Evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından. İsmi, Sırrî bin Muglis es-Sekatî
olup, künyesi, Ebü'l-Hasen'dir. Bağdâd'da doğdu. 251 (m. 865)'de Ramazân-ı şerîf
ayında orada vefât etti. Şûnizî kabristanına defn edildi. Ma'rûf-i Kerhî
hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır.
Tasavvufta, vera' ve takvada asrının bir tanesi idi. Hâris-i Muhâsebî ve Bişr-i
Hafî'nin akranıdır.
Sırrî-yi Sekatî; Hüşeym bin Beşîr, Ebû
Bekir bin İyâş, Ali bin Garâb, Yahyâ bin Yemân, Yezîd bin Hârûn ve birçok
âlimden ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ebû Abdurrahmân Sülemî,
Tabakât-üs-sûfiyye kitabında diyor ki: "Üçüncü asırda yaşamış olan evliyâların
hemen hepsi, Sırrî-yi Sekatî'den feyz almıştır."
Zühd ve edebte pek çok harikulade hâl ve
hareketleri, tasavvufa dâir sözleri meşhûrdur. Bir yere gittiğinde, yolda olan
şeyler ve havada uçan kuşlar, açık bir lisân ile kendisine selâm verirlerdi.
Kırk defa yürüyerek hacca gidip geldi. Üzüntü ve dert deryası, hilm ve sebat
dağı, mürüvvet ve şefkat hazînesiydi.
Ticâret yapardı. Bağdâd'da bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir
kâr almazdı. Bir defasında altmış altına badem aldı. Badem birden pahalılaştı.
Dellâl, bademleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, "Ben
âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım" dedi. Dellâl ise bunu kabul etmeyip
malları satmadı.
Büyüklerin yoluna girmesini şöyle anlatır: "Bir gün Habîb-i Râî dükkânıma
uğradı. Fakîrlere vermesi için ona birşeyler verdim. Bana, "Allahü teâlâ
mükâfatını versin" diye duâ etti. Ertesi gün hocam Ma'rûf-i Kerhî hazretlerini,
hurma çekirdeği toplarken gördüm. Ona; "Bunları ne yapacaksın?" diye sordum.
Bana: "Şu çocuğu ağlar vaziyette gördüm ve niçin ağlıyorsun? diye sordum. O
zaman çocuk, "Ben yetimim. Annem babam yok. Bütün arkadaşlarımın güzel
elbiseleri var. Fakat benim ne elbisem var, ne de oyuncağım" dedi. Ben de şimdi
bunları toplayıp, satacağım ve onun ihtiyâcını alacağım" dedi. Bunun üzerine ben
de Ma'rûf-i Kerhî'den izin isteyip, çocuğa bir takım elbise ve oyuncak aldım.
Yetim çocuk çok sevindi. Ma'rûf-i Kerhî hazretleri bu durumu görünce buyurdu ki:
"Senin bu çocuğu sevindirdiğin gibi, Allahü teâlâ da seni sevindirsin. Dünyâ
sevgisini kalbinden çıkarsın. Seni bu meşguliyetten kurtarsın." İşte bu duâlar
sebebi ile kurtuldum."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi
Sekatî hazretlerinden ziyâde ibâdet ehli kimse görmedim. Dâima edebli bir hâlde
otururdu. Allahü teâlâdan hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun
ayaklarını uzatıp yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece gündüz
Allahü teâlânın huzurunda olduğunu düşünür ve her zaman edebli bir şekilde
otururdu. Ancak ölüm hastalığında yatağa uzanabildi."
Kendisi anlatır: "Birgün bir hatâ işledim! O hatânın ateşi otuz yıldır içimde
durmakta, hatırladıkça kalbim cayır cayır yanmaktadır. Birgün Bağdâd şehrinde,
dükkânımın bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı hâlde yalnız
benim dükkânım yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince, "Elhamdülillah"
diye Allahü teâlâya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarar ve ziyânını
düşünmediğimi hatırlayıp, çok tövbe ve istiğfâr ettim. Keffâret olarak
dükkânımdaki bütün mallarımı fakîrlere dağıttım. Fakat otuz yıldır, kalbimden
bunun acısını silemedim.."
