O’na tâbi’ olmak, yâ’ni O’na uymak, O’nun gittiği yolda yürümektir. O’nun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i İslâm) denir. O’na uymak için, önce imân etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır Bunlardan sonra, mübahlarda da O’na uymağa çalışmalıdır.
Îmân etmek, ona tâbi’ olmağa başlamak ve se’âdet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ O’nu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete davet için gönderdi ve Sebe’ sûresi, 28. âyetinde, “Ey sevgili Peygamberim (s.a.v.) Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti müjdelemek ve bu se’âdet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum.” buyurdu.
Meselâ, O’na uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O’na uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylûle etmek) yani öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ O’nun dîni emir ettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, O’nun dininde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. O’nun dininin emri ile fakîre verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzusu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Emîr-ül-Mü’mînîn Ömer (r.a.), bir sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, cemaate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu. Eshâb dediler ki, geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır. Emîr-ül-Mü’mînîn buyurdu ki, (Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemaatle kılsaydı, daha iyi olurdu). İslâmiyetden sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip nefslerini körletiyor ise de, İslâmiyete uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfaatden ibâret kalır. Halbuki, dünyânın hepsinin kıymet ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının itibarı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden daha çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. İslâmiyet’e tâbi’ olanlar ise, lâtif cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançlar pek çoktur. Bazan bir saatlik çalışmaları yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyet’e uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir.
Böyle olduğunu kendi kitabının çok yerinde bildirmiştir. Meselâ, İmrân sûresi otuzbirinci âyetinde: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlâ’nın da, sizi sevmesini istiyorsanız bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever” buyuruyor.
İslâmiyet’e uymayan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezaya sebep olur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresi, yetmişikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, O’nun Resûlüne (s.a.v.) itaat edilmedikçe, O’na itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette muhakkak böyledir,” buyurdu ve bazı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisa sûresinde, yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmede, bu iki itaati ayrı görenlerden şikâyet buyurarak “Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yahudiler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed, aleyhisselâma inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azapları hazırladık.” diye bildirdi.
Bütün insanlara önce lazım olan şey, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îmân ve i’tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhiyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberiyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmetde kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allah’ın Peygamberinin ve O’nun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.
Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, (İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit)’dir.
Evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi aleyh) diyor ki, “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi.”
Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmak (Ahkâm-ı İslâmiyye)’yi beğenip, seve seve yapmak ve O’nun emirlerini ve İslâmiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hürmet etmektir ve O’nun dinini yaymağa uğraşmak demektir ve dinine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri zelîl, hakîr ve aşağı tutmaktır.
İki cihan se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. O’na tâbi’ olmak için îmân etmek ve Ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Âhirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün, hâller ve bütün ilimler Resûlullah’ın (s.a.v.) yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi’ olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi’ olabilmek için, onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O’nun düşmanlarından uzak durmaktır. O’nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yani gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin divânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz, iki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. Cem’i zıddeyn muhaldir.
Bu dünyâ ni’metleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olarak geçirilirse, se’âdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi’ olmadıkça, herşey hiçtir. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele birşey geçmez.
Resûlullaha (s.a.v.) tâbi’ olmak yedi derecedir:
Birincisi, ahkâm-ı İslâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmaktır. Bütün müslümanların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemiştir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin imânını kabûl etmektedir.
İkincisi, emirleri yapmakla beraber, Resûlullahın (s.a.v.) bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemektir. Tasavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullahda (s.a.v.) bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmaktır. Bu derece, tasavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makamda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itaat eder ve bütün ibâdetler, hakîki ve kusursuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayırlı işler hakîkî ve kusursuz olmaktır. Bu derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûstur. Bu rasîh ilimli âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin mânâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün peygamberlerin eshâbı böyle idi. Hepsinin nefsleri imân etmiş, mutmainne olmuştur. Böyle tâbi’ olmak, ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bid’atlerin hepsinden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler gayb olmuştur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryasından kurtulmak, imkân haricinde kalmıştır.
Bid’atler, âdet hâlini almıştır. Halbuki âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve sünnet olamaz.
Beşincisi, Resûlullaha (s.a.v.) mahsûs kemalâta, yüksekliklere tâbi’ olmaktır. Bu kemâlât, ilim ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lütf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük peygamberler ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullahın (s.a.v.) mahbubiyyet ve ma’şûkıyyet kemâlâtına tâbi’ olmaktır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur ve lütf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücudunun her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah (s.a.v.) gibi, aynı kaynaktan, herşeyi alır.
