HİLYE-İ SEÂDET

Sevgili Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve açık olarak İslâm âlimleri tarafından senetleri, vesîkaları ile yazılmıştır. Bu bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadîs-i şeriflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir. Binlerce siyer kitabı arasında Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdetini bildiren en meşhûr kitaplar, İmâm-ı Tirmizî’nin “Eş-Şemail’ür-Resûl” adlı eseri ve Kâdı Iyâd’ın “Şifa-i şerîfi” İmâm-ı Beyhekî’nin ve İsfehanî’nin “Delâil’ül-Nübüvve” adlı kitapları meşhûrdur.

Hadîs-i şeriflerden ve Eshâb-ı kiramın bildirdiği haberlerde Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdeti şöyle, bildirilmektedir.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, bütün uzuvları ve sesi bütün insanların yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlaktı. Neşeli olduğu zaman yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği alnından belli olurdu. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbât eden yüzlerce hadîse kitaplarda yazılıdır. Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp, bakardı. Mübârek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı.

Gözlerinin karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübârek kaşları ince ve arası açıktı. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başının büyüklüğü gayet normaldi. Mübârek ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı. Ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman, dişleri arasından nûr saçılırdı. Allahü teâlâ’nın kulları arasında, ondan daha fasîh ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları kendine çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeler sayılmak mümkündü. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed (s.a.v.) gibi konuşulacakdır. Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Peygamberimizin mübârek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak, hem de kuvvetliydi. Kolları, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi, ayaklarının altı çok yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri iriydi. Göğsü genişti.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.

Mübârek saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi. Saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını kısaltırdı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Husûsi berberleri vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.

Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve sevimliydi. Siyah değildi. O, Arab idi. Arab, lügatte güzel demektir. Arabistanlı olduğu için Arab denilmektedir. Nitekim babası Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nûrdan dolayı ikiyüze yakın kız evlenmek için Mekke’ye gelmişti. Fakat, onunla evlenmek Âmine’ye nasip olmuştu.

Mısır halkı esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara habeş denir. Zengibar halkına zenci denir. Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu’da Arab diye tanıttıkları için siyah denmektedir. Bu ise yanlıştır.

Peygamber efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek dişleri görünürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nûru, duvarlar üzerine ışık verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı. Fakat mübârek gözlerinden yaş akar, göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zen de namaz kılarken ağlardı.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.

Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Çünkü O’nun mübârek teri, miskten ve çiçekten daha güzel kokardı. Güzel huyların hepsi Resûlullah’ta (s.a.v.) toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış değildi. Bir müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübârek eli ile kimseyi döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzu ederek, iyi muâmele de bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mübârek rûhu, melekler âlemindeydi.

Resûlullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat, güç getiremezdi. Halbuki kendisi hayasının çokluğundan mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Zekât malı almaz, fakat hediye alırdı. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi.

Peygamber Efendimizi (s.a.v.) metheden onbinlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, Resûlullahı (s.a.v.) methetmekten aciz olduklarını beyan etmişlerdir.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, tarihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte bunların her biri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Peygamberimizin (s.a.v.) sadece idâreciliği, dehası, askerî, sosyal ve diğer yönlerini görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhiri vasıflarını, batın âlimleri de batınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulema-i rasihîn denilen hem zâhir ve hem de batın bilgilerinde üstad ve Peygamberimize (s.a.v.) varis olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve aşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gelmektedir. O, Resûlullah’daki (s.a.v.) nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, O’na aşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helada bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arz etmişti. Bir keresinde de “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim” demişti. Resûlullah’ın (s.a.v.) güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahhareden, mü’minlerin annesi Hazreti Âişe idi. Hazreti Âişe âlim, müctehid, akıllı, zekî, edib idi. Gayet belîğ ve fasîh konuşurdu. Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını, helâl ve haramları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullahı (s.a.v.) metheden şu iki beyti Hazreti Âişe söylemiştir:

“Ve lev semi’ü fî mısre evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû
Le âserne bilkat’il külûbi alel eydi.”

“Eğer Mısır’dakiler, Onun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, (Güzelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek, için saklarlardı. Zelihâyı (Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek) kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın (s.a.v.) parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

Gene Hazreti Âişe buyuruyor ki “Bir gün Resûlullah (s.a.v.) mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun” buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter danelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resûlullah (s.a.v.) kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını (alnımı) öptü ve “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim” buyurdu. Ya’nî senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı (s.a.v.) severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için aferin ve takdîr olmaktadır.

Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîmin kalbi olan “Yasin” suresindeki “Yasin” kelimesidir. Ulemâ-i Rasihîn’in büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî hazretleri, “Yasin”, (Ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habibim) demektir.” buyurmuştur. Bu deryanın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullahın (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryatlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sahibi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdadî hazretleri de Resûlullaha (s.a.v.) olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasidelerinden birinde şöyle yazmaktadır:

Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.

Kâ’be kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim.
Misâfirinim dememi saygısızlık sayarım.

Herşey cihanda senin şerefine yaratıldı.
Rahmetin bana dayağsa, o ân olur beharım.

Herkes Kâ’be’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,
Sana kavuşmak şevkîle, ben dağları aşarım.

Se’âdet tacı giydirildi, rü’yâda başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.

Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmi!
Divânında şu yazılar, oluyor, tercümanım.

Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.

Resûlullah’ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşamak, imânın ve İslâm’ın tadına doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihanın efendisine tam uymaya sebep olur. Bu sevgi ile Allahü teâlânın habibine ikram ettiği sonsuz ve tarife sığmaz ni’metlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her müslümanı doğrudan doğruya Resûlullahın sevgisine götüren ehli sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.

MUHAMMED ALEYHÎSSELÂMIN YÜKSEK AHLÂKI

Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine (s.a.v.) verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, O’nun mübârek kalbini okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, “Sen güzel huylu olarak yaratıldın” buyurmaktadır. İkrime (r.a.) buyuruyor ki, Abdullah İbni Abbâs’dan işittim: Bu âyet-i kerîmedeki (Huluk-ı azîm) yani güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede “Sen huluk-ı azîm üzeresin” buyuruldu. Huluk-ı azîm demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resûlullahın (s.a.v.) güzel ahlâkı sebep oldu.

Sözleri gayet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistan yarımadasında, sert, inadçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını feda edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsânı, ikramı, o kadar çokdu ki, herkesi hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zeman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemişdir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.