Birgün Lübnan'dan biri gelip dedi ki:
"Falan zâtın size selâmı var." Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdu ki: "O kişiye
bizden selâm söyle, insanlardan uzaklaşıp dağ başında oturması, yalnız ibâdetle
meşgul olması uygun değildir. Hak âşığı dediğin, çarşıda, pazarda alışverişle de
meşgul olur ve bu esnada bir an olsun Allahü teâlâdan gâfil olmaz, insanlara
hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin zarurî ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne
mâni değildir."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi
Sekatî hazretlerinin ömürlerinin son günlerinde ziyâretine gitmiştim. Yakınımda
bir yelpaze vardı. Onu elime alıp, mübârek yüzlerine sallamaya başladım. Gözünü
açtı. Elimde yelpazeyi görünce: "Ey Cüneyd, yelpazeyi elinden bırak! Sallama!
Çünkü ateş, yellenince daha çabuk ve çok yanar" dedi. Kendilerine "Bir emriniz
var mı?" diye sordum. Buyurdu ki: "Dâima Allahü teâlâyı hatırla! Bundan gâfil
olma' Âhıreti unutturacak kadar dünyâ işlerine dalma!"
Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin kızkardeşi,
birgün ziyârete gelip, "Eğer müsâade buyurursanız evinizi süpüreyim" dedi. Sırrî-yi
Sekatî hazretleri müsâade etmedi. Başka bir gün yine ziyâretine geldiğinde, bir
kocakarının Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin evini süpürdüğünü gördü. Bunun
üzerine, "Ey birâderim, ben senin hemşiren iken haneni süpürmeme müsâade
etmedin. Şimdi ise süpürmek için ihtiyar bir kadın getirmişsin" dedi. Sırrî-yi
Sekatî hazretleri, hemşiresinin bu sözü üzerine tebessüm ederek buyurdu ki: "Ey
Hemşirem, o gördüğün acuze kadın dünyâdır. Allahü teâlâ, dînine hizmet edene,
dünyâyı hizmetçi eyler."
Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) şöyle anlatıyor: "Birgün
dayım Sırrî-yi Sekatî'ye (r.a.) gittim. Ağlıyordu. Sebebini sordum. "Bu gece,
ibriğe su koyup biraz bekleteyim de soğusun diye aklıma geldi, öyle yaptım. Gece
rü'yâmda bir huri gördüm. "Sen kimsin?" dedim. "Suyu soğutmak için ibriği
bekletmiyenin" dedi ve ibriğimi alıp yere çaldı. İşte parçaları" diyerek yerdeki
dağılmış ibriğin parçalarını gösterdi."
Yine Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) şöyle anlatıyor: "Dört dirhemim vardı. Sırrî-yi
Sekatî'nin (r.a.) yanına gidip, "Bunları size getirdim efendim" dedim. Bana
"Oğlum! Sana müjdeler olsun. Sen kurtulmuşlardansın. Dört dirheme ihtiyâcım
vardı. Kurtulmuş olanlardan birinin eli ile, ihtiyâcım olan parayı bana
göndermesi için Allahü teâlâya duâ etmiştim. Sen getirdin" buyurdu."
Sahillerden bir zât şöyle anlatıyor: "Bir defa Sırrî-yi Sekatî'yi (r.a.) ziyâret
etmek için evine gidip, kapısını çaldım. İçeriden "Kim o?" dedi. "Âşığın birisi"
dedim. "Eğer âşık olsaydın, hep Allahü teâlâ ile meşgul olur, bana gelmezdin"
buyurdu ve "Yâ Rabbî! Bu kimseyi hep kendin ile meşgul eyle ki, başkaları ile
meşgul olmasın" diye duâ etti. Bu anda bende çok değişiklikler hâsıl oldu. Duâsı
kabul olmuştu."
