Oniki
imâmın sekizincisi. Muhammed Cevâd Takî'nin babasıdır. Nesebi, Ali Rızâ bin Mûsâ
Kâzım bin Ca'fer-i Sâdık bin Muhammed Balar bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin
bin Ali bin Ebî Tâlib'dir (r.anhüm). 153 (m. 770) senesi Rebî-ül-âhır ayının
onbirinci Perşembe günü, Medîne-i münevverede doğdu. 203 (m. 818) senesi
Ramazân-ı şerîfin yirmibirinci Perşembe günü elli yaşında iken Tûs (Meşned)'de
vefât etti.
Namazını halîfe
Me'mûn kıldırdı. Me'mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever ve sayardı.
Kerîmesini (kızını) nikâh edip, imâmı kendine dâmâd yaptı. Yerine halîfe
olmasını emir ve ilân edip, paralara ismini yazdırdı. Fakat, imâm önce vefât
etti. Bâyezîd-i Bistâmî ve Ma'rûf-i Kerhî hazretleri imâmın sohbeti ile
şereflenip kemâle geldiler.
Künyesi,
babasının künyesi gibi Ebü'l Hasan'dır. Mûsâ Kâzım hazretleri ona kendi künyemi
bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâ'dır. Babasına dediler ki, "Halife Me'mûn
ondan râzı olduğu için mi oğlun Ali'yi, Rızâ diye çağırıyorsun?" Cevâbında,
"Hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı oldukları içindir" buyurdu. Ona uyanlar ve
muhalifleri de ondan razıydı.
İmâm-ı Mûsâ
Kâzım'in üstün talebelerinden biri şöyle anlattı: Birgün İmâm-ı Mûsâ Kâzım,
(r.a.) "Magrib (Fas) tüccarlarından gelen oldu mu?" diye sordu. "Bilmiyoruz"
dedik. O da "Gelmiştir" buyurdu. Atlara binip gittik. Orada câriye satan bir
Magribli vardı. Bize yedi tane câriye gösterdi, İmâm hazretleri hiçbirini kabul
etmedi. Bir tane daha olduğunu, hasta olduğu için göstermediklerini öğrendik.
Hz. İmâm bana, "Yarın gel. Ne kadar ücret isterse kabul edip o cariyeyi al"
buyurdu. Ertesi gün mağribimin yanına vardım. "Dün isteyip de hasta olduğu için
göremediğimiz cariyeyi istiyorum" dedim. Yüksek birfiat söyleyip, "Daha aşağı
olmaz" dedi. Ben de, "O fiyata kabul ettim" dedim. Bana, "Bunu kimin için
alıyorsun?" diye sorunca, "Dünkü beraber geldiğimiz zât için" dedim. Tüccar, "O
kimlerdendir?" dedi. "Benî Hâşim'dendir" deyince Magribli tüccar, bu câriye
hakkında şöyle anlattı: "Ben, bu cariyeyi Magrib'in en uzak beldesinden aldım.
Bir kadın bana, "Bu cariyeyi kimin için aldın?" dedi. Ben de "Kendim için aldım"
diye söyleyince,
O kadın, "Hayır! Bu senin olacak bir câriye değildir! Bu câriye, yer yüzünün en
kıymetli zâtınındır! Bunların bir çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yer yüzünün
en âlimi olacaktır" dedi. Daha sonra cariyeyi Mûsâ Kâzım'a (r.a.) getirdim. Bu
cariyeden İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) dünyâya geldi.
Huzzâ
kabilesinden Da'bel bin Ali ismindeki zât zamanının en meşhûr şâirlerinden ve
güzel söz söyliyenlerindendi. Şâir şöyle anlattı: "Ehl-i beyte muhabbeti anlatan
(Medâris-i Âyât) isimli kasîdeyi yazıp, İmâm-ı Ali Rızâ'ya (r.a.) arz ettim. Çok
beğendiler ve "Benden izinsiz hiç kimseye okuma" buyurdular. Ben "Peki" deyip
ayrıldım. Halife Me'mûn, bu kasîdeyi yazdığımı duyup beni çağırdı. Hâl hatır
sorduktan sonra, yeni yazdığım kasîdeyi okumamı istedi. Ben özür dileyip Hz.
