Târih, fıkıh, hadîs, kırâat, tefsîr ve edebiyat âlimi. Künyesi, Ebû Abdullah
olup, asıl ismi Muhammed bin Ömer bin Vâkıd'dır. Sehm bin Sehloğullarının azatlı
kölesi olduğu için es-Sehmî, es-Sehlî, dedesi Vâkıd'e nisbetle Vâkıdî, Medîneli
olduğu için de el-Medenî nisbet edildi. 130 (in. 747) yılında Medine'de doğan
Vâkdî, 207 (m. 822) senesinde Bağdâd'da vefât etti. Borçlarının ödenmesini
halife Hârûn Reşîd'in oğlu Abdullah'a vasiyet etti. Namazını Batı Bağdâd kadısı
Muhammed bin Semâa kıldırdı. Hayzerân kabristanına defn edildi.
İlim tahsiline babası Ömer bin Vâkıd'dan aldığı derslerle başlayan Muhammed bin
Ömer el-Vâladî, İmâm-ı Mâlik, Süfyân-ı Sevrî, Ma'mer bin Râşid, Sevr bin Yezîd,
İbn-i Cüreyc (r.aleyhim) ve daha birçok âlimden hadîs, fıkıh ve diğer ilimleri
tahsil edip, hadîs-i şerîf rivâyet etmekle şereflendi. Kırâat ilmini Nâfi bin
Nuaym, Îsâ bin Verdan, Süleymân bin Müslim ve İbn-i Cemmâz'dan aldı. Gazalarla
ilgili bilgilerin çoğunu 170 (m. 786) yılında vefât etmiş olan Ebû Ma'şer Nuceyh
es-Sindî'den aldı. Şehîd çocuklarından, gâzilerin yakınlarından savaşlarla
ilgili bilgileri topladı. Önceden elde edilen malûmatları bilenlerden öğrendi.
Halife Hârûn Reşîd hac için geldiği zaman, ona ziyâret yerlerini gösterdi.
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yaşadığı yerler ve oralarda cereyan eden
hâdiseler hakkında bilgiler verdi. Halife ile beraber bulunan vezir Yahyâ bin
Hâlid Bermekî'yle dostluk kurdu. Halife ve vezirinin ihsanlarına kavuştu.
Buğday ticâretiyle meşgul olan Muhammed bin Ömer bin Vâkıdî, Peygamberimize,
peygamberliğinin bildirilmesinden, kendi zamanına kadar geçen bütün hâdiselerin
cereyan ettiği yerleri, tek tek gezerek gördü. Oralarda incelemeler yaptı. Çok
cömert bir zât olan el-Vâkıdî, elindeki malları fakîrlere dağıtınca, kendisi
muhtaç duruma düştü. Ticâreti bırakarak 180 (m. 796) yılında Bağdâd'a gitti.
Vezir Yahyâ Bermekî'nin tertib ettiği ilmî meclislerdeki sohbetlere iştirak
etti. Şam ve Rakka'da da bir müddet bulunduktan sonra, tekrar Bağdâd'a döndü.
Halifenin de ihsanlarına mazhar olan bu büyük âlim, Bağdâd'ın Asker-i Mehdî (Rasâfe)
bölgesinde kadılık yaptı. Vefâtına kadar burada kaldı.
Her ilimde âlim olan Vâkıdî'nin, bilhassa târih ilminde mühim bir yeri vardır.
İslâm târihini doğru o-larak yazmıştır. Vâkıdî, İbn-i Haldun ve İbn-i Hilligân
târihlerinde, İslâm târihi doğru olarak anlatılmıştır. Bu eserlerde Sahâbe-i
kirâm (r.anhüm) hakkında dîne ve edebe muhalif birşey yoktur.
Talebelerinden İbn-i Sa'd'ın ifâdesine göre, zamanındaki âlimler Vâkıdî'ye
gelirler, bilmedikleri bir şeyi sorarlar, itiraz etmeden cevâbını aynen alıp
giderlerdi.
Vâkıdî'nin idrak etmiş olduğu bu dönemde,
Sahâbe-i kirâm ve Tâbiînin şâhid oldukları hâdiseleri, doğum ve vefâtlarını
kaydedip, kitaplara geçiren kimse, yok denecek kadar azdı. Vâkıdî, Eshâb-ı
kirâmın katıldığı muharebeleri, siyâsî hareketleri, yaptıkları fetihleri
inceledi. Bunlarla ilgili her yere giderek, bu hususta bilgisi olan kimselerle
görüştü. Elde ettiği bilgileri günü gününe yazdı.
Savaşlarla ilgili hikâyeler ve siyer ilminde üstâd olan Vâkıdî, İslâm
târihçilerinin en eski ve en mümtazlarındandır. Müslümanların dünyaya medeniyet
ve fazîlet yayan, feyz saçan fetihlerini, bütün ihtişamıyla tasvir ederek,
mücâhidlerin savaşlardaki hâl ve hareketlerini ve gösterdikleri kahramanlıkları
da canlı ve çok güzel bir şekilde göz önüne sermiştir.
Kendisinden, Kâtib-i Vâkıdî diye bilinen meşhûr tabakât müellifi Muhammed bin
Sa'd, Ebû Hasen Ziyâdî, Muhammed bin İshâk Sagânî, Ahmed bin Halîl Bercilânî,
Abdullah bin Hasen Hâşimî, Ahmed bin Ubeyd bin Nâsuh, Muhammed bin Şücâ' Selcî,
Hâris bin Ebî Üsâme gibi âlimler ve diğerleri ilim tahsil edip hadîs-i şerîf
rivâyet ettiler.
Muhammed bin Ömer Vâkıdî'den Abdullah bin Ubeydullah nakleder:
Halife Hârûn Reşîd, hacdan sonra Medîne-i münevvereye gelmişti. Veziri Yahyâ
Bermekî'den "Resûlullah (s.a.v.) efendimiz ve Eshâbının yaşadığı hâdiseleri,
bizzat yerlerini göstererek anlatacak birini bulmasını" istemişti. O da kime
sorduysa, beni tarif etmişler ve yatsı namazında Mescid-i Nebe-vî'de bulunmam
hakkında haber göndermişlerdi. Yatsı namazından sonra vezir beni çağırıp,
halifeye takdim etti. Halife ve vezirle birlikte birer merkebe binip, gece
sabaha kadar dolaştık. Cebrâil'in (a.s.) Peygamberimize (s.a.v.) vahiy getirdiği
yerleri, şehîdlerin mezarlarını tek tek gösterip, orada cereyan eden hâdiseleri
anlattım. Her gittiğimiz yerde onlar bineklerinden indiler. İki rek'at namaz
kılıp, uzun u-zun duâlar ettiler. Duydukları her hâdisede ağladılar. Sabah ezanı
okunurken mescide geldik, namazlarımızı kıldık. Yahyâ Bermekî, halifenin çok
memnun olduğunu ve onbin dirhem parayı da hediye olarak kabul etmemi rica
ettiğini, söyledi. "Bu sana şimdilik yeter, ihtiyâcın olduğu zaman bize müracaat
et" diye de, tenbih etti. Ben de "Peki" deyip evime döndüm. O parayla bütün
borçlarımı ödedim. O sene hiç sıkıntı çekmedim.