Muhammed aleyhisselâmın bin mu’cizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar mucizelerinin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki, Resûlullah (s.a.v.), hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sâğardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nazik idi. Cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se’âdet, huzûr isteyen, O’nun gibi olmalıdır.

Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûlullaha (s.a.v.) on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kerre üf demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı). Yine (Mesâbîh) de, Enes bin Mâlik diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar sokakta oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama baktım. Resûlullah (s.a.v.) arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu. “Yâ Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. Evet gidiyorum yâ Resûlallah (s.a.v.) dedim).

Ebû Hüreyre (r.a.) diyor ki, (Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik. (Ben, la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim” buyurdu.) Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde (Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruyor. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) buyurdu ki, (Resûlullah’ın (s.a.v.) hayası, bâkire İslâm kızlarının hayalarından daha çoktu). Enes bin Mâlik (r.a.) diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak için mübârek bacağını dikip oturmazdı).

Câbir bin Sümre (r.a.) diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya birşey sorulunca söylerdi). Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın (Mâlâya’nî), faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Yani, gayet açık ve metodlu konuşur ve kolay anlaşılırdı.

Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” hastayı ziyârete gider, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Hayber gazâsında gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl “aleyhisselâm” sabah namazından çıkınca, Medine çocukları ve işçileri su dolu kablarını önüne getirirler. Mübârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve soğuk su olsa da, her birine mübârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes (r.a.) diyor ki, (Bir küçük kız, Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hallederdi).

Câbir (r.a.) diyor ki, (Resûl aleyhisselâmdan birşey istenip de yok dediği işitilmedi).

Enes bin Mâlik buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî vardı. Yani Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl “aleyhisselâm”, onun bu hâline güldü. Ona birşey verilmesi için emir buyurdu).

Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o anda başka elbisesi yokdu. Mübârek arkasındaki antâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kiram, bu hâli işitince, Resûl “aleyhisselâm” o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemaate gelemiyor. Biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetini gönderdi. Önce habibine, hasislik etme, birşey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu. O gün, namazdan sonra, Hazreti Ali (r.a.), Resûlullahın yanına gelip, (Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız) dedi. Resûl “aleyhisselâm” çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir diyordu. Almış olduğu entariyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’mâ duâ ederek, (Yâ Rabbi! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı. Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entari satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek satın almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. (Kızım, niçin böyle ağlıyorsun) buyurdu. Biryahudinin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım dedi. Resûl “aleyhisselâm”, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım için yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl “aleyhisselâm”, “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana birşey yapmamasını söylerim” buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullahı (s.a.v.) görünce şaşırıp kaldı. Yahudiye, olan biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resûlullahın ayaklarına kapanıp, (Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskînin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd ettim. Bana imânı, İslâmı öğret. Huzûrunda müslüman olayım) dedi. Resûl “aleyhisselâm”, ona müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna çocuğuna anlattı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullahın (s.a.v.) güzel huylarının bereketi ile oldu.

Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve ahirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihan efendisinin şefaatine kavuşmak nasîb olur.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şu duâyı çok okurdu: (Allahümme innî es’elükessıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ erhamerrâhimîn). Bunun manâsı (Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, afiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!) demektir. Biz zavallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi duâ etmeliyiz!

RESÛL-İ EKREMİN GÜZEL AHLÂKINDAN VE ÂDETLERİNDEN BAZILARI

1- Resûlullahın ilmi, irfanı, fehmi, ikanı, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzû’u, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecâ’ati, mehabeti, belâgati, fesahati, fetâneti, melâheti, vera’ı, iffeti, ke remi, insafı, hayası, zühdü, takvâsı bütün Peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyyetleri af ederdi. Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler yanağını kanatıp, dişlerini kırdıkları zaman, bunu yapanlar için, “Yâ Rabbî! Bunları affet! Cahilliklerine bağışla” buyurmuştur.

2- Şefkati pek çoktu. Hayvanlara su verir. Su kabını eliyle tutarak doymalarını beklerdi. Bindiği atın yüzünü ve gözünü silerdi.

3- Her çağırana lebbeyk (efendim) diyerek cevâb verirdi. Kimsenin yanında ayaklarını uzatmazdı. Diz çöküp otururdu. Hayvan üzerinde giderken, bir yaya görünce, arkasına bindirirdi.

4- Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri ben keserim dedi. Bir başkası, ben derisini yüzerim dedi. Diğeri, ben pişiririm dedi. Resûlullah da, ben odun toplarım deyince, Yâ Resûlallah! Sen istirahat buyur! Biz toplarız dediler. “Evet! Sizin her şeyi yapa cağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez” buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitti.

5- Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olarak, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar. “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca, otururum” buyurdu.

6- Çok zaman diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha on sene hizmet ettim. Onun bana yaptığı hizmet, benim ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim.

7- Söküklerini, yırtıklarını kendi de yamar, koyunlarını kendi de sağar, hayvanlarına kendi de yem verirdi. Çarşıdan satın aldığını eve kendisi götürürdü. Yolculukta hayvanlarına yem verir, bazan tımar da ederdi. Bunları bazan yalnız yapar, bazan da, hizmetçilerine yardım ederdi.

8- Bazı kimselerin hizmetçileri gelip kendisini çağırdıklarında, Medine’nin âdetine uyarak, onlarla elele verip yürürdü.

9- Hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunurdu. Gönül almak için, kâfirlerin ve münâfıkların hastalarını da ziyâret ederdi.

10- Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemaate karşı oturup, “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim!” derdi. Hasta yoksa, “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!” derdi. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa, “Rüya gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tâbir edelim!” derdi.

11- Eshâbından birini üç gün görmese, onu sorardı. Yolculuğa gitmiş ise, hayır duâ eder, şehirde ise, ziyâretine giderdi.

12- Yolda karşılaştığı müslümana önce kendi selâm verirdi.

13- Misâfirlerine, Eshâbına hizmet eder, “Bir topluluğun en üstünü, hizmet edenidir” buyururdu.

14- Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bazan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü.

15- Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmağa tebessüm ederek başlardı.

16- Lüzumsuz ve faydasız birşey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için ba’zan üç kere tekrar ederdi.

17- Yabancı ile ve tanıdıklarla ve çocuklarla ve ihtiyâr kadınlarla ve mahrem kadınlarıyla latife, şa ka yapardı. Fakat bunlar Allahü teâlâyı bir an unutmasına sebep, olmazdı.

18- Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Birisi gelip mübârek yüzüne bakınca terlerdi. “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Et suyu yiyen bir kadıncağızın oğluyum” derdi. Adamın korkusu gidip, derdini söylemeye başlardı.

