Peygamber
efendimizin, eshâbı içinde çok sevdiği, şairlerden. İsmi Abdullah, künyesi Ebû
Muhammed, unvanı Şâir-i Resûlullah’tır. Nesebi, Abdullah bin Revâhâ bin Sa’lebe
bin İmrul Kays bin Amr bin İmr-ul Kays el-Ekber bin Mâlik el-Asgar bin Sa’lebe
bin Ka’b bin Hazrec bin Hâris bin Hazrec el-Ekber. Validesi, Kebse binti Vakıd
bin Amr bin Itnâbe’dir. Onun hanedanı Hâris bin Hazrec’tir. Hz. Abdullah’ın
babasının ceddi ile annesinin ceddi birleşmektedir.
Hz. Abdullah
bin Revâhâ, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) ikinci Akabe gecesinde, Evs ve Hazrec kabilelerinden gelenlere hitaben
Kur’ân-ı kerîm okudu. Onları İslâm’a davet ve teşvik ettikten sonra buyurdu ki:
“Yüce Rabbim için şartım: O’na hiç bir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet
etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü
teâlâ’nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve
kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” Abdullah bin
Revâhâ (r.a.): “Böyle yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordu. Peygamber
efendimiz: “Cennet var” buyurdu. Orada bulunanlar bu daveti kabul edip,
“Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim” dediler. Peygamber
efendimiz: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah
olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını,
sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi
dinliyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da
muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiç bir kınayıcının kınamasından
korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyliyeceğinize, iyiliği buyurup
kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz.”
Bunun
üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin
Revâhâ: “Biz, Allahü teâlâ’dan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi.
Medineliler, tekrar, “Yâ Resûlallah (s.a.v.) Sana yaptığımız bu taahhüd
karşısında bize ne var?” diye sordular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Allahü
teâlâ’nın rızası ve Cennet var” buyurunca. Onlar da: “Râzı olduk ve kabul
ettik” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.): “İçinizden 12 kişi seçiniz. Onlar her
hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olsunlar. Hz. Musa da
İsrailoğularından 12 temsilci almıştı.” buyurdu. Bunun üzerine, Hazrecliler
9, Evsliler de 3 temsilci çıkardılar. Hazreclilerin temsilcileri arasında Hz.
Abdullah bin Revâhâ da vardı. Bu temsilciler, Medinelilerin ileri gelenlerinden,
bilgili, akıllı ve okuryazar olanlardandı. Bu temsilciler, temsil ettikleri
topluluklara İslâm’ı anlattılar, onları da bîat’a hazırladılar. Hz. Abdullah bin
Revâhâ, Hârisoğullarına nakib tayin edildi. Hicretten sonra, Hz. Abdullah bin
Revâhâ ve Hz. Mikdâd bin Esved arasında kardeşlik tesis edildi. Hz. Abdullah bin
Revâhâ, Bedir muharebesinde ve diğer muharebelerde bulunmuş, Hendek gazvesi
sırasında Medine tarafına hendek kazılırken, teşvik edici, şiirler söyliyerek,
Eshâb-ı kirâmı coşturmuş, çalışmalarını hızlandırmıştır.
Bedir
muharebesi bitip zafer elde edilince, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Abdullah bin
Revâhâ ile Zeyd bin Hârise’yi, müjdeci olarak Medine’ye gönderdi. Pazar günü
kuşluk vakti, Akik mevkiine gelince ayrıldılar. Hz. Abdullah bin.Revâhâ bir
taraftan, Hz. Zeyd bin Hârise başka bir taraftan Medine’ye girdiler. Ev ev
dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Hz. Abdullah bin Revâhâ:
Ey Ensâr cemâati, size
müjdelerim ki,
Sağ ve selâmettedir, Allah’ın
Peygamberi
Müşrikler öldürüldü ve esir
edildiler,
Var esirler içinde, çok
şöhretli kişiler.
Rebîa ve Haccâc’ın oğulları
bittamâm,
öldürüldü Bedir’de, Ebû Cehil
bin Hişâm
diyerek
yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hz. Âsım bin Adiy: “Ey İbn-i Revâhâ!
Söylediğin gerçek mi?” diye sordu. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Evet, vallahi
gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da elleri bağlanmış bulunan esirlerle
birlikte gelir, gelecektir!” buyurdu.