Ertesi sene, tekrar borçlar benim sırtıma bindi. Hanımımın da teşvikiyle
Bağdâd'a vezirin yanına gitmeye karar verdim. Vezir Yahyâ Bermekî, beni izzet ve
ikrâmla karşılayıp, Ramazan ayı boyunca her akşam iftara da'vet etti. Kendisi
imâm olup, namazı kıldırarak, diğer âlimlerin de bulunduğu yemekten sonra,
toplanan ilim meclisinde beni yanına oturturdu. Benden başka hiç kimseden birşey
sormazdı. Her gün, içinde beşbin dirhem para bulunan bir kese hediye ederdi. Ben
orada bir ev tutup, hizmetçi ve at sahibi oldum. Medine'ye giden kadı Zübeyrî
ile de evime para gönderdim. Vezir, bayram namazında çok güzel giyinmemi ve beni
halifeye takdim edeceğini söyledi. Halife, benim hac esnasında kendisine delil
olan kimse olduğumu anlayınca, otuzbin dirhem hediye etti. Bayramdan sonra,
vezirden Medine'ye gitmek istediğimi söyleyip izin istedim. Benim yanıma bir
kişi verip, hediyeler aldırttı ve Medine'ye kadar bana refakat etmesini tenbih
etti. Adam, beni Medine'ye kadar götürdü ve bir kuruş masraf ettirmedi. Ben
hayatımda, vezir Yahyâ bin Hâlid Bermekî gibi güzel ahlâklı ve cömert kimse
görmedim."
Çok cömert bir insan olan Muhammed bin Ömer el-Vâkıdî'den yine Abdullah bin
Ubeydullah nakleder.
Ramazan ayına on gün kalmış ve benim evimde hiçbir hazırlık yapılmamıştı.
Birşeyler alacak para da yoktu. "Olmazsa gider, dostlarımdan alırım" diye
düşünürdüm. Hilâlin görünmesine iki gün kala, dostlarımdan birinin kapısını
çaldım. Durumumu anlattım. Biraz düşündü ve yastığın altından bir kese alıp
verdi. Ben de eve döndüm. Hizmetçiyi çağırıp, çarşıdan alınacakların listesini
yazdırmaya başladım. Bütün ihtiyaçlarımı yazıp bitirdiğimiz esnada kapı çalındı.
Gelen, Peygamber efendimizin (s.a.v.) torunlarından, bir mübârek kimseydi.
Evimizi şereflendirmesinin sebebini sorduğumda, "Ramazanın gelmesi dolayısıyla,
paraya ihtiyâcı olduğunu" söyledi. Ben de, Resûlullahın (s.a.v.) torununu boş
çevirmek istemedim. Keseyi arz ettim. O da aldı gitti. Listeyi de bir kenara
koydum. Hanıma durumu anlatınca, o da çok sevindi. Resûlullahın (s.a.v.)
torununa yapmış olduğum bu iyilik için, beni tebrik etti. Onun ihtiyâcını
görmekle şereflendiğimiz için, Allahü teâlâya şükrettik. Daha sonra bir başka
dostum hatırıma geldi. Gidip onun kapısını çaldım. Hâlimi anlattım. O da bir
kese çıkarıp, "Yarısını al, yarısını da bana bırak" dedi. Dediği gibi yaptım. Bu
esnada kesenin, benim Resûlullahın (s.a.v.) torununa verdiğim kese olduğunu
gördüm. Eve dönüp ihtiyaç listesini tekrar yazdırmağa başladım. Kapı çalındı.
Bir saray hizmetçisiydi. Vezir Yahyâ Bermekî'nin beni evine da'vet ettiğini
söyledi. Söylenen saatte gittiğimde, vezir beni sevinçle karşıladı. Ramazanın
yaklaştığını, bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu. Ben de hikâyemin uzun
olduğunu söyledim. O anlatmamı istedi. Bana para vereni ve benden para
isteyenlerin hâlini anlattım. Hazinesine bakan adamını çağırıp, her birimiz için
birer kese verdi. Ben de götürüp, dostlarıma ve Resûlullahın (s.a.v.) torununa
verdim. Çok sevinip vezire duâlar ettiler."
Vâkıdî hakkında; İbrâhîm bin Harb, "Vâkıdî,
müslümanlar için emîn bir kimsedir" derken, Muhammed bin İshâk da, "Eğer sika
(güvenilir) olduğunu bilmeseydim, ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmezdim"
demektedir.
Muhammed bin Ömer Vâkıdî, Sahâbe-i kirâmdan en son vefât edenleri, şu şekilde
bildirir:
"Eshâb-ı
kirâmdan (r.anhüm) Kûfe (bugünkü Necef) şehrinde en son vefât eden, Abdullah bin
Ebî Evfâ'dır. Şam'da en son vefât eden, Abdullah bin Yesr'dir. Medîne-i
münevverede en son vefât eden, Sehl bin Sa'd'dır. Doksanbeş yaşında vefât etti.
Basra'da en son vefât eden, Enes bin Mâlik'dir. Mekke-i mükerremede en son vefât
eden Ebüttufeyl Âmir'dir ki, hepsinden sonra, hicretin yüzüncü yılında vefât
eden budur."
Vâkıdî'nin iki tane yardımcısı tarafından
gece-gündüz temize çekilen yazıları, onun eserlerini meydana getirmiştir. Ba'zı
rivâyetlerde, yüzyirmi devenin taşıyabildiği bir külliyatı vücûda getirdiği
bildirilen bu eserler, hadîs, fıkıh, târih, tefsîr, edebiyat gibi ilimlere
dâirdi. Onun bilhassa mümtaz talebesi ve kâtibi, Tabakât-ül-kübrâ yazarı
Muhammed bin Sa'd, hocasının kaybolmuş olan Tabakât'ını günümüze aktarmıştır.
el-Vâkıdî, Tabakât'ını hadîs-i şerîflerin rivâyet merkezi olan Medîne-i
münevvereden yirmibeş büyük âlimi senet göstererek yazmıştır. Hülâfa-i Râşidîn
(r.anhüm) devri ve daha sonraki yıllarda cereyan eden hâdiseleri, Sahâbe, Tâbiîn
ve Tebe-i tâbiînin (r.aleyhim) tabakalarına göre yazmıştır.
Dünyânın dört bucağına nüshaları yayılan ve çeşitli şehirlerde ve dillerde
baskıları yapılmış olan Vâkıdî'nin eserlerinden bir kısmı şunlardır: Bilhassa
şehîd çocuklarından, râvilerden, âlimlerden ve ilk olarak bu hususta kitap yazan
Ebû Ma'şer'den en ince ayrıntısına kadar öğrenerek yazdığı, "el-Megâziy-ün-Nebeviyye",
Afrika'daki fetihleri anlatan "Fütûh-u Afrikiyye", "Fütûh-u Mısır ve'l-İskenderiyye"
gibi cüzler hâlindeki "Târih-i Kebîr"i meşhûrdur. İmâm-ı Taberî, yazdığı târih
kitabında, 179 (m. 795) hâdiselerine kadar olan kısmı, Vâkıdî'nin yazdığı
Târih-i Kebîr'den istifâde ederek hazırlamıştır. Peygamber efendimizin (s.a.v.)
vefâtını müteakip ortaya çıkıp, savaşlara sebep olan dinden dönenler ve yalancı
peygamberlerle yapılan muharebelerden bahseden "er-Ridde" ve "Megâzî" adlı
kitabları ve Tefsîr-i Vâkıdî" bilinen eserleridir. Vâkıdî'nin "Târih-i Kebîr"i
1882 yılında Welhausan tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
Vâkıdî târihinde, Hz. Ebû Bekr devri
hâdiselerinden biri şöyle anlatılmaktadır:
Hz. Ebû Bekr, Şam'ın fethi için asker topluyor, bunun için etrafa mektûblar
gönderiyordu. Yemen mektubunu Hâdim-i Resûlullah (Allah'ın Resûlünün hizmetçisi)
lakabının sahibi Hz. Enes bin Mâlik ile göndermişti. Hz. Ebû Bekr oradan gelecek
haberi bekliyordu. Aradan günler geçmişti. Nihayet Enes (r.a.), Medîne-i
münevvereye döndü. Hz. Ebû Bekir'e Yemenlilerin geldiği müjdesini şöyle verdi:
"Ey Resûlullahın halîfesi! Kıymetli mektubunuzu kime okuduysam, hepsi sizin
da'vetinizi kabul etti. Harb hazırlıklarını yaptılar. Ey Resûlullahın halîfesi!