Sırrî-yi Sekatî (r.a.), bir gün va'z
veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merasim ile oradan geçerken, (Şuraya
bir uğrayalım) deyip, içeri girdi. O sırada Sırrî-yi Sekatî (r.a.), "Mahlûkât
içerisinde en âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla beraber, bu kadar
mahlûk arasında, Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyan edip yüz çeviren
mahlûk da yoktur. Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta eder imrenirler.
Eğer insan kötü olursa, şeytanın dahi kendisinden nefret ettiği, kendisinden
kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz
olan insanoğlu, kendisine her ni'meti veren, her an varlıkta durduran, yaşatan,
kudret ve azamet sâhibi olan Allahü teâlâya karşı gelmekte ve isyân
etmektedir..." diye anlatıyordu. Sultânın yakınlarından olna bu kişi, bu hikmet
dolu sözlerni te'sîri ile, ağlaya ağlaya kendinden geçi. Bir zaman sonra kalkıp
evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca,
yürüyerek, Sırrî'nin (r.a.) sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle
dinledi. Üçüncü gün yine geldi. Sohbet bittikten sonra, "Efendim! Sizin
söyledikleriniz bana çok te'sir etti. Kabûl ederseniz, sizin talebelerinizden
olmayı arzu ediyorum." dedi. Kabûl edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda
çok yüksek derecelere kavuştu. Birgün hocası Sırrî-yi Sekatî'nin huzûruna çıkıp,
"Ey şefkatli ve merhametli efendim! Beni günah karanlıklarında kurtarıp, huzûr
ve saâdete kavuşturdunuz. Bunun için Allahü teâlâ size bol bol mükâfatlar ve
hayırlı karşılıklar ihsân buyursun." dedi. Kısa zaman sonra Hz. Sırrî-yi
Sekatî'ye biri gelip, "Efendim, beni talebeniz ahmed gönderdi. Rahatsız olduğunu
size bildirmemi söyledi." dedi. Sırrî-yi Sekatî (r.a.) gelen kimse ile beraber
talebesi Ahmed'in bulunduğu yere gittiler. Şehrin duşında, sahrada çukur bir
yerde yattığını ve ölmek üzere olduğunu gördüler. Hz. Sırrî, bu sâdık
talebesinin başını kaldırıp dizine koydu. Yüzünün tozlarını sildi. Ahmed gözünü
açıp hocasını görünce çok sevindi.
Huzûr içerisinde ruhunu teslim etti. Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek
için şehre geri geliyorlardı ki, şehir halkının kendilerinden tarafa gelmekte
olduklarını gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar, "Biz
şehirde (Her kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak
isterse, Şûniziye kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola
çıktık" dediler. Yıkayıp kefenledikten sonra Şûniziye kabristanına defn ettiler.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: "Hocam
Sırrî-yi Sekatî, bana bir şey öğretmek istediği zaman suâl sorardı. Birgün bana,
"Ey Cüneyd! Şükür ne demektir?" diye suâl etti. Ben de cevap olarak: "Ni'metimi
destek yaparak Allahü teâlâya âsi olmamaktır." deyince, "Bu hikmet sana nereden
geliyor?" diey tekrar suâl etti. Ben de, "Senin meclisinde bulunmaktaan" dedim.