Hz. Abdullah
bin Revâhâ 6 (m. 627) yılında Hudeybiye Musâlahasına katılarak bîat-ı Rıdvan’da
bulundu. Yahudilerin Reisi Ebû Rafî’nin katlinden sonra yahudilerin başına, Esir
bin Zürâm geçmiş, müslümanların aleyhinde tahriklere başlamıştı. Esir bin Zürâm,
Gatfan kabilesini, müslümanlar aleyhinde harekete geçirmek teşebbüslerinde
bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.) bu hareketten haberdâr olarak, hicretin altıncı
senesi Ramazanında, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı otuz kişinin başında Hayber
tarafına göndermiş, Hz. Abdullah da Esir bin Zürâm’ın bütün ahvalini uzun
uzadıya tetkik ederek vaziyeti Peygamber efendimize (s.a.v.) bildirmişti. Esir
bin Zürâm’ın vücudunu kaldırmak lâzım geldiğini anlatmış, bunun üzerine Hz.
Peygamber, onu bu işle vazifelendirmişti. Hz. Abdullah bin Revâhâ, maiyetindeki
otuz kişi ile birlikte hareket ederek, Esir bin Zürâm’ın yurduna doğru yürüdü.
Hz. Abdullah, Esîr bin Zürâm’ın makamına vardıktan sonra, onu Medine’ye davet
etti. Esir bin Zürâm da daveti kabul ederek, her müslümana karşı bir kişi olmak
üzere otuz kişi alarak yola çıktı. Esir, yolda bir müddet ilerledikten sonra
aklına bir takım şüpheler gelip, Medine’ye gitmekten ise Hayber’e dönmenin daha
iyi olduğunu zannederek gerilemeye başladı. Hz. Abdullah bin Revâhâ, onun bu
halini gördükten sonra O’na; “Ey Allah’ın düşmanı! Ne diye geriliyorsun?” dedi.
Esir, şüpheye düştüğünü söylediğinden iki taraf arasında şiddetli bir cenk
başladı. Esir bin Zürâm ile maiyetindekilerin hepsi imha edildi.
Hz. Abdullah
bin Revâhâ, Hayber’in fethinde, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) maiyetinde bulunmuş,
daha sonra Hudeybiye andlaşmasının olduğu yıl yapılamıyan Umre haccını yapmak
üzere Mekke’ye gitmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kusvâ adındaki devesinin
üzerinde bulunduğu ve devenin yuları Hz. Abdullah bin Revâhâ’nın (r.a.) elinde
olduğu halde ve sadık arkadaşları da çevrelerinde, kılıçlarını kuşanmış bir
şekilde, yürüyerek Mekke’ye girdiler. Müşriklerin ileri gelenleri; yürekleri
kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Peygamber efendimizi gözetlemek için
Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın, çoluk çocuklar da,
Peygamber efendimizle Eshâbını seyretmek için Darünnedve’de sıralanmışlardı.
Abdullah bin
Revâhâ (r.a.), Kusvâ’nın yularını çekerek Peygamber efendimizin önlerinde
yürümekte ve:
Ey kâfirler çekilin,
Peygamberin yolundan,
Ki Allahü teâlâ, O’na
gönderdi Kur’ân.
Her hayır ve iyilik vardır
O’nun dininde,
Bu din için ölmekdir, en
hayırlı ölüm de.
Gerçek Resûlullahdır, kabul
ettim yürekten,
Her sözüne inandım, kabul
ettim şimdi ben.
Ey kâfirler! Kur’ân’ın,
Allahü teâlâ’dan,
İndiğini siz inkâr
eylediğiniz zaman,
Nasıl indirdik ise, darbeleri
aniden
Ve nasıl ayırdıksa, başınızı
gövdeden.
Onun mânâsına da,
inanmazsanız eğer,
İner aynı şekilde başınıza
darbeler.
diyerek
kâfirleri kötüleyici şiirler söylemekte ve devamla:
Başlarım O
Allah’ın, mübârek ismiyle ki,
Yoktur O’nun dininden, başka
dîn-i hakîkî.
Ve yine başlarım ki, ismiyle
O Allah’ın,
Muhammed hem kulu ve hem
Resûlüdür O’nun.
diye yine
şiir okurdu.
