yerden bir karış bile ilerlemez. Olduğu yerde çakılmış gibi kalır.”

Ebü’l-Berekât İbn-ül-Müstevfî, Târih-i İrbil isimli eserinde; “Şeyh Adiyy bin Müsâfir’i gördüğümde, ben daha çocuktum. O mübârek zât, orta boylu, esmer renkli ve çok faziletli idi. Onun üstünlüğü ve güzel ahlâkı cildler yazılsa anlatılamaz” demektedir.

İbn-i Şühbe ise bir eserinde; “O, âlim, fakîh bir zât idi. Mücâhede yolunun büyüklerinden biri olup, sabrı çoktu. Başkaları bu mertebeye ulaşamadı. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri kendisini çok medhü sena etti ve evliyâullahın ileri gelenlerinden olduğunu söyledi” diye anlatmaktadır. Ömer bin Muhammed şöyle anlatır: “Adiyy bin Müsâfir hazretlerine yedi sene hizmet ettim. Çok harikulade hâllerini müşâhede ettim. Onlardan biri şudur: Birgün, mübârek ellerine su döküyordum. Bana, “Bir arzu ve isteğin var mı?” buyurdu. Ben de, “Kur’ân-ı kerîmi doğru okumayı çok arzu ediyorum. Fâtiha ve birkaç sûreden de başkası ezberimde değil” deyince, mübârek eliyle göğsüme vurdu. O anda bütün Kur’ân-ı kerîmi ezberimde buldum. Onun huzûrundan çıktığımda Kur’ân-ı kerîmi hakkıyla okuyordum. Birgün bana, “Sen şimdi denizin içinde olan şu altıncı adaya git. Orada bir mescid göreceksin. O mescide gir. Orada bir ihtiyâr var. Ona, “Beni Adiyy gönderdi, i’tirâzı bıraksın. Nefsinden yana çıkmasın de!” buyurdu. Ben de, “Peki efendim” dedim. Fakat nasıl gideceğim diye kalbimden geçirirken, beni omuzlarımdan tuttu. Bir anda, kendimi o adada buldum. Mescidi gördüm. Oraya girdim, heybetli ve tefekküre dalmış bir ihtiyâr gördüm. Kendisine, bana buyurulanın aynısını söyledim. Çok ağladı, duâ ve istiğfar etti. Sonra bana, “Şu anda yedi seçilmiş kimseden biri vefât halindedir. Onun yerinde ben olmayı kalbimden geçirdim ki, sen geldin” dedi. Sonra bir anda kendimi Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin huzûrunda buldum. Bana “O, on seçilmiş kullardan biridir” buyurdu. Ebû İsmâil Ya’kûb bin Abdülmuktedir şöyle anlatır: “Ben, devamlı gezen bir kişi idim. Birgün Adiyy bin Müsâfir hazretleri ile görüşmek istedim. Bir seyahatim esnâsında bir yerde, Hemedan’a gitmekte olan Adiyy bin Müsâfir ile karşılaştım. Bana, “Sen bir yerden geçerken vahşî hayvanlar görüp korkarsan, onlara “Size, Adiyy gitsinler dedi” dersin. Denizde yolculuk yaparken fırtına çıkıp büyük dalgalar olursa, dalgalara “Adiyy bin Müsâfir dursun dedi” dersin” buyurdu. Oradan ayrıldıktan sonra bir yere giderken, yolda karşıma vahşî hayvanlar çıktı. Onlara “Adiyy bin Müsâfir gitsinler dedi” deyince, yerlerinde durdular ve sonra başlarını önlerine eğerek bana hiç zarar vermeden gittiler. Yine birgün deniz yolculuğu yapıyordum, öyle bir fırtına çıktı ki, gemi neredeyse batacaktı. Dalgalar gemiyi bir o tarafa bir bu tarafa yatırıyordu. O anda, Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin bana söylediği sözler aklıma geldi. Hemen “Adiyy bin Müsâfir hazretleri, sizin durmanızı söyledi” dedim. Bunu söyler söylemez, aniden rüzgâr kesildi ve dalgalar durdu. Deniz sâkinleşince, ben de normal seyahatime devam ettim.”

