Eshâb-ı
kirâmın meşhûrlarından. İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken îmân etti.
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîf ezberledi. İki kerre Habeşistan’a ve Medine’ye
hicret etti. Bütün gazalarda ve Yermük muharebesinde bulundu. Cennetle
müjdelendi.
Babası
Mes’ûd, annesi Ümmü Abdullah olup, sahâbiyyedir. “İbni Mes’ûd ve İbni Ümmi Abd”
isimleriyle meşhûrdur. Künyesi Ebû Abdurrahmân veya (Ebû Abdillah)’dır. Kısa
boylu, hafif esmer, ince ve zayıf bir bünyeye sahipti. Abdullah İbni Mes’ûd
(r.a.); Peygamberimiz (s.a.v.) in has müşaviri ve hizmetçisi olup, her zaman
Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshabın
seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullah (s.a.v.) ın yanında bulunarak
Kur’ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve
ezberlemiştir.
İbni Mes’ûd
(r.a.) gençliğinde fakir idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebî Huayfın koyunlarını
güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir ile
karşılaştı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey genç, içmemiz için sütün var mı?”
diye sordular. Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış
bir koyunun memesini mübârek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun
memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû
Bekir içti, sonra İbni Mes’ûd içti. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Çekil,
büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra
Abdullah bin Mes’ûd Resûlullah (s.a.v.) ın yanına geldi. “Yâ Muhammed o
söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) İbni
Mes’ûd’un başını sıvazladı ve “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı)
öğrenebilecek bir çocuksun” buyurdu. Abdullah İbni Mee’ud (r.a.) hemen orada
müslüman oldu. Böylece altıncı olarak îmân etmiş ve Sâbikûn-el-evvelîn (ilk
müslüman olanlardan) olmuştur.
Mekke’de ilk
defa ve açıkça herkesin önünde Kur’ân-ı kerîm okuyan Sahâbî Abdullah İbni
Mes’ûd’dur. Eshâb-ı kirâm bir gün tenha bir yerde toplanmışdı. “Vallahi
Resûlullah (s.a.v.)’den başka şu Kureyş’e Kur’ân-ı kerîmi açıktan dinletebilen
bir kimse olmadı. Sizden kim gider de onlara açıktan Kur’ân-ı kerîm okuyup
dinletebilir” dediler. Abdullah bin Mes’ûd, “Ben dinletirim!” buyurdu. Eshâb-ı
kirâm, “Biz onların sana bir zarar vermelerinden korkarız. Biz öyle bir kimse
istiyoruz ki icâb ettiği (gerektiği) zaman kendini müşriklerden koruyabilecek
bir kavmi ve kabilesi bulunsun” dediler. İbni Mes’ûd (r.a.),” Bırakın gideyim;
Allahü teâlâ beni onlardan muhafaza eder” buyurdu. Erten gün kuşluk vakti
Makâm-ı İbrâhim’e geldi. Müşrikler de orada toplanmış bulunuyorlardı, İbni
Mes’ûd (r.a.) ayakta Besmele-i şerîfe çekti ve “Errahmânü allemel Kur’âne...”
diyerek Rahman sûresini okumaya başladı. Müşrikler birbirlerine “Ümmü Abd’in
oğlu ne söylüyor. Herhalde Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği şeyleri okuyor”
diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü her
taraflarını morartarak belirsiz hale getirdiler. Fakat o tokat ve yumruklar
altında okumaya devam etti. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde eshabın yanına
döndü. Eshâb-ı kirâm buna çok üzüldüler “Zaten biz senin bu akıbete
uğrayacağından korkmuştuk. Nihayet korktuğumuz başına geldi.” dediler. Fakat
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) hiç üzgün değildi. “Allah düşmanlarını ben bugünkü
kadar zayıf görmedim, isterseniz yarın sabah, onlara bir o kadar daha
dinletebilirim” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, “Hayır, sana bu kadarı yeter, O azılı
kâfirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin” dediler, İbni Mes’ûd (r.a.) bundan
sonra da defalarca Kur’ân-ı kerîm okumuş, müşriklere dinletmiştir. Kalem
sûresini ilk defa sesli olarak okuyan yine İbni Mes’ûd’dur. Müşrikler O’nu
kızgın kumlara yatırmışlar, işkenceler yapmışlardır. Fakat o bundan vazgeçmedi,
Peygamberimiz (s.a.v.) in izni ile iki defa Habeşistan’a hicret etti.