Sana, Yemenlilerin büyük bir cemâat hâlinde geldiğini müjdelerim. Bu gelenler,
Yemen'in kahramanlarıdır. Bütün ağırlıklarıyla, çoluk çocuk hepsi geliyor. Sanki
sen onların arasındasın. Sana çok yaklaştılar. Buraya kavuşmak üzereler. Lütfen,
sen onları karşılamaya hazırlan".
Enes bin Mâlik (r.a.), verdiği müjdeye Hz. Ebû Bekr'in çok sevindiğini
bildirerek, daha sonraki hâdiseleri de şöyle anlattı: Ertesi gün, beklenen
kimseler geldi. Yolculuk sebebiyle, toz toprak içerisinde kalmışlardı. Gelen
asker topluluğu, Medîne-i münevvereliler ve daha başka yerlerden gelenlerle
beraber, sancaklarını açarak Hz. Ebû Bekr'in önünden geçmeye başladılar.
Kabileler, peşpeşe birbirlerini tâkib ediyorlardı. Bunların ilki, Yemen'den
gelen Himyer kabilesi idi. Hepsi baştan ayağa silâhlanmışlardı. Başlarında Zü'l-Kelâ'-i
Himyerî (r.a.) de vardı. Hz. Ebû Bekr'e yaklaşınca, Zü'l-Kelâ' şu ma'nâdaki
beyitleri okudu:
"Himyer kabilesi sana çoluk-çocuğu ile geldi.
Hepsi çeşitli rütbelere sahip. Her biri, harbi bilen genç aslanlar. Hepsi
emrinize hazırdırlar."
Hz. Ebû Bekr, onun bu sözüne tebessüm etti. Sonra, Ali bin Ebî Tâlib'e: "Ey Ebû
Hasen! İşitmedin mi? Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Himyer
kabilesine mensûb
kimseler, yanlarında çocuklarını taşıyan kadınlar olduğu hâlde geldikleri zaman,
bütün müşriklere karşı, Allahü teâlânın nusret ve yardımı ile sizi müjdelerim."
Hz. Ali, "Evet doğru söyledin. BendeResûlullahtan
(s.a.v.) bunu duydum" dedi. Himyer kabilesi, bütün asker ve ağırlıklarıyla
yürüdü, önlerinde reisleri Kays bin Hübeyre Murâdî (r.a.) vardı. Hz. Ebû Bekr'in
hizasına vardığı zaman, "Resûlullaha (s.a.v.) salât-ü selâm getiriniz" diye
bağırdı. Sonra şu ma'nâdaki mısraları söyledi: "Sana taçlar sahibi seçkin
askerler geldi. Kavmimizin uzun kılıçlı kahramanlarını görmeniz için,
huzûrlarınızdayız" deyip, emrindeki askerlerle geçti. Ondan sonra Tay kabileleri
geldi. Onları ise reisleri Hâris bin Mus'îd Tâî takdim ediyordu. Hz. Ebû Bekr'in
hizasına gelince, atından indi. Yürüyerek geçmeye hazırlanırken, Hz. Ebû Bekr
tekrar atma binmesini emretti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr'e yaklaşıp, selâm
verdi ve müsâfeha yaptılar. Bundan sonra, Yemen kabileleri de büyük kalabalıklar
hâlinde birbirlerinin peşinden geçtiler. Onların bu hâlleri ve Allahü teâlânın
rızâsını kazanmak için Yemen gibi uzak yerlerden gelmeleri, Hz. Ebû Bekr'i çok
sevindirdi. Bunun için Allahü teâlâya şükretti. Ordu, Medîne-i münevverenin
dışına doğru hareket etti. Hz. Ebû Bekr de, Resûlullah efendimizin (s.a.v.)
eshâbı ile beraber, yaya olarak tâkib etti. Aralarında, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Hz. Ali de vardı. Ordu büyük bir heybetle ilerliyordu. Bu sırada bütün ordu,
tekbîr getirdi. Tekbîr sadâları dağlarda akisler yapıyor, yer-gök "Allahü Ekber"
nidâlarıyla çınlıyor, kuşlar ve kurtlar Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını
terennüm ediyordu. Bu esnada Hz. Ebû Bekr, orduya bir göz atınca, her tarafın
askerle kaplı olduğunu gördü. Bu hâl sebebiyle, yüzünde sevinç alâmetleri
belirdi. "Allahım! Sen onlara sabır ver. Yardımını lütfet. Düşmanlarına teslim
etme. Sen her şeye kadirsin" diye duâ etti. Hz. Ebû Bekr muhtelif kimseleri
çağırıp, onlara sancak verdi. Bunların ilki Yezîd bin Ebî Süfyân idi. Onu bin
süvarinin başına komutan olarak ta'yin etti. Hicaz bölgesinin meşhûr kahramanı
Rebîa bin Âmir'e de sancak ve emrine bin süvari verdi. Sonra Yezîd bin Ebî
Süfyân'a döndü: "Rebîa bin Âmir kahraman birisidir. Onu senin emrine verdim. Onu
askerin önünde bulundur, işlerinde onunla istişare et. Fakat ona muhalefet etme"
dedi.
Bundan sonra askerler, serî bir şekilde silâhlarını kuşandılar. Hepsi bir araya
toplanıp, atlarına binerek hareket ettiler. Fakat Hz. Ebû Bekr, Eshâb-ı kirâm
ile beraber yürüyordu. Bunu gören Yezîd bin Ebî Süfyân: "Ey Resûlullahın
halîfesi! Seni râzı eden, Allahü teâlânın gazabından kurtulur. Siz yürürken,
bizim atlarımız üzerinde olmamıza gönlümüz râzı olmuyor. Ya siz de binersiniz,
yahut biz atlarımızdan ineriz" dedi. Hz. Ebû Bekr ona, "Ben binmeyeceğim, siz de
atlarınızdan inmiyeceksiniz" diye cevap verdi. Onlarla Seniyyet-ül-vedâ denilen
yere kadar yürüdü. Burada durdu. Yezîd bin Ebî Süfyân, Hz. Ebû Bekr'in yanına
gelip, "Ey Resûlullahın halîfesi! Bize tavsiyede bulun" dedi. Hz. Ebû Bekr,
"Yolda kendim ve emrin altındakileri sıkma, işlerinde onlarla istişare et. Kendi
kavmine ve arkadaşlarına kızma. Adalet ile muamele et. Çünkü, zulmeden bir
cemâat felaha (kurtuluşa) eremez. Düşmanlarına gâlib gelemez. Siz düşmanla
karşılaştığınız zaman "Onlara arkalarınızı
çevirmeyin, kaçmayın. Kim böyle bir günde, tekrar düşmana atılmak için kendini
kaçar gibi göstererek aldatmak veya başka birliğe katılıp savaşma dışında
kâfirlere arka çevirip kaçarsa, muhakkak ki, o, Allah'ın gazabına uğramıştır.
