“Bir kimse
Allah’a ve âhıret gününe inanıyorsa, bir ananın evladını sevmesi gibi Süheyb’i
sevsin”
hadîs-i şerîfiyle medh olunan, büyük Sahâbî. İsmi, Süheyb-i Rûmî; künyesi, Ebû
Yahya; Nesebi, Süheyb bin Sinan bin Mâlik bin Abd-i Amr bin Akîl bin Âmir bin
Cendele bin Cüzeyme bin Ka’b bin Saad bin Eslem bin Evs Menûd bin en-Nemrî bin
Kaasit bin Henep bin Kusay bin Cedile bin Esed bin Rebîa bin Nezâr Er-Rebî
en-Nemrî’dir. Annesinin ismi, Selma binti Kuayd. Babasının veya dedesinin
vazifesi dolayısıyla bulunduğu Basra’da Übülle denilen yerde doğdu. Übülle,
fevkalâde güzel, bağlık-bahçelik bir yerdi. Bizanslılar buraya bir baskın yapıp,
her tarafı yağma yaptılar. Bu sırada, çocuk yaşta bulunan Hz. Süheyb bin
Sinan’da, Bizanslıların ellerine esir düşenler arasında idi. Ailesi kendisini
çok aradıysa da bulamadı. Uzun müddet Bizanslıların elinde kaldıktan sonra, Benî
Kelb’in eline geçti. Köle olarak satıldığından Mekke’de Abdullah bin Ceda’nın
eline düştü. Bu zât daha sonra kendisini azâd etti. Bu hâdiseler olurken,
İslâmiyet henüz açıklanmamıştı. Kendisine “Rûmî” denilmesinin sebebi, uzun
müddet Bizanslıların elinde kalmasından dolayıdır. Bu sebeble, Rumca’yı
Arabca’dan daha iyi bilirdi.
Kâ’be-i
Muazzama’nın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam’ın evi bulunuyordu.
Kâ’be’ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi.
Ev yüksekte olduğundan Kâ’be rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke’nin
ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve
ikram ederdi. Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer
müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibadetlerini rahat
yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, müslüman olmakla
şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar’ül-İslâm ve Dârûl-Erkâm gibi isimler
verilmişti. Birgün Hz. Ammâr bin Yaser, Hz. Erkam’ın evinin önünde Hz. Süheyb
bin Sinan’a rastladı. O’na “Burada ne yapıyorsun” diye sorunca Hz. Süheyb de
“Sen ne yapıyorsun” diye karşılık verdi. Hz. Ammâr, “Ben içeri gireceğim ve Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman
olacağım” dedi. Hz. Süheyb, “Ben de aynı niyyetle buraya geldim.” deyince
beraberce içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu.
Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler.
Peygamber efendimiz, İslâmiyyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile
konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Hz. Süheyb, müslüman olduğunu
açıkladıktan sonra Mekke’li müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz
kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz.
Süheyb de Mekke’de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için müşrikler
kendisine çok zulm ederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir
gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden
bazıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce “İşte Muhammed’e tâbi olan
kimseler” diye alay ettiler ve bazı uygunsuz sözler söylediler. Hz. Süheyb
onlara cevaben buyurdu ki: “Evet! Allahü teâlâ’nın peygamberine tâbi olan onunla
beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) biz
inandık, siz inanmadınız. Biz O’nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin
doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve faziletler
İslâmiyyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkda
aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.” Hz. Süheyb böyle söyleyince inanmıyanlar
üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan’ı dövdüler. Hz. Süheyb, Mekke’de kendi
gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medine-i
Münevvere’ye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi.
“Sen Mekke’ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin
gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz” dediler. Hz. Süheyb,
onlara buyurdu ki: “Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım.