Şöyle anlatılır: Birgün Sırrî-yi Sekatî'ye, sabrın ne olduğu soruldu. O da sabır
konusunu anlatmaya başladı. İğnesini defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi
Sekatî hiçbirşey yokmuş gibi, sâkin sâkin konuşmasına devam etti. Neden akrebi
fırlatıp atmıyorsunuz? Diye soranlara, Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: "Sabır
konusunda konuşurken, sabretmemek husûsunda Hak teâlâdan hayâ ederim."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyla anlatır: "Birgün
Sırrî-yi Sekatî'nin yanına gittim. Bana şunu anlattı: Hergün yanıma küçük bir
kuş gelirdi. Elimdeki ekmek kırıntılarını yerdi. Bir kere bu kuş bana doğru
geldi. Fakat, elime konup ekmek kırıntılarını yemedi. Ben kendi kendime "Ne hatâ
işledim?" diye düşündüm. Daha önce ekmekle beraber bir sebze yemiştim. Bunu
hatırladım ve "Bir daha şüpheli şeyler yemiyceğim" diyerek tövbe ettim. Bunun
üzerine kuş elime kondu ve elimdeki ekmek kırıntılarını yedi."
Şöyle anlatılır: Sırrî-yi Sekatî, bir bayram günü meşhûr bir zâtla karşılaşmış
ve ona güler yüzlü olmayarak selâm vermişti. "Neden böyle yaptın?" diye ona
sorduklarında Sırrî-yi Sekatî, "Peygamber e-fendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i
şerîfte: "İki
mü'min karşılaştıkları zaman, yüz rahmet aralarında taksim edilir. Bunlardan
doksan rahmet, daha güler yüzlü olana verilir"
buyurmuştur. İstedim ki, o benden daha çok sevap alsın" diye cevap verdi.
Cüneyd-i Bağdâdî yine şöyle anlatır: "Birgün
Sırrî-yi Sekatî'nin yanına gittim. Onu üzgün olarak gördüm. "Neden böyle
üzgünsünüz?" diye sordum. Sırrî-yi Sekatî, "Yanıma bir delikanlı geldi. Benden
tövbenin ne olduğunu izah etmemi istedi. Ben de, "Günahını unutma" diye cevap
verdim. O genç ona itiraz ederek; "Hayır! Belki tövbe, günahını unutmak ve bir
daha yapmamaktır" dedi. Ben de buna üzüldüm" deyince, ben de, "Benim kanâatim
de, gencin kanâati gibidir" dedem. Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sebebini sordu.
Ben de "Allahü teâlâ bana, işlediğim günahıma tövbe etmemi nasîb ettiği zaman,
tövbe hâlinde günahı hatırlamak günah olmaz mı?" dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi
Sekatî sükût etti.
Kendisi anlatır: "Yaya olarak Rum diyârına gazâ için gitmiştim. İstirahat
ederken, yorgunluktan sırt üstü yatmış, ayağımı duvara dayamıştım. O esnâda bir
ses duydum. Bu ses bana; "Yâ Sırrî! Köle, efendisinin yanında böyle yatarmı?"
dedi. Bundan sonra, bir daha ayağımı hiçbir şekilde uzatarak yatmadım."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: Sırrî-yi
Sekatî hasta iken, üç günde bir ziyâretine giderdim. Bir defasında yanına
girdim, uyuyordu. Baş ucunda ağlamaya başladım. Göz yaşlarım yanağına düştü.
Gözlerini açtı ve bana bakınca, "Bana nasîhat et!" dedim. O zaman buyurdu ki:
"Kötü kimselerle sohbet etme. İyi kimselerle beraber bulunarak, Allahü teâlâya
ibâdet et."
Başka birgün ziyârete gittiğimde, Sırrî-yi Sekatî'ye "Kendini nasıl
hissediyorsun?" diye sordum. O bunun üzerine, "Hâlimden tabibime nasıl şikâyet
edebilirim ki, bana bunu veren O'dur" buyurdu.
Ebü'l-Abbâs bin Mesrûk şöyle anlatır: "Sırrî-yi
Sekatî'yi hastalığında ziyârete gittik. Yanında uzun süre oturduk. Halbuki
karnında bir sancı vardı. Sonra Sırrî-yi Sekatî'ye yanından ayrılırken, "Bize
duâ edin" dedik. Ellerini kaldırdı ve şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Bunlara hasta
ziyâretinin nasıl olacağını öğret."