19- Bekçileri, kapıcıları yoktu. Herkes kolayca yanına gelip derdini söylerdi.

20- Hayası çoktu. Konuştuğu kimsenin yüzüne bakmağa utanırdı.

21- Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir kim senin sözünü veya işini beğenmediği zaman, (bazı kimseler, acaba neden böyle yapıyorlar?) derdi.

22- (İçinizde Allahü teâlâyı en iyi anlayan ve Ondan en çok korkan benim) derdi. (Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız) der, havada bulut görünce, (Ya Rabbi! Bu bulutla bize azâb gönderme!) derdi. Rüzgâr esince, (Ya Rabbi! bize hayırlı rüzgâr gönder!) derdi. Gök gürleyince, (Ya Rabbi! Bize incinip de, öldürme. Azâbını gönderme. Afiyet ihsân eyle!) derdi. Namaza dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünden ses işitilirdi. Kur’ân-ı kerîm okurken de böyle olurdu.

23- Kalbinin kuvveti, şecaati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn gazâsında, müslümanlar, ganîmet toplamak için dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Kâfirler, hemen hücum ettiler. Resûlullah onlara karşı durup kaçırdı. Bir kaç defa oldu. Asla gerilemedi.

24- Kâfirlerden Rigâne isminde bir çoban çok kuvvetli idi. Sığır derisi üstünde ayakta durup, on kuvvetli kişi deriyi etrâfından çeker deri parçalanır, Rigâne yerinden hareket etmezdi. Resûlullaha, güreş edelim, beni yatırırsan, imâna gelirim dedi. İlk kapışmada, Rigâne sırt üstü yıkıldı. Yanlışlık oldu, tekrar güreşelim dedi. İkinci kapışmada yine yıkıldı. Üçüncüde de sırtı yere gelince: Ben imân etmem. Seninle alay etmiştim. Sırtımın yere geleceği hatırımdan bile geçmemişti. Fakat senin kuvvetinin çokluğunu pek beğendim diyerek sürüsünü Resûlullaha hediyye etti.

25- Çok cömert idi. Yüzlerle deve ve koyunlar bağışlar, kendisine birşey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek imâna gelmişlerdir.

26- Kendisinden birşey istendikte yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi.

27- Allahü teâlâ, (iste vereyim) buyurmuşken, dünyâ servetini istemedi. Elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yemedi. Hep elenmemiş arpa unu ekmeğini yerdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi. Ekme ği katıksız olarak veya hurma ile, sirke ile, meyva ile, çorba ile veya zeytin yağına batırıp yerdi. Tavuk, tavşan, deve, ceylân, balık ve pastırma etleri ve peynir de yerdi. Etin kol tarafını severdi. Elleri ile tutup ısırarak yerdi.

Ekseriya süt veya hurma yerdi. Evde iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma yediği aylar da olmuştur. İki üç gün birşey yemediği de olurdu. Vefât ettiği zaman, bir demir zırh ceketi, otuz kilo arpa için, bir yahudide rehin bırakılmış bulundu.

28- Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yer, beğenmediğini yemez ve birşey söylemezdi.

29- Günde bir kere yerdi. Bazan sabah, akşam yerdi. Eve gelince (yiyecek var mı?) der, yok de nirse, oruç tutardı. Yemek yerken, diz çöker, bir şeye dayanmadan yerdi. Yemeğe besmele, okuyarak başlardı. Sağ eli ile yerdi.

30- Dokuz zevcesine ve birkaç hizmetçisine bazan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakîrlere de sadaka verirdi.

31- Yemekler arasında koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, kar puzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.

32- Suyu yavaş yavaş, besmele ile başlayarak üç yudumda içer, sonunda (Elhamdülillah) der ve duâ ederdi.

33- Her Peygamber gibi, zekât malı ve sadaka almazdı. Hediyyeyi kabûl ederdi. Ekseriya karşılı ğını verirdi.

34- Giymesi caiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihram edilmiş dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriya beyaz, bazan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cum’a ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi.

35- Ekseriya beyaz, bazan siyah tülbent başına sarıp, ucunu bir karış kadar arkasına sarkıtırdı. Sarığı çok büyük ve pek küçük olmayıp, üç buçuk metre kadar uzundu. Sarığını takkesiz sarar, bazan sarıksız ak fitilli takke giyerdi.

36- Arabistandaki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kestirirdi. Saçlarına özel olarak hazırlanmış, güzel kokulu yağ sürerdi.

37- Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfurî ile buhurlanırdı.

38- Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve (Ya Âişe! Allaha yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde al tın ve gümüş yığınları yanımda bulundurur) buyurdu. Bazan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde de yatardı.

39- Her gece gözlerine üç kerre sürme çekerdi.

40- Evinde ayna, tarak, sürme kabı, misvak, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları beraberinde götürürdü.

41- Her işinde sağdan başlamayı, sağ eliyle yapmayı severdi. Yalnız, sol eliyle taharetlenirdi.

42- Mümkün olduğu kadar her işini tek sayıda yapardı.

43- Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bazı sûreler okuyup uyurdu.

44- Tefe’ül ederdi. Yani, ilk gördüğü, birdenbire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı.

45- Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.

46- Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzeti, safâsı ile gamı giderdi.

47- Başkasını çekiştirenin sözünü asla dinlemezdi.

MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN FAZÎLETLERİ

Muhammed aleyhisselâmın faziletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir. Üstünlüklerinden sekseniki adedi aşağıda bildirilmiştir:

1- Mahlûklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın rûhu yaratılmıştır.

2- Allahü teâlâ, onun ismini Arşa, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.

3- Hindistânda yetişen bir gülün yapraklarında (Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah) yazılıdır.

4- Basra şehrine yakın bir nehirde tutulan balığın sağ tarafında Allah, sol tarafında Muhammed yazılı görülmüştür. Bunlara benzeyen vak’alar çoktur.

5- Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekten başka vazîfesi olmayan melekler vardır.

6- Meleklerin hazret-i Âdeme karşı secde etmeleri için emir olunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.

7- Adem aleyhisselâm zamanında namaz için okunan ezanda, hazret-i Muhammedin (s.a.v.) ismi de söylenirdi.

8- Allahü teâlâ bütün Peygamberlere emir etti ki, Muhammed aleyhisselâm sizin zamanınızda Peygamber olursa, ona îmân etmeleri için ümmetlerinize de emrediniz!