İmâm'ın emrini bildirdim. Halife, Hz. İmâm'ı çağırıp, kendisinden izin alınca,
ben de kasîdeyi okudum. Halife çok memnun olup bana ellibin akçe hediye etti.
İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) da o kadar ihsanda bulundu. Ben de, dedim ki, "E-fendim!
Ben giymiş olduğunuz elbiselerinizden istirham' ediyorum. Bereketlenmek için
yanımda bulundururum, öldüğüm zaman kefenim olur" dedim, ihsan edip, giymiş
oldukları bir gömlek ve çok güzel bir havlu verip, "İnşâallah bunları saklarsın
ve bunlarla belâlardan emin olursun" buyurdular. Bir zaman
I-rak'a
gidiyordum. Yolda eşkıyalar yolumuzu kesip, eşyalarımızı almağa başladılar.
Eşyâların alındığına değil de, Hz. İmâm'ın hediyesi olan gömlek ve havlunun da
alınacağından çok korktum. Bir taraftan da Hz. İmâm'ın "Belâlardan emin olursun"
sözlerini düşünüyordum. Bu sırada eşkıyalardan birisinin, benim atıma binmiş
olduğunu ve benim yazdığım kasîdeyi okuyup ağladığını gördüm. Eşkıyanın Ehl-i
beyt'e olan muhabbetine hayret ettim ve dedim ki, "O kasîdeyi kim yazdı?" Eşkıya
"Bu kasîdeyi yazan Hz. İ-mâm-ı Ali Rızâ'nın şâiri, meşhûr Da'bel bin Ali'dir.
Fakat sen onu tanımazsın’’
deyince, "Da'bel bin Ali benim" dedim inanmadı. Kafilede bulunanlar tasdîk
edince, eşkıya kafileden aldığı bütün malları sahiblerine iade etti. Bize de
kılavuzluk edip tehlikeli yerlerden selâmetle geçmemize vesîle oldu. Hz. İmâm'ın
hediyelerinin bereketiyle kafile olarak belâdan kurtulduk."
Birgün
İmâm hazretleri, bir kimseye bakıp, "Hiç kimsenin-elinden kurtulamayacağı işe
hazırlık yap, vasiyyetini yaz" buyurdu. Üç gün sonra o kimse vefât etti. Bir
kimse şöyle anlattı: Hacca gitmeye niyet etmiştim. Evdekiler, ihram olarak Sevb-i
Mülcem (Sert ve âdi dokunmuş kumaş elbise) hazırlamışlardı. "Bunlarla ihram caiz
midir, değil midir?" diye şübhe edip, ihtiyat olarak başka bir ihram aldım.
Mekke-i mükerremeye varınca, İmâm-ı Ali Rızâ'ya (r.a.) bir mektûb yazdım. Ama
asıl sormak istediğim, Sevb-i Mülcem ile ihramın caiz olup olmadığı suâlini
yazmayı unutmuştum. Bir müddet sonra, Hz. İmâm mektubuma cevap gönderdiler.
Mektubun sonunda "Sevb-i Mülcem ile ihram caizdir" yazmışlardı.
Ebû
İsmâil Sindî isminde bir zât anlatıyor. Bir zaman İmâm-ı Ali Rızâ'nın (r.a.)
huzuruna gittim. A-rabî lisânından hiçbir şey bilmediğim için, Sind
(Hindistan'ın kuzey batısında bir eyalet) lisânı ile selâm verdim. Selâmıma
benim lisânım ile cevap verdiler. Yine Sind lisânı ile ba'zı suâller sordum,
Sind lisânı ile gayet açık olarak cevâb verdiler. Ben "Efendim. Ben Arabî
lisânını hiç bilmiyorum. Fakat öğrenmeyi çok arzu ediyorum" diye sorunca,
mübârek elini dudaklarıma sürdü. O anda Arabî konuşmaya başladım. Allahü teâlâ,
Hz. İmâm hürmetine bunu bana ihsan etti."
Mûsâ Kâzım
hazretlerinin annesi Hamide hâtûn, Peygamber efendimizi rü'yasında gördü. Ona
buyurdu ki: "Yakın zamanda, zamanın insanlarının en üstünü olan bir torunun
olacaktır."
