Evliyânın büyüklerinden. İlim ve vera' sahibi idi. Künyesi, Ebû Abdullah olup,
ismi Ahmed bin Yahyâ el-Celâ'dır. Babası Yahyâ el-Celâ da evliyânın
büyüklerindendir. Aslen Bağdâdlı olup, Şam ve Rem-le'de oturdu. Babası el-Celâ
ve Zünnûn-i Mısrî, Ebû Abdullah Busrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebü'l-Hasen Nuri, Ebû
Türâb Nahşebî ve bunlar gibi altıyüz âlim zâtın sohbetinde kemâle geldi. Bir
taraftan insanların kalblerini temizlerken, bir taraftan da ilim öğretmekle
meşgul oldu. Ebû Ali Rudbârî, Ebû Bekr Muhammed Dukkî ve Hakim Tirmizî
talebelerinin meşhûrlarındandır. 306 (m. 918) yılında vefât etti.
Derin ilmi, engin ma'nâlı sözleri vardır. Tasavvufî hâllerden olan hakikat ve
ma'rifetde eşi yoktu. Zamanında Şam evliyâsının en büyüğü diye bilinirdi.
Kazandığının hepsini sadaka verirdi. Kuldan birşey beklemez, arzusunu yaratana
bildirirdi.
Kendisi anlatır: Anne ve babama, "Beni Allahü teâlâya hediye eder misiniz ki,
ben hep onun yoluna çalışayım" dedim. Onlar da "Verdik" dediler. Ben de
memleketimi terk ettim. Bir zaman sonra, gece vakti gelip kapıyı çaldım. Babam,
"Kimsin?" diye sordu. Ben de "Oğlunum" deyince, "Ben oğlumu Allaha verdim,
verdiğimi geri almam" deyip kapıyı yüzüme kapadı. Ben de geri döndüm.
Bir zaman Medîne-i münevvereye gitti. Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret edip
selâm verdiğinde, selâmına cevap verirdi. Sonra, "Yâ Resûlallah kabul edersen bu
gece sende misafir kalmak istiyorum" dedi. "Kabul ettim" diye cevap verildi.
Orada kaldı. Rü'yâsında Peygamber efendimizi gördü. Kendisine bir ekmek ikrâm
edildi. Bir kısmını yedikten sonra uyandı. Uyandığında ekmeğin kalanının elinde
olduğunu gördü.
İbn-i Celâ hazretlerine fakîrliğin ne demek olduğunu sordular. Hiç seslenmedi.
Bir kenara çekildi. Biraz sonra da çekip gitti. Çok geçmeden geri geldi.
"Üzerimde bir miktar para vardı. Bu para üzerimde dururken fakîrlikten
bahsetmeye utandım. Gittim, parayı mahallemin fakîrlerine dağıtıp geldim"
buyurdu ve fakîrlikten bahsetmeye başladı.
Kendisi anlatır: "Birgün güzel yüzlü bir hıristiyan çocuğunu görüp, güzelliğine
hayret ettim. Cüneyd hazretleri bu hâlimi görünce "Cenâb-ı Hakkın yarattığı
herşeyde, hayret nazarıyla bakacak çok şey var. Sen bunun cezasını yakında
görürsün" buyurdu. Oradan ayrılır ayrılmaz, ezberimdeki bütün Kur'ân-ı kerîmi
unuttum. Tekrar ezberlemek için senelerce uğraştım, tövbe ettim, Allaha
yalvardım. Ben şimdi, hiçbir şeye ilgi duymaya cüret edemiyorum. Allahtan başka
birşeyle alâkadar olmayı kendime yakıştıramıyorum" der, o ânı hatırladıkça hep
ağlardı.
Abdullah bin Mukrî, Ebû Abdullah İbn-i Celâ'dan rivâyet eder: "Talebelik
günlerimde, Zünnûn-i Mısrî ile Mekke'de beraberdik. Günlerce aç kalıp birşey
yemedik. Birgün Zünnûn, Hirâ dağına çıkmak için, öğle namazından önce kalkıp
abdest aldı yola çıktı. Ben de peşindeydim. Giderken yol kenarına alılmış taze
muz gördüm. Birkaç tane alıp, Zünnûn hazretlerine göstermeden kolumun yenine
koydum. Zünnûn hazretleri yanımdan uzaklaşınca da, çıkarıp yemeye başladım.
Gözlerimle de onu tâkib ediyordum. Tepeye varıp insanlardan uzaklaşınca bana
dönüp, "Yenine koyduğun şeyi çıkar" dedi. Ben çok mahcûb oldum. Abdest alıp
mescide gittik. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldık. Yatsıdan bir
saat sonra, bir adam elinde bir tepsi yemekle çıkageldi. Getirip Zünnûn
hazretlerinin önüne koydu. Yemesini işaret edip gitti. O, hiç hareketsiz
duruyordu. Bana baktı ve "Buyur ye!" dedi. Ben de "Yalnız mı yiyeceğim?" dedim.
"Yemeği sen istedin. Biz talebte bulunmadık. Yemeği isteyen yer" buyurdu. Bunun
üzerine, mahcûb bir şekilde bu yemeği yedim."
Oğlu anlatır: Babam vefât ettiğinde, cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık.
