İSLAM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

1. CİLD

HİCRİ BİRİNCİ ASRIN ÂLİMLERİ

MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

Allahü teâlânın bütün dünyâdaki insanlar arasında, her bakımdan, en üstün, en güzel, en şerefli olarak yarattığı ve bütün insanlara peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün peygamber. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismi ile hitap ettiği hâlde, O’na Habîbim (sevgilim) diyerek hitap etmiştir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiç bir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkatı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.) “Hatem-ül-enbiyâdır.”

Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed “aleyhisselâm” ise, her zamanda, her memlekette, yani dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir. Hiçbir kimse hiç bir bakımdan O’nun üstünde değildir.

Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed “aleyhisselâm”ın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kiramdan Abdullah bin Câbir (r.a.) (Yâ Resûlallah, Allahın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, bana söyler misin?) deyince; Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yani benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ (gökler) ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem “aleyhisselâm” yaratılınca Arş-ı A’lâda nûr ile yazılmış, “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde (Ahmed) ve yerlerde (Muhammed)’dir. Eğer O, olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem (a.s.) yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr, onun alnında parlamaya başladı. Âdem (a.s.)’dan itibâren babadan oğula intikâl ederek asıl sahibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebî’ül-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Tarihçiler, bugünün milâdî sene ile 571 senesinin Nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetim (Yetimlerin incisi) lakabı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Sekiz yaşında iken dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib’in yanında kaldı. Yirmibeş yaşında iken Hadîce-tül-Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım (Kâsım’ın babası) da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında iken, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında iken Mi’râc vukû’ buldu. Milâdın 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medine’ye hicret etti. Yirmiyedi kerre muharebe yaptı. 11 (m. 632) senesinde Rebî’ül-evvel ayının onikinci Pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında iken vefât etti.

SOYU

Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’arâ sûresi ikiyüzondokuzuncu (219) âyetinde, “Sen, ya’nî Senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyurulmaktadır. Hadîs-i şerîfte de: “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır.” buyuruldu.

Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında onun nûru parlıyordu. Bu zerre Hazreti Havva’ya ondan da Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yani: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” derlerdi. Âdem (a.s.) vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: (Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasıyyet et!). Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasıyyet etti. Hepsi bu vasıyyeti yerine getirip, en asil ve en kibar kızlar ile evlendiler. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sahibine ulaştı. Resûlullahın (s.a.v.) dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O’nun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek çok güzel ve nurlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabile başka kabilelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem (a.s.)’dan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhîm aleyhisselâma, ondan da oğlu İsmail aleyhisselâma geçmiştir. Onun da alnında sabah yıldızı gibi parlayan nûr, evlâtlarından Adnan’a, Ondan da (Me’âdd) ve (Nizâr)’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’âdd, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük bir ziyâfet vererek böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey dediği için oğlunun adı Nizâr (az birşey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr oğuldan oğula intikal ederek asıl sahibi sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ulaştı. Peygamberimizin (s.a.v.) soyu Adnan’a kadar şöyledir:

Muhammed Aleyhisselâm, Abdullah bin Abdülmuttalib, Abdülmuttalib (Şeybe), Hâşim (Amr), Abdü Menaf (Mugîre), Kuseyy (Zeyd), Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Âmir), İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âdd, Adnan.

Peygamberimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âdd, Adnan oğlu Muhammedim. Mensûb olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben câhiliyyet, ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdemden babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan meydana geldim. Ben ana ve baba itibariyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de, “Allahü teâlâ, İbrâhîmoğullarından İsmail’i seçti. İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyşi seçti. Kureyşten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti.” buyurdu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullahın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hakimi ve Arapların şeref itibariyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabilesine mensûbtu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah babası Adülmuttalib’e şöyle derdi: “Babacığım, her nereye gitsem belimden bir nûr çıkıyor. Sonra toplanıp, başımın üstünde bulut gibi duruyor. Tekrar gelip belime giriyor. Ne zaman bir yere otursam yer bana diyor ki: Ey Abdullah, sana selâm olsun. Muhammed’in (s.a.v.) nûru sende emanettir. Ne zaman bir kuru ağaç altına otursam, derhal yeşerip bana gölge oluyor. Kalkıp gidince de yine kuru oluyor. Ey babacığım bu hal nedir? Abdülmuttalib: Ey oğlum, sana müjdeler olsun ki, insanların ve cinlerin efendisi ve Peygamberi senin sulbünden gelse gerektir, demiştir.

Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûrdan dolayı iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise Onu her yönüyle ona denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menafin kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibariyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile bir kaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: (Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüya gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda dedemiz İbrâhîmi (a.s.) gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabûl et” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.) Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden (Allahü Ekber! Allahü Ekber!) diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi.

Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, Hazreti Âmine’ye intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Recep ayının ilk Cum’a gecesidir. Allahü teâlâ bu gecede, mü’min kullarına, ragîbetler, yani ihsânlar yapar. Bu gece yapılan ibadetlere kat kat sevâb verilir. Muhammed aleyhisselâm’ın nûru ise Hazreti Âmine’ye Cemâz-il-âhır ayında intikâl etmiştir. Cahiliyye devrinde ve İslâmiyetin ilk yıllarında, Arapların harbi haram saydıkları aylarda, harb etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri, yani Cemâz-il-âhır ayına o sene Receb demeleri, Recep ayını bir ay ileri almaları, sebebiyle, halk içinde bu yanlışlık yayılmışsa da dinen ve ilmen bir kıymeti yoktur. Peygamberimizin (s.a.v.) nûrunun Âmine vâlidemize intikali şimdiki Cemâz-il-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir.

Hazreti Âmine’nin, Muhammed aleyhisselâma hamile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olup, çok sıkıntı içerisinde idiler. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, onun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabilesinin bağ ve bahçelerine, mahsullerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye (Senet-ül-feth ve’l ibtihâc) yani sevinç ve bolluk yılı dediler. Hazreti Âmine hamile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medine’ye geldiği sırada dayılarının yanında onsekiz yaşında iken vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kiramdan Abdullah İbni Abbas (r.a.) şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin (s.a.v.) babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler, (Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı) dediler. Allahü teâlâ; Onun koruyucusu ve yardımcısı benim, buyurdu.”

Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâ’beyi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımı ile San’a da büyük bir kilise yaptırdı. İnsanların bu kiliseyi ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâ’beyi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç itibar etmediler. Hatta hakaret gözüyle baktılar, içlerinden biri de o kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâ’beyi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla büyük bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşin mallarını yağma etmeye başladı. Abdülmuttalib’e âit ikiyüz deveye de el koymuşlardı. Abdülmuttalib, Ebrehe’ye gidip develerini istedi. Ebrehe ben sizin mukaddes Kâ’benizi yıkmaya geldim. Sen onu korumak istemiyorsun da develerini mi istiyorsun? dedi. Abdülmuttalib; “Ben develerin sahibiyim. Kâ’benin sahibi Allah’tır. Onu O korur” dedi. Ebrehe bana karşı onu koruyacak yoktur dedi ve Abdülmuttalib’e develerini verip gönderdi. Sonra Kâ’beyi yıkmak için ordusunu harekete geçirdi. Ebrehe’nin ordusunun önünde yürütülen ve böylece zafere kavuşulacağına inanılan (Mahmut) adında bir fil vardı. Ebrehe, Kâ’beye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöküp asla yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe’nin ordusu üzerine Allahü teâlâ Ebabil (Dağ Kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebabil kuşlarının her biri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taşlar başlarından girip altlarından çıkıyordu. Taş isâbet eden her asker, anında yere düşüp ölüyordu. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husûs Kur’ân-ı kerîmde Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabilesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtulmuştur. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Adem aleyhisselâmdan itibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş ve doğması yaklaşınca birçok haberler ve müjdeler verilmiştir. Çeşitli hadîseler meydana gelmiştir.