Onun yeri Cehennemdir. Ve o ne kötü bir dönüş yeridir."
(Enfâl
sûresi: 15-16) âyet-i kerîmesini unutmayın. Eğer düşmana gâlib gelirseniz,
çocukları, ihtiyarları öldürmeyiniz. Yenilecek hayvanları lüzumsuz kesmeyiniz.
Söz verdiğiniz zaman sözünüzü bozmayınız. Sulh yaptığınız zaman onu ihlâl
etmeyiniz. Kiliselerde rahiblere rastlarsanız, onlara dokunmayınız. Kiliseleri
yıkmayınız. Sonra, başka kimselere rastlarsınız, bunlar şeytanın yardımcıları ve
putperesttirler. Bunlar, İslâma girmezler ve cizye vermeyi kabul etmezler ise
kılıçtan geçiriniz. Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum" dedi. Sonra Yezîd bin
Ebî Süfyân'a sarıldı ve onunla müsâfeha etti. Rebîa'ya da aynı şekilde yaptı ve
ona, "Ey Rebîa! Bugün kahramanlığını ortaya koy. Allahü teâlâ bizi ve sizi af ve
mağfiret eylesin" dedi. Daha sonra yoluna devam etti. Hz. Ebû Bekr de,
yanındakilerle beraber Medîrie-i münevvereye döndü. Ordu ise, sür'atle yoluna
devam ediyordu. Bu sırada Rebîa bin Âmir "Ey Yezîd, bu yolculuk nedir? Halbuki
Hz. Ebû Bekr sana, yolculuk sırasında yumuşak muamele etmeni emretti." Yezîd,
"Ey Âmir! Ebû Bekir (r.a.) Şam'a çok asker gönderdi. Ben herkesten önce Şam'a
varmak istiyorum. Belki herkes oraya ulaşmadan önce biz orayı fethederiz." dedi.
Ordu Tebük vs sonra Gabiye denen yere varabilmek için Vad-il-Kura üzerinden
yürüyordu. Müslümanların bu hareketi Herakliyus'a ulaştı. Haber kesinleşince, o
da en cesur askerlerini toplayarak gerekli hazırlıkları yaptı.
Müslümanlardan Tebük'e ilk gelen Yezîd bin Süfyân, Rebîa bin Âmir ve
beraberlerinde bulunan müslümanlar oldu. Onlar, Rumlardan üç gün önce geldi.
Dördüncü gün müslümanlar Şam'a hareket ettiler. Yezîd bin Süfyân, Rumlara göre
sayıca az olan ordusuna bir konuşma yaptı ve "Biliniz ki, Allahü
teâlâ size zaferi va'd etti. Sizi meleklerle destekledi. Allahın izni ile met az
bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle
beraberdir."
(Bekara sûresi: 249) âyet-i kerîmesini okudu.
Devamla, "Siz, Şam'a ilk giren ve buranın insanlarıyla ilk savaşanlarsınız"
diyerek orduya nasî-hat ederken, Rumların öncüleri ve arkasından orduları
göründü. Rumlar müslümanları görünce, hepsinin bu kadar olduğunu zannettiler.
Birbirlerine, memleketimizi almak istiyen müslümanların hemen işini biti-riverelim
deyip, hücuma geçtiler. Fakat onlar, karşılarında Resûlullah efendimizin
Eshâbının yüksek himmet ve gayretlerini buldular. Rumlar, müslümanlar üzerine
daha fazla asker yığdılar. Kısa zamanda, müslümanların işlerini bitireceklerini
sandılar. Fakat aniden, karşılarına gizlenmiş bulunan Rebîa bin Âmir çıkıverdi.
Müslümanlar tekbîrler, tehlîller ve Resûlullah efendimize salât-ü selâmlarla,
cân-ı gönülden hücum ettiler. Rumlar, kahramanların karşısında şaşkına döndüler.
Allahü teâlâ onların kalbine korku verdi. Gerilemeye başladılar. Rebîa, bir
taraftan askerlerini savaşa teşvik ederken, diğer taraftan düşman ordusu içinde
en azgınının üzerine hücum edip, onu yaraladı. Böğrü üzerine düşürdü. Bunu gören
Rumlar, geri dönüp kaçmaya başladılar. Böylece zaferi, müslümanlar kazandı.
Rumlar, o gün bir daha toplanamayıp savaş alanından kaçarak uzaklaştılar.
Sa'd bin Evs de, Tebük'te müslümanlarla
Rumların karşılaşmasını şöyle anlatır: "Yezîd bin Ebî Süfyân ve Rebîa bin Âmir
kumandasındaki ordu, Rum ordusuyla Tebük'de karşılaştı. Allahü teâlâ Rumları
hezimete uğrattı. Bu çarpışmada müslümanlar 120 şehîd vermiş, Rumlardan ise 1200
kişi öldürülmüştü. Rumlar mağlup olunca, kumandanları, "Size yazıklar olsun,
İmparatorun yanına hangi yüzle gideceksiniz. Müslümanlar bizi perişan ettiler.
Her taraf bizim ölülerimizle dolu" dedi. Bu sözü duyan Rumlar, çadırlarının
yanında toplandılar. Kendilerine yardımcı kuvvet olarak gelen Araplardan
birisini müslümanlara gönderdiler. Ona: "Git, müslümanlara söyle, ileri
gelenlerinden birisini göndersinler, ne istediklerini konuşalım" dediler. O
şahıs atına bindi, müslümanların tarafına geldi. Müslümanlar onu görüp
karşıladılar. Ne istediğini sordular. O da. "Kumandanımız sulh için sizinle
konuşmak istiyor" dedi. Durumu Yezîd'e haber verdiler. Rebîa. "Ben, giderim"
dedi. Yezîd. "Ey Rebîa! Onların sana bir şey yapmalarından korkarım. Çünkü, dün
sen onların büyüklerini öldürdün" dedi. Rebîa: "Bize Allahü
teâlânın takdir ettiğinden başkası ulaşmaz. O, bizim mevlâmızdır. Onun için
mü'minler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etsinler.
(O’na) güvenip
bağlansınlar" (Tevbe
sûresi: 151) âyet-i kerîmesini okudu. Sonra siz beni iyi tâkib edin. Herhangi
bir durumda, yardıma koşarsınız. Eğer onların sözlerinden döndüğünü görürseniz,
üzerlerine saldırırsınız" dedi. Sonra atına bindi, Rum ordusunun yanına gitti.