O’na uymanın ufak bir zerresi bütün dünyâ ni’metlerinden ve âhiret se’âdetlerinden kat kat üstündür.
İnsanlık meziyeti ve şerefi O’na tâbi’ olmaktır.
Resûlullaha (s.a.v.) uymak için müslümanların Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden birinde olmaları temel şarttır.
“Îmân, Allah’a ve meleklere ve kitâblara ve peygamberlere ve kıyâmet gününe ve hayrın şerrin Allah’ın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına inanmakdır.”
“Müslümanlık beş şey üzerine kurulmuştur: Birincisi, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun Peygamberi olduğuna inanmak. İkincisi, her gün beş vakit namaz kılmak; üçüncüsü senede bir kerre malın kırkda birini müslüman olan fakîrlere, zekât vermek; dördüncüsü Ramazan-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak; beşincisi, Mekke-i mükerreme’ye giderek ömründe bir kere hac etmek.”
“Allah’ın kitabında ve benim sünnnetimde bulamadıklarınızı Eshâbımın sözlerinden alınız. Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın birbirinden ayrılıkları rahmettir.”
“Eshâbımı incitmekte Allahü teâlâdan korkunuz. Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten beni incitendir. Beni inciten de Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder.”
“Benî İsrail, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nâsâra da yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı kiram bu fırkanın kimler olduğunu sorduk da, “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.”
“Allahü teâlâ size namazı, orucu, zekâtı farz ettiği gibi, Ebû Bekr’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz eyledi.”
Ali (r.a.) dedi ki, Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki: “Benden sonra halîfe Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen (r.a.) olacaksın.”
“Önce inen kitâblar, bir harf, yani kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirilmektedir: Zecr, emir, helâl, haram, muhkem, müteşabih ve misâller. Bunlardan helâli helâl biliniz! Haramı haram biliniz! Emîr edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve kıssa olanlardan ibret alınız. Muhkem olanlara uyunuz! Müteşabih olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir, deyiniz.”
“Sözlerin en iyisi Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.”
“Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilâhîdir.”
“Bir müctehid âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîften bir hüküm çıkarırken, isâbet ederse buna on sevâb verilir. Hatâ ederse, bir sevâb verilir.”
“Âdem ve bütün peygamberler benimle öğündüğü gibi ben de ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu’man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır, onları yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.”
“Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır. Birincileri ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır.”
“Kıyâmete yakın ilim azalır, cehâlet artar ve ilmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir.”
“İlim Çin’de de olsa alınız.”
“Namaz dinin direğidir. Namaz kılan kimse dinini kuvvetlendirir.”
“Namaz kılmayan elbette dinini yıkar.”
“Namaz, mü’minin miracıdır.”
“Mü’min tüccâra benzer. Tüccâr sermâyesini kurtaramadıkça kâr edemez. Bunun gibi farzı, kılmayıp kazası olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ onun namazlarını kabûl etmez.”
“Amelsiz söz kabûl olmaz. Niyyetsiz amel kabûl olmaz. Sünnete uygun olmazsa hiçbiri kabûl olmaz.”
“Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”
“Günâh işleyeni eliniz ile men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz. Bu ise îmânın en aşağısıdır.”
“Fitne veya bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zamanda hakkı bilen, bilgisini müslümanlara duyursun. Hakkı, yani doğru yolu bildiği hâlde, müslümanlara duyurmayanlara Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lanet eylesin. Allahü teâlâ bu kimsenin farzlarını ve nafile ibâdetlerini kabûl etmez.”
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın kıymetini, hastalıktan önce sıhhatin kıymetini, dünyâda âhireti kazanmanın kıymetini, ihtiyârlamadan gençliğin kıymetini, fakirlikten evvel zenginliğin kıymetini.”
“Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnadır. Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günâh yapınca hemen tevbe etmek.”
“Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellâh diyerek cevap vermek.”
“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” buyurdu. (Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir) dediler. “Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sahiplerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır.”
“Yâ Ebâ Hüreyre! Allah’dan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah’a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdeti ilâhiyyesi şöyle carî olmuştur ki, her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.”
“Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacaat eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticârette çalışıp helâl para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mübah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.”
“Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir.”
“Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız.”
“Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. Âhirette ise Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.”
“İki gün aynı hâlde bulunan” yani her gün ilerlemeyen, bir şey öğrenmeyen, aldandı ziyan etti.”