Peygamberimizin Medine-i, münevvere’ye hicret etmesiyle O da Habeşistan’dan
Medine-i münevvere’ye hicret etmiştir.. Medine’de önce Muâz bin Cebel’e (r.a.)
misafir olmuş, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin yanında kendisi için küçük bir ev
yapılmış, orada ikâmet etmiştir. Kendisini Resûlullah’a (s.a.v.) adayan Hz.
Abdullah bin Mes’ûd evinin Mescid-i Nebî’ye çok yakın olması sebebiyle sık sık
Resûlullah’ın (s.a.v.) hizmetine ve sohbetine koşardı, İbni Mes’ûd’u (r.a.)
tanımayan O’nu Resûlullahın (s.a.v.) ailesinin bir ferdi zannederdi. Abdullah
İbni Mes’ûd (r.a.) kendi cüssesinden umulmayacak kahramanlık göstermiş ve
Resûlullah’ın (s.a.v.) katıldığı bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında
küfrü ve imânsızlığı Firavun’dan daha şiddetli olan Ebû Cehil’i öldürmüştür.
Muâz bin
Afra ile Muâz bin Arar bin Cemûh yaralanmış olan Ebû Cehil’i kımıldamayacak bir
hale gelinceye kadar kılıç vurdular. Peygamberimize (s.a.v.) gelip Ebû Cehil’i
öldürdüklerini söylediler. Biraz sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Acaba Ebû
Cehil ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar” buyurarak ölüler arasında onun
araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamberimiz (s.a.v.),
“Arayınız, O’nun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara
izine bakınız. Bir gün ben ve o Abdullah bin Cüdanın ziyafetinde idik. İkimiz de
gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine
düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı”
buyurdu. Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Ebû Cehil’i aramağa gitti. O’nu
yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Boynuna ayağını
bastı. Sakalından tutup çekti ve “Ey Allahın düşmanı Allahü teâlâ nihayet seni
hor ve hakir etti mi?” dedi. Ebû Cehil, “Ne diye beni hor ve hakir edecek. Ey
koyun çobanı. Allah seni hor ve hakir etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere
çıkmışsın. Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver”
dedi. İbni Mes’ûd (r.a.), “Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır,” dedi. Ebû
Cehil’in miğferini kafasından çıkarırken, “Ey Ebû Cehil seni öldüreceğim” dedi.
Ebû Cehil, “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu senin
beni öldürmen bana çok ağır geldi. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de
başım heybetli görünsün” diyerek küfrünün, gurur ve kibirinin ne dereceye çıkmış
olduğunu gösterdi. İbni Mes’ûd (r.a.) Ebû Cehil’in başını kendi kılıcıyla
kesemeyince, Ebû Cehil’in kılıcıyla, kesti ve silahını, zırhını, miğferini,
başını getirip Peygamberimiz (s.a.v.) önüne koydu. “Yâ Resûlallah! Bu Allahü
teâlânın düşmanı Ebû Cehil’in başıdır.” dedi. Peygamberimiz (a.a.v.), “O
Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp İbni Mes’ûd (r.a.)
ile birlikte Ebû Cehil’in ölüsünün yanına kadar gitti. Onun üzerine dikildi ve
“Allahü teâlâya hamd olsun ki seni zelil ve hakir kıldı, ey Allah düşmanı.
Bu, bu ümmetin firavun’u idi.” buyurdu.
Abdullah bin
Mes’ûd (r.a.) diğer Uhud, Hendek gibi gazvelerde Resûlullah (s.a.v.) ile
birlikte bulundu.
Abdullah
İbni Mes’ûd (r.a.) her gazada şehîd olmak gayretiyle harbeden eshâbdan idi.
Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Resûlullah’ın firak (ayrılık) ve
hicran acısından insanlardan uzaklaşmış ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmiş idi.
Hz. Ömer zamanında yeniden başlayan fetihler ile İslâm mücâhidleri safına
katılmış 15 (m. 636) senesinde Şam taraflarında bulunmuş, bilhassa Yermük
gazasında harikulade cesaret göstererek harbin zaferle neticelenmesine
çalışmıştır.
Hicretin
20.nci (m. 651) yılında Kûfe kadılığına tayin olundu. Orada hazine muhâfızlığı
da yaptı. Hz. Ömer Kûfe halkına yazdığı mektûbta, “Ben size Ammar İbn-i Yâser’i
Emir (vali) ve Abdullah İbn-i Mes’ûd’u muallim ve vezir olarak, gönderdim.