Rebîa'yı götüren Rum taraftarı şahıs: "Atından in, kralın ordusuna hürmet et!"
deyince Rebîa: "Ben izzetten (şerefli bir durumdan) zillete (alçak ve düşük bir
duruma) geçmem. Hem ben atımı da kimseye teslim edemem. Ben melikin çadırının
kapısından başka bir yerde inmem. Aksi takdirde, geri dönerim. Çünkü siz bizi
çağırdınız" dedi. Rebîa bin Âmir'in yanında refakatçi olan şahıs, bu durumu
Rumlara bildirdi. Onlar da, Rebîa'yı haklı buldular. Rebîa çadırın kapısında
indi. Orada atının dizginini ve silâhını eline aldı. Bu sırada Rumların
kumandanı Cercis (Yorgi) yanına geldi. İmparator Heraklius, dinler hakkında
bilgisi olan bir papaz göndermişti. Kapıcı, papazı da oraya getirdi. Papaz gelip
oturunca; Cercis, papaza, "Rebîa'ya, kendi dinlerinden sor" dedi. Papaz, ona "Ey
Arab kardeş! Bizim bildiğimize göre Allahü teâlâ Hicaz'da, Hâşimoğullarından ve
Kureyş kabilesinden bir peygamber gönderecek. Bunun alâmeti, Allahü teâlânın onu
geceleyin göklere doğru yükseltmesidir. (Mi'râc hadîsesidir.) Bu oldu mu, olmadı
mı?" diye sordu. Rebîa, "Evet, oldu. Bunu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde haber
verdi" deyip, "Her türlü
noksanlıktan münezzeh olan O Allahdır ki, kulunu
(Hz. Muhammed’i) gece Mescid-i
Hafam'dan (Mekke'den alıp) o etrafını
mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya kadar götürdü. O'na, âyetlerimizden
(kudretimize delâlet eden
acaîbliklerden) gösterelim
diye yaptık." (İsrâ
sûresi: 1) âyetini okudu. Papaz, "Bizim kitaplarımızda, Allahü teâlâ sizin
Peygamberinize ve ümmetine, Ramazan'da bir ay boyunca oruç tutmayı farz
kıldığını söylüyor" dedi. Rebîa da: "Evet öyledir" deyip, Kur'ân-ı kerîmden şu
âyet-i kerîmeyi okudu: "O sayılı
günler Ramazan ayıdır ki, Kur'ân-ı kerîm o ay içerisinde indirilmiştir. O Kur'ân
insanları hakka ulaştırır. Helâl ile harâmda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan
ayırır." (Bekara
sûresi: 185) Papaz, "Ben bizim kitaplarımızda gördüm: Kim bir iyilik yaparsa,
onun on katı ona yazılır" dedi. Rebîa; "Evet, öyledir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde; "Kim bir hayır
ve güzel amelle gelirse, ona on misli sevab verilir. Kim de bir günah ile
gelirse, ona ancak nüsü ile
(günahı kadarla) ceza
verilir. Onlar (gerek iyilik ve gerekse kötülük yapanlar) haksızlığa
uğratılmaz" (En'am
sûresi: 160), buyurmaktadır" dedi. Papaz: "Bizim kitabımızda yazdığına göre, "Allahü
teâlâ, Muhammed'in (s.a.v.) ümmetine, Peygamberlerine (a.s.) salât-ü selâm
okumalarını emrediyor" bu gerçekten böyle midir?" diye sordu. Rebîa "Evet
öyledir, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde "Gerçekten,
Peygambere (s.a.v.) salât ederler.
(Şeref ve şânını yüceltirler.)
Ey îmân
edenler! Siz de ona salât edin
(Allahümme salli alâ Muhammed,
deyin) ve gönülden
teslim olun."
(Ahzâb
sûresi: 56) dedi. Papaz, Rebîa'nın verdiği bu cevaplara hayran kaldı.
Yanındakilere, "Bu kavim hak üzeredir" dedi. Orada bulunan hizmetçilerden biri,
papaza, "Senin kardeşini öldüren budur" dedi. Bunun üzerine, Rebîa'nın üzerine
atladılar. Bütün bu durumları tâkib eden Yezîd bin Ebî Süfyân, yanındaki birlik
ile Rebîa'nın bulunduğu yere hücum ettiler. İki ordu tekrar şiddetle
çarpıştılar. Neticede müslümanlar yine muzaffer oldular. Onlardan çok ganimet ve
mallar elde ettiler. Hepsini beşyüz süvari ile birlikte Medîne-i münevvereye
gönderdiler. Zafer Hz. Ebû Bekr'e haber verilince, Allahü teâlâya şükür secdesi
yaptı. Daha sonra Yermük'de İslâm ordusuna katıldılar.
Aynı târih kitabının başka bir yerinde, Hz. Ebû Bekr'in İslâm ordusunun diğer
bir koluna nasîhati şöyle anlatılmaktadır:
Ebüdderdâ (r.a.) buyurdu ki: Ben Amr bin
Âs'ın ordusunda bulunuyordum. Hz. Ebû Bekr'in ona şu nasîhatta bulunduğunu
duydum: "Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan kork. Yalnız olduğun zamanlarda da
Allahü teâlâdan haya et. Çünkü sen O'nu görmüyorsan da, O seni ve yaptıklarını
görüyor. Âhıret için çalışanlardan ol. Yaptığını sırf Allahü teâlânın rızâsı
için yap. Yanındakilere, emrin altında bulunanlara baba gibi ol. Yolculuğunda
onlara yumuşak ve müsamahakâr ol. Belki onlar arasında zaif durumda olanlar
vardır. Müşrikler istemeseler de, Allahü teâlâ dînini bütün dinlere karşı üstün
kılmak için, müslümanların yardımcısıdır. Sakın, İbn-i Ebû Kuhâfe (Ebû Bekr)
beni az bir kuvvetle düşmana ezdirecek, deme. Çünkü "ey Amr! Sen de gördün, biz
çok yerlerde bulunduk. Bizden kat kat fazla düşmanlarla muharebe ettik. Sonra
sen Huneyn'de Allahü teâlânın müslümanlara nasıl yardımda bulunduğunu da
biliyorsun. Ey Amr, senin yanında Bedir'de savaşmış olan Muhâcir ve Ensârdan
olanlar var. Onlara çok ikrâmda bulun. Onların hakkını gözet. Onlar üzerinde
hüküm ve otoriten ile büyüklük ve üstünlük gösterme. Şeytanın vesvesesi sana
karışıp da, "Ben onlardan daha üstün olduğum için, Ebû Bekr beni onların başına
seçti" demiyesin. Şeytanın hilesinden çok sakın. Sanki onlardan biri gibi ol.
İşlerinde onlarla istişare et. Namaza çok sarıl. Vakit girince ezan okut.
Namazları ezânsız kılma. Ezanı bütün asker işitsin. Seninle beraber namaz
kılmayı arzu edenlere namaz kıldır. Bu en fazîletli olanıdır. Fakat, yalnız
başına namaz kılanın da namazı olur. Düşmanından çok sakın. Dikkatli ol.
Arkadaşlarına söyle, onlar da çok dikkatli olsunlar. Sen maiyetinde bulunanların
ahvâlini iyi bil. Onların arasında bulun. Onlarla beraber otur. İnsanların gizli
şeylerini açma. Düşmanla karşılaştığın zaman düşmandan değil, Allahü teâlâdan
kork. Arkadaşlarına nasîhatte bulunduğun zaman, kısa ve öz söyle. Önce kendini
düzelt ki, emrin altında olanlar da sana karşı iyi olsunlar. İmâm (işin başında
bulunan) kimsenin bildiğini ve emri altındakiler hakkında yapacağını, Allahü
teâlâdan başkası bilmesin. Ben seni Araplardan muhtelif kabilelerin başına
geçirdim. Sen onların her birisine kendi durumlarına uygun olan neyse, ona göre
muamele et. Onlara, şefkatli ve merhametli bir baba gibi ol. Yola çıkmadan önce
öncü birlik gönder. Düşmanını gördüğün zaman sabırlı ol. Askerine Kur'ân-ı kerîm
okut. Câhiliyye sözlerinden onları menet. Böyle sözler, kabilelerin birbirlerine
karşı üstünlük ifâde eden sözleri, aralarında düşmanlık doğurur. Dünyânın
parlaklığına rağbet etme. Böyle yaparsan, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde
övdüğü kimselerden olursun" buyurdu.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın (r.a.) cihâda da'vet için Mekkelilere yazdığı mektûb
şöyledir:
Bismillahirrahmanirrahîm. Ebû Bekr'den,
Mekkelilere ve diğer mü'minlere. O'ndan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya hamd
eder, O'nun Peygamberi Hz. Muhammed'e salât ve selâm ederim. İmdi, ben,
müslümanları cihâda ve Şam taraflarının fethine çağırıyorum. Sizi ve diğer
müslümanları Allahü teâlânın emrettiği şeye da'vet ediyorum. Çünkü, Allahü teâlâ
Tevbe sûresi kırkbirinci âyet-i kerîmesinde: "Ey mü'minler
gerek hafif
(süvari) gerek, ağırlık
(piyade) olarak
seferber olun ve mallarınızla,
canlarınızla Allah yolunda muharebe edin. Eğer bilirseniz, bu sîzin için pek
hayırlıdır." Bu
âyet-i kerîmeyi ilk önce tasdîk edenler, onun hükmüne ilk uyanlar sizlersiniz;.