Hurma ağaçlarını nasıl aşılamalarının uygun olacağını soran Eshâb-ı kirama; “Tecrübe edin: Bir kısım ağaçları, babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen’de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın.” buyurmuştur.
“Yabancı dil öğrenin, düşman şerrinden böyle kurtulursunuz.”
“Beş şeyi yapan kadın Cehennemden kurtulur: Beş vakit namazını kılar, Ramazan ayında oruç tutar, zevcini, anasını, babasını üzmez. Yüzünü ve saçlarını yabancı erkeklere göstermez. Dünya sıkıntılarına sabreder.”
“Müslümanların en iyisi, en faydalısı, zevcesine karşı iyi ve faydalı olandır.”
“Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız. Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz, öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız.”
“Sonra yaparım diyenler helak oldu.”
“Günahına tevbe eden hiç günâh yapmamış gibidir.”
“Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dertle, belâ ile imtihan eder. Bazısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bazısı da bozuk olarak çıkar.”
“Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir.”
“Eshâbım hasta olmaz, İslâm dîni hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder, acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar.”
“Allahü teâlâ haram olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır.”
“Vatan sevgisi îmândandır.”
“Cennet ana-babanın ayağı altındadır.”
“Baba hakkı için diyerek yemîn etmeyiniz. Yemîn, Allah ismi ile olur.”
“Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız.”
“Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.”
“Aklın alâmeti nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup Allah’tan af ve merhamet beklemektir.”
“Ben, lâ’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim.”
“İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.”
“Allahı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim.”
“Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak yalnız ziyâret edene kıyâmette şefaat etmek bende hakkı olur. Bana selâm verene ben de selâm veririm.”
“Şefaatime inanmayan O’na kavuşamaz.”
“İnsanın dîni arkadaşının dîni gibidir.”
“Din bilgisi iki kısımdır: Biri kalbde olan faydalı bilgilerdir. İkincisi dil ile anlatılan zâhir bilgileridir.”
“Her yüz senede bir müceddit gelir. Bu dîni kuvvetlendirir.”
“İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar kötü olur. Bu kalbdir.”
“Şirkten sakınınız. Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.”
“Zikrin en kıymetlisi (Lâ ilahe illallah) demektir.”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayratı ve hasenatı yok eder.”
“İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir.”
“Mü’min vekâr sahibi olur, yumuşak olur.”
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
“Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı severse, Allahü teâlâ da ona, kavuşmayı sever.”
“Evliyâ ol kimsedir ki, onlar görülünce Allah hatırlanır.”
“Fitne uykudadır. Bunu uyandırana Allah lâ’net eylesin!”
“Üç kimse imânın tadını bulur: Allah’ı ve Resûlünü (s.a.v.) herşeyden daha çok sever. Yalnız Allah’ın sevdiği kimseleri sever. Îmâna kavuştuktan sonra kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur.”
“Ey eshâbım! Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helak olursunuz. Cehenneme gidersiniz. Bir zaman gelecek ki, o zamanın mü’minleri emirlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennemden kurtulurlar. O zamanda îmânı olanlara müjdeler olsun.”
“İslâmiyet garip, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda başladığı gibi garip olarak geri döner. Garip olan müslümanlara müjdeler olsun.”
“Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahlûklarına acımaktır.”
Müslüman olmayan bazı meşhûrların Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ve İslâm dîni hakkındaki sözleri şöyledir:
Târihe dünyânın en büyük askerî dehalarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransa İmparatoru Napoleon şöyle diyor:
“Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed bütün eski dünyâya bildirdi. Arabistan tamamiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (s.a.v.) kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmail, Mûsâ ve Îsâ’nın Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan aryenler, hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Rûhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı doğmaları yapmaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzûrunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed (s.a.v.) onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, O’nun ne babası ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
Dünyanın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle diyor ki: Hazret-i Muhammed aleyhisselâm gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Hazret-i Muhammed aleyhisselâm gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar bütün yerler birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât sanki bir şimşekti. O’nun etrâfındaki bütün insanlar, O’ndan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider, İslâm dinini ve Kur’ân-ı kerîmi inceledikten sonra şunları söylemiştir:
“İslâm dîni yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâmiyet’i benim gibi seveceklerdir. Ben, İslâm dininin Peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslâmiyet’in çok süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine herşeyden evvel sadeliği, mantıkî olması ve peygamberinin büyük tevâzuu, (alçak gönüllülüğü) sözünü dâima tutması, yakınlarına ve müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlığı yüzünden İslâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabûl edilmiştir.”
