Tâbiîn devrinde yetişen tanınmış hadîs âlimi. Künyesi Ebû Abdullah'tır. 24. (m.
645) senesinde San'a'da doğup, 124 (m. 737) yılında yine burada vefât etti.
Yemen'e sonradan yerleşmiş olan İranlılardandır. Hemmam bin Münebbih onun
kardeşidir.
Çok kitap okudu. Geçmiş ümmetlere, Peygamberlere (aleyhimüsselâm) ve
padişahlara, dâir çok bilgisi vardı. Bu hususta çok nakiller yapmıştır. Doğru
sözlü bir zât idi. San'a'da kadılık yapmıştır.
Ebû Hureyre, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer,
Abdullah bin Amr bin As, Hemmam bin Münebbih ve başkalarından (r.anhüm) hadîs-i
şerîf bildirmiştir, iki oğlu, Abdullah ve Abdurrahmân, kardeşinin iki oğlu
Abdüssamed ve Akîl, Semmâk bin Fadl, İsrâil Ebû Mûsâ ve başkaları (r.aleyhim) da
ondan hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Vehb bin Münebbih buyurdular ki:
"Ey Âdemoğlu! Yaradandan kuvvetli yaratılandan zaif kimse yok."
"Ba'zı
kitaplarda okudum. Allahü teâlâ: "Ben kuluma kâfiyim. Yeter ki, o bana tâatte
bulunsun. Beğendiğim şeyleri yapsın. Ben ona istemeden verir, dileklerini yerine
getiririm. Çünkü ben, onun ihtiyâcını, ona lâzım olanı, daha iyi bilirim."
"Çok kitap okudum. Onlardan şunu öğrendim: Allahü teâlâ Muhammed'e (s.a.v.) çok
yüksek akıl vermiştir. İnsanların akılları onunkinin yanında, yeryüzündeki bütün
kumların yanında, küçücük bir kum tanesi kadar kalır."
"Şeytan, yüzbinlerce câhile karşı göğüs gerebilir. Onlara karşı üstünlük
kazanabilir. Onlarla alay eder. Hattâ onları istediği tarafa çekebilir. Fakat
âlime karşı bunu yapamaz. Onun karşısında çok güç durumlarda kalır."
"Şeytana, dağları parça parça etmek zor gelmez. Lâkin, akıllı bir mü'mine karşı
koymak, onun için çok ağır bir iştir. Çünkü, akıllı ve bilgili mü'min, basîret
ve firâset sahibidir. Baktığına, Allahü teâlânın nuruyla bakar. Onun için böyle
bir mü'min şeytana, demirden daha sert ve kuvvetli gelir. Bu yüzden şeytan
akıllı mü'minden, bir çâresini bulup uzaklaşmak ister. Bu defa câhil olan
kimsenin yanına gider, onu esir edip, kötülüklere sürüklemek için koşar."
Vehb hazretleri, Ata Horasânî'ye (r.a.)
dedi ki: "Bizden önceki âlimler, ilme sarılıp, dünyâya e-hemmiyet vermezlerdi. O
zaman ki dünyâ ehli ise, ilme saygılı idiler. Onun için, âlimlere hürmet
ederler, dünyâlıklarından onları da faydalandırırlardı. Şimdi ise, ilim
sahipleri, dünyâ ehli için ilimlerini sarfediyorlar. Çünkü onların mallarında
gözleri vardır. Belki onlardan, biraz dünyâlık koparabiliriz diye düşünüyorlar.
Halbuki şimdi dünyâ ehli, onların ilimlerine bile rağbet edip kıymet
vermiyorlar."
"Ey Ata! Sultanların kapılarından uzak dur. Çünkü, onların kapılarında fitneler
vardır. Onlardan belki dünyâlığa kavuşursun fakat, diğer taraftan dîninden çok
şeyler fedâ eder, kaybedersin. Dünyâdan yetecek miktarla yetinmeyen kimseye,
hiçbir şey kâfi gelmez. Ancak, sonunda bir avuç toprak onu doyurur."
Dâvûd (a.s.): "Yâ Rabbi! Aradığımda seni
nerede bulurum" dedi. Allahü teâlâ: "Benden korktuklarından dolayı kalbleri
titreyip, ürperenlerin yanında" buyurdu.