9- Tevratta, İncîlde ve Zeburda Muhammed aleyhisselâmın ve dört halifesinin ve eshâbından ve ümmetinden bazılarının isimleri bildirilmiş ve medh olunmuşlardır. Allahü teâlâ, kendinin Mahmûd isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habîbine isim koymuştur. Allahü teâlâ, kendi isimlerinden Rauf ve Rahîm isimlerini Habîbine de vermiştir.

10- Dünyaya geldiği zaman, melekler tarafından sünnet edilmiştir.

11- Dünyaya geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Târih ve mevlid kitaplarında yazılıdır.

12- Dünyaya gelince, şeytanlar göke çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular.

13- Dünyaya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler.

14- Beşiğini melekler sallardı.

15- Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işâret ettiği tarafa meyl ederdi.

16- Beşikte iken konuşmağa başladı.

17- Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikde hareket ederek gölge ya pardı. Bu hâl, Peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.

18- Üç yaşında iken ve kırk yaşında Peygamberliği bildirildiği vakit ve elliiki yaşında mi’râca götü rülürken, melekler göğsünü yardı. Cennetten getirdikleri leğen içinde Cennet suyu ile kalbini yıkadılar.

19- Her Peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, sol kürekteki deri üzerinde kalbi hizasında idi. Cebrâil aleyhisselâm kalbini yıkayıp, göğsünü kapadığı zaman Cennetten getirdiği mühür ile sırtını mühürlemişti.

20- Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.

21- Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.

22- Tükürüğü acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıda oldu.

23- Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Bütün Peygamberler de böyle idi.

24- Ömründe hiç esnemedi. Bütün Peygamberler de böyle idi.

25- Teri gül gibi güzel kokardı. Birfakîr kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişti. O ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye terinden koyup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı. Evi (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu.

26- Orta boylu olduğu halde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.

27- Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.

28- Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.

29- Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezlerdi.

30- Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önden yürütür, arkamı meleklere bırakın derdi.

31- Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. Açıkta abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün Peygamberlerde böyle idi.

32- Hacamat kanından içenler oldu. Bunu işitince, (Cehennem ateşi onu yakmaz) buyurdu.

33- Büyük bir mu’cizesi de, mi’râca götürülmesidir. Burak denilen Cennet hayvanı ile Mekke’den Kudüse götürüldü. Oradan göklere ve Arşa götürüldü. Kendisine acaip şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı baş gözü ile gördü. Bir ânda tekrar evine getirildi. Mi’râc mu’cizesi başka hiçbir Peygambere verilmedi.

34- İnsanlar ve melekler içinde en çok ilim Ona verildi. Ümmî olduğu halde, yani kimseden birşey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ ona her şeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma her şeyin ismi bildirildiği gibi, Ona her şeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.

35- Ümmetinin isimleri, cisimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.

36- Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.

37- İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi ona ihsân olundu. Büyük şair Ömer İbnil Fârıda (Resûlullahı niçin medhetmedin) dediklerinde, Onu medhetmeğe gücüm yetmeyeceğini anladım. Onu medhedecek kelime bulamadım demiştir.

38- Kelime-i şehâdette, ezanda, ikâmetde, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda, bazı ibâdetlerde ve hutbelerde, nasîhat yapmakta, sıkıntılı zamanlarda, kabirde, mahşerde, Cennette ve her mahlûkun lisanında Allahü teâlâ, Onun ismini kendi isminin yanına koymuştur.

39- Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost yapmıştır. Onu herkesden, her melekten daha çok sevmiştir, (İbrâhîmi Halîl yaptım ise, seni kendime Habîb yapdım) buyurmuştur.

40- (Sana, râzı oluncaya kadar, yeter deyinceye kadar) her dilediğini (vereceğim) âyeti, Allahü teâlânın Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri ahkâm-ı İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fetihler, zaferler ve kıyâmette her türlü şefaat ve tecelliler ihsân edeceğini vaad etmektedir. Bu âyet geldiği zaman, Cebrâil aleyhiselâma bakarak, (Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam) buyurdu.

41- Gece, gündüz, uyanık iken, uykuda iken, yalnız iken, çoklukta iken, yolculukta iken, evde iken, harbde iken, gülerken, ağlarken, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi. Dünyadaki vazîfelerini yapabilmek için zevcesi Hazreti Âişe’nin yanına gelip, (Ey Âişe! Biraz benimle konuş da kendime geleyim) der, ondan sonra Eshâbına nasîhat ve irşâd etmeğe giderdi. Sabah namazının sünnetini evinde kılıp, Hazreti Âişe ile bir miktar konuştuktan sonra, Eshâbına farzı kıldırmak için mescide giderdi. Bu hâl hasâis-i pey gamberidir. Hazreti Aişe ile konuşmadan dışarı çıksa idi, ilâhi tecellilerden ve nûrlardan dolayı, yüzüne kimse bakamazdı.

42- Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, her Peygamberi ismi ile bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, ey Resûlüm, ey Peygamberim diyerek bildirmiştir.

43- Gayet açık, kolay anlaşılır olarak konuşurdu. Arabî lisanının her lehçesi ile konuşurdu. Çeşitli yerlerden gelip soranlara onların lügatı ile cevâb verirdi. İşitenler hayran olurlardı. “Allah beni çok güzel yetiştirdi” buyurdu.

44- Az kelimelerle çok şey anlatırdı. Yüzbinden ziyâde hâdis-i şerîfi, Onun (Cevâmi-ul-kelim) olduğunu göstermektedir. Bazı âlimler dediler ki, Muhammed aleyhisselâm, İslâm, dininin dört temelini, dört hadîsle bildirmiştir. (Ameller niyyete göre değerlendirilir) ve (Halâl meydandadır, haram meydandadır.) ve (Davacının şâhid göstermesi ve dâvâlının yemîn etmesi lâzımdır) ve (Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, imânı kâmil olmaz). Bu dört hadîsten birincisi, ibâdet bilgilerinin, ikincisi, muamelât bilgilerinin, üçüncüsü, husûmât, yâni adâlet işlerinin ve siyâset bilgilerinin, dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir.

45- Muhammed aleyhisselâm ma’sûm idi. Bilerek ve bilmeyerek büyük ve küçük, kırk yaşından evvel ve sonra, hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemiştir.

46- Müslümanların namazda otururken (Esselâmû aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi) okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emr olundu. Namazda başka bir Peygambere ve meleklere karşı söylemek caiz olmadı.