Ali Rızâ'nın
(r.a.) annesi anlatır; "Hâmile olduğum zaman hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri
uykuda karnımda tesbih (Sübhânallah) ve tehlil (Lâ ilâhe illallah) sesleri
işitir, korkardım. Uyandığım zaman hiç ses duymazdım. Oğlum doğduğu zaman
ellerini yere koyup, bir söz söyleyen veya münâcaat eden bir kimse gibi
dudaklarını oynattı."
İmâm-ı Ali Rızâ
hazretleri Nişâbûr'a gelince, yirmibinden fazla âlim ve talebe, kendisini
karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar.
İmâm hazretleri
"Ben, babam Mûsâ Kâzım'dan, O da babası Ca'fer-i Sâdık'tan, O da babası Muhammed
Bâkır'dan, O, babası Ali Zeynel Âbidîn'den, O, babası Hz. Hüseyin'den, O, babası
Hz. Ali'den, O, Peygamber efendimizden, O, Cebrâil'den (a.s.), O da Allahü
teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi okudu: "Lâ
ilâhe illallah kal'amdır. 1- Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de
azabımdan kurtulur."
İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleri bu hadîs-i
şerîfin râvileri ile beraber okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini
bildirmiştir.
Bir tanıdığı
anlatır: Hanımım hamile idi. İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin huzuruna varıp, "Duâ
buyurun da bir oğlumuz olsun" dedini. Buyurdu ki: "Hanımın iki çocuğa
hâmiledir."
Huzurlarından
çıkıp giderken -çocukların adını Muhammed ve Ali koysam diye hatırımdan
geçirdim. Beni yoldan çağırtıp: "Çocukların birine Ali, diğerine Ümm-i Amr adını
koy" buyurdu. Çocuklar doğdu biri kız diğeri de oğlandı. Adlarını dedikleri gibi
koydum. Anneme Ümm-i Amr adını sorduğumda "O isim annemin adı idi" dedi.
Sâlih bir
müslüman, İmâm-ı Ali Rızâ ile ilgili menkıbesini şöyle anlatır:
Peygamber
efendimizi rü'yâmda gördüm. Hacıların kondukları mesçidde oturuyorlardı.
Huzurlarına vardım. Selâm verdim, önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir
tabakta Seyhânî hurmaları vardı. Bana bir avuç hurma verdi. Saydım onyedi tane
idi. Kendi kendime onyedi yıl ömrüm kalmış diye ta'bir ettim.
Onbeş
yirmi gün sonra İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin bu mescitte konakladıklarını
duydum. Hemen yanlarına koştum. Rü'yâmda gördüğüm gibi Resûlullahın oturduğu
yerde oturmuştu, önlerinde de bir tabak hurma vardı. Beni yanına çağırarak bir
avuç hurma verdi. Saydım tam onyedi tane idi. Biraz daha hurma istediğimde
buyurdu ki: "Resûlullahtan daha fazla verilir mi?"
Tüccarın biri
dil tutukluğundan dolayı güçlükle konuşurdu. Kendi kendine "İmâm-ı Ali Rızâ
hazretleri Peygamber efendimizin evlâtlarındandır. Huzuruna varayım da benim
dilime bir ilâç tavsiye etsin" diye düşündü. O gece rü'yasında İmâm-ı Ali Rızâ
hazretlerini gördü. Kendisine, "Kimyon, Sa'ter ve tuzu, su ile karıştır. İki üç
kere ağzında çalkala şifâ bulursun" buyurdu. Sabahleyin uyandığında rü'yâsını
hatırladı; fakat rü'yâ deyip fazla ehemmiyet vermedi. Hazret-i İmâmın huzuruna
gidip, hâlini arz ettiğinde: "Senin dilinin ilâcını rü'yâda söylemediler mi?"
buyurdu. Tüccar tarif ettikleri ilâcı kullanınca konuşması hemen düzeldi.
Birisi bir
mektûb yazarak ba'zı suâllerini hazret-i İmâma arz etmek istedi. Evlerinin önüne
yardığında çok kimsenin orada beklediğini ve kendileri ile görüşmek istediğini
gördü. Bu kalabalıkta mektubunu veremeyeceğini düşünerek, üzüldü. Tam geri
döneceği sırada bir hizmetçi' dışarı-çıkarak o şahsı ismiyle çağırarak kendisine
şöyle dedi: "Bu kâğıdı İmâm hazretleri gönderdi." O şahıs kâğıdı aldı.