Bu hatamdan (her zaman) bu âyet-i kerîmenin hükmüne öncelikle uymaya lâyık
olanlar, sizlersiniz. Kim Allahü teâlânın dînine yardım ederse, Allahü teâlâ da
ona yardım eder. Kim de bu hususta cimrilik ederse, Allahü teâlânın ona asla
ihtiyâcı yoktur. Öyleyse, (Ey Mekkeliler): "Meyvelerinin devşirilmesi
çok yakın olan yüksek bir Cennete
(el-Hâkka-23) koşunuz. Allahü
teâlâ onu Ensâr ve Muhacirlere hazırlamıştır. Kim onların yoluna tâbi olursa,
Allahü teâlânın velî kullarından ve seçilmişlerden olur. "Allahü
teâlâ bize kâfidir ve O ne güzel vekildir"
(Âl-i İmrân-73). "Hz. Ebû Bekir, mektubunu mühürleyip, Ahdullah bin Huzâfe'ye
verdi. Abdullah bin Huzâfe mektubu alıp yola çıktı. Mekke'ye varınca, Mekke
haltanı yüksek sesle yanına da'vet etti. Mekkeliler, onun yanına toplandılar.
Hz. Ebû Bekr'in mektubunu kendilerine verdi. Mektup, Resûlullahın (s.a.v.)
Eshâbına (r.anhüm) okundu. Mektubu dinledikten sonra, Sehl bin Amr, Hars bin
Hişâm, İkrime bin Ebî Cehl, "Biz bu dâ'veti kabul ettik. Bize söylenilenlerin
hepsini tasdîk ettik, dediler. Ayrıca İkrime: "Ne zamana kadar canlarımızı fedâ
etmeden duracağız? Herkes gidilecek yere gitti. Kazanan kazandı. Biz onlardan
geri, kalmış olsak bile, hiç olmazsa, cihâd için bizden önce davranıp gidenlere
kavuşur, böylece, biz de onlardan oluruz" dedi. Sonra İkrime bin Ebî Cehl ve
Hars bin Hişâm, Mahzumoğulları ile beraber hareket ettiler. Mekkelilerden beşyüz
kişi de onlara katıldı.
Hz. Ebû Bekr, Tâiflilere mektûb yazdı. Onlar da dörtyüz kişi ile yola çıktılar.
Onlar arasında Sa'îd bin Hâlid bin Sa'îd bin Âs isminde cesur bir genç vardı.
Asîl bir genç idi. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın huzuruna çıkıp: "Ey Resûlullahın
halîfesi: Sen, babam Hâlid'e bayrak vermek istemişsin. O senin askerlerinin
kumandanı olacakmış. Fakat, ba'zı kimseler onun hakkında konuştuğu için sen onu
azletmişsin. Halbuki o, canını Allah yoluna vakfetmişti. Hem ben de senin cihâd
da'vetini kabul ettim. İstersen beni bir miktar askerin başına ver. Ben harbden
asla çekinmem" dedi. Sa'îd bin Hâlid babasından daha kahraman ve savaşçı
birisiydi. Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekr ona bayrak verip, ikibin kişilik bir
kuvvetin kumandanı yaptı. Ancak Ömer (r.a.) bunu muvâfik görmedi. Doğruca Hz.
Ebû Bekr'in yanına gelip: "Ey Resûlullahı halîfesi, sen daha üstünleri bulunduğu
halde, Sa'îd bin Hâlid'e bayrak verip kumandan yapmışsın, öyle mi?" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ebû Bekr çok düşündü. Sa'îd bin Hâlid'i de kumandan yapmak istiyor,
diğer taraftan, Ömer'e (r.a.) de muhâlefet etmek istemiyordu. Çünkü, Hz. Ömer'i
seviyor, onun nasîhati-ne kıymet veriyor, onun Resûlullahın (s.a.v.) yanındaki
yerinin ne kadar yüksek olduğunu çok iyi biliyordu. Bunun üzerine kalkıp, Hz.
Âişe'nin yanına gitti. Kendisinin Sa'îd bin Hâlid'e bayrak vermek istediğini,
Hz. Ömer'in ise bunu münâsib görmediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Aişe: "Sen
de biliyorsun ki, Ö-mer'in (r.a.) İslâma olan hizmeti büyüktür. Bu hizmeti Allah
rızâsı için yapıyor. Kalbinde hiçbir müslüman için kin ve buğz yoktur. (Onun,
Sa'îd bin Hâlid'e bayrak yerilmesini uygun görmemesi, en iyi olanın yapılmasını
istemesinden dolayıdır) dedi. Ebû Bekr (r.a.) Hz. Âişe'nin bu sözlerini kabul
edip, oradan ayrıldı. Sonra Ezd ed-Devsî'yi çağırdı. Ona, "Sa'îd bin Hâlid'e
git, bayrağı sana teslim etmesini söyle" dedi. Ezd ed-Devsî, Sa'îd bin Hâlid'in
yanına gidip, bayrağı kendisine teslim etmesini, söyledi. Sa'îd bayrağı ona
teslim edip dedi ki: Vallahi, Hz. Ebû Bekr nerede olursa, onun bayrağı altında
harb edeceğim. Çünkü, beti, canımı Allah yoluna vakfettim."
Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.), ordunun önünde
kimi göndereceğini düşünüyordu. Bu sırada yanına Sehl bin Amr, İkrime bin Ebû
Cehl, Hişâm bin Hars gelip: "Şâhid olunuz, biz canımızı Allah yoluna
vakfetmişiz. Bu uğurda savaştan asla geri dönmeyiz" dediler. Onların bu sözleri
üzerine, Ebû Bekr (r.a.): "Allahım onları umduklarından daha iyisine kavuştur"
diye duâ etti. Sonra, Hz. Ebû Bekr Amr bin Âs'ı (r.a.) çağırdı. Ona bayrağı
teslim edip, "Seni, Mekkeliler, Tâifliler, Hevâzin ve Benî Kilab'dan ibaret bir
ordunun başına kumandan yaptım. Filistin mıntıkasına git. Orada Ebû Ubeyde
(r.a.) ile muktuplaş, ona yardımcı ol. İşlerinde onunla meşveret etmeden (ona
danışmadan) karar verme. Haydi git. Allahü teâlâ sana da, Ebû Ubeydeye de (r.a.)
hayırlar versin" dedi. Hz. Ebû Bekr, Amr bin Âs'a, müslüman askerlere ve Allahü
teâlânın izni ile zaferi kazandıktan sonra, düşmanlara ve onların çoluk çocuğuna
karşı nasıl muamele edeceğine dâir, ba'zı nasîhatlarda bulundu. Sonra onları
uğurlayıp, gönderdi.