Eğer üzerime gelirseniz. Ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra
kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız
kendiniz bilirsiniz” Fakat Hz. Süheyb’in, Peygamber efendimize olan muhabbeti,
bağlılığı ve O’na kavuşmak arzusu ve Medine-i Münevvere’ye gidip ibadetlerini
rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının
ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu
sebeble hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara: “Yanımdaki ve
Mekke’de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar
mısınız?” diye, sordu. Hak ve hakikatlerden nasibi olmayan müşriklerin de arzusu
buydu. Hemen “Olur” dediler. Hz. Süheyb yanında bulunan bütün varını verdi,
Mekke’deki varlığının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç
parasız olarak yoluna devam etti. Mekke ile Medine arasındaki yolda binbir
zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştılar. Fakat sevgili
Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yol
aldılar. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu
halde Hz. Gülsüm binti Herm’in hanesine misafir olduklarında, Hz. Ömer “Yâ
Resûlallah Süheyb’i göremiyoruz. Acaba nerede kaldı” diye arzedince, Peygamber
efendimiz durumu tahkik ettirdi. Yolda karşılaştığı şiddetli açlık ve susuzluk
ve diğer müşkülatdan dolayı, Kuba’ya zamanından çok sonra gelebildiği ve Hz.
Sa’d bin Hayseme tarafından misafir edildiği anlaşıldı.
Hz. Süheyb
Peygamber efendimizin (s.a.vy huzuruna gelince: “Yâ Resûlallah, Mekke’den,
Medine’ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar.
Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün malımı
vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim” deyince, Peygamber
efendimiz (s.a.v.) “Süheyb kazandı, Süheyb kazandı” buyurdular ve Hz. Süheyb
hakkında nâzil olan, “İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlâ’nın rızasını isteyerek
O’na ibadet yolunda canlarını sarf ederler.” (Sûre-i Bekara 207) âyet-i
kerîmesini okudular. Hz. Peygamberimiz, Hz. Süheyb ile Hz. Hâris bin Samme
arasında din kardeşliği ilân etti. Güzel huyları ve faziletleri kendisinde
toplamış olan, hazır cevablılığı ve latifeleri ile tanınan kâmil bir zât idi.
Bir defasında Peygamber efendimizin de bulunduğu bir mecliste, hazır bulunanlara
taze hurma ikram edilmişti. Herkes taze hurmadan yemeye başladı. Peygamber
efendimiz Hz. Süheyb’e lâtife ile, “Gözlerinde rahatsızlık var yine de hurma
yiyorsun” buyurdu. Hz. Süheyb de cevaben “Yâ Resûlallah. Gözümün birisinin
yarısı sağlamdır. Onun hakkını yiyorum deyince Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve
orada bulunanlar bu cevab hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiler.
Hz. Süheyb-i
Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek
olmak üzere bütün gazalarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlık gösterdi.
Buyurdu ki: “Her zaman, Resûlulah’ın (s.a.v.) yanında bulundum. Bütün bîatlerde,
bütün gazalarda ve seriyyelerde hep etraflarında idim. Hiç bir zaman Resûlullah
ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O’na bir zarar gelmemesi için kendi
vücudumu siper ettim. Bu durum, O ahirete irtihal edinceye kadar devam etti.”
Bir
defasında, Hz. Ömer Hz. Süheyb’e sordu: “Ey Süheyb Sizde ayıblıyacağım bir şey
yoktur. Sizi ayıplamak için söylemiyorum. Ama sizde gördüğüm üç haslet var,
bunları sormak istiyorum. 1) Arab olduğunuzu söylüyorsunuz. Fakat konuşmanız,
aslen Arab olanların konuşmalarına benzemiyor. 2) Oğlunuzun ismi Hamza olduğu
halde, bir Peygamberin ismi ile (Ebû Yahya) künyeleniyorsunuz. 3) Malınızı çokça
harcıyorsunuz.” Hz. Süheyb cevabında buyurdu ki: “Ben aslında Arab’ım, lâkin
küçükken beni Rumlar esir almışlar. Ben onların elinde yetiştiğim için onların
dilini öğrendim. Ebû Yahya künyesini bana Resûlullah (s.a.v.) verdiler. Çok
harcamama gelince çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf ediyorum” Hz. Ömer
bu cevabdan çok memnun oldu. Hz. Ömer, Hz. Süheyb’i çok severdi. Hz. Ömer, Ebû
Lü’lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halife’yi seçmek için şûra
ehlini tayin edip, yeni halife seçilinceye kadar Hz. Süheyb’in kendisinin yerine
vekil olması için ve cenaze namazını kıldırması için vasiyyet etti. Hz. Süheyb,
üç gün müddetle cemaate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazifeyi büyük bir
ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer’in cenaze namazını da kıldırdı.
Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.
Hz. Süheyb,
herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. Bir defasında Hz. Ömer kendisine “Yâ
Süheyb sen çok fazla yemek yediriyorsun. Bu israf olmuyor mu?” dedi. Süheyb
(r.a.) buyurdu ki, “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyuruyorlardı ki “Sizin en
iyiniz fakirleri doyuran ve selâmı alıp cevap verendir.” diye cevap verdi.
İkram ve ihsanları çok idi. 70 yaşında, 38 (m. 658) de Medine-i Münevvere’de
vefât etti. Baki’ kabristanına defn olundu. Orta boylu, buğday tenli, kırmızı
benizli, saçları sık ve siyah yakışıldı bir zât idi. Çocukları Habîb, Hamza,
Sa’d, Sâlih, Seyri, Ubbâd, Osman ve Muhammed’dir. Bu çocuklarının hepsi, torunu
Ziyâd bin Vasfî, Eshâb-ı kirâmdan Hz. Câbir ve Tabiînden bazı zâtlar, Hz.
Süheyb’den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Hz. Süheyb-i
Rûmî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir.
Peygamberimiz (s.a.v.) “İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de
Allahü teâlâ’nın cemâlini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne
de bir zillet... İşte bunlar Cennetliktirler, kendileri orada ebedî olarak
kalıcıdırlar.” (Yunus sûresi 26.) âyetini okuduktan sonra buyurdular ki:
“Cennet ehli Cennete girdikleri zaman, onlara şöyle nida edilecektir. “Ey Cennet
ehli, size Rabbinizin bir va’di, sözü vardır.” Cennet ehli de, “Bu nimet, bu
va’d nedir? Halbuki Allahü teâlâ bizim yüzümüzü ak ettirmedi mi ? Mizanda
sevablarımızı ağır getirmedi mi? Bizi Cennete sokmadı mı?” diyeceklerdir. Bu
karşılıklı nida üç defa tekrarlanacak, sonra Allahü teâlâ onlara tecelli edecek
ve Cennet ehli Rablerini mekânsız ve cihetsiz olarak göreceklerdir. Bu nimet
onların kavuştukları nimetlerin en büyüğüdür.”
“Muhacirler,
müslümanların evveli, insanları hidâyete ulaştıran ve onlara, Rablerine
kavuşturan yolu gösterenlerdir. Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki, kıyâmet günü
Muhacirler omuzlarında silahları olduğu halde gelirler. Cennetin kapısını
çalarlar. Cennetin bekçisi Hazene: “Siz kimsiniz” der. Onlar da “Biz
Muhacirleriz” derler. Hazene tekrar “Sizin hesabınız görüldü mü?” diye sorar.
Bunun üzerine Muhacirler dizleri üzerine çökerler ve ellerini kaldırarak yüksek
sesle “Yâ Rabbî! Senin yolunda vatanımızı, çocuklarımızı, mallarımızı,
ailelerimizi terk ettikten sonra tekrar hesap mı vereceğiz?” diye yüksek sesle
ağlarlar. Bu esnada Allahü teâlâ, onlara mahsus olmak üzere, üzerlerine zeberced
ve yakuttan yapılmış kanatlar takar ve bu kanatları ile uçarak Cennete
girerler.”
“Allahü
teâlâ’nın mü’minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. O’na genişlik takdir eder
ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şayet darlık ile hükmeder
de yine kulu buna râzı olursa bu da hakkında hayırlıdır.”
“Nikâh
parasını vermemeği niyyet ederek ölen adam, zina etmiştir. Borç alırken
vermemeği niyyet eden ise hırsızdır.”