Baktığında elindeki suâllerinin cevâbı olduğunu hayret içinde gördü.
Sâlih bir zât
anlatır: "Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının dibinde
duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kus geldi, İmâm hazretlerinin
önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi, İmâm hazretleri bana
sordu. "Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?" Ben de dedim ki: "Ehl-i beyt
(Peygamber efendimizin evlâtları) daha iyi bilirler." Hz. İmâm, "Bu kuş şu evde
bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor kalk eve gir ve o yılanı
öldür." İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim, gerçekten içeride bir
yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm."
İmâm-ı Ali Rızâ
(r.a.) bir gün hamama gitti. Oturup yıkanırken bir asker geldi ve Hz. İmâm'a
"Başıma su dök de yıkanayım" dedi. Hz. İmâm, "Peki" deyip askerin başına su
dökmeye başladı. Biraz sonra İmâmı tanıyanlardan biri gelip, bu hâli görünce çok
üzüldü ve askere "Ey asker! Senin, kendine hizmet ettirdiğin bu zât, Hz. Aliyyül
Mürtezâ'nın ve Hz. Fâtımat-üz-Zehra'nın torunu İmâm-ı Ali Rızâ hazretleridir.
Sen ne yaptığının farkında mısın?" dedi. Asker bunları duyunca, yaptığı fenalığı
anlıyarak, Hz. İmâm'ın ayaklarına kapanıp, "Aman efendim, niye bana kendinizi
tanıtmadınız! Niçin bana hizmet ettiniz! Kusurumuzu affediniz!" diye özür
dileyip ağladı. Hz. İmâm özrünü kabul edip, "Müslümana hizmet etmek sevab olduğu
için senin isteğini kabul ettim" buyurdu.
Hüseyin bin
Mûsâ şöyle anlatıyor: "Biz Hâşimoğullarından bir grup genç, İmâm-ı Ali Rızâ'nın
(r.a.) yanında oturuyorduk. Biraz sonra akrabamızdan Ca'fer bin Ömer, kılık
kıyafeti perişan bir vaziyette geçti. Biz hâline acıyarak ve üzülerek bakınca,
Hz. İmâm buyurdu ki. "Ey gençler! Bu zâtın haline acıyorsunuz değil mi?" Biz,
"Evet efendim" dedik. "Kısa bir zaman sonra yanınızdan, kıymetli elbiseler ve
etrafında hizmetçiler ile geçerse hiç şaşmayın" buyurdu. Aradan bir ay geçti. Bu
zât, halife tarafından Medine valisi olarak ta'yin edildi. Bir zaman sonra, biz
gene aynı yerde otururken o zâtı gördük. Kıymetli elbiseleri ve etrafında
hizmetçileri vardı. Biz, Hz. İmâmın bu durumu daha önceden haber verdiğini
hatırlayıp, İmâm'ın (r.a.) kerâmeti olduğunu anladık.
Halîfe Me'mûn,
İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever, sık sık onunla görüşürdü. Saraya
gelişinde saray görevlileri onu karşılar, hürmet gösterirlerdi. Fakat bu
hürmetleri mecburiyet icâbı oluyordu. Çünkü İmâm hazretlerini sevmiyorlardı. Bir
araya gelerek, hazret-i İmâm'ın geldiğinde sarayın perdesini kaldırmamağa ve onu
karşılamamağa karar verdiler. Fakat hazret-i . İmâm'ın her gelişinde ellerinde
olmadan kalkıp karşılayıp perdeyi de kat diriyorlardı. Birgün hazret-i imâmın
geldiğinde yine ayağa kalktılar, fakat perdeyi kaldırmakta biraz durakladılar. O
anda bir rüzgâr peyda oldu ve perde kalktı. Çıkışında da yine rüzgâr gelip
perdeyi kaldırdı. Bunu gören saray görevlileri, "Allahü teâlânın azîz ettiği
kimseyi kimse kü-çültemez." diyerek eski âdetlerine devam ettiler.