47- Rütbeyi, saltanatı istememiş, Peygamberliği, fakîrliği dilemiştir. Bir sabah Cebrâil aleyhisselâm ile konuşurken bu gece evimizde yiyecek bir lokmamız yoktu buyurdu. O ânda, İsrâfil aleyhisselâm gelip (Allahü teâlâ söylediğini işitti ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş altın olsun, gümüş olsun, zümrüt olsun. İstersen melik olarak Peygamberlik yap) dedi. Resûlullah üç kere (Kul olarak Peygamberlik istiyorum) dedi.

48- Başka Peygamberler belli bir zamanda, belli bir memlekette Peygamberlik yaptı. Muhammed aleyhisselâm ise, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne kıyâmete kadar Peygamber olarak gönderilmiştir. Meleklerin de, hayvanların da, nebatların da, cansızların da, kısaca bütün mahlûkların Peygamberi olduğunu bildiren âlimler de vardır.

49- Bütün varlıklara rahmeti, faydası yayılmıştır. Mü’minlere faydası meydandadır. Başka Pey gamberlerin zamanındaki kâfirlere, dünyâda azaplar yapılır, yok edilirlerdi. Ona îmân etmeyenlere dün yâda azâb yapılmadı. Bir gün Cebrâil aleyhisselâma (Allahü teâlâ, benim âlemlere rahmet olduğumu bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasîb oldu mu?) dedi. Cebrâil de (Allah’ın büyüklüğü, dehşeti karşısında sonumun nasıl olacağından korku içindeyim. Sana, emîn olduğumu bildiren âyeti getirince, bu müthiş korkudan kurtuldum. Bundan büyük rahmet olur mu?) dedi.

50- Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın râzı olmasını istemiştir.

51- Başka Peygamberler, kâfirlerin iftiralarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftiralara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, Onun müdafaasını yapmıştır.

52- Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka peygamberlerin ümmetlerinin sayıları toplamından daha çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennete gideceklerin üçte ikisinin bu ümmetten olacağı, hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir.

53- (Ümmetimin dalâlet üzerinde bileşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi) hadîsi meşhûrdur.

54- Resûlullaha verilecek sevâblar, diğer Peygamberlere verilecek sevâblardan kat kat ziyadedir.

55- Kendisini ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir. Başka Peygamberlerin ümmetleri, kendilerini isimleri ile çağırırlardı.

56- İsrâfil aleyhisselâm da Muhammed aleyhisselâma çok kerre gelmiştir. Başka Peygamberlere yalnız Cebrâil aleyhisselâm gelmiştir.

57- Cebrâil aleyhisselâmı melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiçbir Peygambere melek şek linde görünmemiştir.

58- Kendisine Cebrâil aleyhisselâm yirmidörtbin kerre gelmiştir. Başka Peygamberlerden en çok olarak Mûsâ aleyhisselâma, dörtyüz kerre gelmiştir.

59- Allahü teâlâya Muhammed aleyhisselâm ile and vermek caiz olup, başka Peygamberlerle ve meleklerle caiz değildir.

60- Muhammed aleyhisselâmdan sonra, zevcelerini başkalarının nikâhla almaları haram edilmiş, bu bakımdan mü’minlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.

Başka Peygamberlerin zevceleri kendilerine ya zararlı olmuş veya fâidesiz olmuşlardır. Muhammed aleyhisselâmın zevceleri ise, dünyâ ve âhiret işlerinde, kendisine yardımcı olmuşlar, fakirliğe sabretmişler, şükür etmişler ve İslâmiyeti yaymakta çok hizmet etmişlerdir.

61- Resûlullahın kızları, zevceleri, dünyâ kadınlarının en üstünleridir. Eshâbının hepsi de, Pey gamberlerden başka, bütün insanların en üstünleridir. Şehirleri olan Mekke-i mükerreme ve sonra Medine-i münevvere, yeryüzünün en kıymetli yerleridir. Mescid-i şerifinde kılınan bir rekât namaza, bin rekât sevâbı yazılır. Başka ibâdetler için de böyledir. Kabri ile minber arası, Cennet bahçesi gibi kıymetlidir. “Öldükten sonra beni ziyâret eden, diri iken etmiş gibidir. Haremeynden birinde ölen bir mü’min, kıyâmet günü emîn olarak diriltilir” buyurdu. Mekke ve Medine şehirlerine (Haremeyn) denir.

62- Nesep ve sebep bakımından, yani kan ve nikâh bakımından olan akrabalığın kıyâmetde fay dası yoktur. Resûlullahın akrabası bundan müstesnadır.

63- Herkesin soyu oğlundan ürer. Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın soyu ise, kızı Fâtıma’dandır.

64- Onun ismini taşıyan mü’minler Cehenneme girmeyecektir.

65- Onun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanır.

66- Onu sevmek herkese farzdır. “Allahı seven, beni sever” buyurmuştur. Onu sevmenin alâmeti, dinine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymakdır. Kur’ân-ı kerîmde “Bana uyarsanız, Allah sizi sever” demesi emir olundu.

67- Onun ehl-i beytini sevmek vaciptir. “Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıktır” buyurmuştur. Ehl-i beyt, zekât alması haram olan akrabasıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşimin soyundan olan mü’minlerdir ki, Alinin, Ukaylin, Cafer Tayyarın ve Abbâsın soyundan olanlardır.

68- Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir. “Benden sonra Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni in citmiş olur. Beni inciten de, Allahı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azap yapar” buyurdu.

69- Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma, gökde iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar; gökde Cebrâil (a.s.), Mikâil (a.s.) ve yerde ise Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’dir.

70- Her insanın cinden bir arkadaşı vardır. Bu şeytan kâfirdir, insanı aldatarak, vesvese vererek, imânını almağa, günah yaptırmağa çalışır, Resûl aleyhisselâm, kendi arkadaşı olan cinnîyi imâna getir miştir.

71- Erkek, kadın, büyük yaşta vefât eden herkese kabrinde Muhammed aleyhisselâm sorulacaktır. Rabbin kimdir denildiği gibi, Peygamberin kimdir de denilecektir.

72- Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şeriflerini okumak ibâdettir. Okuyana sevâb verilir.

73- Mübârek rûhunu almak için, Azrail aleyhisselâm insan şeklinde geldi, içeri girmek için izin istedi.

74- Kabrinin içindeki toprak, her yerden ve Kâ’beden (ve Cennetlerden) daha efdaldir.

75- Kabirde, bilmediğimiz bir hayatla diridir. Kabirde Kur’ân-ı kerîm okur, namaz kılar. Bütün Pey gamberler de böyledir.