Yakınlarından birisine şunları tavsiye etti: "Yemeğe besmele (Bismillahirrahmânirrahîm)
ile başla. Sonunda Allahü teâlâya, yerdiği ni'metinden dolayı hamd et (Elhamdüllillah,
de). Senden, bildiğin bir şey sorulursa, söyle. Eğer bilmiyorsan, bilmiyorum,
de. Sana sorulursa cevap ver ve konuş, yoksa sükût et"
Bir melek, Zül-karneyn'e (a.s.) "Bana insanların durumlarından anlat" dedi.
Zülkarneyn (a.s.) "Câhille konuşmak ölüyle konuşmak gibidir. Akılsız kimse ile
konuşmak, fayda ile zararı birbirinden ayıramıyan kimse ile konuşmak gibidir.
Anlatılana kulak vermiyen kimse ile konuşmak, ölüye sofrada yemek sunmak
gibidir. Dağın başından taş götürmek, anlayışsız insana söz anlatmaktan daha
kolaydır" buyurdular.
Lokman Hakim oğluna: "Ey oğul! Allahü teâlâyı hatırlayıp ananların durumu ile,
böyle olmıyanların durumu nûr ile zulmetin (Aydınlık ile karanlığın) hâli
gibidir" dedi.
"Münafığın özelliklerinden ikisi, övülmeyi sevmek, zemmedilmekten (yerilmekten)
hoşlanma-mak'tır."
Allahü teâlâ Dâvûd'a (a.s.) şöyle vahyetti.
"Ey Dâvûd! Biliyor musun, kullarımdan kimin günâhını bağışlamayı severim?" diye
buyurdu. Dâvûd (a.s.): "Onlar kimdir, yâ Rabbi?" dedi, Allahü teâlâ:
"Günahlarını hatırladığı zaman, içi titriyenlerdir" buyurdu.
"İnsanın dîni için en fâideli ahlâk, dünyâya rağbet etmemesi, en kötüsü de,
hevâya (arzu ve isteklere) uymasıdır. Hevâya uymanın bir kısmı; malı, makamı ve
herkes yanında medh edilmeyi sevmek. Malı ve rütbeyi seven kimse, harâmlara
düşer. Haramları yapan, Allahü teâlâyı gazâblandırır. Allahü teâlâyı
gazâblandıran kimse, helâk olur."
Vehb hazretlerine çok ibâdet eden iki
kişiden hangisinin üstün olduğunu sordular. O da, "Bu ikisinden hangisi
insanlara daha fazla hizmette bulunuyor, iyiliği emredip, kötülükten
alıkoyuyorsa, o daha üstündür" cevabını verdi.
Vehb bin Münebbih hazretleri Mûsâ
aleyhisselâm ile ilgili olarak şunları anlattı:
"Mûsâ (a.s.) Allahü teâlâya "Yâ Rabbi! Seni dili ve kalbi ile anan kuluna ne
mükâfat verirsin" diye suâl etti. Allahü teâlâ "Ey Mûsâ! Onu kıyâmet gününde,
Arşımın gölgesi altında gölgelendirir ve muhafaza ederim" buyurdu. Mûsâ (a.s.)
tekrar "Yâ Rabbi! En kötü kulun hangisidir?" diye sorunca, Allahü teâlâ,
"Kendisine, va'z ve nasîhat fayda vermiyen, yalnız iken beni hatırlamıyandır"
buyurdu."
"Şu üç şey zulümdür Kendisinden yukarıdakilere karşı gelip, emirlerini yerine
getirmemek. Kendinden aşağıdakilere güç ve kuvvet kullanarak haksızlık yapmak.
Zâlimlere yardım etmek."
"Münâfıkın
alâmeti üçtür. Yalnız olduğu zaman tenbeldir. Yanında birisi olduğu zaman,
çalışkandır. Bütün işlerinde övülmeyi çok sever."
"Hasedcinin
(çekememek) alâmeti de üçtür: Hased ettiği kimse, yanında yoksa, gıybetini eder.
Yanında bulunduğu zaman dalkavukluk yapar. Onun başına bir belâ geldiği zaman
sevinir."
"Tenbelin
alâmeti üçtür: Gevşektir, ihmalkârdır. Vakitlerini zayi eder. Hattâ günaha bile
girer."
"Bir kitapta okudum: İstişare etmiyen pişman olur. Kendisini başkalarına muhtaç
gönniyen, kendi bildiği gibi hareket eder."
"Fakîrlik bir çeşit ölümdür. Ceza verdiğin gibi, sana da ceza verirler.