Ebüssalt
şöyle anlatıyor: "Bir gün Hz. İmâm'ın yanında idim. Bana buyurdu ki, "Şu
gördüğün türbe Hârûn Reşîd'in türbesidir. Türbenin dört tarafından toprak alıp
bana getir." Gidip getirdim. Toprağı kok-layıp, "Yakında, burada benim için
kabir kazacaklar! Bir taş çıkacak. Horasan'ın bütün külünklerini getirecekler,
fakat taşı çıkaramıyacaklar" buyurdu. Sonra "Filan yerden toprak getir" buyurdu.
Getirdim. "Benim kabrimi bu toprağı aldığınız yerde kazın. Kabrimi derin kazın
ve lahd yapın. Allahü teâlâ kabri dilediği kadar genişletir. Sonra bir yaşlık
görünür. O zaman sen, kabre bakarak sana şu söyliyeceğim sözleri söyle. Bunun
üzerine bir su çıkar, kabusu ile dolar. Ufak balıklar görünür. (Bir ekmek verip)
sen bu
ekmeği
al. Ufak ufak doğrayıp suya at Balıklar bu ekmek parçalarının hepsini yerler.
Sonra bir büyük balık çıkıp, küçük balıkları yer ve kaybolur, o zaman cesedimi
suyun içine koyun. O zaman sen, sana şu söyleyeceğim sözleri söyleyince su
azalır ve hiç kalmaz. Halife Me'mûn da bunu görür. Yarın ben Me'mûn'a gideceğim,
dışarı çıktığımda başım kapalı ise benimle konuşma, eğer başım açık ise konuş"
buyurdu. Ertesi günü sabah olunca elbiselerini giyip hazırlandı. Bu sırada
Me'mûn'un hizmetçisi gelip kendisini, çağırdı. Kalkıp Me'mûn'un yanına çeldi.
Me'mûn'un önünde taoaıuaraa meyveler vardı ve ü-züm salkımından yiyordu. Hz.
İmâm-ı görünce ayağa fırlayıp, imâm" a sarıldı ve O'nu alnından öptü. Yediği
Izümden Hz. İmâm'a ikrâm etti.. O özür dileyip kabul etmediyse de Halife, bir
salkım üzümden birkaç tane alıp yedi ve salkımı Hz. İmâm'a tekrar ikrâm edip
yemesini ısrarla istedi. Hz. İmâm bu ısrar karşısında üzümden bir miktar yedi.
Biraz oturup sohbet ettikden sonra müsaade isteyip ayrıldı. Çıkarken, başını
örtmüş olduğundan emri icâbı kendisi ile konuşmadık. Evine gelince, kapının
kilitlenmesini emredip yatağına yattı. Ben evin içinde mahzun olarak
bekliyordum. Bu sırada. Hz. İmâm'a çok benziyen, güzel yüzlü ve misk kokulu bir
genç içeri girdi. Ben hayretle, "Kapı kilitli idi. Sen içeriye nasıl girdin, sen
kimsin?" dedim. "Ben (İmâm-ı Ali Rızâ'nın oğlu) Huccetullah Muhammed bin
Ali'yim. Beni bir saatte Medine'den buraya getiren zât içeriye aldı" dedi ve
babasının yanına girerken, bana "Sen de gel" dedi. İçeri girdik. Hz. İmâm,
oğlunu görünce ayağa kalktı ve oğluna sarılıp bağrına bastı ve alnından öptü. O
da yüzünü babasının yüzüne koydu. Bir şeyler konuştular. Ama ben anlayamadım.
Sonra Hz. İmâm'ın dudaklarının üstünde kardan beyaz bir köpük gördüm. Daha sonra
kendinden geçti ve ruhunu teslim etti. Hz. İmâm'ın oğlu Muhammed bin Ali, bana
"İç odadan su ve tahta getir" dedi. Ben içerde su ve tahtanın olmadığını
bildiğim için, "İç odada su ve tahta yoktur" dedim. Emrini tekrar edince, hemen
kalkıp gittim. Hakîkaten su ve tahta vardı. Alıp getirdim. "Yıkamak için yardım
edeyim" dedim. O, "Bana yardım eden biri var" buyurdu. Kendisi yıkadıktan sonra,
bana "İç odada, dolapta, keten ve hanût (güzel kokulu buhur) vardı, onu getir"
buyurdu. Gittiğimde, o zamana kadar hiç görmediğim güzel bir elbise dolabı
gördüm. İçinden, kefen ve hanûtu alıp getirdim, kefenleyip cenâze namazını
kıldı. Sonra tabut istedi. "Bir marangoza yaptırayım" dedim, "İç odada vardır"
buyurdu, içeri girdiğimde hiç rastlamadığım bir tabut gördüm. Getirdim. Hz.