Şeyh Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: “Birgün Adiyy hazretlerinin yanında idim. Adiyy hazretlerine, “Bana gâiblerden birşey göster” dedim. Bunun üzerine bana bir mendil verip, “Bunu gözlerinin üzerine koy ve gözlerini kapat” dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bir süre sonra “Gözlerini aç” buyurdular. Ben de gözlerimi açtım. O andan i’tibâren omuzlarımdaki iki kirâmen kâtibîn meleklerini ve amellerimi satır satır gördüm. Bu hâl üzere üç gün kaldım. Sonra Adiyy hazretlerine, beni bu hâlden kurtarması için yalvardım. Aynı şekilde yüzümü örtüp, tekrar açtılar. Böylece bendeki bu hâl kayboldu ve eski hâlime döndüm.”

“Yine birgün Adiyy hazretleri bana, namaz vakitlerinde Arş’ın altında öten horozun vasıflarını anlattı. Bunun üzerine ben de, “Yâ Üstâd! Bana bu horozun sesini işittirin” dedim. Adiyy hazretleri öğle namazı yaklaştığı vakit beni yanına çağırdı ve “Kulağını benim kulağımın yanına koy” dedi. Ben de denileni yaparak kulağımı kulağının yanına koydum. Ben, o anda Arş’ın horozunun sesini duydum ve kendimden geçtim. Bir saat sonra kendime gelebildim.”

Ebû İsrâil bin Abdülmuktedir şöyle Anlatır: “Ben, bir dağda üç sene tek başıma yaşadım. Bu sırada kitabımın ikinci cildini yazıyordum. Ben kitabımı yazarken, yanıma kurtlar gelir, beni koklarlar ve yalarlardı. Sonra, bana hiç zarar vermeden yanımdan giderlerdi. Bu duruma ben çok şaşırırdım. Kendi kendime, “Eğer bu kurtların böyle olmasını sağlıyan bir velî varsa, o muhakkak Adiyy hazretleridir. Belki şimdi yanımdadır ve bana selâm da verir” diye düşündüm. O anda selâmının sesi geldi ve gördüm ki, Adiyy hazretleri yanımda duruyor. Ben, bütün olanları ona anlattım. Bunun üzerine ayağa kalktı ve mübârek ayağını yere vurdu. Yerden çok güzel bir su fışkırdı. Sonra ikinci defa ayağını yere vurdu. Oradan da bir nar ağacı yetişti. Sonra bana dönerek, “Ben Adiyy’im. Lâkin bunların hepsi, Allahü teâlânın izni ile oldu. Yâ İsrâil, buraya gel ve bu ağacın meyvesinden ye ve bu pınarın suyundan da iç!” buyurduktan sonra oradan ayrıldı. Ben, orada iki sene daha kaldım.”

Şeyh Ömer şöyle anlatır: “Ben birgün Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin yanında idim. O sırada bir kısım insanlar onu ziyâret için geldiler. Aralarında Hatîb Hüseyn isimli bir zât vardı. Adiyy hazretleri bu zâta dönerek “Yâ Hatîb Hüseyn! Sen ve yanındakiler falan yere gidin, bir miktar taş çıkarın ve bahçenin yanına getirin, onunla bahçenin duvarlarını yapacağız” buyurdu. Hatîb Hüseyn hiç i’tirâz etmeden yanındakileri alarak, söylenilen yere taş çıkarmaya gittiler. Adiyy hazretleri de o yerdeki dağın eteğine gitti. Onlar taşları çıkararak aşağıya yuvarlıyorlardı. Bir ara yuvarlanan taş bir kişiye isâbet etti. O kişi hemen öldü. Bunun üzerine Hatîb Hüseyn bağırarak; “Falancaya taş çarptı ve Allahü teâlânın rahmetine kavuştu” dedi. Hatîb Hüseyn’in sesini Adiyy hazretleri işitti. Onların yanına gelerek, ölen kimsenin yanında durdu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Duâ bitince o şahıs hemen ayağa kalktı. Kendisine hiç taş değmemiş gibi sapasağlamdı.