Yıkamak için yanına vardı, fakat hemen dışarı çıkıp, "Bu vefât etmemiş" dedi.
Biz yanına vardığımızda bir hareket göremedik. O kimse korkup gitti. Başka
birisini çağırdık. O da korkmuş hâlde çıkıp, "Ben yanına varınca eliyle beni
itti" dedi. Sonra yakın akrabamızdan birim çağırdık. O gelince ona hiçbirşey
yapmadı. O kimse rahat yıkayıp, kefenledi.
Ebû Abdullah bin Celâ hazretlerine, "Zâhid kime denir," diye sorduklarında;
"Zâhid, kendisinin ö-vülmesiyle yerilmesi arasında fark görmeyen kişidir"
buyurdu.
"Âbid kime denir?" diye sordular. "Farzları, müstehab vaktinde eda edebilen kişi
âbiddir" buyurdu.
"Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe
ettiğine inanır, hakkında kötü zânda bulunmam" buyurdu.
Aşağıdaki güzel sözlerde, onun buyurduklarındandır:
"Allah için alçak gönüllü olmak emredilmeseydi, gururla yürümek, fakîrin en
tabiî hakkı olurdu." "Allahü teâlâdan korkmanın alâmeti, başkalarının korktuğu
şeylerden korkmamaktır." "Zühd, dünyâyı gözden ve gönülden çıkarıp yok
saymaktır."
"Öyle bir zât tanırım ki, otuz sene boyunca Mekke'de kaldı. Kendi kovası ve
ipiyle çektiği zemzem suyundan başka su içmedi. Getirilen yemeklerden yemeyi.
Zemzem suyu ona kâfi geldi."
"Bâtılla kansan her hak, haklıktan çıkar, Bâtıl olur. Çünkü hakkın bâtıla
beraber olmaya tahammülü yoktur."
"Allahü teâlâdan korkarak takva sahibi olmayan fakîr, kendini barlam yemekten
kurtaramaz."
"Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm, onun sözlerinden hikmet damlıyordu. Sehl'i gördüm, o
hikmetten başka birşey söylemiyordu. Bişr-i Hafî'yi gördüm, onun da vera'sı
vardı" buyurdu. "Siz bunlardan hangisine meylediyorsunuz?" diye sorulunca da,
"Üstadımız Bişr-i Hafî'ye" diye cevap verdi.
"Arifin işi Mevlâsıyladır. O, O'ndan başkasıyla ilgilenmeye tenezzül etmez,"
"Bir insan ma'nevî ma'nâda nasıl fakîr olur?" diye sorulunca, "Ondan geriye
hiçbirşey kalmadığı zaman" diye cevap verdi. "Böyle olduğu nasıl ve ne zaman
anlaşılır" denilince de, "Sol taraftaki günahları yazan melek, yirmi sene
boyunca aleyhinde yazacak birşey bulamadığı zaman anlaşılır" buyurdu. Bir başka
zaman da, "Herşeyi bir kenara at! Rabbim Allah de! O zaman sana fakîr denir."
"Ma'rifetin şükrü takva, izzetin şükrü tevazu, musîbetin şükrü sabırdır."
"Rızkını Allahtan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı cenâb-ı Haktan
uzaklaştırıp, halka muhtaç eder."
"Müslüman kardeşinin hakkım, aranızdaki dostluk ve muhabbete güvenerek zayi
etme. Zîrâ Allahü teâlâ, her mü'mine haklar verdi. Bu hakları ancak Allahü
teâlânın hukukunu yerine getirmeyenler zâyi ederler."
"Dünyâ çok geniştir. O kadar sıkıntı verir ki, bir başkasının sana vereceği
sıkıntıya ihtiyaç bırakmaz."
"Kim gönlünü mahlûkata bağlayıp Hakka ulaşmak isterse, O'na kavuşamaz. Kim
gönlünü Hakka bağlar, O'na ulaşmayı dilerse, arzusuna kavuşur."
"Kötülemekten ve övülmekten alınmayan zâhid; farzları ilk vaktinde eda eden
âbid; işlerinin hepsini Allah için yapan da muvahhiddir.."
"Kul herşeyi bilebilmek için, herşeye muhtaçtır."
"Kim nefsi ile bir rütbeye ulaşırsa, orada tutunamaz. Kim bir rütbeye nefsiyle
beraber ulaştırılırsa, orada sabit kalır."
Bir kimse, "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden
kötülük etme! Onları sevindirmeden üzme!" buyurdu.
İsmâil bin Nüceyd buyurdu ki: "Dünyâda, dördüncüsü olmayan üç kişi vardır. Onlar
da Nişâbûr'da Ebû Osman Hîrî, Bağdâd'da Cüneyd, Şam'da Ebû Abdullah bin Çel"
Talebelerinden Muhammed bin Dâvûd Dûkkî buyurdu ki: "Gözler; Irak, Hicaz, Şam,
Cebel ve daha birçok memlekette, Ebû Abdullah bin Celâ'nın benzerini görmedi."
KAYNAKLAR
1)
Risâle-i Kuşeyrî sh-26
2)
Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-314
3)
Tabakât-üs-sûfiyye sh-176
4)
Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-152
5)
Târîh-i Bağdâd cild-5, sh-213
6)
Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh-689
|