Hz. Ömer;
“Ey İbn-i Revâhâ! Sen Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde ve Harem-i Şerifte nasıl
şiir okuyabiliyorsun” deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Yâ Ömer! O’na
mâni olma. Allahü teâlâya yemin ederim ki, O’nun sözleri, bu Kureyş müşriklerine
ok yağdırmakdan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâhâ devam et”
buyurdu. Hz. Ömer sustu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) biraz sonra Hz. Abdullah
bin Revâhâ’ya:
“Allahü
teâlâ’dan başka ilâh yoktur! Bir olan O’dur. Va’dini gerçekleştiren O’dur! Bu
kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan
kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O’dur! de!” buyurdu. Abdullah bin Revâhâ (r.a.) da:
“Allahü teâlâdan yoktur başka
bir ilâh,
Yoktur O’nun şeriki, lâ ilâhe
illallah.
O’dur müslümanların,
askerlerine güç veren,
Ve O’dur kâfirleri, dağıtan,
mağlub eden.”
diye
söylemeye başladı. Müslümanlar da onun söylediği gibi söylediler.
Hicretin
sekizinci senesi Cemaziyelevvelinde, Mûte gazâsı vuku buldu. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) Busra reisi olan Emîre bir mektûb göndererek O’nu İslâmiyyete davet
etmişti, bunlar, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) elçisine hüsn-i kabul
göstereceklerine elçiyi katletmişler, müslümanlara karşı harp yapacaklarını ilân
etmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) 3000 kişiden müteşekkil bir
kuvvet hazırlamış onu Zeyd bin Hârise’nin kumandasına vermişti.
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), mescidinde öğle namazını kıldırdıktan sonra oturdu. Eshâb-ı
kirâm da oturdular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Cihâda çıkacak olan şu
insanlara, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim!Zeyd bin Hârise şehîd olursa,
yerine Cafer bin Ebî Talib geçsin. Cafer bin Ebî Talib şehîd olursa, Abdullah
bin Revâhâ geçsin. Hz. Abdullah bin Revâhâ da şehîd olursa, müslümanlar
aralarında münasip birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu.
Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm ağlamaya başladılar. “Yâ Resûlallah! Keşki sağ
kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik” dediler. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) cevap vermeyip sustular.
Mücâhidler,
Medine’den yola çıkacakları sırada, Peygamber efendimiz, beyaz bir sancak
bağlayıp Hz. Zeyd bin Hârise’ye verdi. Hâris bin Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar
gitmesini ve orada bulunanları İslâmiyyete davet etmesini, müslümanlığı kabul
ederlerse ne a’lâ, kabul etmedikleri takdirde, Allahü teâlâ’nın yardımına
güvenerek onlarla çarpışmasını tavsiye etti. Uğurlamak üzere Veda yokuşuna kadar
mücâhidlerle beraber gitti.
Hz. Abdullah
bin Revâhâ, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedalaştıkları sırada,
ağladı. Ona “Ey Revâha’nın oğlu! Ne için ağlıyorsun?” diye sordular. Hz.
Abdullah bin Revâhâ:
Ağlamamın sebebi, değil dünyâ
sevgisi
Ve değildir vallahi,
özliyeceğim ben sizi.
Asıl sebep şudur ki, Kur’ân-ı
kerîminde,
Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz
bir âyette:
“Muhakkak biliniz ki,
sizlerin içinizden
Hiç bir kimse yoktur ki,
geçmesin cehennemden”
İşittim bu âyeti, Resûlullah
okurken,
Cehenneme uğrarsam, nasıl
sabrederim ben.
Dedi.
Müslümanlar “Allahü teâlâ, sizi sevgili kulları zümresine ilhak etsin,
sâlihlerden olun!” diye duâ ettiler. Sonra Hz. Abdullah bin Revâhâ (r.a.):
Mağfiret diliyorum, rahman
olan Rabbimden,
Vücûdum baştan başa kan olsun
darbelerden.
Nâşıma uğrayanlar desinler
(Ne se’âdet,
Kan revan yerde yatan, şehîd
olmuş nihayet)
diyerek duâ
etti.