Yine birgün Adiyy hazretlerinin yanına gittim. Adiyy bin Müsâfir evliyânın hâllerinden ve menkıbelerinden anlatıyordu. Bir ara Adiyy hazretleri, “Falan yerde bir kimse vardır. O anasından doğma kördür. Aynı zamanda baras hastası ve hâl sahibi bir zâttır” dedi. Ben içimden, “Adiyy hazretleri himmet etseler, o kimse o durumdan kurtulsa” dedim. Daha sonra onun yanından ayrıldım. Başka birgün yine Adiyy bin Müsâfir’i ziyârete gittim. Adiyy hazretleri bana, “Yâ Ömer! ihtiyâç hârici hiç konuşmamak şartıyla, bana bir seferde arkadaş olur musun?” dedi. Ben de “Evet” dedim. Bulunduğumuz yerden çıkarak yola koyulduk. Ben Adiyy hazretlerini ta’kib ediyordum. Beriyet denilen yere geldiğimizde, açlıktan yürüyemez hâle geldim ve Adiyy hazretlerinden geride kaldım. Geri dönerek bana, “Yâ Ömer! Yürüyemiyor musun?” dedi. Ben de “Yâ Üstâd! Çok acıktım ondan yürüyemiyorum” dedim. Bunun üzerine biraz ileride duran bir ağacın meyvalarını toplıyarak bana verdiler. Ben de onları yedim ve ayaklarıma kuvvet geldi. Sonra yürümeye devam ederek bir köye vardık. O köyün içinde bir çeşme vardı. Çeşmenin yanındaki ağacın altında, gözleri kör ve baras hastası bir genç oturuyordu. O genci görünce, Adiyy hazretlerinin birkaç gün önceki konuşmaları aklıma geldi. Kendi kendime, “Adiyy hazretleri herhalde bu gence duâ etmeye geldiler. Bu duânın bereketiyle bu genç bu hâlden kurtulur” diye düşündüm. O anda Adiyy hazretleri bana dönerek, “Senin kalbinde ne vardır?” dedi. Ben de “Allahü teâlânın hürmetine duâ buyur da, bu genç şifâ bulsun” dedim. O zaman, “Yâ Ömer! Benim sırlarımı açığa çıkarma” deyince, ben de onun sırlarını açıklamıyacağıma dâir yemîn ettim. Adiyy bin Müsâfir, çeşmenin başına gidip abdest aldı. Sonra gelip iki rek’at namaz kıldı. Sonra o gencin yanına gelip mübârek eli ile onu mesh etti ve “Bi iznillahi, Allahü teâlânın izni ile kalk” dedi. O genç de hemen ayağa kalktı. Sanki hiç kör ve baraslı değilmiş gibi sapasağlam oldu. Daha sonra o köyün halkı gelip, Adiyy hazretlerinin yanına oturdular. Adiyy bin Müsâfir onlarla bir süre hikmetlerden konuştu. Sonra dergâhımıza gitmek için yola çıktık. Kısa bir zaman yürüdükten sonra gördüm ki dergâha gelmişiz.”,

Muhammed Reşâ da şöyle anlatır: “Birgün bir yere gidiyordum. Geçtiğim yol çok acâib dikenlerle kaplı idi. Ben kendi kendime, “Birçok insan buradan atlarla geçerler. Biz de ayakkabı ile geçmemize rağmen bu dikenler bizi rahatsız ediyorlar, Adiyy hazretleri ise buralardan yalın ayak geçer. Şimdi o ne yapar?” diye düşündüm ve ağladım. O anda Allahü teâlâ benim kalb gözümü açtı. Adiyy hazretlerinin nûrdan birşeyin üzerinde yürüdüğünü, yerden yedi zrâ’ kadar yüksekte olduğunu ve dikenlerin ona zarar vermediğini gördüm.”

Şöyle anlatılır: “Birgün bir grub halk, Adiyy hazretlerinin yanına geldiler ve “Bize kerâmetlerinden ba’zılarını göster” dediler. Adiyy hazretleri, “Ey kardeşlerim, öyle insanlar vardır ki, şimdi bu ağaçlara secde edin dese, hepsi secde ederler” buyurdu; Sonra ağaçlara doğru işâret etti. İşâret ettiği ağaçların hepsi secde ettiler.”