"İnsanların en zahidi (şüpheli olmak korkusuyla mubahların çoğunu terk eden
kimse) temiz ve helâl kazanç peşinde koşandır. Bu kimse, dünyâ işleriyle ne
kadar uğraşırsa uğraşsın, bu zühdüne mâni (engel) değildir."
"İnsanlardan dünyâyı en çok seven, kazancına harâmın karışmasına aldırmayan
kimsedir. Böyle birisi, dünyâdan yüz çevirmiş gibi görünse de, harâma helâle
dikkat etmeyişi, onun dünyâ sevgisi hastalığına tutulduğunun alâmeti,
işaretidir."
"İnsanların en cömerdi: Allahü teâlânın hukukuna riâyet edip, emirlerini ve
yasaklarını yerine getirendir. En cimrisi de, bunlara riâyet etmiyendir.
Etrafına çok para pul dağıtsa bile."
"Allahü
teâlânın katında, şirkin dışında en büyük günahlardan birisi insanlarla alay
etmektir."
"Yine bir kitapta okudum. Eğer insan, belâ, sıkıntı ve darlığa düşerse, bilsin
ki bu, Peygamberlerin (a.s.) ve sâlihlerin hâllerindendir. Çünkü onların hepsi,
bu dünyâda çok sıkıntı çektiler. Eğer insan rahatlığa kavuşursa, bilsin ki o
büyüklerin yolu rahatlık ve lezzetler içerisinde yaşama yolu değildi."
"Size üç şeyden sakınmanızı tavsiye ederim, nefsinizin arzu ve isteklerine
uymaktan, kötü arkadaştan ve ucubdan (kendini beğenmekten)."
"Şeytanın en sevdiği kimseler: Çok uyuyan, çok yiyendir. Şeytan, şehvetine
(nefsine, arzu ve isteklerine) hâkim olup, nefsin kötülüklerine aldanmıyan
kimsenin gölgesinden bile kaçar"
"Hz. Îsâ, yanında kendisine îmân eden havarileri olduğu halde bir köye uğradı.
Orada herkesin öldüğünü gördüler, Îsâ (a.s.) ölenlere bir müddet bakıp,
yanındakilere "Belki, bunlar, Allahü teâlânın gazabına ve azabına sebeb olacak
bir şeyler yapmışlardır. Çünkü, dağınık ölmemişler. Bu gösteriyor ki, azâb bir
anda onları yakalayıvermiş. Yoksa, dağınık ölürlerdi" dedi. Îsâ (a.s.) orada
yatan ölülere seslendi. Allahü teâlâ, Îsâ'ya (a.s.) ölüleri diriltme mu'cizesi
vermişti. Onun için, Îsâ (a.s.) seslenince, Allahü teâlânın izni ile ölülerden
birisi dirilerek, "Buyur, ey Îsâ (a.s.)" dedi. Îsâ (a.s.) "Suçunuz ne idi ki, bu
hâle geldiniz, bu azâba müstehak oldunuz" diye sorunca, "Çocuğun annesine olan
sevgisi gibi dünyâyı çok sevmiştik. Biz dünyâlık bakımından, mal, mülk ve evlât
yönünde. İyi olunca sevinir, dünyâ işi iyi gitmeyince üzülürdük. Hem de uzun
emel sahibi idik. Allahü teâlânın beğendiği işleri terk edip, gazabına sebeb
olacak işlere yönelmiştik. Kötü, azgın ve sapık kimselerin peşinden gider,
onların dedikleri gibi hareket ederdik" dedi. Hz. Îsâ, "sonra ne oldu?" diye
sordu. O şahıs da, "Gece durumumuz çok iyi idi. Sıhhat içinde yattık. Sabahleyin
de işte bu hâle geldik" dedi.
"İnsan, Allahü teâlâya ibâdet etmediği müddetçe halim (yumuşak) olamaz."
"Her şey, önce küçük olarak ortaya çıkar, fakat sonra büyür. Musibet ise, insana
önce büyük ve ağır gelir, sonra küçülür, hafifler."
"Çok gıybet edip, buğz edenlerin nasîhatına güvenilmez."
"Kendini olduğundan fazla gösteren kimse, kendi durumunu inkâr etmiş olur."
"Başkasınınkinden önce kendi ayıbına bakanlara, çaresiz bir kimse olduğundan
değil de, gerçekten tevazu gösterenlere ne
mutlu. Helâl olan malından fakîrlere sadaka yer.