Ordu gitmeğe
hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâhâ Peygamber efendimizin yanına varıp
vedalaştıktan sonra:”Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç
çıkarmıyacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz? dedi. Peygamber
efendimiz O’na: “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye
varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!” buyurdu. Hz. Abdullah bin
Revâhâ, “Yâ Resûlallah! Bana, nasihatini arttırır mısınız? dedi. Peygamberimiz
(s.a.v.): “Allahü teâlâyı dâima zikr et. Çünkü, Allah’ı zikr, umduğuna
ermende sana yardımcı olur” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.),
Seniyyet’ül Vedâ’da mücâhidlerle vedalaştı. Onlara; “Haydi Allah’ın ismi ile
gazâ ediniz. Allah’ın ve sizin Şam’da bulunan düşmanlarınızla çarpısınız! Orada
nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir
takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayınız! Onların dışında,
başlarında şeytanların yuvalandıkları daha bir takım kimseler de bulacaksınız.
Onların başlarını kılıçla koparınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu,
ne yaşlanmış bir pîr-i fâni’yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne
de bir ev yıkacaksınız.” buyurdu.
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), mücâhidlerle vedalaşıp, Medine’ye dönerken, Hz. Abdullah bin
Revâhâ Peygamber efendimizi şu beytle selâmladı:
Vedalaştım Nahil’de, Allah’ın
Resûlünden,
Selâmet orda kaldı, O’ndan
ayrılınca ben.
Eyvah! Arkada kaldı, Allah’ın
sevgilisi,
Eyvah! Uzakta kaldı,
dostların hayırlısı.
Zeyd bin
Erkam der ki: “Ben Hz. Abdullah bin Revâhâ’nın terbiyesi altında yetişmiş bir
yetimdim. Kendisi, Mûte seferine çıktığında, beni de devesinin terkisine
bindirmişti. Vallahi, geceleyin biraz gidince, O’nun şu beyitleri okuduğunu
işittim:
“Ey devem! Kumluktaki, kuyuya
eğer beni,
Oradan da dört konak,
götürürsen ileri.
Çıkarmam artık seni, bundan
başka sefere,
Sahipsiz kalacaksın, az sonra
ona göre.
Ben herhalde evime, geri
dönmeyeceğim,
Umarım ki, bu harpte, ben
şehîd düşeceğim.
Son konakta mü’minler, geçti
beni hız ile,
Ey Revâhâ’nın oğlu, en
yakınların bile,
Kardeşlik bağlarını,
kopararak geçtiler,
Seni Hak teâlâya bırakıp da
gittiler.
Artık düşünmüyorum, geride ne
malım var?
Hiç umurumda değil, ağaçlarla
hurmalar”
Kendisinden,
bunları işitince, ağladım. Hz. Abdullah bin Revâhâ bana kamçısıyla dokunarak;
“Ey yaramaz! Sana ne oluyor, sana, ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehîdlik
nasib ederse sen de, hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben de,
dünyânın dertlerinden tasa ve üzüntülerinden, hâdiselerinden kurtulmuş, rahata
kavuşmuş olurum!” dedi. Geceleyin inip iki rekât namaz kıldı. Sonunda uzunca bir
duâ yaptı ve bana (Ey çocuk) diye seslendi. (Buyur!) dedim. (Bu seferde
inşaallah şehîdlik nasîb olacaktır!) dedi.
İslâm
Mücâhidleri, yollarına devam ederek, Şam topraklarından Maan’a varınca, orada
konakladılar. Orada, Kayser Heraklius’un, Rumlar’dan yüzbin askerle Belkâ
topraklarından Maan’a gelip konduğunu ve Beliy kabilesinden Mâlik bin Zafile
adında birinin kumandası altındâ Lahm, Cüzam, Kayn, Behrâ, Vâil, Bekr ve Beliy
Hıristiyan Araplarından yüzbin kişilik bir kuvvetin de gelip onlara katıldığını
haber aldılar. İslâm mücâhidleri, durumu görüşmek üzere, Maan’da iki gece
kaldılar. Zeyd bin Hârise (r.a.), Rumlar’ın kendileri için pek çok asker
toplamış olduklarını haber verip, mücâhidlerin bu yoldaki görüşlerini sordu.
Bazıları: “Rumlarla karşılaşmaktan vazgeçip memleketlere akın yap. Halklarını
esir al, Medine’ye geri dön.” dediler. Hz. Abdullah bin Revâhâ, susuyor,
konuşmuyordu. Hz. Zeyd bin Hârise, O’na, bu hususta ne düşündüğünü sordu. Hz.