DOĞUMU

Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebî’ül-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safa Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, miladî 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan Alem nûr ile doldu. Kâinatın serveri, Mahbûb-ı Rabbilâlemîn (Allahın sevgilisi) Muhammed aleyhisselâm doğmuştu.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) doğduğu geceye “Mevlid Gecesi” denir. Mevlid doğum zamanı demektir. Bu gece Kadir Gecesi’nden sonra en kıymetli gecedir. Bu gecede O, doğduğu için sevinenler affolunur. Bu gece Peygamberimizin (s.a.v.) doğduğu sırada görülen halleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevâbtır. Peygamberimiz (s.a.v.) kendi de anlatırdı. Eshâb-ı kiram da bu gece bir yere toplanırlar, okurlar ve anlatırlardı. Dünyanın her tarafındaki müslümanlar, her sene bu geceyi, Mevlid kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasideleri okunarak Resûlullah (s.a.v.) hatırlanılmaktadır. Her Peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştı. Bugün de, müslümanların bayramıdır. Neş’e ve sevinç günüdür.

Peygamberimizin (s.a.v.) doğmasını annesi Hazreti Âmine şöyle anlatıyor: (Doğum anı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bende korku ve ürperti kalmadı. O anda çok susamıştım. Hararetten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka birşey görmüyordum. O sırada çok hatunlar gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrâfımı sarıp, bana hizmet eden bu hatunlar, Abdi Menâf kabilesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökden yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki, Onu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuşlar peyda oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yakuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yer yüzünü doğudan batıya kadar gördüm. Üç alem (bayrak) dikilmişti. Onların biri maşrıkta (doğuda), biri magribte (batıda) biri de Kâ’benin üstünde idi. Etrâfımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed (s.a.v.) doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı ve aniden gökden bir parça beyaz bulut indi, onu kapladı. Bir ses işittim: (Ona magribden maşrıka kadar her yeri gezdirin. Tâ ki, cümle Alem onu ismiyle cismiyle ve sıfatıyla görsünler) diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammedi (s.a.v.) bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada üç kişi gördüm ki, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i (s.a.v.) o leğenin içine koydular. Mübârek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürdüler, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.)

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada Hazreti Âmine’nin yanında Abdurrahmân bin Avf’ın annesi Şifa hatun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtıma hatun ve Peygamberimizin halası Safiye hatun vardı.

Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hadîseleri haber verdiler. Şifa hatun şöyle anlatıyor: (Ben, o gece Âmine’nin yanında yardımcı olarak bulunuyordum. Muhammed aleyhisselâm doğar doğmaz düâ ve niyaz ettiğini işittim. Gâibden (Yerhamüke Rabbüke) diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü...) Bundan başka bir çok hadîseye şahit olan Şifa hatun: (Ne zaman ki, ona peygamberliği bildirildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.) demiştir.

Safiye hatun da şöyle anlatmıştır: (Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti. Mübârek başını kaldırıp açık bir dil ile (Lâ ilahe illallah, innî resûlullah) dedi. O’nu yıkamak istediğimde biz onu yıkanmış olarak gönderdik denildi. Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş olarak görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle birşeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım “Ümmeti, Ümmeti” (Ümmetim, ümmetim) diyordu.

Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib, Muhammedin (s.a.v.) doğduğu sırada Kâ’bede Allah’a yalvarıp duâ etmekte iken müjde verdiler. Muhammed aleyhisselâmın doğduğu günde bir çok hâdiseler gören Abdülmuttalib böyle bir müjdeyi alınca çok sevinip onu görmeye gitti ve (Bu oğlumun şanı, şerefi çok yüce olacaktır) dedi.

Abdülmuttalib torununu görmeye Âmine’nin evine gitti. Hazreti Âmine olan hadîseleri anlattı. Üç gün kimsenin göremeyeceğini söyleyince Abdülmuttalib çok ısrar etti. Onun üzerine Âmine vâlidemiz, falan yerdedir dedi. Abdülmuttalib gitti. Fakat evin önünde yalın kılıç bekleyen bir zat gördü. İçeri girmek isteyince, Abdülmuttalib’in üzerine yürüdü. Abdülmuttalibe “Geri dön hiç bir kimse üç günden önce göremez. Zira bütün melekler onu ziyâret edecek. Bu ise üç gün sürer” dedi. Abdülmuttalib bu hâli Kureyşe anlatmak istedi. Fakat dili tutuldu ve yedi gün hiç bir şey konuşamadı.

Abdülmuttalib böylesine büyük bir mutluluğu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere “MUHAMMED” ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere: (Allah’ın ve insanların onu methetmelerini, övmelerini istediğim için) cevabını verdi. Annesi de O’na “AHMED” ismini koydu.

Muhammed aleyhisselâm doğmadan önce ve doğduğu sırada; O’nun dünyâya teşrîf etmesine alâmet olarak birçok hadîseler meydana gelmiştir. O zamanın meşhûr kimseleri daha Peygamberimiz (s.a.v.), doğmadan önce rüyalar görmüşlerdi. Bu rüyalarını kâhinlere ve zamanın meşhûr âlimlerine tâbir ettirdiklerinde hepsi de bu rüyalarının Muhammed aleyhisselâmın geleceğini gösterdiğini söylemişlerdir. Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib şöyle anlatmıştır: (Bir defasında uykuya dalmıştım. Bir rüya gördüm ve büyük ürpertiyle uyandım. Hemen bir kâhine gidip, rüyamı anlatıp, ta’bir ettirmek istedim. Yüzüme bakıp, ey Kureyşin reîsi sana ne oldu. Yüzünde bambaşka bir hâl görülüyor. Yoksa mühim bir hadîse mi seni sarstı, dedi. Evet henüz hiç kimseye anlatmadığım dehşetli bir rüya gördüm, dedim. Sonra yanına oturup anlatmaya başladım. Bu gece uyurken bir rüya gördüm. Şöyle ki, çok büyük bir ağaç bir ucu semâya yükselmiş dalları doğuya ve batıya yayılmıştı. O ağaçtan öyle bir nûr saçılıyordu ki, güneş yanında çok hafif kalır. Ba’zan gözüküyor, ba’zan gözden kayboluyordu. İnsanlar ona yönelmişti. Her an nûru artıyordu. Kureyş kabilesinden bir kısmı o ağacın dallarına tutunuyor, diğer bir kısmı da ağacı kesmeye çalışıyordu. Bir genç de onu kesmek isteyenlere mâni oluyordu. Öyle güzel yüzlü idi ki, şimdiye kadar öylesini görmedim. Üzerinden de etrâfa hoş kokular yayılıyordu. Ben de o ağacın bir dalına tutunmak için elimi uzattım, fakat ulaşamadım, dedim. Ben rüyamı anlatıp bitirince kâhinin yüzü değişti. Benzi sarardı. Sonra dedi ki: Ondan senin nasîbin yok! Kimin nasîbi var? dedim. O ağacın dalına tutunur gördüklerin dedi. Senin sulbünden bir peygamber gelecek her tarafa mâlik olacak. İnsanlar Onun dinine girecekler dedi. Sonra yanımda bulunan oğlum Ebû Tâlib’e dönüp bu herhalde onun amcası olacak dedi. Ebû Tâlib bu hadîseyi, Muhammed aleyhisselâma peygamberlik bildirilince, “İşte o ağaç Ebul Kâsım, el-Emin Muhammed (s.a.v.)” diye anlatırdı...

Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahudi âlimleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anlamışlardır. Eshâb-ı kiramdan Hassan bin Sabit (r.a.) anlatır. Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahudinin biri hey yahudiler! diye çığlık atarak koşuyordu, Yahudiler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle bağırıyordu: (Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi...)

Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâ’be’de bulunan putlar yüzüstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşden bir cemaatin bir putu vardı. Yılda bir defa onu tavaf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında putu yüzüstü vere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: (Bir kimse doğdu. Yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.) Bu hadîse tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.

Medayin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının ondört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bazı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anlamışlardı.

Yine o gece Mecûsîlerin (ateşe tapanların) bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları aniden sönüverdi. O ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave nehri vadisi o gece su ile dolup taşarak akmaya başladı.

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden itibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine hadîselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi...

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamana kadar görülmemiş bu hadîselerden başka birçok hadîseler vukû’ bulmuş olup, son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın doğduğuna işâret olmuştur.

İSİMLERİ VE KÜNYELERİ

Peygamberimizin (s.a.v.) en çok söylenilen ismi (MUHAMMED)’dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette, Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defa geçmektedir. Saf sûresi 6. âyette ise Hazreti Îsâ’nın ümmetine Ahmed ismiyle haber vermiş olduğu bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîmde (Muhammed) ve (Ahmed) isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzir, Dâî ilallah, Sırac-ı münir, Rauf, Rahim, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübin, Nûr, Hatemün-Nebîyyîn, Rahmet, Ni’met, Hadi, Tâhâ, Yasin... diye anılmıştır. Bundan başka yine bir kısmı Kur’ân-ı kerîmde ve bir kısmı da hadîs-i şerîflerde, bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilmiş olan kitaplarda geçen isimlerinin çoğu, sıfat olup, mecazen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bazıları da şöyledir: Dahûk, Hamyata, Ahîd, Baraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtâr, Rûhul-Hak, Mukîmüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Malum... Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Baraklit). Tevrat’ta ise “Münhamennâ” olarak geçmiş olup, Süryanicede (Muhammed) ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip (Paraclete) kelimesiyle de ifade edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed manasınadır. İncîl tahrip edilince bu kelimeler de kasden değiştirilmiştir.

Peygamberimizin (s.a.v.) hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Haşir, Âkıb, Mukaffi, Nebîyyür-Rahme, Nebîyyüt-Tevbe, Nebîyy-ül-Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (Her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfde Peygamberimiz (s.a.v.) “Bana mahsûs beş isim vardır “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, Ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Haşirim ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşr olunacaktır. Ben, Âkıb’im ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu. Peygamberimize (s.a.v.) Muhammed ve Ahmed ismi annesinin hamile iken gördüğü bir rüyada (Sen insanların en hayırlısına, bu ümmetin Efendisine hamilesin! Doğunca ona Muhammed, Ahmed ismini koy!) denildi. Dedesi Abdülmuttalib ve annesi tarafından bu isimler konuldu. Dedesine de rüyasında böyle bildirilmişti.

Peygamberimizin (s.a.v.) Hazreti Hatice’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliğinden önce ondaki doğruluk, itimat, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerinden dolayı Kureyş kabilesi ona “El-Emin” ismini vermişlerdir.

Kur’ân-ı kerîmde Ahzab sûresi 56. âyetinde: “Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler (Şeref ve şanını yüceltirler). Ey îmân edenler! Siz de ona salât edin (Allahümme salli alâ Muhammed, deyin) ve gönülden teslim olun.” buyurulmaktadır.

Peygamberimizin (s.a.v.) ismini söyleyince, işitince, yazarken ve okurken ona salevât getirmek hürmete ve sevâb kazanmaya sebep olmaktadır. Salevât getirmek “Aleyhisselâm”, “Sallallahü aleyhi ve sellem”, “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed”, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah”, “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm.” “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmâîn.”, “Aleyhissalâtü vesselâmü vettehiyye”, “Aleyhi ve alâ cemî’i minessalavâti etemmühâ ve minnettehiyyâti eymenühâ” gibi duâları söylemekle olur. Bunlardan başka salevât getirmek için okunacak duâlar “Delâil ü hayrat” ve “Câliyet-ül-ekdâr” kitaplarında bildirilmektedir.

Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki: “Vefâtımdan sonra, kim bana salât ü selâm gönderirse, Cebrâil aleyhisselâm bana der ki: -Yâ Resûlallah, ümmetinden falan kimsenin sana selâmı var! Cevap olarak derim ki:

- Benden de ona selâm olsun! Allahü teâlânın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun!”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:

“Cebrâil aleyhisselâm gelip: “Zelîl olsun, yanında Hazret-i Nebîyyi ekremin ism-i şerîfi söylendiğinde salevât getirmeyen, zelîl olsun!” dedi. Ben de âmin dedim.”

“Bir kimse yazdığı bir şeyde, bana da salevât yazarsa, benim ismim o kitapta (yazılan yerde) kaldığı müddetçe, melekler onun için istiğfar ederler.” İstiğfar, günahların bağışlanmasını Allahü teâlâdan istemektir.

“Yer yüzünde dolaşan (seyahat eden) melekler, ümmetimin selâmını tebliğ ederler.”

“Ümmetimin salevâtı bana hediyedir. Benim ümmetime hediyem kıyâmet günü onlara şefâatimdir.”

ÇOCUKLUĞU

Peygamberimiz (s.a.v.) doğduktan sonra üç gün kadar annesi Hazreti Âmine tarafından emzirildi. Sonra da Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hatun bir müddet emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti. Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırdı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamberimizin (s.a.v.) doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt analar Mekke’ye geldi. Her biri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civarındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhûrdu. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri çocuklarını daha çok bu kabileye vermek isterlerdi. O sene Beni Sa’d kabilesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Bu sebeble ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların her biri birer çocuk almışlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, ona talip olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklık), hayası ve güzel ahlâkıyla tanınmış Halime hatun adında bir kadın vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için diğerlerinden daha sonra Mekke’ye ulaşmışlardı. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının alınmış olduğunu görünce eli boş dönmemek için bir çocuk arıyorlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden ve siması çok sevimli olan bir zat ile karşılaştılar, Bu zat Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar; Abdülmuttalib, Halime hatunu Hazreti Âmine’nin evine götürdü. Halime hatun şöyle anlatır: (Çocuğun başucuna vardığımda yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etrâfa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda ona öylesine ısındım ki, uyandırmaya bile gönlüm râzı olmadı. Elimi göğsüne koydum, uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim emmeğe başladı. Sol mememi verdim emmedi. Abdülmuttalib, bana dedi ki: (Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi ni’mete kavuşan olmadı.) Âmine hatun da bana çocuğunu verdikten sonra;

(Ey Halime, üç gün evvel bir nidâ işittim ki, “Senin oğluna süt verecek kadın Beni Sa’d kabilesinden Ebî Zeybe soyundandır) diyordu. Ben’de dedim ki; Ben, Benî Sa’d kabilesindenim ve babamın künyesi Ebî Zeybe’dir.) Halime hatun yine şöyle anlatmıştır: Âmine hatun bana daha nice vak’aları anlattı ve vasıyyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana, (Ey Halime, Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyayı henüz kimseye anlatma, gizle!) denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gaibden (Sana müjdeler olsun ey Halime, o parlak nûru emzirmek sana nasîb olacak) diye seslenildi. Halime hatun şahit olduğu daha nice hadîseleri anlatmıştır.