İlim, hilm (yumuşaklık) ve hikmet ehli ile otur ve sohbet et."
"Ni'metin
başı şu üç şeydir Birincisi, İslâm ni'meti. Bütün ni'metler, bununla tamam olur.
Müslüman olmadıktan sonra, hiçbir ni'met insana fayda vermez insan, ebedî
se'âdetten mahrum kalır, ikincisi, sıhhattir: Bu ni'met olmadan hayatın kıymeti
kalmaz. Dünyâ, insana, zindan gibi olur. Üçüncüsü, enginlik. Hayır yolda
kullanılırsa, insanın çok ecir ve sevaba kavuşmasına vesîle olur."
"Mü'minin,
insanların arasına karışması, onlardan öğrenebileceği faydalı şeyleri alabilmek
için susması, boş ve faidesiz sözden sakınmak için konuşması da, başkalarına iyi
ve güzel şeyleri anlatmak içindir."
"Mü'min,
günahlarını düşünür, onlar için üzülür. Amellerini küçük görür, yaptıklarından
dolayı gururlanmaz."
Emevî halifelerinden Süleymân bin
Abdülmelik Mescid-i harâmda iken, ona üzerinde yazı bulunan bir taş getirdiler,
Bunun üzerine, onu okuyacak birisinin çağırılmasını istedi. Vehb bin Münebbih'i
getirip, okuttular. Taşta şu yazı vardı: Ey Âdemoğlu! Sen, eğer ecelinin devamlı
yaklaşmakta olduğunu iyi bil-seydin, uzun emel sahibi olmaktan vazgeçer, sâlih
amellerini arttırıp, çoğaltmaya bakar, dünyâya düşkünlüğünü bırakırdın. Şüphesiz
sana yarın nedamet ve pişmanlık gelecektir. Çoluk çocuğun ve en yakın
hizmetçilerin seni toprağa teslim edecekler. Sonra da ayrılıp gidecekler. Artık
dünyâya dönüşün olmıyacak. Amellerinle başbaşa kalacaksın, iyi amellerini
arttırma imkânı bulamayacaksın, iyi amel yapıp, kabre gelmişsen ne mutlu sana.
Günahlarla yüklü gelmişsen, yazık sana. Öyleyse kıyâmet günü için şimdiden
hazırlık yap. Pişman olmadan önce, tedbirini al."
"Ey oğul! Allahü teâlâya ibâdeti ihlâsla, sırf O'nun için yap. Kim bir iyilik
yapar, Allahü teâlâ için onu gizlerse, yaptığı bu iyilik zayi olmaz."
Vehb bin Münebbih'in rivâyet ettiği hadîs-i
şerîflerden ba'zıları:
Vehb hazretleri, Câbir bih Abdullah'dan, o
da İbn-i Abbâs'dan (r.anhüma) rivâyet etti: Peygamber efendimize Nasr Sûresi
nâzil olunca (inince): "Cebrâil
içimden, ölümümün yaklaştığını duyuyorum"
buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil
(a.s.) âyet-i kerîmeyi okudu. "Âhıret,
senin için dünyâdan daha hayırlıdır. Muhakkak, Rabbin sana verecek de, hoşnud
olacaksın" (Duhâ
süresi 4-5). Namaz vakti girince Muhâcir ve Ensâr, bütün müslümanlar Resûlullah
efendimizin mescidinde toplandılar. Namazı kıldıktan sonra Peygamberimiz
(s.a.v.) bir hutbe okudular. Bu öyle bir hutbe idi ki, kalbler ürpermiş,
gözlerden yaşlar boşanmıştı. Daha sonra Peygamber efendimiz: "Ey insanlar!
Sizin Peygamberiniz olarak beni nasıl
buldunuz" buyurunca,
Eshâb-ı kirâm, "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, sana bizim tarafımızdan bol bol
hayırlar ihsan buyursun. Sen bizim için çok şefkatli bir baba, nasîhat eden
şefkatli bir kardeş gibiydin. Allahü teâlânın sana lütfettiği Peygamberlik
vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize ulaştırdın. Rabbinin yoluna,
İslâma, hikmet ile, güzel nasîhat ile da'vet ettin (çağırdın). Allahü teâlâ
sana, en güzel ve en yüksek karşılıklar versin" dediler. Peygamber efendimiz
(s.a.v.): "Ey mü'minler!