Abdullah bin Revâhâ: “Biz, ganimetler elde etmek için yola çıkmadık. Fakat,
Rumlarla karşılaşmak için yola çıktık!” dedi. Diğer mücâhidler ise; “Resûlullah
aleyhisselâma yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim. Bize, acele asker
göndermesini veya bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini istiyelim.”
dediler. Bu hususta söz ve görüş birliğine vardılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ:
“Ey kavmim ne sebepten,
tereddüt edersiniz?
Şehid olmak kastiyle, cenge
gelmedik mi biz?
Silâhça, süvarice, çokluk
olduğumuzdan,
Dolayı savaşmadık, kâfirlerle
hiç bir an.
Allahü teâlânın, bize ihsan
ettiği,
Şu din kuvveti ile, savaştık
aslan gibi.
Gidiniz, çarpışınız, muhakkak
iyilik var,
Bu işin neticesi, yâ şehâdet
yâ zafer.
Bedir günü vallahi, vardı iki
atımız,
Uhud’da tek at ile, pek azdı
silâhımız.
Bu cenkte galip gelmek, varsa
eğer kaderde,
Zâten böyle va’d etti, Allah
ve Peygamber de.
Hak teâlâ vadinden, dönmez
asla geriye,
Ey mü’minler öyleyse, yürüyün
ileriye.
Şehidlik varsa eğer, bizim
kaderimizde,
Kavuşuruz cennette, şehîd
kardeşimize”
dedi Hz.
Abdullah bin Revâhâ’nın bu sözleri mücâhidleri cesaretlendirdi. “Vallahi
Revâhâ’nın oğlu, doğru söylüyor” dediler ve yollarına devam ettiler.
Meşârif
köyünde rastladıkları düşman askerleri yaklaşmaya başlayınca, İslâm mücâhidleri,
Mûte diye anılan köyün önüne çekildiler ve hemen savaş düzenine girdiler. Düşman
askerlerinin üzerine yürüdüler. İki taraf, yeşil ekinler üzerinde, birbirleriyle
amansızca çarpışmaya başladılar. İslâm Ordusunun Başkumandanı Zeyd bin Hârise
(r.a.) Peygamber efendimizin sancağını eline aldı. Vücudu, Rumların mızrakları
ile delik deşik edilip, kanları saçıbncaya kadar çarpışmaktan geri durmadı ve en
sonunda şehîd oldu. Sancağı Hz. Cafer bin Ebî Talib aldı. Zırh gömleğini giydi,
atına bindi. Sancağı elinde olduğu halde ilerledi. Hz. Cafer, düşmanların
ortalarına kadar dalmış bulunuyordu. Çarpışırken, düşmanlar tarafından vurulup
bir eli kesildi. Sancağı, diğer eline aldı. O eli de kesilince, sancağı
koltuğunun altına kıstırdı. O sırada bir adam, ona mızrağını sapladı ve Hz.
Cafer şehîd oldu. Hz. Cafer şehîd olunca, Ebül-Yüsr Ka’b bin Umeyr sancağı alıp,
Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya verdi. Hz. Abdullah bin Revâhâ sancağı alınca, atının
Üzerinde düşmanlara doğru ilerledi ve kendi kendine:
Ey nefsim, bana boyun
eğeceksin elbette,
Bugün şehîd olurum, yemin
ettim bu harpte.
Yâ sen kendiliğinden, râzı
olursun buna,
Yâ kabul ettiririm, bunu ben,
zorla sana.
Eğer öldürülmezsen, şayet sen
bu savaşta,
Hiç ölmiyecekmisin, ey nefsim
söyle bana.
Cafer bin Ebî Talib ve Zeyd
bin Hârise’nin,
Yaptığını yaparsan, bil ki
iyi edersin.
Onlar şehîd oldular, ey
nefsim durma geri,
Sonra bedbaht olursun, haydi
atıl ileri.
diyerek
hücuma geçti. Hz. Abdullah bin Revâhâ çarpışırken parmağı yaralanınca atından
yere atladı. Elinin yaralı parmağını ayağının altına koyup, “Sen, ancak, kanayan
bir parmak değil misin? Bu kazaya da Allah yolunda uğramış bulunuyorsun.”
diyerek çekip kopardı. Ve kendi kendine; “Ey Nefs!” şehîdlikten seni çekindiren,
sakındıran hangi şeylerdir? Eğer, kârım filanca hatundan mahrum kalmaktan ileri
geliyorsa, onu üç talakla boşadım, kölelerimi azâd ettim, hurma bahçelerimi
Allah ve Resûlullah’a bıraktım” dedi.