Sırrî-yi Sekatî; Hişâm bin Urve'den şöyle
rivâyet ediyor: "Resûlullahın (s.a.v.), hastalığı şiddetlenip, cemâate gidecek
tâkat bulamayınca; "Ebû
Bekir'e söyleyin namazı kıldırsın"
buyurdu. Hz. Ebû Bekir üç gün cemâate namaz kıldırdı. Peygamberimiz (s.a.v.),
vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan odanın kapısındaki
perdeyi kaldırdı. Hz. Ebû Bekir cemâate sabah namazını kıldırmak içni imâmete
geçmiş idi. Eshâbına bakıp, onların namazda saf tutup durduklarını görünce
sevinerek tebessüm etti. Sonra mescide girdi. Resûlullahın (s.a.v.) teşrifini
fark eden Hz. Ebû bekir, mihrâbdan çekilmek üzere iken, Resûlullah eliye yerinde
durmasını işaret edip, oturduğu yerde Hz. Ebû Bekir'e uyarak sabah namazını
kıldı."
Sırrî-yi Sekatî; Eshâb-ı kirâmdan Hâzım bin
Harmele'den şöyle rivâyet ediyor: "Birgün yolda Resûlullah beni gördü ve buyurdu
ki: "Ey Hâzım!
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh sözünü çok söyle. Zîrâ o Cennet
hazînelerindendir."
"Allahü
teâlâyı görmekten mahrûm kalmak, en şiddetli Cehennem ateşinden daha çok azâb
verir."
"Cehennemlik olanlar, Cehennemde iken, Allahü teâlâyı görmekle
şereflenebilselerdi, hiçbir zaman Cenneti hatırlarından geçirmezlerdi. Çünkü,
ismi azîz olan Hak teâlâyı seyretmek, rûha o kadar çok neş'e verir ki, bu neş'e
ona, bedeninin çektiği azâbı unutturur. Bu azâb ile meşgûl olmak hatırına bile
gelmez. Cennette ise, Allahü teâlâyı temâşâdan daha mükemmel bir ni'met mevcud
değildir. Cennetteki ni'metlerin hepsi yüz misli arttırılsa, fakat Cennette olan
kimselerle Allahü teâlâ arasında bir perde bulunsa, yine de cânı gönülden feryâd
ve figân ederlerdi."
"En kuvvetli, kudretli insan, kendi nefsini yenendir." "Kendi nefsini terbiye
edemiyen, kendi nefsini yenendir."
"Yarın kıyâmette herkesi, peygamberi ile çağırırlar. Ey Mûsâ aleyhisselâmın
ümmeti, ey Îsâ alehisselâmın ümmeti, ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti derler.
Ancak Allahü teâlânın sevgili kullarına; "Ey Allahın evliyâ kulları, Allahü
teâlânın katına geliniz" denir. Bunun üzerine onların gönülleri, sevinçten
yerinden çıkacakmış gibi olur."
"Gerçekten Allahü teâlâdan korkan, hâlinin ne olacağnı ve nereye varacağını
bilinceye kadar yemesini ve içmesini terk eden ve uykuyu bırakan kimsedir."
"Sâlih bir kul olmak isteyip de, yarın yaparım diyerek günlerini geçiren kimse
aldanmıştır."
"Günahlara ağlamak, ayıpları ıslah etmek, Allahü teâlâya ibâdet etmek nefsinin
arzu ve isteklerine boyun eğmemek, korkan kalp, mü'min için ne güzeldir."
"Bir adam, içinde Allahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve
ağaçların üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu
bahçedeki kuşlar ona "Ey Allahın velîsi sana selâm olsun" deseler. Nefs de
bundan sükûnet bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esîr olur."
"Kul; nâfileleri yaparken farzları yapmayı unutursa ve bedeni ile ibâdet
ederken, kalbi allahü teâlâdan gâfil olursa, Hak teâladan esir olur."