Bunlar Eshâb-ı Bedir’den’dir. Siz onlara iktidâ edin (uyun) ve sözlerine itaat
edin. İbni Mes’ûd’u yanımda alıkoymayarak; sizi kendime tercih ettim” demiştir.
İbni Mes’ûd (r.a.) üzerine aldığı vazifeyi son derece liyâkat ve ehliyet ile ifâ
etti. Bu kadılığı sırasında zuhur eden bir çok hadîselere fetva vermiş, ictihâd
buyurmuştur, İbni Mes’ûd (r.a.) Hz. Osman zamanında hem kadılık hem de
beyt-ül-mâl eminliği (hazinedarlık) yaptı. O zaman İranlılarla, Türkistanlılarla
ve Bizanslılarla çarpışan bütün İslâm askerlerinin her türlü ihtiyaçları
Kûfe’den tedarik edilirdi. İbni Mes’ûd (r.a.) bütün bunların ihtiyaçlarını gayet
güzel bir şekilde idare ve temin etmiş, zekâsının, teşkilât kurmaktaki kuvvetini
ve idarecilikteki istidadını ortaya koymuştur. Hz. Osman zamanının ikinci
yarısında Kûfe’de fitne yayılınca vazifeden alındı. Hz. Osman zamanında Hicaz’a
döndü.
Ebû Zer
(r.a.) zahid (dünyâdan uzak) bir hayat yaşadığından Medine’de refah artınca,
Medine’yi terketmiş, Rebeze’de ikâmet etmişti. Ağır hastalanmış vefâtı
yaklaşmıştı. Mübârek hanımı diğer bir rivâyetle de kızı yanında ağlıyordu. Ebû
Zer (r.a.) niçin ağladığını sorduğunda, “Ağlıyorum, çünkü bir fâidem
dokunmadıktan başka, ölürsen seni kefenleyecek bir şeyim de yok” dedi. Bu cevap
karşısında Ebû Zer (r.a.) üzülmemesini, Resûlullah (s.a.v.)’in kendisinin yalnız
öleceğini ve bir kısım mü’minlerin gelip cenazesini kaldıracaklarını haber
verdiğini söyleyip, hanımına: “Sen kalk, yola bak dediğimin doğru olduğunu
göreceksin” dedi. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı buna pek inanmadı. Çünkü bulundukları
yer pek ıssız idi. Hac mevsimi ise zaten değildi. Fakat kalkıp yola baktığında
bir cemâatin geldiğini gördü. Ebû Zer hazretlerinin hanımının yanına gelip,
“Burada yalnız yaşayan bir zât tanıyor musun?” diye sordular. Kimi aradıkları
sorulunca da “Ebû Zer” dediler. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı da gelenleri Ebû Zer’e
(r.a.) götürdü. O gün vefât etti. Techiz ve tekfin işleri yapıldı. Bunları yapan
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) idi.
Abdullah bin
Mes’ûd altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi (s.a.v.)
görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir
şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra 32 (m. 652) de vefât etti.
Abdullah bin Zübeyr (r.a.) ve oğlu Abdullah techiz ve tekfin etmişler ve bütün
vasiyyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış,
Cennet-ül-Baki kabristanında Osman bin Mazun (r.a.) da kabre koymuştur.
Abdullah bin
Mes’ûd, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki
Resûl-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını
taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullah (s.a.v.)ın hususi
hizmetinden ve O’na yakınlığından meclisine müsâdesiz girerdi. Her emrini yerine
getirirdi. Ebû Musel Eş’arî (r.a.): “Medine’de Resûlullah’ın hizmetinde en çok
gördüğüm zattan biri İbni Mes’ûd idi. Onu Resûlullah’ın yanında o kadar çok
gördüm ki, Onu Resûlullan’ın ailesinden zannederdim.” buyurmuştur.
Resûlullah
(s.a.v.) Onun için, “Sen muallim olacak bir gençsin” buyurmuştur. 70
sûreyi Resûlullahın mübârek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza,
Kısâi, Halef, A’meş gibi meşhûr kıraat imamlarının silsilesi İbni Mes’ûd’da son
bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes’ûd’u Kur’ân-ı kerîm
öğretenlerin başında sayardı. “Kur’ân-ı kerîm’i, İbni Mes’ûd, Sâlim, Ubey bin
Ka’b ve Muâz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu. Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı
kerîm’i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Birgün “Nisâ
sûresini oku. Dinleyelim” buyurdu. İbni Mes’ûd, “Kur’ân-ı kerîm size indi.
Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i Ekrem, “Evet öyledir.
Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu, İbni
Mes’ûd okumaya başladı. 41. âyet-i kerîme olan, “Halleri ne olacak! Her
ümmetten şahid getireceğimiz, Seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz
zaman...” âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah’ın mübârek gözlerinden
yaşlar boşandı.
Haftada bir
defa Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. Hadîs-i şerîfde, “Kur’ân-ı kerîmi üç günden
önce hatm eden, ma’nâsını anlıyamaz” buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir namazı
hatm ile kılmağı yasaklamamaktadır. Resûlullah (s.a.v.) sual edenlerin, hâline
ve işine uygun bir zamanda hatm etmesini emr buyururdu.
İbni Mes’ûd
Kur’ân-ı kerîmi, Resûlullah (s.a.v.) zamanında ezberliyen bahtiyarlardandı.
Ebül-Ahves demiştir ki: “Bir gün Ebû Mûsel Eş’âri’nin evinde bulunuyorduk.
Mecliste İbni Mes’ûd’un (r.a.) arkadaşlarından bazıları da bulunuyordu. Bunlar
bir Mushafa bakıyorlardı. Abdullah (r.a.) “Resûlullah’ın (s.a.v.) İbni
Mes’ûd’dan fazla vahyi bilen bir kimse bırakmadığına inanıyor musun?” dedi.
Bunun üzerine Ebû Mûsel Eş’âri: “Biz bulunmadığımız zaman o Resûlullah’ın
yanında bulunur, biz kabul olunmadığımız zaman o huzuruna kabul olunurdu”
buyurmuştur.
Abdullah,
bin Mes’ûd hadîs ilminde en büyük âlimlerdendi. Hadîs rivâyetinde çok büyük
hassasiyet gösterirdi. Bildirdiği hadîslerin tamamı Ahmed bin Hanbel’in Müsned
adlı kitabında 82 sahifede toplanmıştır. Abdullah bin Mes’ûd, fıkıh ve tefsîr
ilimlerinde de Eshâb-ı kirâm’ın ileri gelenlerindendi. Bizzat kendisi diyor ki
“Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan Zât’a yemin ederim ki, Kitâbullah’dan bir
âyet yoktur ki, ben onun, kim hakkında ve nerede nazil olduğunu bilmiyeyim. Eğer
Kitâbullah’ı benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğu yeri haber alsam ve
beni oraya rahibeler götürecek olsa, mutlaka oraya çıkar giderim.”
Kûfe’de
yaptığı vazifelerden biri de herkese dinini öğretmekti. Hanefî mezhebinin temeli
İbni Mes’ûd’a dayanır.
Abdullah bin
Mes’ûd, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok
namaz kılardı. “Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz
benim için nafile oruçtan daha kıymetlidir.” derdi. Adalete çok dikkat ederdi.
Buyururdu ki: “Zâlimi seven kimse, Kâ’be’de 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyâmet
günü Allahü teâlâ onu o zâlim ile beraber bulunduracaktır.”
Peygamber
efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“İktisâda
riâyet eden fakir olmaz.”
“Said olan
kimse başkalarından nasihat alandır.”
“Allahü
teâlâ doğruyu Hazret-i Ömer’in dili ve kalbi üzerine indirdi. Ümmetimden
Hazret-ı Ömer’in râzı olduğundan ben de razıyım.”
“Günâhlardan
tevbe eden hiç günâh işlememiş gibidir.”
“Dünyayı
âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir Kalbinden hiç
çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.”
“Her derdin
bir dermanı vardır. Yalnız ölümün çaresi yoktur.”
“Kişi
sevdiği ile beraberdir.”
“Allahü
teâlâ güzeldir, güzeli sever.”
“Allahü
teâlâ dünyâyı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine
verir.”
“Siz üç kişi
olunca içinizden ikisi, öbür arkadaşları yanında gizlice konuşmamalıdır. Çünkü
bu konuşma onu mahzun eder.”
“Sen
Cennet’te kuşlara bakarsın. Birini canın arzu edince hemen pişmiş ve kızarmış
olarak önüne gelir.”