Dünyaca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı. Türkiye Târihi adlı eserinde Muhammed aleyhisselâm için şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? O’nun eserlerini ve târihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir manevî ilhamın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devam eden bir “Fikir” (Yani İslâmiyet) yalan olamaz. Bunun çok samimi ve çok inandırıcı olması gerekir. O’nun hayatı, uğraşmaları, memleketininin hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşehrileri arasında türlü hâdiseler çıkartmak ve kendini adetâ kurban yerine koymak gibi hâllere tahammül etmesi, Medine’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan itimadı, en büyük felâket zamanında bile duyduğu insan üstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, sözlerini kabûl ettirme hırsı, sonsuz ibâdeti, Allah’la mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devam eden şan ve şerefi, zaferleri O’nun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imâna sahip bulunduğunu gösterir.
Filozof, Hatip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni doğmalar koyan ve yirmi büyük dünyâ İmparatorluğu ile bir büyük İslâm devleti kuran kişi: İşte Muhammed (s.a.v.) budur!
İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün; acaba O’ndan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”
Bu arada son yıllarda Avrupa ve Amerikalı çeşitli araştırıcılar tarafından yapılan târih boyunca en büyük insan kimdir, en mükemmel insan kimdir, gibi araştırmalarında, gerek insan zihni vasıtasıyla ve gerekse kompüterlerle yapılsın dâima “Hazret-i Muhammed’dir (s.a.v.)” hükmü ile neticelendiğini de unutmamak gerekir.
HİLYE-İ SE’ÂDET
Eshâbına nasîhatdan sonra,
Fahri âlem dedi, benden sonra,
Hilye-i pâkimi, görse biri.
Olur o, yüzümü görmüş gibi;
Gördükde, hubbu hâsıl olsa,
Ya’nî hüsnüme âşık olsa,
Beni görmeği etse arzu,
Kalbi, sevgimle olsa dolu.
Cehennem olur, ona haram,
Rabbim, Cenneti eder ikram,
Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak,
Olur gufranına, Hakkın mülhak.
Denildi ki, hilye-i Resûli,
Severek yazsa, birinin eli.
Eder Hak, onu korkudan emîn.
Belâ ile dolsa, rûy-i zemin,
Hastalık görmez, dünyâda teni
Ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.
Günâh etmiş ise de, bu adam,
Cehennem cismine, olur haram,
Âhıretde azâbdan kurtulur,
Dünyâda, her işi, kolay olur.
Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,
Dünyâda, Resûlü görenlerle.
Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,
Başlarız, ona oldukça imkân,
Sığınarak zül celâle,
Vasfederiz âcizâne.
İttifâk etdi, bu sözde ümem,
Kırmızı beyazdı, Fahr-i âlem.
Mübârek yüzü, hâlis ak idi,
Gül gibi, kırmızımtırak idi.
İnci gibi, yüzündeki teri,
Pek hoş eylerdi, güzel cevheri.
Terleyince, O menba’ı sürür,
Dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.
Görünürdü gözü, dâim sürmeli,
Kalbleri çekerdi, güzel gözleri.
Akı, beyaz idi gayetle,
Meth eyledi Rabbi; âyetle.
Siyahı anın, değildi ufak,
Bir idi, ona, yakınla uzak.
Geniş, güzel ve latifdi gözü,
Nûr saçardı hep, mübârek yüzü.
Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,
Gece, gündüz gibi, olurdu kavi.
Bakmak arzu etseydi, bir yere,
Cism-i pâkide dönerdi bile.
Başa tâbi’ ederdi cesedi,
Bunu terk etmemişdi ebedi.
Hem, cism idi, Resûl-i ekrem
Yaraşır, rûh-i mücessem desem.
Güzel, hem sevimli idi. Resûl,
Hakka çok, sevgili idi. Resûl.
Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,
Hilâl gibi, açık kaşlı idi.
İki kaşı arası, her zemân,
Gümüş gibi görünürdü, ayan.
Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,
Derisi, berrak, hem de parlakdı.
Siyah kaşları mihrabı ânın;
Kıblesi idi, bütün cihanın.
Ortası, yüksekçe görünürdü,
Yandan bakınca, mübârek burnu.
Çok güzel idi, çekme ve latif,
Edemez gören, O’nu tam ta’rîf.
Seyrek idi, dişlerinin arası,
Parlardı, sanki inci sırası.