Allah aşkına, kimin bende hakkı varsa kalksın gelsin, kıyâmetten önce burada
hakkını alsın"
buyurdular. Fakat, hakkını almak için kalkıp, gelen olmadı. Resûlullah efendimiz
ikinci ve üçüncü defalar da Allahü teâlânın adını anarak, hakkı olan gelsin
alsın buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâmdan pîr-i fâni (yaşlı) birisi olan
Ukâşe (r.a.) kalktı. Resûlullahın huzuruna kadar yürüdü. Oraya varınca durdu.
"A-nam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Tebük gazvesinde seninle beraberdim.
Allahü teâlâ fethi müyesser kılıp, zaferi lütfedince, artık Tebük'ten
ayrılıyorduk. Bu sırada benim devemle, sizin deveniz yan yana gelmişlerdi. Ben
devemden indim. Sana yaklaştım. Maksadım, senin uyluklarından öpmekti, o zaman
kamçı ile, sırtıma vurmuştun. Niçin vurduğunu bilmiyorum" dedi.
Peygamber efendimiz, "Yâ
Ukâşe! Allahü teâlâ seni, Resûlünün kasten vurmasından muhafaza eylesin. Yâ
Bilâl! kızım Fâtıma'nın evine git. O kamçıyı bana getir"
diye emretti. Bilâl (r.a.)
mescidden çıktı. Elini başına koymuş, Resûlullah (s.a.v.) kendisine kısas
yaptıracak diye hayretler içerisinde kalmıştı. Eve varınca kapıyı çalıp, Ey
Resûlullahın kerîmesi, "Bana Resûlullahın kamçısını ver" deyince, Hz. Fâtıma;
"Yâ Bilâl! Şimdi ne hac zamanı ne de gazâ. Babam kamçıyı ne yapacak?" diye
sordu. Bilâl (r.): "Ey Fâtıma! Haberin yok mu? Resûlullaha onunla kısas
yapılacak" dedi. Hz. Fâtıma, "Yâ Bilâl! Resûlullahtan, kısas ile hakkını almaya
kimin gönlü râzı olur? Madem ki, istedi vereyim. Fakat, Hasan ve Hüseyin'e
söyle. Hakkını, kim alacaksa, kısası kendilerine yaptırsınlar. O zât, hakkını
onlardan alsın. Sakın Resûlullaha kısas yaptırmasınlar" diye, Hz. Bilâl'e sıkıca
tenbih etti. Hz. Bilâl oradan ayrılıp, mescide geldi. Kamçıyı Resûlullaha verdi.
Resûlullah da, Ukâşe'ye verdi. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhüma) bu durumu görünce,
"Ey Ukâşe, işte biz yanında hazırız, hakkını bizden al. Ne olur, Resûlullahtan
alma" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Hz. Ebû Bekir'e; "Ey Ebû
Bekir, sen bırak, çekil aradan, Ey Ömer, haydi sen de çekil. Allahü teâlâ, sizin
yüksek derecenizi bilmektedir"
buyurdu. Sonra Hz. Ali kalktı:
"Ey Ukâşe! Resûlullaha vurmandan, gönlüm râzı olmuyor, işte sırtım ve karnım.
Gel benden al hakkını, istersen yüz kerre vur. Fakat Resûlullaha dokunma"
deyince Peygamber efendimiz, "Ey Ali! Sen de otur. Allahü
teâlâ, senin de yüksek mertebeni durumunu bilmektedir"
buyurdu. Bu defa Hz. Hasan ile
Hüseyin kalktılar. "Ey Ukâşe! Sen de biliyorsun ki, biz Resûlullahın
torunlarıyız. Onun için bize kısas, Resûlullaha kısas demektir. Onun için
hakkını bizden al, ne olur Resûlullaha vurma!" deyince Peygamber efendimiz, Hz.
Hasan'la Hz. Hüseyin'e, "Siz de oturunuz, ey iki gözümün
neş'eleri" buyurdu.
Sonra, "Ey Ukâşe!