“İki şeyden
birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir
kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun
yapar, ikincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü
teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlerde harcar.”
Şeyh
Muhyid-în en-Nevevî hazretlerinin rivâyetlerine göre Abdullah İbn-i Mes’ûd 848
hadîs-i şerîf rivâyet eylemiştir. Başka bir rivâyette: Resûl-i Ekrem’den 840
hadîs rivâyet etmiştir. 120’sini Buhârî ile Müslim müştereken naklederler.
Bundan başka bunların 21’i yalnız Buhârî, 35’i de Sahîh-i Müslim’dedir.
Eshâb-ı
kirâmın (r.a.) en fakihi olup, yüksek ictihad makamını elde etmiştir. Bir-gün
İbni Mes’ûd’a “Sizce hangi ilim makbuldür?” diye sual ettiler. “Kur’ân ilmi ile
Sünnet ilmini çok severim.” diye cevap verdi. Kendisi fevkalâde hâfiza kuvvetine
ve aklî melekelere sahib idi. Buyurdular ki:
“Hâmil-i
Kur’ân-ı kerîm olanlar (hâfizlar) halim ve cesur olmalı ve daima mahzun bir
halde bulunmalıdırlar.”
“İnsana
helaldan olan fakirlik hali, harâmdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça,
imânın hakikatına vâsıl olamaz.”
“Kâmil
insan, medh ve zemm, yanında müsavi olandır.”
“Hayır eken
büyük mahsul alır. Şer eken nedamet biçer.”
Bir gün, bir
Bedevî gelerek “Ey İbn-i Mes’ûd! Bana bir şey öğret ki bütün menfaatlar onda
toplanmış olsun. Dünyâda ve âhirette necat (kurtuluş) bulayım” dedi. İbn-i
Mes’ûd Bedevîye “Allahü teâlâya asla şirk (ortak) koşma, Kur’ân-ı kerîme
Peygamberimizin Sünnetine uy. Bunlara uygun olmıyanı kabul etme.” buyurdular.
Birgün hitab ederlerken “Dünyâda büyük fenalık şirret-i lisandır (kötü dilli
olmak).
Kalb vardır
ki ikbâl şehvetine sahiptir. Siz kalbleri şehvet zamanında iğtinâm eyleyin”
buyurmuşlardır.
Bir gün
kendisine: “Ey İbn-i Mes’ûd! Emr bil-mâ’rûf ve nehy ani’l-münker’e riâyet
etmeyenler helâk olur” demişlerdi. O da “Hayır, kalbini ma’rûf ile
doldurmayanlar helâk olur” cevabını vermişlerdir.
“Şerâb içen
kimse, tevbesiz ölürse, mezarını açınız! Yüzünü kıbleye karşı görürseniz, beni
öldürünüz!”
“Bir kimse
sabah ve akşam, Bekara sûresini başından dört âyet ve âyetel-kürsî ile sonraki
iki âyeti ve bu sûrenin sonundaki üç âyeti okursa, evine şeytân girmez. Mecnûn
üzerine okunursa, iyi olur.” “Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun.”
“Cehennemde
azâb yapan ondokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, ondokuz
harftir.”
“Bir gün
Peygamber (s.a.v.) bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu insanı Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturan doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına,
balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytanların saptırdığı
yollardır” buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere tabi’ olmadan, doğru
yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse
istidracdır. Ya’ni, sonu zarar ve ziyandır.
İbni Âbidin
birinci cildin otuzbeşinci sahifesinde buyuruyor ki, “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi,
herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü
anh” olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi
Alkame bin Kays bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden
olan İbrâhim Nehai, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamıştır.
Hammâd-ı Kufî bin Süleyman, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmam-ı
A’zam Ebû Hanife öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf,
hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hazırlanan lokmaları
insanlar yemektedir. Ya’ni bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhiret se’âdetine
kavuşmaktadırlar.”
Hanefî
mezhebindeki ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Mes’ûd’dan (r.a.)
başlayan yol ile meydana çıkarılmıştır. Yani mezhebin reisi olan İmâm-ı A’zam
Ebû Hanife, fıkıh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd da İbrâhim Nehâî’den, bu da
Alkama’dan, Alkama da Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den
almıştır.