76- Dünyanın her yerinde Resûlullaha salevât okuyan müslümanların selâmlarını işiten melekler, kabrine gelip haber verirler. Kabrini hergün binlerce melek ziyâret eder.

77- Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da görür, günah işleyenlerin af olmaları için duâ eder.

78- Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müstehabdır. Başka kabirleri ise, yalnız tenhâ zamanlarda ziyâret etmeleri caizdir.

79- Diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zaman Ona tevessüle denlerin, yani Onun hatırı ve hürmeti için istiyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabûl eder.

80- Kıyâmet günü kabirden ilk önce Resûlullah kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burak üzerinde mahşer (toplantı) yerine gidecektir. Elinde (Livaülhamd) denilen bayrak olacaktır. Pey gamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene beklemekten, çok sıkılacaklardır. Önce Âdem, sonra Nûh, sonra İbrâhîm ve Mûsâ ve Îsâ Peygamberlere gidip, hesaba başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahtan utandıklarını, korktuklarını söyleyecekler, şefaat etmeyeceklerdir. Sonra, Resûlullaha gelip yalvaracaklardır. Secde edip, duâ edecek ve şefaati kabûl olacaktır. Önce, Onun ümmetinin hesabı görülecek, en önce sırattan geçecekler ve Cennete gireceklerdir. Her gittiği yeri nurlandıracaklardır. Hazreti Fâtıma sıratdan geçerken (Herkes gözleri ni kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor) denecektir.

81- Altı yerde şefaat yapacaktır. Birincisi (Makâm-ı Mahmûd) denilen şefaati ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır: İkincisi, şefaati, çok kimseyi Cennete sokacaktır. Üçüncü sü, azâb çekmesi lâzım olanları azaptan kurtaracaktır. Dördüncüsü, günahı çok olan mü’minleri, Cehen nemden çıkaracaktır. Beşincisi, sevâbı ve günâhı müsavî olup, (Araf) denilen yerde bekliyenlerin Cennete gitmelerine şefaat edecektir. Altıncısı, Cennette olanların derecelerinin yükselmesine şefaat edecektir.

82- Resûlullahın Cennette bulunduğu makamın ismi (Vesîle)’dir. Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennette bulunan herkese birer dal yetişecek olan (sidretülmüntehâ) ağacın kökü oradadır. Cennettekilere her ni’met, bu dallardan gelecektir.

MU’CİZELERİ

Hazreti Muhammedin (s.a.v.) Allahın Peygamberi olduğunu açıklayan şâhidler sayılamayacak kadar çoktur. Allahü teâlâ, “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım,” buyurdu. Bütün varlıklar, Allahın varlığını, birliğini gösterdikleri gibi, Hazreti Muhammedin peygamber olduğunu ve üstünlüğünü de göstermektedirler. Ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan kerâmetler, hep Onun mu’cizeleridir. Çünkü, kerâmetler, Ona tâbi olanlarda, Onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır. Hattâ, bütün Peygamberler, Onun ümmetinden olmak istedikleri için, daha doğrusu, hepsi Onun nûrundan yaratıldıkları için, Onların mu’cizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinden sayılır. Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır: Birincisi mübârek rûhu yaratıldığından başlayarak Peygamberliğinin bildirildiği (bi’set) zamanına kadar olanlardır. İkincisi, bi’setden vefâtına kadar olan zaman içindekilerdir. Üçüncüsü, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan birincilere, (irhâs) ya’nî, başlangıçlar denir. Her biri de ayrıca, görerek veya görmeyip akıl ile anlaşılan mu’cizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün mu’cizeler o kadar çokdur ki, sınırlamak, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mu’cizelerin üçbin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan meşhûr olan kırküç adedi aşağıdadır.

1- Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’ân-ı kerîmin nazmında ve mânâsında âciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagatı insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arab şairlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması ve işitmesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerin kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları Kur’ân-ı kerîmi dinlemekle, kalbleri yumuşamış îmâna gelmişlerdir, İslâm düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’ân-ı kerîmi değiştirmeğe, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbiri arzularına kavuşamamıştır. Tevrat, İncîl ise, insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşturacak iyilikler, varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler, insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ân-ı kerîmde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir. Semâvî kitapların hepsinde, Tevratta, Zeburda ve İncîlde bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Hüseyin bu ilimlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur’ân-ı kerîmi okumak çok büyük bir ni’mettir. Allahü teâlâ, bu ni’meti habibinin (sevgili peygamberinin) Ümmetine ihsân etmiştir. Melekler bu ni’metten mahrûmdurlar. Bunun için Kur’ân-ı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsîrler, Kur’ân-ı kerîmdeki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur’ân-ı kerîm okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini ve sırlarını anlayacaklardır.

2- Muhammed aleyhisselâmın meşhûr mu’cizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye ayrılmasıdır. Bu mu’cize, başka hiçbir Peygambere nasîb olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşın da iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip (peygamber isen ayı ikiye ayır) dediler. Muhammed aleyhisselâm herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabasının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka bir dağın üzerinde göründü. Kâfirler, (Muhammed bize sihir yaptı) dediler, îmân etmediler.

3- Muhammed aleyhisselâm, bazı gazâlarında susuz kalındığı zaman, elini suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır. Bazan seksen, bazan üçyüz, bazan binbeşyüz, Tebük Gazâsında ise, yetmişbin kimsenin hepsi ve hayvanları bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.

4- Bir gün amcası Abbâs’ın evine gidip, onu ve evlâdını yanına oturtup, üzerlerini ihramı ile örte rek, “Yâ Rabb! Bu amcamı ve Ehl-i beytimi örttüğüm gibi, sen de, Cehennem ateşinden kendileri ni koru” dedi. Duvarlardan üç kerre âmin sesi işitildi.

5- Birgün, kendisinden mu’cize isteyenlere karşı, uzaktaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verip, (Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) dedi. Sonra, gidip yerine dikildi.

6- Hayber gazâsında, önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında (Yâ Resûlallah! Beni yeme, ben zehirliyim) sesi işitildi.

7- Birgün elinde put bulunan kimseye, (Put bana söylerse, îmân eder misin?) dedi. Adam, ben bu na elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiçbir şey söylemedi. Sana nasıl söyler? dedi. Muhammed aleyhisselâm “Ey put, ben kimim?” deyince, (Sen Allah’ın peygamberisin) sesi işitildi. Putun sahibi, hemen imâna geldi.

8- Medinede, mescidde dikili bir odun vardı. Hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Minber yapılınca, direğin yanına gitmedi. Odundan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler. Minberden inip direğe sarıldı. Sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlayacaktı” buyurdu.

9- Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi tesbih ettikleri çok görülmüştür.

10- Hazreti Muhammed bir çayırda giderken, üç kerre, (Yâ Resûlallah) sesini işitti. O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü. Yanında bir adam uyuyordu. Geyiğe ne istediğini sordu. O da, bu avcı beni avladı. Karşıdaki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları doyurup geleyim dedi. Resûl aleyhisselâm “Sözünü tutar mısın, gelir misin” dedi. Allah için söz veriyorum, gelmezsem Allah’ın azâbı benim üzerime olsun, dedi. Resûlullah geyiği bıraktı. Biraz sonra geldi. Adam uyanıp, yâ Resûlallah, bir emrin mi var dedi. “Bu geyiği âzâd et!” buyurdu. Adam geyiğin ipini çözüp bıraktı. Geyik (Eşhedü en lâ ilahe illal lah ve enneke Resûlullah) dedi ve gitti.

11- Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah, Eshâbı ile yediler. “Kemikleri kırmayınız” dedi. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlâ koyunu diriltti.

12- Resûlullaha, söylemez (konuşmayan) bir çocuk getirdiler. (Ben kimim) dedi. Sen Resûlullahsın dedi. Ölünceye kadar konuştu.

13- Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Şifâ buldu. Saçları uzamaya başladı.

14- Tirmizî ve Nesâînin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü âmâ (kör) bir kimse gelip, yâ Resûlallah! Duâ et, gözlerim açılsın dedi. “Kusursuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. En çok sevdiğim peygamberim Hazret-i Muhammed! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duâmı kabûl et!” duâsını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duâyı müslümanlar, her zaman okumuşlar ve dileklerine kavuşmuşlardır.

15- Amcası Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah, hayvandan yere inip “Susadın mı?” dedi. Evet dedikte, mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su çıktı. “Amcam, bu sudan iç!” buyurdu.

16- Hudeybiye seferinde susuz bir kuyunun yanına kondular. Askerler susuzluktan şikâyet ettiler. Bir kova su istedi. İçinden abdest alıp ve tükürüp, bunu kuyuya döktürdü. Bir ok verip, “Kuyuya atın” buyurdu. Kuyunun su ile dolduğunu gördüler.

17- Medinede minberde hutbe okurken, bir kimse, yâ Resûlallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helak oluyor, imdâdımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, duâ eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Bir kaç gün de vam etti. Yine minberde okurken o kimse, yâ Resûlallah! Yağmurdan helak olacağız deyince, Resûl aleyhisselâm tebessüm etti ve “Yâ Rabbi! Rahmetini başka kullarına da ihsân eyle!” dedi. Bulutlar açılıp, güneş göründü.

18- Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Allahü teâlânın kudreti ile, kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, (Ya Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl etme diniz? Acaba günahım nedir?) dedi. “Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın he diyene verdiği berekettir” dedi. Kadın sevinerek, balı evine götürdü. Çoluk çocuğu ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu Resûlullaha haber verdiler. “Gönderdiğim kabda kalsaydı, dünyâ durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi” buyurdu.

19- Eshâb-ı kiramdan Ebû Hüreyre (r.a.) diyor ki, Resûlullaha (s.a.v.) birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için duâ etmesini söyledim. Bereketli olmaları için duâ buyurdu. Hurmaların bulunduğu çantaları gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Hazreti Osman (r.a.) zamanına kadar hep yedim. Yanımdakilere de yedirdim ve avuç doluları sadakalar verdim. Hazreti Osman’ın şehîd olduğu gün zayi oldular.

20- Acem padişahı Kisrâ’nın ve Rum padişahı Kayser’in memleketlerinin müslümanların eline geçeceğini ve hazinelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.

21- Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahabeden olan Ümmî Hirâm ismindeki kadının, o gazâda bulunacağını haber verdi. Hazreti Osman halife iken müslümanlar, gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harb ettiler. Bu hanım da beraber idi. Orada şehîd oldu.

22- Hazreti Muâviye’ye, “Birgün ümmetimin üzerine hâkim olursan, iyilik yapanlara mükâfat et! Kötülük edenleri de af eyle!” dedi. Hazreti Muâviye, Hazreti Osman zamanında Şam’da yirmi sene vâlilik, sonra yirmi sene de halifelik yaptı.

23- Abdullah İbni Abbas’ın annesine bakıp, “Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!” dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezan ve ikâmet okuyup, mübârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi. “Halifelerin babasını al, götür!” dedi. Çocuğun babası olan Hazreti Abbas, bunu işitip, gelip sorunca “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halifelerin babasıdır. Onlar arasında Seffah, Mehdî ve Îsâ aleyhisselâmla namaz kılan bir kimse bulunacaktır.” dedi. Abbasiyye devletinin başına çok halifeler geldi. Bunların hepsi Abdullah bin Abbas’ın soyundan oldu.

24- Eshâbından çok kimseye hayır duâlar etmiş, hepsi kabûl olunarak faydalarını görmüşlerdir.

Hazreti Ali diyor ki, Resûlullah (s.a.v.) beni Yemen’e kadı (hâkim) olarak göndermek istedi. Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben kadılık yapmasını, mahkemede hüküm vermesini bilmiyorum dedim. Mübârek elini göğsüme koyup, “Yâ Rabbi! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasîb eyle!” buyurdu. Allah’a yemîn ederim ki, bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hüküm ederdim.

25- Amcasının oğlu Abdullah bin Abbas’ın alnına mübârek elini koyup, “Yâ Rabbi! Bunu dinde derin âlim yap, hikmet sahibi eyle! Kur’ân-ı kerîmin bilgilerini kendisine ihsân eyle!” dedi. Bundan sonra bütün ilimlerde ve bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamanının” bir tanesi oldu. Sahabe ve tâbi’în her şeyi bundan öğrenirdi. (Tercümân-ül-Kur’ân), (Bahr-ül-ilim) ve (Reîs-ül-Müfessirîn) isimleriyle meşhûr, oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleri ile doldu.

26- Hizmetçilerinden Enes bin Mâlik’e, “Yâ Rabbi! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle. Günâhlarını af eyle!” duâsını yaptı. Zaman geçtikçe malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçla rı, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüzon sene yaşadı. Ömrünün sonunda, yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı duâlardan üçünü kabûl ettin, ihsân ettin! Dördüncüsü olan günahlarımın affedilmesi acaba nasıl olacak deyince, (Dördüncüsünü de kabûl ettim. Hatırını hoş tut!) sesini işitti.