Recâ’î el-Barestekî şöyle anlatır: “Birgün Adiyy hazretleri dergâhından çıktı. Bir müddet yürüdükten sonra, beni yanına çağırdılar ve “Yâ Recâ’î, sen işitiyor musun? Bu kabrin sahibi nasıl bana yalvarıyor ve benden yardım istiyor” dedi ve eliyle bir kabre doğru işâret etti. Ben o kabre baktığımda, kabirden çok acâib bir siyah dumanın çıktığını gördüm. Sonra Adiyy hazretleri o kabrin başına giderek, Allahü teâlâya onun affedilmesi için duâ etti. Sonra o mezarın üzerinden çıkan siyah dumanın kaybolduğunu gördüm. Adiyy hazretleri beni yanlarına çağırarak, “Yâ Recâ’î, Allahü teâlâ bunu affetti ve bundan azâbını kaldırdı” dedi. Sonra kabirde bulunan zâta “Yâ Hüseyn, senin hâlin iyi midir?” diye sordular. O kabirdeki zât da,

“Evet, benim hâlim iyidir. Allahü teâlâ benden azâbını kaldırdı” dedi. Sonra Adiyy hazretleriyle dergâha döndük.”

Şöyle anlatılır: “Emîr İbrâhim Mihrânî zamanında, Cerâhiyyet kalesinde bir grub sûfi cemâat vardı. Emîr İbrâhim, Adiyy hazretlerini o kadar çok severdi ki, o sûfiler bunu kıskanırlardı. Hiçbiri Adiyy bin Müsâfir’in derecesine ulaşamamışlardı.

Emîr İbrâhim’in yanına geldiklerinde, emîr onlara Adiyy hazretlerinin menkıbelerinden anlatırdı. Birgün emîr İbrâhim’e, “Eğer biz onun yanına gidebilseydik ona altından kalkamıyacağı sorular sorarak onu mahcûb ederdik” dediler. Bunun üzerine emîr İbrâhim onları Adiyy hazretlerinin dergâhına gönderdi. Onlar Adiyy bin Müsâfir’in huzûruna gelip oturdular. Birisi Adiyy hazretlerine birşeyler sordu. Fakat Adiyy hazretleri onunla konuşmayıp sükût etti. O konuşan kimse, Adiyy hazretlerinin sorduğu suâllerin cevâbını bilemediğini sandı. Adiyy bin Müsâfir onun düşüncesini anladı ve oradakilere, “Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki; şu iki dağa birleşin dese, hemen birleşirler” buyurdu. O gelen sûfiler, karşıdaki bir dağ ile diğer bir dağın birleştiğini gördüler. Bu duruma çok şaşırdılar. Sonra Adiyy hazretleri o dağa işâret etti. Dağ tekrar eski hâline geldi. Sûfîlerin hepsi, hemen Adiyy hazretlerinden özür dileyerek, tövbe ettiler. Bir müddet daha dergâhda kaldılar. Daha sonra memleketlerine döndüler.”

Adiyy bin Müsâfir hazretleri buyurdu ki: “İnsanlara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden (haram, günah ve çirkin şeylerden) koruyan, sahip olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmayı sağlayan, kendine mahsûs terbiye usulleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir. Talebe ise; Allahü teâlânın sevdikleri ile beraber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sahibi ve her işte tevâzu üzere olan, âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile dinleyen kimsedir.”

“Allahü teâlânın evliyâsı, yemek, içmek ve uyku ile, başkasının hakkında konuşmakla, birisine vurmakla bu makama kavuşmadı. Ancak mücâhede ve riyâzet çekmekle kavuştu.”

Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür.”

“En küçük bid’atten bile kaçınmayandan, zararı dokunmasın diye siz ondan kaçın.”

“İlimden yalnız konuşma ile yetinen ve hakîkati ile sıfatlanmayan helak olur. İbâdet yaparken, fıkhın gereğini yerine getirmeyen ibâdet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi öğrenirken vera’ sahibi olmıyan aldanır. Kendisine lâzım olan işleri yapan ise kurtulur.”

“Elinden hârikalar zuhur eden birini görürseniz, hemen o hâline aldanmayın. Hak teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasını görünceye kadar dikkatli olun.”

“İyi ahlâk; herkese sevdiği şeye göre muâmele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye yabancılık çektirmemektir. Âlimlerle otururken, dinleyenin makamı anlatılandan yüksek olsa da, onları gönül açıklığı ile dinlemektir. Ma’rifet ehli ile otururken, huzûr içinde bulunmaktır. Gaye bu zâtlardan istifâde ise, bundan başka yolu yoktur.”

Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1. İ’tikâdü Ehl-üs-sünnet vel-cemâat, 2. Vasâya.

İ’tikâdü Ehl-üs-sünnet vel-cemâat adlı eserinde Ehl-i sünnet i’tikâdını şöyle anlatmaktadır:

Allahü teâlânın kullarına verdiği ilk ve en büyük ni’meti, onların kalblerini îmâna açması ve kalblerine îmânı yerleştirmesidir. Allahü teâlâ Kur’ânı kerîmde meâlen; “Ey mü’minler! Biliniz ki, aranızda Allahın Resûlü var. Eğer o birçok işlerde size uysaydı, siz muhakkak darlığa düşerdiniz. Fakat Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi ve kalblerinizde onu güzelleştirdi. Küfrü, nifakı ve isyanı ise, size iğrenç kıldı. İşte bu vasıfta olanlar, hidâyete erenlerdir” buyuruyor (Hucurât-7).

Bu ni’metten sonra, Allahü teâlâyı bilmek en büyük ni’mettir. Allahü teâlâyı bilmek dînen vâcibdir. Aklen vâcib değildir. Zîrâ Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Kim doğru yolda giderse, ancak kendisi için doğru yolda bulunur. Kim de sapıklık ederse, yalnız kendi aleyhine sapıklık yapar. Hiçbir günahkâr da başkasının günâhını taşımaz. Bir de biz, bir peygamber göndermedikçe azâb etmeyiz” buyuruyor, (İsrâ-15). Allahü teâlâyı bilmek aklen vâcib olsaydı, âyet-i kerîmede, “Biz peygamber göndermedikçe” yerine, “Onlara akıl rızkını vermeden azâb etmeyiz” denirdi. Bunun ikinci delîli, Peygamber efendimizin buyurduğu şu hadîs-i şerîftir: “İlim öğreniniz. Zîrâ ilim öğretmekte Allahü teâlâdan korkmak vardır. İlmi taleb etmek ibâdettir, müzâkeresi tesbihtir, İlmi araştırmak cihaddır. Bilmeyene öğretmek sadakadır. Allahü teâlâ ilimle bilinir ve O’na ilimle kulluk edilir. Allahü teâlâya ilimle tevhîd edilir, ilim, amelin önünde gelir, amel ona tâbi olur. Allahü teâlâ, ilimle birçok kavimleri yüceltir ve onları hayra vesile, kendilerine uyulan imamlar ve fikirlerine müracaat edilen son mercilerden kılar.” Üçüncü delîl olarak deriz ki, Eğer Allahü teâlâyı akılla bilmek gerekseydi, her akıllı ârif (Allahü teâlâyı bilen) olurdu. Halbuki kâfirlerden birçok akıllı zannedilen insanlar çıkıyor ama, Allahü teâlâyı tanımıyorlar. Bu da göstermektedir ki, ma’rifetullah akılla ele geçmemektedir. Ba’zı fıkıh âlimleri, “Allahü teâlâ hidâyet nûru ile bilinir” dediler. Ba’zıları da, “Allahü teâlâ bize kendisini tanıttı. Böylece biz de onu tanıdık” dediler. Her iki söz de aslında birdir.

Allahü teâlâyı bildikten sonra, O’nun kazasına, kaderine, hayrına, şerrine, azına, çoğuna, acısına, tatlısına, mahbûbuna (sevgili gelene) ve mekrûhuna (kötü gelene) rızâ gösterip, hepsinin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak ve teslim olmak büyük ni’mettir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah, kime hidâyet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, îmân teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi olur. Allah, îmân etmiyenler üzerine, böyle azâb bırakır”, buyuruyor (En’âm-125). Peygamber efendimiz (s.a.v.) birgün buyurdu ki; “Ümmetimden bir kavim gelecek, Allahü teâlâyı inkâr edecek, fakat bunu hissetmeyeceklerdir (farkında olmayacaklardır).” Eshâb-ı Kirâm bunun üzerine, “Yâ Resûlallah! Onlar nasıl diyecekler?” diye sordular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Onlar hayrı Allahtan, şerri ise, İblîs’ten ve nefslerimizdendir diyecekler ve sonra buna Kur’ân-ı kerîmi şâhid gösterecekler, böylece Allahü teâlâyı ve Kur’ân-ı kerîmi inkâr edeceklerdir” buyurdu. Şayet şer, Allahü teâlânın irâdesi ile olmasaydı, o zaman Allahü teâlâ âciz olurdu. Âcizin de ilâh olması caiz değildir. Zîrâ ilâhın mülkünde, O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Şayet Allahü teâlâ küfrü dilemeseydi, İblîs’i yaratmazdı” buyurdu.