“Sizden
önceki zamanlarda bir hükümdar ve bu hükümdarın bir sihirbazı vardı. Sihirbaz
ihtiyarlayınca hükümdara şöyle dedi. Şüphesiz artık benim yaşım ilerledi ve
ecelim yaklaştı. Bana bir genç gönder de sihirbazlığı kendisine öğreteyim.
Hükümdar sihirbazın dediğini yaptı ve bir genci sihirbaza gönderdi. Sihirbaz da
ona sihri öğretmeye başladı. Hükümdarın bulunduğu yer ile sihirbazın bulunduğu
yer arasında bir zâhid var idi ki, genç bu zahide uğradı ve zahidden duyduğu
sözleri beğendi. Genç zahidle oturup sözlerini dinleyince sihirbazın dersine geç
kalıyor, sihirbaz da “niçin geç kaldın” diye genci dövüyordu. Genç, sihirbazın
dersinden dönerken zahide uğrayıp sözlerini dinlemeye başladı. Bu sefer ailesi,
“niçin geç kaldın” diye genci dövdüler. Genç, bu durumunu zahide anlatınca,
zâhid olan zât, çocuğa şöyle dedi. “Sihirbaz, geç kaldığın için seni dövecek
olursa “Beni ailem geç bıraktı” de. Eğer ailen seni dövmek isterse “Beni
sihirbaz geç bıraka’’ de.” Genç bundan sonra zahidin dediği gibi yaptı ve
zahidin sözlerini dinlemeye devam etti. Günlerden bir gün genç bakmış ki,
ırmağın üzerinde büyük bir canavar durmuş, kimse gelip geçemiyor. Genç dedi ki:
“Zahidin işi mi Allahü teâlâ’ya daha sevimlidir yoksa sihirbazın işi mi? Bugün
bu anlaşılacak. “Eline bir taş aldı ve “Ey Allahım eğer zahid’den râzı isen ve
zahidin işi sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu canavarı öldür de
insanlar rahatça geçebilsinler” diye yalvardı ve taşı canavara attı, Allahü
teâlâda o taş ile canavarı öldürdü ve insanlar da nehri kolayca geçip yollarına
devam ettiler. Genç bu durumu zahide haber verince, zâhid: “Ey oğlum. Sen benden
daha faziletlisin. Sen bazı imtihanlar geçireceksin. Bu imtihanlarla
karşılaştığında benden bahsetme” dedi. Bu genç şöhret buldu. Gözleri hastalıklı
olanları tedavi ediyor, daha başka hastalıkları bulunanlara Allahü teâlâ’nın
izniyle faideli oluyordu. Hükümdarın yakınlarından birinin gözleri âmâ oldu. Bu
kimse, o gencin şöhretini işitmiş olduğundan genci getirtti. Çok hediyeler
teklif etti ve şifa bulması için kendisine yardım etmesini istedi. Genç dedi.
ki; “Ben kimseye şifa veremem, şifayı veren Allahü teâlâ’dır. Sen Allahü
teâlâ’ya îmân edersen, ben, sana şifâ vermesi için O’na duâ ederim.” O kimse bu
daveti kabul edip imân etti. Genç de onun için Allahü teâlâ’ya duâ etti ve o
kimse şifa buldu. Bu kişi hükümdarın meclisine varınca, hükümdar merakla
kendisine sordu: “Gözünü kim açtı” O kimse “Rabbim” diye cevap verdi. Hükümdar
“Yani ben” dedi. Hükümdarın yakını “Hayır! Senin de benim de Rabbim Allah’dır.”
Hükümdar “Senin benden başka Rabbin mi var?” dedi. O kimse dedi. ki “Evet, benim
ve senin Rabbin Allah’tır.” Hükümdar bu yakınına çok kızdı ve çeşitli işkenceler
yaptı. Nihayet o kimse genci hükümdara bildirdi. Hükümdar genci getirtti ve “Sen
sihirbazlıkta çok ileri gitmişsin. A’mâların gözlerini açıyor, çeşitli
hastalıklara şifâ buluyormuşsun.” Genç “Hayır, şifâyı veren Rabbim’dir.”