Gel vur!"
buyurdular. Ukâşe, "Yâ Resûlallah! Sen bana vurduğun zaman benim karnım açıktı"
deyince, Resûlullahın mübârek karnı açıldı. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan
hıçkırıklar duyuldu. "Yâ Ukâşe Resûlullahın mübârek karnına vuracak mısın?"
dediler. Herkes üzüntü içerisinde bekleşiyordu. Ukâşe Resûlullahın mübârek
karnının beyazlığını görünce birdenbire, "Anam babam sana fedâ olsun Yâ
Resûlallah! Hakkını almak için, senin o mübârek karnına vurmağa, sana kısas
yapmağa kimin gücü yeter, buna kim cesaret edebilir?" diyerek, Resûlullahın
mübârek karnını öpüverdi. (Başka bir rivâyette Ukâşe'nin Peygamber efendimizin
mübârek sırtındaki Mühr-i Nebevî'yi öptüğü bildirilmiştir.) Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) ona, "Hayır,
ya vuracaksın, yahud af edeceksin"
buyurunca, Ukâşe, "Yâ
Resûlallah! Af ederim fakat, Allahü teâlânın beni kıyâmet gününde af etmesi
şartıyla." Peygamber efendimiz (s.a.v.), "Kim, benim Cennetteki arkadaşımı
görmek isterse, bu pîr-i fâniye
(ihtiyara) baksın"
buyurdu. Resûlullahın bu mübârek sözünü duyan
Eshâb-ı kirâm, onun iki gözü arasından öpmeye başladılar. Hepsi, "Ne mutlu sana,
ne mutlu sana Ey Ukâşe! Resûlullah ile beraber olmanın hürmetine Cennette yüksek
derecelere kavuştun" diyorlardı. Rivâyete devam ederek; O gün, Resûlullah
efendimiz hastalanıp, yirmisekiz gün hasta kaldılar. Bu arada Eshâb-ı kirâm,
Resûlullahı ziyârete geliyorlardı.
Resûlullah efendimiz, Pazartesi günü
dünyâya teşrif buyurmuşlar. Pazartesi günü peygamber olarak gönderilmişler ve
nihayet yine bugünde mübârek ruhlarını teslim edip, berzah âlemine (dünyâ ile
âhıret arası âlem) teşrif etmişlerdir.
Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından önce,
hastalanmalarının son Pazar günü, rahatsızlıkları biraz daha ağırlaşmıştı. Bilâl
(r.a.) ezan okudu. Sonra, kapıya gelip, durdu. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!
deyip namaz vaktinin geldiğini hatırlattı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz.
Bilâl'ın sesini işitti. Bu sırada, Hz. Fâtıma "Yâ Bilâl! Resûlullah bugün
kendisiyle meşguldür" deyince, Hz. Bilâl mescide girdi. Sabahleyin hava ağardığı
zaman, Resûlullahtan müsaade alıncaya kadar namaz için bekliyeceğim, O'na haber
vermeden kılmıyacağım" dedi. Doğru, Resûlullahın bulunduğu odanın kapısına
geldi. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah deyip, tekrar namazı hatırlattı. Peygamber
efendimiz onun sesini duydu. "Ey Bilâl
mescide gir, Ebû Bekir'e namazı kıldırmasını söyle"
buyurdular. Hz. Bilâl, oradan
çıktı. Elini başına tutup, bana yardım et Yâ Rabbi! Keşke anam beni
doğurmasaydı. Keşke, Resûlullahın (s.a.v.) bu günlerini görmeseydim, diye içi
yanıyordu. Hz. Ebû Bekir'in yanına gidip, "Yâ Ebâ Bekir Resûlullah, senin namaz
kıldırmanı emretti" deyince, Hz. Ebû Bekir, cemâatin önüne geçti. Fakat o, ince
ruhlu, mübârek bir zât idi. Resûlullahın yerinin boş kaldığını görünce,
dayanamadı. Düşüp bayıldı. Bu durumu gören Eshâb-ı kirâm ağlamaya başladı.
Resûlullah (s.a.v.) bu ağlaşmayı duyunca, "Bu ne gürültü
böyle?" djye sordu.
"Yâ Resûlallah! Eshâb-ı kirâm sizin için ağlıyorlar. Peygamber efendimiz, Ali
bin Ebî Tâlib ve Abbâs'ı (r.anhüma) çağırdı. Onların yardımıyla mescide teşrif
ettiler. Hafif olarak iki rek'at namaz kıldırdılar. Sonra, mübârek güzel
yüzleriyle Eshâb-ı kirâma teveccüh buyurup (dönüp), "Ey müslümanlar!