27- Nâbiga ismindeki meşhûr şair, şiirlerinden birkaçını okuyunca, Peygamberimiz, Arablar ara sında meşhûr olan “Allahü teâlâ dişlerini dökmesin!” duâsını söyledi. Nâbiga yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.

28- Kendi kızı Fâtıma, bir gün yanına geldi. Açlıktan benzi sararmıştı. Elini onun göğsüne koyup, “Ey açları doyuran Rabbim! Muhammed’in (s.a.v.) kızı Fâtıma’yı aç bırakma!” dedi. Fâtıma’nın he men yüzü kanlandı, canlandı, ölünceye kadar hiç açlık duymadı.

29- Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. “Sağ el ile ye!” dedi. Sağ kolum hareket etmiyor diye yalan söyledi “Sağ elin artık hareket etmesin!” buyurdu. Ölünceye kadar, sağ elini ağzına götüremez oldu.

30- Acem padişahı Hüsrev Pervîze îmân etmesi için mektûb gönderdi. Alçak Hüsrev mektûbu par çaladı ve getiren elçiyi şehîd eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince çok üzüldü ve “Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!” dedi. Resûlullah (s.a.v.) hayatta iken Hüsrev’i oğlu Şiruye hançerle parçaladı. Hazreti Ömer halife iken, Acem memleketinin hepsini müslümanlar fethedip, Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.

31- Resûl aleyhisselâm, çarşıda emr-i mâruf ve nehy-i münker ederken, nasîhat verirken, Mervan’ın babası olan Hakem bin Âs ismindeki alçak, Resûlullah’ın arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşturur, böylece alay ederdi. Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâ lini görünce, “Kendini gösterdiğin şekilde kal” buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı.

32- Allahü teâlâ habîbini belâlardan korurdu. Ebû Cehil, Resûlullahın (s.a.v.) en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı mübârek başına vurmak için kaldırdığında, Resûlullahın (s.a.v.) iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı.

33- Kâ’be yanında namaz kılarken, yine alçak Ebû Cehil, tam zamanıdır diyerek bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde, Muhammed ile ara mızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Çok korktum dedi. Bunu müslümanlar işitip, Resûlullaha (s.a.v.) sorduklarında, “Allah’ın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı” buyurdu.

34- Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm (Kattân) gazvesinde bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Dâsür isminde bir pehlivan kâfir, elinde kılıçla gelip, seni benden kim kurtarır? dedi. Resûlullah, (s.a.v.) “Allah kurtarır” dedikte, Cebrâil ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin göğsüne vurdu. Yıkılıp kılıç elinden düştü. Resûl aleyhisselâm kılıcı eline alıp, “Seni benden kim kurtarır?” dedi. Beni kurtaracak, senden daha hayırlı kimse yoktur diye yalvardı. Af buyurup serbest bıraktı, îmâna gelip, çok kimselerin imâna gelmesine sebep oldu.

35- Resûl aleyhisselâm, bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş, mesti yere bıraktı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.

36- Sahabeden Enes bin Mâlik’de Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzünü sildiği bir mendili vardı. Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zaman, ateşe bırakırdı. Kirler yanar mendil yanmaz, tertemiz olurdu.

37- Selmân-ı Fârisî, hak din aramak için, İran’dan çıkıp dünyâyı dolaşmaya başladı. Bunu bir yerde yakalayıp, Medineli bir Yahudiye köle olarak sattılar. Hicrette Resûlullah, Medine’ye girerken karşılaştılar. Hemen îmâna geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı ile âzâd edilmesine söz kesildi. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitti. Mübârek elleri ile ikiyüz doksandokuz hurma ağacı dikti. Ağaçlar o gün meyve vermeye başladı. Birini Hazreti Ömer dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resûlullah, bunu çıkarıp mübârek elleri ile tekrar dikti. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazâda, ganîmet alınan, yumurta, kadar altını Selmân’a verdiler. Selmân, Resûlullaha (s.a.v.) gelip, bu gayet azdır. Binaltıyüz gram çekmez dedi. Mübârek ellerine alıp tekrar Selmân’a verdi. Bunu sahibine götür dedi. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Selmân’a kaldı.

38- Resûl aleyhisselâm, bir gün namaz kılarken şeytan gelip namazını bozmak istedikte, mübârek elleri ile yakaladı. Bir daha gelip namazı bozdurmıyacağına dair ondan söz alıp serbest bıraktı.

39- Dost kabilesinin reîsi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de îmâna gelmişti. Kavmini imâna davet için Resûlullahtan (s.a.v.) bir alâmet istedi. “Yâ Rabbi! Buna bir âyet ihsân eyle!” buyurdu. Tufeyl kabilesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl, yâ Rabbî! Bu alâmeti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezalandırıldığımı zannederler dedi. Duâsı kabûl olup, nûr yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabilesindekiler zamanla imâna geldiler.

40- (Bîr-i Maûne) denilen muharebede kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahabeyi şehîd ettiler. Bunlar arasında Hazreti Ebû Bekrin kölesi iken âzâd ettiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyre’yi süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, O’nu melekler gök’e kaldırdılar. Bunu Resûlullaha (s.a.v.) haber verdiklerinde, “Onu Cennet melekleri defn ettiler ve rûhunu Cennete götürdüler,” buyurdu.

41- Hicretin yedinci senesinde Resûlullah, (s.a.v.) Habeş Padişahı Necâşî’ye ve Rum İmparatoru Herakliyus’a ve Şam’daki Vâlisi Harise ve Umman Sultanı Semâme’ye mektûblar göndererek, hepsini îmâna davet etti. Mektûpları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, Allahü teâlânın kudreti ile, o dilleri bilip, anlayıp, söylemeye başladılar.

42- Uhud gazâsında Ebû Katâde’nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullaha (s.a.v.) getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup, “Yâ Rabbi! Gözünü güzel eyle!” dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü. Ebû Katâde’nin torunlarından biri, Halife Ömer bin Abdülazîz’in yanına gelmişti. Sen kimsin? dedi. Bir beyt okuyarak Resûlullahın (s.a.v.) mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halife bu beytleri işitince, kendisine ziyâde, ikram ve ihsânda bulundu.

43- İyâs bin Seleme diyor ki, Hayber gazâsında, Resûlullah (s.a.v.) beni gönderip Hazreti Ali’yi istedi. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, Ali’nin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeye gönderdi. Çok zamandır açılamayan kapıyı Hazreti Ali yerinden sökerek, Eshâb-ı kiram kaleye girdiler.