Hz. Ebû Bekr, Amr bin Âs'dan bir gün sonra, Ebû Ubeyde (r.a.) kumandasındaki
orduyu da, sancak ve bayraklar açarak uğurladı. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Ubeyde
(yardımını ve sizi muzaffer kılmasını) dilerim" deyip, onları da uğurladı.
Resûlullah (s.a.v.) Ebû Ubeyde için: "Ebû Ubeyde bu ümmetin emîni-dir."
buyurmuşlardı. Hz. Ebû Bekr, Ubeyde'ye: "Ey ümmetin emîni, Amr bin Âs'a yaptığım
nasîhatleri duydun. Aynı tavsiyeleri, sana da yapıyorum." buyurdu. Hz. Ebû Bekr,
ebû Ubeyde'nin ordusunu da u-ğurladıktan sonra, Hâlid bin Velîd'i (r.a.)
çağırdı. Onun için de bir bayrak açtı. Onu da kumandan yaptı. Ayrıca ona seçkin
askerler verdi. Bunlar, çok kahraman kimselerdi. Bunların hesi, Resûlullah
(s.a.v.) ile muhârebelere katılmış eshâb-ı kirâmdan (r. anhüm) meydana
geliyordu. Hz. Ebû Bekr, Hâlid bin Velîd'e: "Ey Ebû Süleymân, seni bu ordunun
başına kumandan yaptım. Sen, doğru Irak ve İran tarafına git. Allahü teâlâdan,
size nusretini (yardımını ve sizi muzaffer kılmasını) dilerim." deyip, onları da
uğurladı.
Hz. Ebû Bekr böylece her orduyu, başında bir kumandanla göndermişti. Zamanla Hz.
Ebû Bekr'i bir düşünce ve bir endişe kapladı. İslâm ordularının durumlarını
merak ediyordu. Bu, yüzünden belli idi. Bunu sezen Hz. Osman (r.a.) ona "Niçin
böyle gamlısın?" diye sorunca, Hz. Ebû Bekr, "Acaba İslâm ordularının durumu ne
olacak diye merak ediyorum" dedi, Bunun üzerine Hz. Osman: "Benim, Şam'a
gönderilen ordu dışında, diğer ordulardan hiç endişem yok. İnşâallah Rumlara ve
İranlılara karşı zafer kazanacağız. Bu hususta, Allahü teâlânın va'di var.
Allahü teâlâ va'dine asla muhalefet etmez. Ancak zafer bu ordu ile mi, yoksa
başkası ile mi olur, onu bilmiyorum. Fakat sen yine de, Allahü teâlâdan zafer
bekle" dedi. O gün akşam oldu. Hz. Ebû Bekr o gece rü'yâda, Amr bin Âs'ı (r.a.)
sıkıntılı bir hâlde gördü. Sonra Amr bin Âs, ovalık, yeşillik ve rahat bir yere
doğru gidip at üstünde düşmana saldırdı. Peşinden müslüman askerler saldırdı.
Sonra geniş bir araziye gelip, istirahat ettiler. Bu sırada Hz. Ebû Bekr,
uykudan uyandı. Gördüğü rü'yâdan dolayı rahatladı. (Rü'yâsını Hz. Osman'a
anlatınca), O: Rü'yâ, müslümanların muzaffer olacağına delâlet ediyor. Fakat,
Amr bin Âs (r.a.) düşmanla savaş ederken büyük bir sıkıntı ile karşılaşacak,
ancak, bu durumdan kurtulacak, dedi.
Gerek İslâmiyetten evvel ve gerekse İslâmiyetten sonra, Şam taraflarından
tüccarlar Medîne-i münevvereye gelir, beraberlerinde buğday, arpa, zeytin,
incir, kumaş ve daha başka Şam'da bulunan eşyaları getirip, satarlardı. Yine bu
satıcılardan ba'zısı gelmişti. O sırada da, Hz. Ebû Bekr, Rumların ve
İranlıların üzerine ordular göndermişti. Bütün bunları gören tüccarlar, Şam'a
dönünce, Medîne-i münevverede olup bitenleri, Rum kralı Herakl'e bildirdiler. Bu
haberi alan Herakl, hemen devletin ileri gelenlerini topladı. Onlara, kendisine
ulaşan haberi bildirdi. Onlara: "Daha önce de size böyle bir durumla
karşılaşacağınızı haber vermiştim. O Peygamberin (s.a.v.) Eâhâbı, mutlaka benim
hâkimiyetim altında olan yerlere sahip olacaktır. Bunun zamanı çok yakındır.
Muhammed'in(s.a.v.) halîfesi, sizin üzerinize ordular gönderiyor. Onlar şu anda
bize çok yaklaştılar. Artık dîninizi ve kendinizi koruyunuz. Eğer, gevşeklik
ederseniz, Arablar, bütün memleketinize ve mallarınıza sahip olacaklardır" dedi.
Herâkl'in bu sözlerini dinliyen Rumlar, ağlamaya başladılar. Herakl, onlara:
"Ağlamayı bırakın da, başınızın çâresine bakın" dedi. Sonra, Herâkl'in veziri:
"Ey Melik, bize bu haberi getirenleri dinlemek istiyoruz" deyince, Herakl,
kapıcılarından birisine, haberi getiren hıristiyan tüccarları çağırmasını
emretti. Kapıcı, yanında, o tüccarlardan birisi ile geldi. Herakl ona;
"Getirdiğiniz, bu haber ne zamana ait?" diye" sorunca, tüccar, "Yirmibeş günlük"
dedi. Herakl: "Şimdi onların başında kim var?" dedi. Tüccar: "Ebû Bekr-i Sıddîk
denen birisi var. Senin memleketine orduları o gönderiyor" diye cevap verdi.
Herakl, "Sen onu gördün mü?" diye sordu. Tüccar, "Evet! O benden dört dirhem
karşılığında bir Semle (peştemal gibi bir örtü) satın aldı. Onu omuzuna koydu. O
sanki, halktan birisi gibi. Üzerinde sadece iki elbisesi var. Halk arasında
dolaşıyor. Çarşıya gidiyor, insanların yanına gidip, onlarla görüşüyor. Zayıfın
hakkını kuvvetliden alıyor" dedi. Bunları dinliyen Herakl: "Evet biraz daha
anlat" dedi. Tüccar: "Ebû Bekr, rengi soluk ve yanakları ince bir zâttır" diye
konuştu. Bunun üzerine Herakl: "Dînim hakkı için, bu anlattığın zât, bizim
kitaplarımızda okuduğumuz ve kendisinden sonra müslümanların başına geçeceği
bildirilen, Ahmed'in (Resûlullahın) arkadaşıdır. Kitaplarımızda, onun uzun
boylu, kuvvetli bir arslan gibi olduğu bildirilir." Tüccar, Herâkl'in bu sözünü
duyunca, şiddetle bağırdı: "Ebû Bekr'i aynen anlattığın gibi gördüm" dedi. Daha
sonra, Herakl: "Vallahi, bunların hepsi, doğrudur. Hattâ ben, Rumları
Muhammed'in dînine da'vet ettim de, onlar bana itâat etmediler. Fakat, şu
kesindir ki, benim hâkimiyetim, çok yakında yok olacaktır." Sonra, haç'ı
ordusunun kumandanlarından birisine verdi. Ona, "Seni başkumandan yaptım.
Arabları, Filistin'den çıkarmak için harekete geçiniz. Filistin, bolluk ve
bereketli bir topraktır. Filistin bizim şerefimiz, makam ve mevkimiz başımızın
tâcı ve her şeyimizdir" dedi. Böylece, Rum ordusu yola çıktı.