Hâlime hatun der ki: (Muhammed’i (s.a.v.) alıp Hazreti Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam onun yüzüne bakıp kendinden geçti: (Ey Halime bu güne kadar böyle güzel yüz görmedim) dedi. Onu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de, (Ey Halime bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın) dedi. Halime de (Vallahi, ben de zaten böyle dilerdim) dedi.

Halime hatun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı büyütmek üzere Mekke’den alıp yola çıktıkları andan itibâren onun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen kâfileye yetişip onları geçip gitmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyor. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anlamışlardı.

Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düşünce yağmur duâsına çıktılar. Onu yanlarında götürüp duâ ederek onun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Peygamberimiz (s.a.v.) süt annesi Halime hatunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşi emerdi. İki aylık iken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylık iken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylık iken yürüdü, altı aylık iken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylık iken her tarafa gider oldu. Sekiz aylık iken anlaşılacak şekilde, dokuz aylık iken gayet açık konuşmaya başladı. On aylık iken ok atmaya başladı. Halime hatun şöyle anlatmıştır: (İlk konuşmaya başladığında “Lâ ilahe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin” dedi. O günden sonra (Bismillah) demeden hiç bir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey tutmazdı. Gece gündüz belli zamanlarda bevl ederdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara (Biz, bunun için yaratılmadık) derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâima onunla birlikte hareket eder, onu gölgelerdi. Bir gün Halime hatun farkında olmadan süt kardeşi Şeyma ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halime hatun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeyma’ya niçin sıcakta dışarı çıktınız? dedi. Şeyma, anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut onu dâima gölgeliyor, dedi. Süt kardeşleri ve hiç kimse ondan asla incinmemiştir.

Halime hatun şöyle anlatmıştır: (Muhammed (s.a.v.) iki yaşına girince onu sütten kestim. Sonra Onu annesi Âmine hatuna vermek üzere kocamla Mekke’ye gittik. Fakat Onun öyle bereketlerine kavuştuk ki, ondan ayrılmak, mübârek yüzünü görmemek bize çok güç geliyordu. Onun hallerini annesine anlattım. Âmine hatun, “Benim oğlumun büyük şanı vardır” dedi. Ben: “Vallahi, bundan daha mübârek bir kimse görmedim.” dedim. Sonra, Âmine hatuna, bir çok bahâneler söyleyerek biraz daha yanımızda kalmasını istedim. Nihâyet biraz daha yanımızda kalması için izin aldım. Tekrar yanımıza alıp kabilemize döndük. Onun bereketiyle malımız mülkümüz ve şanımız arttı. Her işimizde ni’metlere kavuştuk.)

Bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip, “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halime hatun ile kocası Haris, hemen süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki, rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor. Sana ne oldu yavrucuğum? diye sorduklarında şöyle anlattı: (Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular), dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) üç yaşında iken olan bu hadîseye (Şakk-ı sadır =göğsünün yarılması) denir. (Bu husûs Kur’ân-ı kerîmde inşirah sûresinin birinci âyetinde bildirilmektedir).

Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirildikten sonra Eshâb-ı kiramdan bazıları: Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz? deyince “Ben ceddim İbrâhîm’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rü’yâsıyım. O bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü... Ben Sa’d bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşim ile birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu. Halime hatun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halime hatuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halime hatun onu Mekke’ye bırakınca sanki canım ve gönlüm de onunla birlikte kaldı demiştir.

Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşında iken annesi Ümmî Eymen adındaki câriye ile birlikte akrabalarını ve babası Abdullah’ın mezarını ziyâret etmek için Medine’ye gittiler. Medine’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Beni Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Bu sırada Medine’deki bir yahudi bilgin ondaki nübüvvet alâmetlerini gürdü. Yanına yaklaşıp ismini sordu. “Ahmed”dir deyince, yahudi bilgin (Bu çocuk âhır zaman Peygamberi olacaktır!) diye bağırdı. Gene orada diğer yahudi âlimlerinden bazıları da ondaki peygamberlik alâmetini görmüşler ve peygamber olacağını anlamışlardır. Bunu birbirleriyle konuşup anlatmışlardır. Onların bu sözlerini duyan Ümmî Eymen durumu Hazreti Âmine’ye haber verince, Hazreti Âmine ona bir zarar gelmesinden çekinerek onu alıp, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde Hazreti Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:

Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan
.

Ben de öleceğim, tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum, şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlât,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.

Benim nâmım kalır daim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefât etti. Orada defn edildi. Hazreti Âmine vefât ettiğinde yirmi yaşında idi. Ümmî Eymen, Muhammed aleyhisselâmı yanına alıp, bir kaç gün süren yolculuktan sonra Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’in yanına bıraktı.

Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhîm aleyhisselâmın dininde idi. Yani mü’min idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhîm aleyhisselâmın dininde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm’a Peygamberliği bildirildikten sonra da onun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini, söylediklerini ve böylece bu ümmetten de olduklarını bildirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zat olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömert idi. Fakirleri doyurur, hatta aç, susuz kalan hayvanlara bile yiyecek verirdi. Allah’a ve ahirete inanırdı. Kötülüklerden sakınan, cahiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zat idi. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. Ona büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâ’be’nin gölgesinde kendisine mahsûs olan minderinde onunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere (Bırakın oğlumu, O’nun şanı yücedir!) derdi. Peygamberimizin (s.a.v.) dadısı Ümmî Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tenbîh eder (Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak diyorlar) dedi. Ümmî Eymen demiştir ki, (Onun çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde “İstemem tokum” derdi.” Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, ondan başkasının yanına girmesine müsaade etmezdi. Onu dâima öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyalar görüp bir çok hadîselere şahit oldu. Bir defasında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüya üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys dağına çıkıp, (Allahım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir!) diyerek duâ etti. Duâsı kabûl olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şairler bu hadîseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâ’be’nin yanında otururken, Necranlı bir rahib yanına gelip onunla konuşmaya başlamıştı. Bir ara “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarının kitaplarda yazılı olduğunu okuduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladı. Bu sırada, Peygamberimiz yanlarına gelmişti. Necranlı rahib, O’nu dikkatle seyretmeye başladı. Sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla: “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib oğlumdur! deyince, Necranlı rahib: “Biz kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lâzım!” dedi. Abdülmuttalib (O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hamile iken ölmüştü) deyince, rahib “Şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttaliboğullarına: (Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!) dedi.

Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Peygamberimize (s.a.v.) (Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin) deyince, koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. O’nun yanında kalmak istediğini söyledi. Peygamberimizi (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib oğlu Ebû Tâlib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasıyyet etti. Bundan sonra da vefât etti.

Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve O’nun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zat idi. O da Peygamberimize (s.a.v.) büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, bir yere gitmez ve (Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!) derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce onun başlamasını isterdi. Bazen de ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünün pırıl pırıl parladığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve ailesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhissselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû’ bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâ’be’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebû Tâlib bir defasında Şam’a ticâret için giderken, Muhammed aleyhisselâmı da, dokuz veya oniki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsûs bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda “Bahîra” adında bir rahib kalmakta idi. Önceden yahudi âlimlerinden iken sonradan hıristiyan olan bu bilgili rahibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şeyler ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defalarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmemişti. Her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey beklerdi. Rahib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuştu ve heyecanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiğini görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekteydi. Kervan konaklayınca da Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini de görerek iyice heyecanlanmıştı. Hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de davetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe davet etti. Kureyş kervanında bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözlemek üzere bırakıp rahib Bahîra’nın yanına gittiler. Bahîra gelenlere dikkatle bakıp (Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?) diye sorunca, evet, bir kişi var dediler. Çünkü Kureyşliler geldiği halde bulut duruyordu. Bulut gelmeyince kervanda davete gelmeyen olduğunu anladı. Rahib Bahîra ısrarla onun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle ona bakmaya, incelemeye başladı. Yemekten sonra hallerine işlerine dair bir çok sualler sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsi için âhır zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührünü de görünce Ebû Tâlib’e (Bu çocuk senin neslinden midir?) dedi. Ebû Tâlib oğlum deyince Bahîra (Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.) dedi. Bu sefer Ebû Tâlib (O benim kardeşimin oğludur.). Babası ne oldu deyince, babası onun doğmasına yakın bir sırada öldü cevabını alan Bahîra, (Doğru söyledin), annesi ne oldu? dedi. O da öldü deyince (doğru söyledin) diyen Bahîra, Peygamberimize (s.a.v.) dönüp, putlar adına yemîn verdi ve soracaklarıma cevap ver dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Bahîra’ya putların ismiyle yemîn verme. Ben onlardan nefret ederim, dedi. Bahîra, bu sefer Allah adına yemîn edip sormaya başladı. Uyur musun, dedi. Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz buyurdu. Bahîra daha birçok sual sorup cevap aldı. Sonra Ebû Tâlib’e, bu çocuğun gözlerindeki kırmızılık devamlı mıdır? dedi. Ebû Tâlib, evet hiç kaybolmaz dedi. Sonra Peygamberimize (s.a.v.) sırtını açmasını rica etti. Ebû Tâlib arzusunu yerine getir deyince, mübârek sırtını açtı. Bahîra nübüvvet mührünü görünce kitaplarda okuduğu mühim alâmetlerden olduğunu anladı. Nübüvvet mührünü öptü. Gözlerinden yaş boşandı. (Ben şehâdet ederim ki sen Allahın Resûlüsün) dedi.

Sonra da ısrarla şöyle dedi: (Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu hasetçi yahudilerden koru! Vallahi yahudiler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse O’na bir zarar vermeğe kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacak. Bunun getireceği din bütün yeryüzüne yayılacaktır. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.) dedi. Ebû Tâlib misak nedir? dedi. Bahîra dedi ki: (Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır) dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevdi. Ömrü boyunca O’nu dâima korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu.

Her haliyle fazîletler ve güzellikler sahibi müstesna bir insan olarak büyümekte olan Muhammed aleyhisselâm, onyedi yaşına girmişti. Bu sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice harikulade halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabilesi arasında (Bunun şanı pek yüce olacak) diye söylenmeye başlandı...

GENÇLİĞİ

Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliği sırasında Mekke halkı arasında diğerlerinden farklı olarak çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sakinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün halleriyle sevilmişti. İnsanlar arasında fevkalade farklılığı ile herkes O’na hayran olmuştur. Mekke halkı, O’nda gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı da O’na “El-emin =Güvenilir” dediler ve gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.

Peygamberimizin gençliği sırasında, Araplar koyu bir câhiliyyet devri yaşamakta olup, aralarında puta tapmak, içki, kumar, zinâ, faiz ve daha bir çok çirkin işler yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hallerinden son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâima uzak dururdu. Bütün Mekke halkı O’nun bu halini bilirler ve hayret ederlerdi. Putlardan şiddetle nefret ettiği için asla yanlarına yaklaşmazdı. O zaman Kureyş müşrikleri, her senenin belli bir gününde toplanırlardı. Bu toplantılarda, Buvane adlı bir putun yanında kurbanlar kesip, merasim yapmak âdetleriydi. Yine böyle bir günde Peygamberimizin halaları O’nu da götürmek için çok zorladılar. Gitmekten şiddetle kaçınmasına rağmen halaları büyük bir ısrarla tutup götürdüler. Fakat putun yanına vardıklarında Muhammed aleyhisselâmın, birdenbire ortadan kaybolduğunu gördüler. Sonra O’nu benzi sararmış bir halde bulup, Sana ne oldu? dediklerinde: “Bana bir fenâlık gelmesinden korkuyorum” dedi. Onlar da, (Allah sana kötülük eriştirmez, sende çok iyi hasletler ve meziyetler var. Söyle bakalım sen ne gördün?) dediler. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm şöyle cevap verdi: “Ben bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri peyda oldu.” Bana: “Yâ Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme! diye haykırdı.” Bu vakadan sonra da asla putların yanına yaklaşmadı ve diğer kötülüklerden de dâima uzak durdu. Putlar için kesilen kurbanların etlerinden hiç yemedi. Çocukluğunda ve gençliğinde kendine âit koyunları Ciyâd dağında ve civarında güderdi. Böylece geçimini sağlardı. Bir taraftan da çok bozulmuş olan cemiyetten bu münasebetle de uzak dururdu. Bir defasında Eshâb-ı kirama “Koyun gütmeyen hiç bir peygamber yoktur” buyurmuştu: (Yâ Resûlallah sen de güttün mü?) dediklerinde “Evet ben de güttüm” buyurdu.

Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşında iken Ebû Bekir (r.a.) ile Şam’a ticârete gitti. Bu seferinde de Bahîra adlı rahibin bulunduğu manastırın yakınında konakladıklarında, Hazreti Ebû Bekir Bahîra’dan yiyecek birşeyler almaya gitmişti. Bahîra; Muhammed aleyhisselâmın oturduğu ağacı göstererek (O ağacın altında oturan kimdir?) diye sordu. Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib’dir cevâbını alan Bahîra (Vallahi O, son peygamberdir. Ben şöyle işittim ki, Îsâ aleyhisselâmdan sonra o ağaç altında kimse oturmadı. Ancak son peygamber olacak kimse oturacaktır) demiştir. Bu müjdeyi duyan Hazreti Ebû Bekir, Muhammed aleyhisselâmı o günden sonra daha da çok sevmiştir.

Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda Mekke’de asayiş tamamen bozulmuştu. Zulüm son derece yaygınlaşıp mal, can ve namus emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkı, ticâret için ve Kâ’be’yi ziyâret maksadıyla gelen yabancılar haksızlığa ve zulme uğruyorlardı. Haklarını almak için müracaat edecek bir merci de bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke’ye gelen Yemenli bir tüccârın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla elinden alınıp gasp edilmişti. Bu hadîse üzerine Yemenli, Ebû Kubeys dağına çıkıp feryad ederek hakkının alınması için kabilelerden yardım istemişti. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip hadîseler üzerine, Haşim ve Zühreoğulları ve diğer kabilelerin ileri gelenleri Abdullah bin Cedan’ın evinde toplandılar. Yerli, yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mani olmaya ve haksızlığa uğramış olanların haklarını almaya karar verdiler ve bu maksatla bir adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmın genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda da çok tesirli olduğu bu cemiyete Hılf-ul-Fudul cemiyeti denildi. Daha önce Fazl adında iki kişi ve Fudayl adında biri tarafından da böyle bir cemiyet kurulmuştu. Onların önceden kurdukları cemiyete izafeten bu isim verilmiştir. Bu cemiyet, zulmü önleyip, Mekke’de bozulmuş olan asayişi yeniden kurdu. Tesiri uzun müddet devam etti. Muhammed aleyhisselâma peygamberlik bildirildikten sonra Eshâb-ı kirama anlatıp: “Abdullah bin Cedan’ın evinde yapılan yemînleşmede ben de bulundum. Bence o yemînleşme, kırmızı tüylü develere (servete) sahip olmaktan daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icabet ederim.” buyurdu.

Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı. Muhammed aleyhisselâmın amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu. Muhammed aleyhisselâm yirmibeş yaşında bulunduğu sıralarda Mekke’de geçim sıkıntısının iyice artması üzerine Mekkeliler Şam’a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı. Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleri ile tanınan ve Tahire (çok temiz) lakabıyla anılan Hatice hatun da ticâret için mal göndermek istiyordu. Fakat bu iş için güvenilir bir kimse arıyordu. Peygamberimizin (s.a.v.) halası Atîke hatun önce peygamberimizle (s.a.v.) bu iş için görüştü. Sonra da durumu Hazreti Hatice işitmişti. Eğer mallarımı satmak üzere götürürse ona başkalarına vereceğim ücretten daha fazlasını veririm dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Amcası Ebû Tâlib’in de tavsiyesi üzerine Hazreti Hatice’nin mallarını götürüp satmak üzere bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işe büyük bir memnuniyet gösteren Hazreti Hatice kölesi Meysere’yi de O’nun yanına yardımcı olarak vermişti. Bu ticâret seferi üç ay sürdü. Kervanda bulunanlar yolculuk sırasında Muhammed aleyhisselâmın üzerinde O’nu gölgeleyen bir bulutun ve kuş şekline giren iki meleğin O’nunla birlikte sefer bitinceye kadar hareket ettiğini gördüler. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki devenin ayaklarını eliyle sığamasından sonra, develerin birden süratlenmesi gibi nice hallerini görünce, O’nu son derece sevip şanının çok yüce olacağını anlamışlardı. Busra denilen yere vardıklarında, oradaki manastırın yakınında bu seferde de konaklamışlardı. Gördüğü birçok alâmetlerden O’nun son peygamber olacağını anlayıp söyleyen rahib Bahîra ölmüş. O’nun yerine Nastura adında başka bir rahib geçmişti. Manastırın yakınına gelip konan Kureyş kervanını seyreden rahib Nastura yakınında bulunan bir kuru ağacın altına birinin oturmasıyla birlikte yeşermesini görerek elinde bir kitap sahifesi ile koşup geldi. Bir elinde bulunan sahifede yazılı olanlara, bir de Muhammed aleyhisselâmın yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura bildiği, duyduğu ve okuduğu alâmetlerin aynını görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek: (Îsâ aleyhisselâm’a İncîl’i indiren Allah hakkı için bu zat son peygamber olacaktır. Ne olaydı ben O’nun peygamber gönderilerek emr olunduğu zamana ulaşsaydım) dedi... Muhammed aleyhisselâm Busra pazarında Hatice hatunun mallarını satarken de O’nunla pazarlık yapan biryahudi inanmadığı için (Lat ve Uzzâya (iki put ismi) yemîn et ki inanayım) deyince Muhammed aleyhisselâmın “Ben o putlar adına asla yemîn etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek geçerim” cevabını alınca O’ndaki diğer alâmetleri de gören yahudi: (Söz senin sözündür. Vallahi bu zat peygamber olacak bir kimsedir ki, âlimlerimiz kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır.) diyerek hayranlığını açıklamıştır.

Kureyş kervanı ticâretini tamamlayıp Mekke’ye dönmüştü. Kervanda bulunan ve Hatice hatunun akrabası olan Zübeyr ve kölesi Meysere, Muhammed aleyhisselâm hakkında işittiklerini ve gördüklerini Hatice hatuna bir bir anlattılar. Hatice hatun mallarını satmak üzere teslim ettiği Muhammed aleyhisselâmın bereketiyle iyi kâr getirdiğini görerek çok memnun olmuştu. Kervanı karşıladığı sırada da Muhammed aleyhisselâmı gölgeleyen iki meleği görmüştü. Ticâret seferi sırasında vukû’ bulan harikulade hallerin kölesi Meysere tarafından teker teker anlatılması üzerine, amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka bin Nevfel putlara tapmayan okumuş ve çok bilgili, yaşlı bir hıristiyan idi. Hatice hatun daha önceden de rüyasında gökten ayın indiğini, koynuna girip koltuğundan çıkarak bütün âlemi aydınlattığını görmüştü. Bu rüyasını da Varaka bin Nevfel’e anlatmıştı. O da (Âhir zaman peygamberi vücuda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamanında ona vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en önce îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları kolundan olacak...) demişti Hatice hatun bu defa kölesi Meysere’nin anlattığı şeyleri de Varaka bin Nevfel’e söyleyince, o da hayrete düşüp: (Bu söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed, bu Ümmetin peygamberi olacak. Ben zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman onun tam zamanıdır) dedi. Böylece Hazreti Hatice’nin sevgisi ve itimadı daha da arttı.

Muhammed aleyhisselâm 12 yaşında iken amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Busra’ya kadar, 17 yaşında iken amcası Zübeyr ile Yemen’e, 20 yaşında Hazreti Ebû Bekir ile Şam’a ve 25 yaşında iken Hazreti Hatice’nin mallarını satmak üzere Şam’a olmak üzere dört defa seyahate çıktı. Bu seyahatlerinden başka hiç bir yere seyahat yapmadı.