Ön dişleri, etdikçe zuhur,
Her tarafı, kaplardı bir nûr.
Gülse idi, iki cihan serveri,
Canlı cansız, herşeyin peygamberi.
Görünürdü ön dişleri, pek afif,
Dolu daneleri gibi, çok latif.
İbn-i Abbâs der, Habîb-i Huda,
Gülmeğe, eyler idi, istihyâ.
Hem hayasından O, dînin senedi,
Kahkaha etmedi derler, ebedî.
Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,
Dâim eyler idi, bakmağa hicâb.
Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,
Zâtı aynaydı, yüce Mevlâya.
Nûrlu idi, hep o vech-i hasen,
Bakılmazdı, tenevvüründen.
Gönüller aldı O güzel Nebî,
Aşıkı oldu yüzbin sahâbî.
Bir kerrecik görenler, rü’yâda,
Dediler, böyle zevk yok, dünyâda.
Hem güzel yanakları, bileler,
Fazla etli değildi, diyeler.
Anın etmişdi, cenâb-ı Halık,
Severek, yüzün ak, alnın, açık.
Boynunun nûru, ederdi her ân,
Saçları arasında, leme’an.
Mübârek sakalından, iyi bil,
Ağarmışdı ancak, on yedi kıl.
Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,
Her uzvu gibi idi, mevzûn.
Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,
Gayet ak idi ve gayet berrak.
Eshâb içinden, çok ehl-i edeb.
Karnı, göğsiyle, birdi dedi, hep.
Açılsaydı, mübârek sinesi,
Feyz saçardı, ilim hazinesi.
Aşka olunca, mahall-i teşrîf,
Başka olur mu, o sadr-ı şerif?.
Mübârek sinesi, geniş idi,
İlm-i ledün, ona inmiş idi.
Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebir,
Sanırdı görenler, bedr-i münîr,
Ateş-i aşk-ı zât-ı ezeli,
Odlara yakmışdı, O Güzeli.
Bilir elbet bunu, pîr-ü civan,
Yassı kürekliydi, Fahr-i cihan.
Sırtı ortası hem, etli idi,
Kerem sahibi, devletli idi.
Gümüş teninde, letâfet vardı,
İrice mühr-i nübüvvet vardı,
Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,
Sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi bize, edenler ta’rîf,
Bir büyük ben idi, mühr-i şerif,
Rengi, sarıya yakın, karaydı,
Güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfına çevirmiş, sanki hatlar,
Birbirine bitişik, kılcağızlar.
Anlatanlar, O âlî nesebi,
Dedi, iri kemikliydi Nebî,
Her kemik iri, merdâne idi,
Sûreti, sîreti şahâneydi.
Mübârek a’zâsının her biri,
Uygun yaratılmışdı hem, kavi.
Çok hoş idi, her uzvu ânın,
Âyetleri gibi, Kur’ân’ın.
Elleri ayası, O sultânın,
Ayakları altı, dahi ânın.
Geniş ve pâkidi, nâzik mergûb,
Taze gül gibi latif ve mahbûb.
Çok mevzûn idi, der ehl-i nazar,
O kerâmetli, mübârek eller.
Selâm verseydi, birine eğer,
Tebessüm ederdi hep, Peygamber.
Bir iki gün, geçseydi aradan,
Hattâ uzasaydı da, bir aydan.
Belli olurdu, hoş kokusundan,
O kimse, adamlar arasından.
Billur gibiydi, ten-i bîmûyu,
Nice medh edeyim, ol pehlûyu.
Dostu seyr etmek için, o şerîf,
Göz olmuşdu, bütün cism-i latif.
Kemâl üzereydi, nâzik teni,
Hallâk göstermişdi, hikmetini.
Yokdu, göğsünde, karnında asla,
Hiçbir kıl, sanki gümüş levha.
Göğsü ortasından aşağı yalnız,
Bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.
Bir siyah hat, mübârek bedeninde,
Hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.
Bütün ömründe kalmışdı, keza,
Gençlikde gibi, mübârek a’zâ.
İlerledikçe, sinn-i Nebevî,
Tazelenirdi hep, gonca gibi.
Hem dahi, kâinatın sultânı,
Zan eyleme ki, ola pek yağlı,
Ne zaif, ne de pek etli idi,
Mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.
Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,
Birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.
Etmiş, ol beden sarayın üstâd,
Adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.
İ’tidâl üzere idi, pak teni,
Nûra gark olmuşdu, bütün bedeni.