Îmân; söz, amel ve niyettir, ibâdetle parlar, günahla kararır. Bunun delîli Peygamber efendimizin (s.a.v.) Cibril hadîs-i şerîfindeki şu sözüdür: Cebrâil aleyhisselâm îmân nedir? diye sorunca, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Îmân; Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanmak; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan ayında oruç tutmak ve gücü yetenin hacca gitmesidir.”

Bundan sonra, Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı, olduğuna, mahlûk olmadığına inanmaktır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâya kullarının kelâmından en sevgili geleni, kendi kelâmıdır (Kulun Kur’ân-ı kerîm okumasıdır). Yine O’na, kendi kelâmından daha üstün kelâm yoktur” buyurdu.

Yine inanmalıdır ki, Allahü teâlâ âhırette bilinmeyen ve anlaşılmayan şekilde görülecektir. Kâfirler ise, görmekten mahrûm olacaklardır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. O yüzler Rablerine bakarlar buyurdu (Kıyâmet-22, 23). Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Muhakkak ki, onlar (kafirler) o kıyâmet günü Rablerinin rahmetinden menedilmişlerdir” (Mutaffifîn-15). Peygamber efendimiz (s.a.v.) birgün Eshâb-ı Kirâma: “Önünde bulut olmayan ayı görmekte şüphe eder misiniz?” diye sorunca, Eshâb-ı Kirâm “Hayır, yâ Resûlallah!” dediler. Yine Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Önünde bulut olmayan güneşi görmekte şüphe eder misiniz?” diye sorunca, Eshâb-ı Kirâm yine, “Hayır, yâ Resûlallah!” dediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine: “İşte böylece Rabbimizi göreceğinizde de şüphe etmeyiniz” buyurdu.

Allahü teâlânın sıfatlarına da inanmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyuruldu: “Yer yüzünde olan her canlı fânidir. Fakat azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı, bâkîdir” (Kamer-26, 27) “Mazlûma Allahın yardım edişi şundandır: Çünkü Allah (dilediğine kadirdir) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Gerçekten Allahü azîmüşşan Semî’dir (herşeyi işitir), Basir’dir (herşeyi görür)” (Hac-61).

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın her gece rahmeti dünyâ semâsına iner ve Allahü teâlâ buyurur ki: Benden isteyen yok mu? Ona istediğini vereyim. Mağfiret dileyen yok mu? Onu bağışlayayım. Tövbe eden yok mu? Onun tövbesini kabûl edeyim.” buyurdu. (Müellifîn burada, bu hadîs-i şerîfin birkaç değişik rivâyetini kayd eder ve bu hadîs-i şerîfi onsekiz Sahâbînin bildirdiğini, lâfızların değişik, ma’nânın bir olduğunu bildirir.)

Yine inanmalıdır ki; Allahü teâlâ, cihetten, nasıllıktan, benzerlikten ve ortaklıktan münezzehtir. Yine inanmak lâzımdır ki: Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en hayırlısı; Hazreti Ebû Bekr, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra da Hazreti Ali’dir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Benden sonra insanların en hayırlısı; Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir.” Hazreti Ali, birgün Kûfe minberinde hutbe okurken buyurdu ki: “Ey insanlar! Resûlullahtan işittim, buyuruyordu ki: “Allahü teâlâ bana Ebû Bekr’i baba (kayınpeder), Ömer’i müşavir, Osman’ı sened, Ali’yi de yardımcı edinmemi emretti. Bu dördü, benim halîfelerim, ümmetime huccetimdir (delîlimdir). Bunları, mü’minler ve müttekîler sever, münâfık ve şakiler ise buğz ederler.” Bunların üstünlüğü hilâfet sırasına göredir. Şayet üstünlük akrabalıkla olsa idi, Abbâs’ın ve Hamza’nın (r.anhüm) daha üstün olmaları gerekirdi. Zîrâ amca, amca oğlundan daha yakındır. Hazreti Mu’âviye hakkında kötü söz söylememelidir. Ona dil uzatan sapık olur. Çünkü Hazreti Mu’âviye mü’minlerin dayısıdır. Çünkü, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kayınbirâderidir. Aynı zamanda vahiy kâtibi idi. Resûlullah onu Cennetle müjdeledi. Peygamber efendimiz (s.a.v.), ondan, râzı olarak vefât etti.