EVLENMESİ

Muhammed aleyhisselâm yirmibeş yaşında iken ilk olarak Hazreti Hatice ile evlendi. Hazreti Hatice, Kureyş kabilesinin Esedoğulları kolundan kırk yaşında ve dul idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla bir hatun idi. Yüksek ahlâkı ve üstün vasıfları sebebiyle Kureyş arasında Tâhire (çok temiz), İslâmiyet geldikten sonra da “Hadîcet-ül-Kübra” ismiyle meşhûr olmuştu. Hazreti Hatice mallarını Şam tarafına götürüp Busra’da satan Muhammed aleyhisselâmın adâletini, üstün ahlâkını ve hakkında duyduğu, şahit olduğu hadîseler sebebiyle onu son derece takdîr etmişti. Bu hadîseden kısa bir süre sonra, yakınlarının araya girmesiyle evlenmeleri kararlaştırıldı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) bu sırada evlenecek kadar parası ve malı yoktu. O zaman da samimi bir arkadaşı olan Hazreti Ebû Bekir’e gidip borç istemeyi düşündü. Bu maksadla Hazreti Ebû Bekir’in dükkânına gitti. Hazreti Ebû Bekir dükkânının önünde oturuyordu. Peygamberimizi (s.a.v.) uzaktan görünce bu gelen benim samimi dostum ve çok sevdiğim arkadaşımdır, dedi. Şimdi benden ne taleb ederse bol bol vereyim diye karar verdi. Peygamberimiz (s.a.v.) yanına yaklaşınca üzüntülü görüp, sebebini sordu. Durumu anlayınca kasasını açıp, buyur istediğin kadar al dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) lâzım olduğu kadar alıp nikâh için gerekli hazırlığı yaptı. Nikâh meclisi Hazreti Hatice’nin evinde kuruldu. Ebû Tâlib ve Varaka bin Nevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri de nikâh şahidi olarak bulundular. Zamanının emsalsiz bir kadını olan Hazreti Hatice, evlilik hayatı boyunca Muhammed aleyhisselâma dâima hizmet edip yardımcısı oldu. Muhammed aleyhisselâmın bu evliliği Hazreti Hatice’nin vefâtına kadar yirmibeş sene sürdü. Bunun onbeş senesi bi’setten önce on senesi bi’setten sonra idi. Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi Hazreti Hatice hayatta iken başkası ile hiç evlenmemişti. Muhammed aleyhisselâmın Hazreti Hatice’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. Bunlar; Kâsım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib)’dır. Peygamberliği sırasında evlendiği Hazreti Mâriye’den de İbrâhîm adlı oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeynep, kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtıma babasının en sevgilisiydi. Hazreti Fâtıma Peygamberimiz (s.a.v.) kırk yaşında iken doğdu. Erkek evlâtları küçük yaşta vefât ettikleri gibi, Hazreti Fâtıma’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Hazreti Fâtıma da Muhammed aleyhisselâmdan altı ay sonra vefât etti. Hazreti Ali ile evlenmişti. Muhammed aleyhisselâmın soyu Hazreti Fâtıma evlâdı, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin ile devam etti.

Resûlullah (s.a.v.) ikinci defa olarak, ellibeş yaşında iken, Ebû Bekir’in (r.a.) kızı; Âişe (r.anha) ile nikahlanıp, üç sene sonra da Medine’de evlendi. Bunu Haticet-ül-Kübra’nın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.

Diğerlerini, hep Hazreti Âişe’den sonra, dinî, siyasî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek nikâh etti. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke’deki kâfirlerin, müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye geldikte, Eshâb-ı kiramın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti. Habeş padişahı Necâşî Hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli şeyler sorup, aldığı olgun cevaplara hayran kalarak imâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. Îmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakîrlikten kurtulmak için, papazlara aldanıp mürted olmuş, dinini dünyâya değişmişti. Resûlullahın (s.a.v.) halasının oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbeyi de (r.anha) dinden çıkıp zengin olmağa cebr ve teşvik etti ise de, kadın, fakîrliğe ve ölüme râzı olacağını fakat Muhammed aleyhisselâmın dininden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümm-i Habîbe, Mekke’deki Kureyşin o zamanki baş kumandanı Ebû Süfyân’ın kızı idi. Resûlullah (s.a.v.) o zamanlarda, kureyş orduları ile, çok çetin muharebelerle uğraşıyordu ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayreti ile çarpışıyordu. Resûlullah (s.a.v.), Ümmî Habîbe’nin dininin kuvvetini ve başına gelen çok acı hali işitti. Necâşîye mektûb yazıp, (oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder!) şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce müslüman olmuştu. Mektûba çok hürmet edip, oradaki müslümanları sarayına davet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediyye ve ihsânlarda bulundu. Bu sûretle, Ümm-i Habîbe, imânının mükâfatına kavuşarak, orada zengin ve rahat oldu. Onun sayesinde, oradaki müslümanlar da rahat etti. Cennetde, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennetin en yüksek derecesi ile müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve ni’metleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde müslüman olmakla şereflenmesini hazırlayan sebeplerden birisi oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, kâfirlerin iftiralarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullahın (s.a.v.) aklının, zekâsının, dehasının, ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermektedir.

İkinci misâl olarak; Hazreti Ömer’in (r.a.) kızı Hafsa (r.anha) dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında, Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Bekir’e ve Hazreti Osman’a kızımı alır mısın dedikde, düşüneyim, demişlerdi. Bir gün, Resûlullah (s.a.v.), her üçü ve başkaları yanında iken, (Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?) diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah (s.a.v.) de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. Ona, hatta herkese doğru söylememiz farz olduğundan, Hazreti Ömer de, (Yâ Resûlallah (s.a.v.) kızımı Ebû Bekir’e ve Osman’a (r.a.) teklif ettim, almadılar) gibi cevap verdi. Resûlullah (s.a.v.) en çok sevdiği üç Eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki, (Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekir’den ve Osman’dan (r.a.) daha iyi birisine versem ister misin?). Hazreti Ömer şaşırdı. Çünkü, Hazreti Ebû Bekir’den ve Hazreti Osman’dan daha iyi kimse olmadığını biliyordu. (Evet, yâ Resûlallah!) dedi. (Yâ Ömer, kızını bana ver!) buyurdu. Bu sûretle, Hafsa (r.anha), Hazreti Ebû Bekir’in ve Hazreti Osman’ın ve bütün mü’minlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer ve Hazreti Osman birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.

Üçüncü bir misal, hicretin beş veya altıncı senesinde, Beni Mustalak kabilesinden alınan yüzlerce esîr arasında, Cüveyriyye (r.anha), kabilenin reîsi Harisin kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kiramın (aleyhimürrıdvân) hepsi, biz, Resûlullah (s.a.v.) ailesinin, annemizin akrabasını câriye olarak, hizmetçi olarak kullanmaktan haya ederiz dedi. Hepsi, esîrlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esîrin âzâd olmasına sebep oldu. Cüveyriyye (r.anha) bu hali her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe (r.anha) Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim, derdi.

Resûlullah (s.a.v.)’ın çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, şerî’ati (İslâm dinini) bildirmek içindi. Hicab âyeti gelmeden, yani kadınların örtünmeleri emir olunmadan önce, kadınlar da Resûlullaha gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah (s.a.v.) birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabûl etmedi. Onların, bilmediklerini, mübârek zevcesi Hazreti Âişe’den sorup öğrenmelerini emir eyledi. Gelip soranların çokluğundan, Hazreti Âişe, hepsine cevap yetiştirmeğe vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaştırmak ve Hazreti Âişe’nin yükünü hafifletmek için lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nazik bilgileri, müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hatta imkânsız olurdu. Allahü teâlânın dinini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.

Muhammed aleyhisselâm Hazreti Hatice ile evlendikten sonra da Mekke’de ticâretle meşgûl oldu. Ticâreti, Saib bin Abdullah ile ortaklık şeklinde yürütürdü. Kazançlarıyla misâfirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakîrlere yardım ederlerdi. Muhammed aleyhisselâm yine bu sıralarda Hazreti Hatice’nin kölesi Zeydi himâyesine alıp, onu kölelikten âzâd etti. O zaman küçük yaşta bulunan Hazreti Ali’yi de yanına alıp evladı gibi yetiştirmiştir.