Hz. Ebû Bekr'in Amr bin Âs komutasında gönderdiği ordu Filistin toprağına
varınca; Amr bin Âs, Muhâcir ve Ensârı toplayıp onlarla, istişare etti.
Müslümanlar muharebe hakkında istişare hâlinde iken, Adiy bin Âmir çıkageldi.
Adiy Müslümanların seçkinlerinden bir zât idi. Şam taraflarına çok gidip
gelirdi. Şam'ı, buradaki insanları ve onların hâllerini iyi bilirdi. O gelince
Amr bin Âs'ın yanına oturttular. Amr bin Âs ona, "Şam taraflarında neler var?"
dedi. Adiy "Hıristiyanlar ordularıyla geliyorlar. Karınca gibiler, çok
kalabalıklar" dedi. Bunun üzerine, Amr bin Âs ona: "Biz onlara karşı Allahü
teâlâya güveniyor, ondan yardım diliyoruz. Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"
dedi. Sonra şöyle konuştu: "Burada hepimiz eşitiz. Birimizin diğerinden farkı
yoktur. Düşmana karşı Allahü teâlâdan yardım isteyiniz. İ'lây-ı kelîmetullah (Allahü
teâlânın İsm-i şerîfini yüceltmek için) harb ediniz. Kim böyle savaşırsa, şehîd
olur. Kim de böyle savaşıp, hayatta kalırsa, o kimse mes'ûd ve bahtiyar bir
insandır. Şimdi, herkes harb hususunda fikirlerini beyân etsin" dedi. Herkes
düşmana galip gelmek için, nasıl hareket edilmesi gerektiğine dâir görüşlerini
bildirdiler. Muhacirlerden birisi de şöyle dedi: "Biz Resûlullah (s.a.v.) ile
beraber, az bir orduyla, kalabalık orduları yenerdik. Allahü teâlâ, bize yardım
edeceğini va'd etti. O, sabredenlere hayır ve iyilik va'd etti. Kur'ân-ı
kerîmde: "Ey mü'minler!
Önce kâfirlerden size, yakın bulunanlarla savaşın. Onlar sizde şiddet ve kuvvet
bulsunlar. Biliniz ki, Allahü teâlâ takva sahipleriyle beraberdir."
(Tevbe: 123) buyurmaktadır" dedi. Nihayet
müslümanlar, düşmanla bütün güçleriyle harb edeceklerine dâir karara vardılar.
Amr bin Âs, Abdullah bin Ömer bin el-Hattâb'a sancak verip, emrine bin tane
süvari verdi. Bunlar arasında Tâif ve Sakîf kabilelerinden birçok kahraman
vardı. Birlik, Amr bin Âs'ın emri üzerine hareket etti. Sabaha kadar yürüdüler.
Bu sırada, kalabalık insan topluluğuna dâir bir takım izlere rastladılar.
Abdullah bin Ömer (r.a.), "Bu asker izi. Zannederim, Rumların öncü birliklerine
aittir" dedi. Sonra, emrindeki askerlerle birlikte durdu. Askerler: "Sen bizi
bırak, bu izi takip edelim", dediler. Abdullah bin Ömer (r.a.): "Hayır, izin
kime ait olduğunu öğreninceye kadar, kimse dağılmasın" diye emir verdi. Bu
yüzden kimse yerinden ayrılmadı. Araştırma neticesinde, onbin kişilik Rum
askerinin, yakınlarında olduğunu gördüler. Bunlar, müslümanlara dâir haber
alabilmek için dolaşan Rum öncüleri idi. Abdullah bin Ömer, onları görünce,
müslüman askerlere: "Bu fırsatı kaçırmayınız. Cennet kılıçların gölgesi
altındadır" dedi. Bu sırada, müslümanlar, gür bir sesle, "Lâ ilâhe illallah
Muhammedün resûlullah" söylediler. Her taraf Kelime-i tevhîd sesleriyle doldu.
Ağaçlar, taşlar ve orada bulunan herşey onlara, Kelîme-i tevhîd ile cevap
veriyordu. İlk hücum eden İkrime bin Ebû Cehl oldu. Onu Sehl bin Amr ve Dahhâk
ta'kib etti. İki ordu birbirine girdi. Abdullah bin Ömer (r.a.) bu sıradaki
manzarayı şöyle anlatır: "O anda, Rumların önde gelen kahramanlarından, iri
yapılı, sağına soluna çevik hareketlerle vuran birisini gördüm. Bu öncü
kuvvetlerinin komutanı ve Rumların gözbebeği olan birisi idi. Rum askerinin
üzerinde moral yönünden büyük te'sîri vardı. Üzerine hücum edip, mızrağımı ona
doğru uzattım. Fakat o, mızraktan kendisini kurtardı. Ona doğru yaklaştım.
Kendisini mutlaka öldürmek istiyordum. Bir fırsatını bulup, onu yaraladım.
Kılıcımla ona vuruyordum. Fakat, sanki taşa vuruyordum. Kılıcımla vurdukça,
kılıç sert taşa vurulunca çıkardığı ses gibi ses çıkarıyordu. Hattâ kılıcımın
parçalandığını zannettim. Nihayet Rumların kumandanı yere düştü. Bunu gören
Rumlar, büyük bir korkuya kapıldı. Bundan istifâde ederek Müslümanlar daha
şiddetli çarpışmaya başladılar. Allah için Dahhâk ve Hars bin Hişâm çok
kahramanlıklar gösterdiler. Rumlar büyük bir hezimete uğradılar. Bir kısmı da
kaçtılar. Böylece muharebe, Allahü teâlâın Müslümanlara va'd ettiği nusretiyle
(yardımıyla) zaferle sonuçlandı."
Harp sahasının çeşitli yerlerine dağılmış bulunan Müslümanlar döndüler. Hepsi
bir araya geldiler. Rumlardan aldıkları malları ve ganimetleri topladılar. Bütün
Müslüman askerler dönmüş, Abdullah bin Ömer ise daha ortada yoktu. Müslümanlar,
birbirlerine: Abdullah bin Ömer nerede? diye soruyordu. Birisi, O çok zâhid ve
çok ibâdet eden birisidir, diye konuştu. Başkaları ise: Bu muharebede Abdullah
bin Ömer gibi birisi vardı. O öyle mübârek bir kimsedir ki, deyip onu çok
methettiler. Onların arasında geçen konuşmaları bulunduğu yerden dinliyen
Abdullah bin Ömer (r.a.), yüksek sesle, tekbîr ve tehlîl getirip, Resûlullaha
(s.a.v.) salât ü selâm getirdi. Elinde bulunan bayrağı salladı. Bunu gören
müslümanlar, doğruca onun yanına koşuştular. Ona nerede idin diye sorduklarında,
o, Rumların kumandanları ile meşguldüm. Onu öldürdüm, dedi.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-7, cild-5, sh-425
2)
Tezkiret-ül-huffâz
cild-1, sh-348
3)
Ed-Dibâc-ül-müzehheb sh-230
4)
Târîh-i Bağdâd cild-3, sh-3
5)
Mîzân-ül-i'tidâl cild-3, sh-662
6)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-4, sh-348
7)
Tehzîb-üt-tehzîb
cild-9, sh-363
8)
Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-18
9)
Miftâh-üs-se'âde cild-2, sh-68, 195, 202, 218
10)
Eshâb-ı Kirâm
sh-16, 404
11)
El-A'lâm cild-6, sh-311
12)
Mu'cem-ül-müellifîn
cild-11, sh-95
13)
Fütûh-uş-Şâm
sh-6
|