Hükümdar “Yani ben” dedi. Genç “Hayır” dedi. Hükümdar, “Senin benden başka
Rabbin mi var?” dedi. Genç “Evet benim ve senin Rabbin Allah’dır.” Hükümdar bu
gence çok işkence etti. Genç tahammül edemez hale gelince Zahid’in ismini verdi.
Hükümdar Zahid’i buldurdu ve “Dininden dön” dedi. Zahid kabul etmeyince
testereyle başını ikiye ayırttı. Ondan sonra yakını olan kimseyi çağırttı. Ona
da dininden dön dedi. Kabul etmeyince onun da başını ikiye ayırttı. Sonra genci
çağırdı ve “Dininden dön!” dedi. Genç dininden dönmedi. Hükümdar, adamlarına
dedi. ki “Bunu alınız. Dağın tepesine götürünüz. Dininden dönmesini söyleyiniz.
Eğer kabul ederse geri getiriniz. Kabul etmezse dağın tepesinden aşağı
yuvarlayınız.” Genç, muhâfızlar tarafından dağın tepesine çıkartıldı. Orada genç
“Ey Allahım. Bunların şerrinden muhafaza eyle, koru” diye duâ etti. Dağ
sallandı. Muhâfızlar yuvarlandılar. Genç geri dönüp hükümdarın karşısına çıktı.
Hükümdar hayretle “Arkadaşların ne yaptı, neredeler?” diye sordu. Genç: “Allahü
teâlâ beni onlardan korudu” dedi. Bunun üzerine hükümdar genci bir sandığın
içine koydu ve adamlarına emretti ki: “Bu sandığı alıp gemiye binin. Denizin
ortasında, gence dininden dönmesini teklif edin. Dininden dönerse geri getirin
dönmezse suya atın!” Muhâfızlar denizin ortasında yine aynı şekilde genci suya
atacakları sırada, Genç, “Yâ Rabbi! Onlara karşı beni koru” diye duâ etti. Genci
boğmakla vazifeli olanlar boğuldular. Genç yalnız başına dönüp hükümdarın
karşısına çıktı ve dedi. ki “Allahü teâlâ beni onlardan korudu. Sen beni ancak
bir yolla öldürebilirsin. İstersen sana o çareyi bildireyim. Aksi halde beni
öldürmeye gücün yetmez.” Hükümdar, “O çare nedir?” dedi. Genç dedi ki: “Bir
meydanda insanları topla! Onların önünde beni bir ağaca bağla benim ok torbamdan
bir ok al. Sonra “Bu gencin Rabbi olan Allah’ın ismiyle” diye oku bana at. Eğer
böyle yaparsan beni öldürebilirsin. Hükümdar gencin anlattığı gibi yaptı.
Hükümdarın attığı ok, gencin yanağına saplandı. Genç okun isabet ettiği yere
elini koydu ve öldü. İnsanlar hep birden “Biz de bu gencin Rabbine imân ettik”
dediler. Hükümdarın adamlarından biri hükümdara: “Gördün mü? Korktuğun başına
geldi” dedi. Hükümdar çok sinirlendi. Bütün yolları kapatın, hendekler kazdırın.
Ateşler yakın. Bu gencin dinine girenler. Eğer dönerlerse bırakın, dönmiyenleri
ateşe atın. Hükümdarın emri yapıldı. Fakat kimse imânından dönmedi. Ateşe
atılırken tereddüt bile etmediler. Nihayet kucağında süt emen küçük çocuğuyla
bir kadıncağız geldi. Ateşe girip girmemek hususunda bir an tereddüt edince,
kucağındaki sabi çocuk: “Ey anneciğim korkma! Çünkü sen hak üzeresin” dedi.”
KAYNAKLAR
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-1067
2) Hilyet-ül-evliyâ cild-1,
sh-152
3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel
cild-6, sh-16
4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
cild-3, sh-226
5) Ensâb-ul-eşrâf cild-1,
sh-180
6) İnsan-ül-uyûn cild-1,
sh-282
7) İbn-i Hişam cild-1, sh-282
8) El-İsâbe cild-2, sh-195
9) El-İstiâb cild-2, sh-174
|