İmâm'ın cesedini tabuta koydu. Sonra iki rek'atlık bir namaza başladı. Namazını
bitirmemişti ki evin damı yarıldı ve tabut oradan yukarı çıktı. Ben telâşla
"Şimdi ne olacak?" dedim. Bana, "Sakin ol, biraz sonra gelir" buyurdu. Evin damı
yarıldı ve tabut tekrar geldi. Muhammed bin Âli, Hz. İmâm-ı tabuttan çıkarıp
yatağına yatardı. Sanki yıkama, kefenleme gibi işler yapılmamıştı. Sonra bana,
"Kapıyı aç" buyurdu. O sırada, Halife Me'mûn ve hizmetçileri gelmişdi Vefât
haberini alınca çok ağladılar ve üzüldüler. Halife Me'mûn "Ey efendimiz! Sana ne
oldu?" diyordu, Sonra techîz ve tekfîn (yıkayıp, kefenleme) işleri yapıldı.
Kabir kazılırken ben orada idim. Daha önce bana söylediklerinin hepsi oluyordu.
Kabir açılıp, su çıkınca ve küçük balıklar görülünce Halife Me'mûn "Hayatında
olduğu gibi, vefâtından sonra da, kerâmetleri görülüyor" dedi. Orada
bulunanlardan birisi, "Bu neye işarettir, biliyor musunuz? Ey Abbâsoğulları.
Sizin mülkünüz her ne kadar çok uzun müddet ise de bu küçük banklar gibidir. Bir
zaman gelir. Allahü teâlâ sizden sizin üzerinize bir kimse musallat eder ve sizi
yok eder." dedi. Halife Me'mûn "Doğru söylüyorsun" dedi. Defin işi
tamamlandıktan sonra, Halife Me'mûn bana, "Kabirde söylediklerini tekrar anlat"
dedi. Ben de unuttuğumu söyledim. Hakîkaten unutmuştum. Halife de, bildiğim
halde söylemek istemediğimi zannederek beni hapsetti. Hapiste bir yıl kaldım.
Artık iyice sıkılmıştım, "Yâ Rabbi! Resûlullah (s.a.v.) efendimiz ve temiz
akrabası hürmetine beni buradan kurtar!" diye duâ ettim. Hemen o anda İmâm-ı Ali
Rızâ hazretlerini gördüm. İçeri girdi. "Ey Ebüssalt! Gönlün mü daraldı?"
buyurdu. "Evet" dedim. Mübârek elini zincirlerin üzerine koyar koymaz,
zincirlerin hepsi açıldı. Elimden tutup saraydan çıktık. Bekçilerin yanından
geçip gittik. Hiçbirisi bizi göremedi. Sonra, "Allahü teâlâ sana emniyet versin
seni korusun! Bundan sonra Halife Me'mûn'u görmezsin, o da seni bulamaz" buyurdu
ve kayboldu. Ondan sonra Halife Me'mûn'u hiç görmedim."
İbrâhîm İbni
Abbâs diyor ki: "İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) öyle büyük âlim idi ki, hangi ilimden
olursa olsun, sorulan her mes'eleye çok güzel cevaplar verirdi. Halife Me'mûn,
kendisine çok suâl sorar, verdiği cevaplara hayran kalırdı. Hz. İmâm, az uyur,
çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. Muhtaç olanları arayıp bulur, onlara
yardımcı olurdu. Bir hasır üzerinde oturur, yatacağı zaman da o hasır üzerinde
yatardı. Her işinde Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül üzere
idi. Yüzüğünün taşında "Hasbiyallah=Allahü teâlâ bana kâfidir" yazılı idi.
KAYNAKLAR
1) El'A'lâm
cild-5, sh-26
2) Vefeyât-ül-a'yân
cild-3, sh-269
3) Târih-i
taberi cild-10,
sh-251
4) El-Kâmil
fi't-târih cild-€, sh-119
5) Nuzhet-ül-cetts
cild-2, sh-65
6) El-İber cild-1,sh-â40
7) Nâr-ül-ebsârsh-156
8) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1059
|