"Ba'zı
Peygamberler kavimlerine şöyle derler: Hayâsızların çokluğundan hayâ etmez
misiniz?"
"Farzları yapmak harâmlardan kaçmak, gafleti terk etmek, Allahü teâlânın
kendilerini çok sevdiği, evliyâsının ahlâkındandır."
"Dil, kalbin tercümanı, yüz kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan, yüzde meydana
çıkar."
"Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla
meşgul olmasıdır."
"İyi huy, başkalarını incitmemek ve onlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.
"Şu üç şey Allahü teâlâyı çok üzer: Vakti boşa geçirmek, insanlarla alay etmek
ve gıybet etmek."
"Kulun amellerini boşa çıkaran, kalbleri bozan, kulu en sür'atli helake götüren,
devamlı hüzne boğan, cezayı çabuklaştıran, riyayı sevdiren, ucba (amellerini
beğenip güzel görmek) götüren, baş olmak hevesine kaptıran şey, insanın nefsini
tanımaması, kendi ayıblarını bırakıp, başkalarının ayıblarını görmesidir."
"Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet
ediniz. Bizlerden (yaşlılardan) ibret alınız da, zaîf ve güçsüz duruma düşmeden
evvel, çok ibâdet yapınız." (O, bu sözü söylerken, gençlerden çok ibâdet
ediyordu.)
"İhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek
kadar bir ev ve doğru ilim sahibi olmaktan başka, dünyâda herşey boş ve
fâidesizdir."
"Edeb,
güzel kalblilik ve akıllılık alâmetidir."
"Bir kimse bir ni'mete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o ni'met elinden gider
de, o kimsenin haberi bile olmaz."
"Bir kimse âmirine itâat ederse, emrindekiler de kendisine itâat eder."
"Sünnete uygun olarak yapılan az bir ibâdetin sevabı, bid'at işlenerek yapılan
çok amelden kat kat daha fazladır."
"Mürüvvet, insanın kendi nefsini, her türlü, kirden ve insanların ayıb
saydıkları şeyleri yapmaktan korumak ve bütün işlerinde insanlara karşı
şefkatli, merhametli ve insaflı davranmaktır."
"Çok istiğfâr etmek, alçak gönüllü olmak ve çok sadaka vermek: Allahü teâlânın
kendilerini çok sevdiği, evliyâsının ahlakından olup, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturur."
"Kul dört şeyle yükselir. Bunlar ilim, edeb, emânet ve iffettir."
"Sırrî-yi
Sekatî hazretlerinde, Allah korkusu, kendini küçük ve aşağı görme hâli o derece
fazla idi ki, "Bağdâd'da ölmek istemem. Çünkü bu insanlar, benim hakkımda iyi
zan sahibleridirler. Korkarım ki, toprak beni kabul etmez de, herkese rezîl
olmuş olurum."
"Kabahatlerimden dolayı yüzümün kararacağından korkarak, hergün bir kaç defa
aynaya bakarım" ve "Keşke bütün insanların kalblerindeta sıkıntı ve üzüntüler
bende olsa ve insanlar hep rahat olsalar" buyururlardı.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üs-sûfiyye
sh-48
2)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-10, sh-116
3)
Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-74
4)
Risâle-i Kuşeyrî sh-64
5)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-2, sh-357
6)
Sıfât-üs-safve cild-2, sh-209
7)
Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-127
8)
Târih-i Bağdâd cild-9, sh-187
9)
El-Bidâye ven-nihâye cild-11, sh-13
10)
Tezkiret-ül-evliyâ
cild-1, sh-245
11)
Nefehât-ül-üns
sh-92
12)
Câmi'u
Kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh-21
13)
Keşf-ül-mahcûb
sh-203
14)
Tam ilmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-277, 769, 994,
1000, 1067
15)
Fâideli
Bilgiler sh-35, 167, 181
|