Otuzbeş yaşında bulunduğu sırada Kâ’be hakemliği yaptı. O zaman yağmur ve seller sebebiyle Kâ’be’nin duvarları iyice yıpranmış, bir yangın sebebiyle de tahribata uğramıştı. Bu durum üzerine Kureyş kabilesi Kâ’beyi İbrâhîm (a.s.)’ın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden yapmaya başlamıştı. Her kabileye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabileler Hacer-ül-esved taşını yerine koyma husûsunda anlaşamadılar. Her kabile böyle bir şerefe sahip olmak istediğinden aralarında gittikçe artan büyük bir anlaşmazlık çıktı. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Bu sırada Abdulmuttalibin dayısı ve yaşlı bir zat olan Huzeyfe’nin (Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zatı aranızda hakem yapın) diyerek Kâ’beye açılan Benî Şeybe kapısına işâret etti. Orada bulunanlar bu teklifi kabûl ettiler ve Benî Şeybe kapısına bakarak ilk girecek ve işin en nazik anında bu işi halledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan, doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdîr ettikleri ve El-Emin (güvenilir) dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. (İşte El-Emin onun hükmüne râzıyız) dediler. Durum Muhammed aleyhisselâma anlatılınca bir örtü istedi. Hacer-ül-esved’i bir örtü üzerine koyup (Her kabileden bir kişi bir ucundan tutsun) dedi. Taşı konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra da kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Mekke’de çıkmak üzere olan büyük bir harbin böylece önlendiğini gören kabileler, onun bu hareketinden çok memnun oldular. Sonra da yarım kalmış olan duvarları yaparak tamamladılar.

Bİ’SETİ (PEYGAMBERLİĞİ)

Muhammed aleyhisselâm daha otuzyedi yaşında iken gaibden “Yâ Muhammed” diye nidâ olunduğunu duyardı. Otuzsekiz yaşında iken de bir takım nûrlar görmeye başladı. Bu halini sadece Hazreti Hatice’ye anlatırdı. Muhammed aleyhisselâma peygamberliğin bildirilmesi yaklaştığı bu sırada, o zamanın meşhûr edîblerinden Kus bin Sa’de, Ukkaz panayırında deve üzerinde büyük bir kalabalığa karşı okuduğu hutbede onun geleceğini müjdelemişti. Bu hutbeyi dinleyenler arasında Muhammed aleyhisselâm da bulunmuştu. Kus bin Sa’de bu meşhûr hutbesinin bir bölümünde şöyle demiştir: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, bekleyiniz, ibret alınız, yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur... Kulak veriniz iyi dinleyiniz? Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var... Allahın indinde bir din... Ve Allahın gelecek olan bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona îmân edip de o dahi ona hidâyet eyleye. Vay ona isyan ve muhalefet eden bedbahta! Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen Ümmetlere!..”

Muhammed aleyhisselâm otuzdokuz yaşında iken sadık rüyalar görmeye başladı. Rüyasında ne görürse aynen çıkardı. Bu hal altı ay devam etti. Vahiy gelmesi yaklaşınca “Ya Muhammed” diye sesler işitirdi. Bundan sonra yalnızlığı sevip insanlardan uzaklaşarak Hira Dağında bir mağarada tefekküre dalardı. Bazen Mekke’ye gelir, Kâ’beyi tavaf ettikten sonra evine giderdi. Evinde bir müddet kalıp yanına biraz yiyecek alarak yine Hira Dağı’nda mağaraya gidip tefekkür ve ibadetle meşgûl olurdu. Bu halini gören Mekkeliler (Muhammed (s.a.v.) Rabbine âşık oldu) demişlerdi.

Muhammed aleyhisselâm kırk yaşında iken yine bir Ramazan ayında Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Ramazanın 17. Pazartesi gecesi, gece yarısından sonra kendisini adıyla çağıran bir ses işitti. Başını kaldırıp etrâfa baktığı sırada ikinci defa bir ses işitti ve her tarafı birdenbire bir nûr kapladığını gördü. Sonra Cebrâil aleyhisselâm karşısına geldi. “Oku!” dedi. “Ben okumuş değilim” cevabını verdi. O zaman melek Muhammed aleyhisselâmı tutup takati kesilinceye kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Yine, “Ben okumuş değilim.” cevabını verdi. İkinci defa sıktı ve “Oku!” dedi. “Ben okumuş değilim” dedi. Cebrâil aleyhisselâm üçüncü defa tutup sıktı ve sonra bıraktı ve “Oku! Her şeyi yaratan Rabbinin ismiyle ki, O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı! Oku! ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten bol kerem ve ihsân sahibidir.” meâlindeki Alâk sûresinin ilk beş âyetini getirdi. Muhammed aleyhisselâm da onunla beraber okudu. İlk vahiy bu sûretle başladı ve bütün cihanı aydınlatan İslâm güneşi doğdu.

Muhammed aleyhisselâm Peygamberlik vazîfesinin mes’ûliyetini düşünerek büyük bir ürperti ve heyecanla Hira Dağı’ndaki mağaradan çıkıp aşağıya inmeye başladı. Dağın ortasına geldiği sırada bir ses duydu. Cebrâil aleyhisselâm “Yâ Muhammed, Sen Allahın Resûlüsün; ben de Cibrîlim.” diyordu. Cebrâil’in (a.s.) hem sesini duydu, hem de kendisini gördü. Evine dönünceye kadar yanından geçtiği her taşın, her ağacın (Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah) dediğini işitiyordu... Bundan sonra evine gelip “Beni örtünüz” buyurarak ürpermesi geçinceye kadar bir miktar yattı. Biraz istirahat ettikten sonra gördüklerini Hazreti Hatice’ye anlattı. Hazreti Hatice “Biliyorum ki sen doğru sözlüsün... Emanete riâyet edersin... Güzel huylu ve iyi ahlâklısın... Senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım...” dedi. Sonra bu durumu sormak üzere Hazreti Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gittiler, İbraniceyi bilen, çok kitap okumuş ve dinler hakkında bilgi sahibi olan Varaka bin Nevfel’e durumu anlattılar. Varaka bin Nevfel Muhammed aleyhisselâmın anlattıklarını dinledikten sonra “Müjde yâ Muhammed! Allaha yemîn ederim ki sen Îsâ’nın (a.s.) haber verdiği son peygambersin! Sana görünen melek, senden evvel Musa’ya (a.s.) gelen Cebrâil’dir. Ah! Ne olurdu! Genç olsaydım. Seni Mekke’den çıkardıkları zamana yetişseydim de sana yardım etseydim!” dedi.

Muhammed aleyhisselâma ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu arada Mikâil (a.s.) adındaki melek gelip bazı şeyler öğretti. Fakat vahiy getirmedi. Bu sırada Peygamberimiz (s.a.v.) üzüldükçe Cebrâil aleyhisselâm gözüküp “Ey Muhammed! Sen Allah’ın Peygamberisin!” der, üzüntüsünü yatıştırırdı.

İlk vahyin gelmesiyle Peygamberliği başlayan Muhammed aleyhisselâmın tebliğinin 13 senesi Mekke’de, 10 senesi de Medine’de geçti.