Eshâb-ı Kirâm arasında geçen olaylar hakkında konuşmamalıdır. Zîrâ Allahü teâlâ onları peygamberlerine bağışladı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Eshâbım arasında, ba’zı sürtüşmeler olacaktır. Fakat Allahü teâlâ o sürtüşmeleri, onların benim zamanımda yaşamaları sebebiyle affedecektir.”

Yine inanmalıdır ki, ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek haktır. Münker ve Nekir’in suâl sormaları haktır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem ahırette (kabirde), sabit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbit eder. Tevhîde bağlı kılar. Allah, zalimleri (kâfirleri) şaşırtır ve Allah dilediğini yapar” buyuruyor (İbrâhim-27)

Yine inanmalıdır ki, kabir sıkması, kabir azâbı ve ni’meti haktır. Hesâb haktır, Mîzân haktır. Mîzân’ın iki kefesi vardır. Burada kulların iyilikleri ve kötülükleri tartılır, iyilikleri ağır gelen Cehennemden kurtulur, iyilikleri: hafif gelen Cehenneme gider. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden mü’min olanlarına şefaati haktır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Ben şefaatimi, ümmetimden büyük günâhı olanlar için sonraya bıraktım” buyurdu.

Yine inanmalıdır ki, Sırat haktır. Dînimizde bildirildiği üzere haktır. Kıldan ince, ateşten daha sıcak, kılıçtan keskin, uzunluğu dünyâ senesiyle otuzaltı senedir. Üzerinden sâlih mü’minler şimşek gibi geçecek, fâcirler altındaki Cehenneme düşeceklerdir. Peygamber efendimize ikram olunan havz haktır. Cennet ve Cehennem haktır. Cennet, iyilere ve Allahü teâlânın dostlarınadır ve ebedîdir. Cehennem ise, fâcir ve günahkârlaradır ve ebedidir. Cennetle Cehennem arasında, Allah tarafından bir münâdî şöyle seslenir: “Ey Cennet ehli Cennette, ey Cehennem ehli Cehennemde ölümsüz olarak kalınız.”

Kâfir olan Cehennem ehli, Cehennemde ebedî olarak kalıcıdır. Allahü teâlâ hepimizi bundan muhafaza buyursun. Âmin.

Buraya kadar anlatılan i’tikâd, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdıdır. Bu i’tikâdı, Cebrâil (a.s.) Hak teâlâdan Peygamber efendimize (s.a.v.), Eshâb-ı Kirâm, Peygamber efendimizden Ehl-i sünnet âlimleri vasıtasıyla bize, bizden de kıyâmete kadar nakledilecektir. Kim bu âlimlerin bildirdiği i’tikâda zerre miktarı muhalefet ederse, Allahü teâlânın ve Resûlünün yoluna muhalefet etmiş ve bid’at sahibi olur. Allahü teâlâ, onun farzını ve nafile ibâdetlerini kabûl etmez. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve mü’minlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhırette de kendisini Cehenneme koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir” buyuruyor (Nisâ-115), Peygamber efendimiz de (s.a.v.) buyurdu ki: “Benî-İsrail, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Hıristiyanlar da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı Kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukta; “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Kalâid-ül-cevâhir sh. 85

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 137

3) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 147

4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 275

5) El-A’lâm cild-4, sh. 221

6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 254

7) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 179

8) İ’tikâdü Ehl-is-sünneti vel-cemâa. Süleymâniye Kütüphânesi Şehîd Ali kısmı No: 2763/5