Sizi Allahü teâlâya emânet ettim. Allahü teâlâdan korkunuz, benden sonra da
Allahü teâlâya itâatte devam ediniz. Ben artık dünyâdan ayrılıyorum. Bugün dünyâ
hayatımın son günü"
buyurdular. Pazartesi olunca, ağrısı şiddetlendi. Allahü teâlâ, Azrâil'e "Hâbîbim
Muhammed'e en güzel surette git, ruhunu çok yumuşak ve hafif olarak al"
diye vahyetti. Azrâil
(a.s.) geldi. Güzel bir suretle kapıda durdu. Sonra, "Esselâmü aleyküm! Ey
nübüvvet evinin sahibi, girebilir miyim?" dedi. Hz. Aişe, Hz. Fâtıma'ya, "Bu
gelene, sen cevap ver" dedi. O zaman Hz. Fâtıma "Ey Allah'ın kulu! Şimdi
Resûlullah (s.a.v.) meşguldür, dedi. Arabî şeklinde gelen Azrâil (a.s.) aynı
selâmını üçüncü defa tekrarlayıp, mutlaka girmesi gerektiğini söyleyince,
Azrâil'in (a.s.) sesini Peygamber efendimiz duydu. "Yâ
Fâtıma! Kapıda kim var?"
buyurdular. Hz. Fâtıma "Yâ
Resûlallah kapıdaki birisi girmek için izin ister. Bir kaç defa cevap verdim.
Fakat üçüncü seslenişinde, vücûdum ürperdi" dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) "Ey Fâtıma!
Biliyor musun, kapıdaki kimdir? O lezzetleri yok eden, toplulukları darmadağınık
eden, kadınları dul bırakan, çocukları yetim bırakan, evleri harâb eden,
kabirleri mâmur eden, Ölüm meleği Azrâil'dir. Ey Azrâil gir"
buyurunca Azrâil (a.s.)
Resûlullahın huzuruna girdi. Resûlullah, "Ey Azrâil,
ziyâret için mi geldin, yoksa ruhumu kabzetmek için mi?"
diye sorunca Azrâil
aleyhisselâm, "Hem misafir, hem de vazifeli olarak geldim. Allahü teâlâ, bana,
senin huzuruna izinle girmemi emretti. Mübârek ruhunu ancak izninle alrım. Yâ
Resûlallah! İzin buyurursan, emrinize uyar, ruhunuzu kabz ederim. Yoksa döner,
Rabbime giderim" dedi. Peygamber efendimiz: "Ey Azrâil,
Cebrâil'i nerede bıraktın?"
buyurdu. Cebrâil'i dünyâ
semâsında bıraktım. Melekler, onu senin vefâtın sebebiyle ta'ziye ediyorlar"
dedi. Sonra Cebrâil (a.s.) geldi. Resûlullah (s.a.v.): "Ey kardeşim
Cebrâil! Artık dünyâdan göç vakti geldi. Bana, Allahü teâlânın katında, benim
için ne var, bana onu müjdele"
buyurdu. Cebrâil (a.s.), "Ey
Allah'ın sevgilisi! Ben semânın kapısını açık bıraktım. Melekler safsaf
olmuşlar, senin ruhunu sevgiyle beklerler" dedi. Peygamber efendimiz: "Hamd
Allahü teâlâya
mahsustur. Sen bana müjde ver. Rabbimin nezdinde benim için ne var?"
buyurdu. Cebrâil (a.s.), "Yâ Resûlallah! Senin
teşrîfinden dolayı, Cennet kapıları açılmış, Cennetin nehirleri akmış, Cennetin
ağaçları sarkmış, huriler süslenmiştir" dedi.
Peygamber efendimiz yine, "Hamd Allahü
teâlâya mahsustur. Sen bana müjde ver! Yâ Cebrâil"
buyurdu. Cebrâil (a.s.): "Yâ Resûlallah! Sen kıyâmet günü ilk şefâat eden ve ilk
şefâati kabul olansın" dedi. Peygamberimiz tekrar: "Hamd Allahü
teâlâya mahsustur. Yâ Cebrâil bana başka müjde ver"
buyurunca, Cebrâil (a.s.), "Yâ
Resûlallah, sen neyi soruyorsun?" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz:
"Benim bütün
endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra geride bıraktığım
üm-metimdir" buyurdu.
Cebrâil, "Ey Allahü teâlânın habîbi, Allahü teâlâ bütün peygamberleri ve
ümmetlerini sen ve ümmetin Cennete girdikten sonra Cennete koyacaktır" dedi.
Bunun üzerine Peygamber e-fendimiz (s.a.v.): "Şimdi
rahatladım, emrolunduğun vazifeyi yerine getir, yâ Azrâil"
buyurdu.