Hz. Abdullah
bin Revâhâ çarpıştıktan sonra dönüp atından indiği sırada, amcasının oğlu
kendisine pişirilmiş et getirdi ve: “Al, bunu ve de biraz güçlen” dedi. Hz.
Abdullah bin Revâhâ (r.a.) üç günden beri bir şey yememişti. Etten bir defa
ısırmıştı ki, o sırada, müslümanların bulundukları köşede bir kargaşalık oldu.
Bu durumu görünce: “Sen hâlâ bu dünyâdasın. Dünyada yiyip-içmekle uğraşıyorsun”
diyerek nefsini kınadı ve hemen elindeki eti bıraktı. Kılıcını sıyırıp tekrar
savaşa girdi. Kahramanca çarpıştı. Bir ara düşman askerlerinden biri mızrağını
Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya (r.a.) nişan alarak fırlattı. Hz. Abdullah bin Revâhâ
müslümanlarla düşman safları arasında yere düştü. Çok arzu ettiği şehâdete
kavuştu. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm), hemen istişare ederek aralarında Hz. Hâlid bin
Velid’i kumandan seçtiler.
Peygamberimizin sâdık arkadaşları, Hz. Hâlid bin Velid kumandası ve sancağı
altındâ hücuma geçtiler ve düşmanı bozguna uğrattılar. Bozguna uğrayan düşmana
istedikleri gibi kılıç vurdular. Düşmanları, görülmedik şekilde bozguna
uğrattılar. Hz. Hâlid bin Velid der ki: “O gün benim elimde dokuz kılıç
parçalandı. Elimde geniş yüzlü bir Yemen Palası’ndan başka bir şey kalmamıştı.”
Peygamber
efendimiz, kumandanların şehîd edildiklerini, kendileri hakkındaki haber
Medine’ye gelmeden önce aynı günde müslümanlara haber verdi. Onların şehîd
oldukları saatte, Peygamber efendimiz Eshâbını mescidte topladı. Peygamberimiz
çok üzgündü. Eshâbı (r.a.) “Yâ Resûlallah (s.a.v.) sizde olan üzüntüyü
gördüğümüzden beri duyduğumuz üzüntünün derecesini ancak Allahü teâlâ bilir”
dediler. Peygamber efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar akarak; “Bende
gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi.
Bu hal, onları, Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak
görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehîd
edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî
Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehîd oldu. O,
şehîd olarak Cennete girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor.
Cafer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâhâ aldı. Elinde sancak olduğu halde
düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından
tahtlar üzerinde bana gösterildi.” buyurdu,
Hz. Abdullah
bin Revâhâ, dinine son derece bağlı, dünyâ malına ve rütbesine kıymet vermezdi.
Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) emirlerini ölüm
pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Bir defasında,
Peygamber efendimiz (s.a.v.), hutbe okurken cemaate “oturunuz” buyurduğunda, Hz.
Abdullah bin Revâhâ, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu
yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu
hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, “Allahü teâlâya
ve Resûlüne gösterdiğin itaatde Allahü teâlâ. hırsını arttırsın” buyurdu.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı çok sever, hastalandığı zaman hemen
ziyâretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir’den başlıyarak, şehîd olduğu
Mûte Savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda
bulunan Hz. Abdullah bin Revâhâ, Peygamber efendimizin şâir ve hatîblerindendi.
Kendisi “Vahiy kâtibiydi.” Şairlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve
takdir edilirdi. Şiirleri, Eshâb-ı kirâm tarafından hemen ezberlenerek ağızdan
ağıza yayılırdı. Peygamber efendimiz de, onun şiirlerini beğenirdi ve bu
şiirlerin düşmana ok atmadan daha tesirli olduğunu beyan ederdi. Peygamber
efendimiz (s.a.v.) onun hakkında, “Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revûha’ya
rahmet eylesin, Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi” buyurdu.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d,
cild-2, sh-128
2) Sahîh-i Buhârî, cild-5,
sh-87
3) Üsûd-ül-gâbe, cild-3,
sh-157, 159
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-992, 1009, 1088
5) Mevâhib-i Ledünniye,
cild-1
6) İbn-i Hişam, cild-4, sh-15
7) El-Kâmil fi’t-târîh,
cild-2, sh-234
8) Târîh-i Taberî, cild-3,
sh-107
|