Orta boylu idi, O Sidre mekân,
Ortalık, Onun ile buldu nizâm.
Seyreden mu’cize-i kametini,
Dedi hep, medhedip hazretini.
Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,
Boyu, hem huyu, hem yüzü güzel,
Orta boylu iken, Nebî,
Uzun kimseyle yürüseydi.
Ne kadar, uzun olsa idi, o er,
Yine yüksek görünürdü, Peygamber.
Uzun boylu olandan O cevher,
Yüksek idi, el ayası kadar.
Bir yola gitseydi, izzetle,
Hızlı yürür idi, gayetle.
Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,
Yürürken, eğilirdi önüne.
Ya’nî, bir yokuşdan iner gibi,
Dâim önüne, az eğilirdi.
Şanlı, şerefli idi, O Celîl,
İftihar eylerdi, rûh-ı Halîl.
Bir zâtı ki, murâd ede Huda,
Her a’zası, olur elbet a’lâ.
Yolda giderken, eğer bir kimse,
Ansızın, Resûlullahı görse,
Korku düşerdi, kalbine ânın,
Yüksekliğinden, Resûlullahın.
Hem de biri, Nebî ile, müdâm,
Sohbet ederek, söylese kelâm,
Sözlerindeki lezzet ile, ol,
Kul olurdu, kabûl etse Resûl.
Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel,
Hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel.
Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,
Yaratıldık hep, senin hürmetine.
Hâsılı, ey Şâh-ı iklim-i vefa,
Sana canım da feda, herşey fedâ!
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tefsîr-i Taberî (Câmi-ül-beyan)
2) Tefsîr-i Kurtubî
3) Tefsîr-i Mazharî
4) Tefsîr-i Şeyhzâde (Beydavîhaşiyesi)
5) Tefsîr-i Kebîr (Mefâtih-ül-gayb)
6) Tefsîr-i Ebus-Suûd
7) Tefsîr-i Hüseynî
8) Ahkam-ül-Kur’an (Cessâs)
9) Sahîh-i Buhârî
10) Sahîh-i Müslim
11) Sünen-i Ebî Dâvûd
12) Sünen-i Tirmizî
13) Sünen-i Nesâî
14) Sünen-i İbn-i Mâce
15) Muvatta
16) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel
17) Hakim Müstedrek
18) Taberanî Mu’cem (Kebîr, Evsat, Sagîr)
19) Beyhekî (Sünen)
20) Umdet-ül-kâri
21) Sîret-i İbn-i Hişâm
22) Ravd-ül-ünf (Süheylî)
23) Megâzî (Vakidî)
24) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
25) Ensâb-ül-Eşrâf (Belezûrî)
26) Târîh-üt-Taberî (Târîh-ül-ümem vel-mülûk)
27) El-Kâmil fi’t-târîh (İbn-ül-Esir)
28) El- Vefâ bi ahvâl-i Mustafa
29) Hasâis-ül-Kübra (İmâm-ı Süyûtî)
30) İnsan-ul-uyun (İbrâhîm Halebî)
31) Siyer-i alam-ün-nubela
32) Siyer-i Halebî
33) Es-Sire (Zeyni Dahlan)
34) Huccetullahı al’elâlemîn (Yûsuf Nebhanî)
35) Medaricûn nübüvve (Abdulhak-ı Dehlevî)
36) Mearicûn nübüvve (Altı parmak)
37) Mevahibu ledünniyye ve Zerkânî şerhi
38) Envar-ül-Muhammediyye
39) Şifa-i şerîf (Kâdı lyaz)
40) Delâil-ün-nübüvve (Ebû Nuaym)
41) Şemail’l-ür-Resûl (Tirmizî)
42) Delail’ün-nübüvve (Beyhekî)
43) Hamîs (Diyar-ı Bekrî)
44) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye
45) Eshâb-ı Kirâm
46) Delâil-ül-hayrat
47) Caliyet-ül-ektar
48) Mevlid-i şerif risalesi (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) yazma
49) Mektûbât (İmam-ı Rabbânî)
50) İsbat-ün-nübüvve (İmâm-ı Rabbânî)
51) Kısas-ı Enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa)
52) Eşî’ât-ül-lemeât (Abdulhak-ı Dehlevî)
53) Ecdâd-ı Peygamberi (Seyyid Abdülhakîm Arvasî) yazma
54) Herkese Lâzım Olan Îmân
55) Kitab-ul-iber (İbni Haldûn)
56) Rehber Ansiklopedisi cild-1 2, sh. 235