Bu sırada Hz. Ali, "Yâ Resûlallah! Siz ruhunuzu teslim ettikten sonra, sizin
gaslinizi kim yapacak, neye kefenleyeceğiz. Namazınızı kim kıldıracak, kabre kim
koyacak?" diye sordu. Peygamber efendimiz "Ey Ali. Beni sen yıka,
Fadl bin Abbâs sana su döksün. Cebrâil sizin üçüncünüz olur. Gasl
(yıkama) işimi
bitirince, kefenimi yaparsınız. Cebrâil (a.s.) Cennetten güzel koku getirir.
Sonra beni sedire koyacağınız zaman, Mescidde koyunuz. Sonra çıkınız. Çünkü ilk
önce namaz kılacaklar; Cibrîl, sonra Mikâil, sonra İsrâfil, sonra melekler, grup
grup kılacaklar. Daha sonra siz giriniz, saf saf olunuz. Hiç kimse benden öne
geçmesin" buyurdu.
Bu arada Hz. Fâtıma: "Ey babacığım! Bugün, ayrılık günü, sana ne zaman
kavuşurum?" diye sordu. Resûlullah şöyle buyurdu: "Ey kızım!
Beni kıyâmet günü havzın kenarında bulursun. Ümmetimden, havza gelenlere su
veririm." Hz. Fâtıma:
"Eğer seni orada bulamazsam, ne yaparım?" diye soranca Peygamber efendimiz "Mîzân'ın
yanında bulursun. Orada ben Ümmetime şefâat ederim"
buyurdu. Hz. Fâtıma "Orada da
bulamazsam yâ Resûlallah!" deyince, Peygamber efendimiz: "Sırâtın
yanında bulursun. Ben orada Rabbime "Yâ Rabbi! Benim ümmetimi ateşten muhafaza
eyle, diye yalvarırım."
Azrâil Resûlullaha yaklaştı ve mübârek ruhunu çok güzel ve yumuşak bir şekilde
aldı. Resûlullahı Hz. Ali ile Fadl bin Abbâs yıkadılar. Yanlarında Cebrâil
(a.s.) da vardı. Sonra kefenlediler. Bir sedir üzerinde taşınıp mescide
getirildi. Herkes mescidden çıktı. Daha önce Resûlullahın haber verdiği şekilde
namazı kılındı. Meleklerin kılması bitince bir ses işitildi. Fakat sesin sahibi
görünmüyordu. Şöyle diyordu: "Giriniz, Peygamberiniz üzerine namaz kılınız."
Girdik. Saflar hâlinde olduk. Cebrâil'in tekbiri ile tekbir aldık. Onunla
namazımızı kıldık. Hiçbirimiz Resûlullahın önüne geçmedik.
Defnedileceği zaman, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve Fadl bin Abbâs kabre girdiler.
Defn işi tamamlandı. Herkes ayrılınca, Hz. Fâtıma, Hz. Ali'ye, "Ey Hasan'ın
babası, Resûlullahı defn ettiniz mi?" diye sordu, Hz. Ali "Evet" deyince,
"İçiniz, gönlünüz, toprağı Resûlullahın üzerine atmaya nasıl râzı oldu. Sizin
gönüllerinizde Resûlullah (s.a.v.) için hiç merhamet yok mu idi? "O, sizlere
iyilik hayır öğretmemişmiydi?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Fâtıma! Bu Allahü
teâlânın emri. Mutlaka yerine gelecektir" diye cevap verdi. Hz. Fâtıma ağlamaya
başladı. "Ey babacığım! Artık senden sonra bize Cebrâil gelmiyecek. Çünkü, o
vahy getiriyor, bunun için bize geliyordu" dedi.
Vehb bin Münebbih (r.a.), Tavus bin
Sevbân'dan Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet etti: "Mü'minin
duâsından ve firâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allahü teâlânın nuru ile, O'nun
teşfiki ile bakar."
Ka'b'dan (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte buyuruldu ki: "Allahü
teâlâ, verilen sadaka ile yetmiş dünyâ belâsını def eder. Ayrıca sadaka verene
âhırette sevab ve ecr verir."
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ı İbn-i
Sa'd cild-5, sh-395
2)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-4, sh-23
3)
Tehzîb-üt-tehzîb
cild-11, sh-166
4)
Mir'ât-ül-cinân
cild-1, sh-248
5)
Mîzân-ül-i'tidâl cild-4, sh-352
6)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-6, sh-35
|