Câbir ve
Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki “Bir oğlan Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, ba’zı lüzumlu şeyleri saydı ve
“Annem beni sana gönderip, bunları istedi,” dedi. “Bugün bende bunların hiçbiri
yok” buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mübârek arkasından gömleğini
çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezan okuyunca,
cemaat her zaman olduğu gibi Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merak ettiler.
Birkaçı evine bakıp gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman İsrâ
sûresi yirmidokuzuncu âyetinde, “Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak
şekilde dağıtma!” buyuruldu.
Cüssece
küçük, ilim ve faziletçe büyük olmak münasebetiyle Hazret-i Ömer (r.a.) İbn-i
Mes’ûd (r.a.) hakkında: “İbn-i Mes’ûd, ilim doldurulmuş bir dağarcıktır”
buyurmuştur.
Eshâb-ı
kirâm’dan Ebû Musel-Eş’arî’nin (r.a.): “İbni Mes’ûd, içinizde iken bana
sormayın” dediğini Buhârî zikretmektedir.
Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “İbn-i Mes’ûd’un sözüne, bilgisine
sarılınız!” buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise, “Eğer ben bir
kimseyi meşveret etmeksizin âmir tayin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes’ûd’u
tayin ederdim” buyurmuşlardır.
Arafat’ta
dururken, Hazret-i Ömer’in yanına gelen bir kimse ona şöyle dedi.
“Ey
mü’minlerin emiri! Ben Kûfe’den geldim. Orada mushafları ezbere yazdıran birisi
var.
Hz. Ömer,
benzeri az görülen bir şekilde öfkelendi ve sordu:
“Yazıklar
olsun sana! Kim o?” O kimse:
“Abdullah
İbn-i Mes’ûd” diye cevap verdi. Hz. Ömer’in kızgınlığı geçip eski haline
dönünce:
“Vallahi,
böyle birşeye ondan daha lâyık birinin kaldığını zannetmiyorum. Şimdi sana ondan
bahsedeceğim” deyip konuşmaya başladı.
“Resûlullah
(s.a.v.) bir gece Hz. Ebû Bekir’le müslümanların durumunu konuşuyordu. Ben de
onların yanındaydım. Sonra hep birlikte dışarı çıkdık. Bir de baktık ki
tanımadığımız birisi mescidde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah (s.a.v.) onu
dinlemeye başladı. Daha sonra bize dönüp şöyle dedi:
“Kim Kur’ân
indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa, İbn-i Ümmü Abd (İbn-i Mes’ûd)
gibi okusun.”
Abdullah
İbn-i Mes’ûd duâ etmek için oturunca, Resûlullah da şöyle demeye başladı:
“İste,
istediğin sana verilecektir!”
Abdullah
İbn-i Mes’ûd hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter
içinde kalırdı. Çünkü O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı.
Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak
konuşurdu.
Vücudları
çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, birgün eshaba hitaben: “Siz
İbn-i Mes’ûd’un vücutça zayıf olduğuna bakmayın, mizanda hepinizden ağırdır”
buyurdular.
Hastalandıkları zaman Hazret-i Osman (r.a.) hususî olarak yanına gelip, Allahü
teâlâya kavuşma halin yakın iken neden şikâyet ediyorsunuz ve ne isteğiniz
vardır?” dedi. Cevaben: “Günahımdan şikâyet ediyorum, rahmet-i ilâhiyyeyi
isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince “Hacet yok, beni hasta
eden Tabîbdir” cevâbında bulunmuştur. Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerinin kız
evlâdı çoktu. Hazret-i Osman’ın; “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların maişetleri
(geçimleri) dardır.” Demesiyle “Ben onlara Vâkıa’ sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı
Peygamber (s.a.v.) den işittim ki: “Her kim, geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa’
sûresini tilâvet ederse fakirliğe, darlığa düçar olmaz.” cevabını vermiştir.
Seher
vaktinde şu duayı okurlardı:
“Ya Rabbi!
Beni davet eyledin, icâbet ettim. Bana emreyledin, ben de itaat ettim. Bu,
vakt-i minnettir. Yâ erhamerrâhimîn! Beni afv ve mağfiret et”
İbn-i Mes’ûd
(r.a.) Hazret-i Osman’ın hilâfetine kadar Kûfe’de kalıp, O’nun da’veti üzerine
Medine-i Münevvere’ye dönmüş, 32 (m. 652) tarihinde, 60 yaşını geçmiş olduğu
halde ebedi hayata kavuşmuştur. Baki’ mezarlığına defn olunmuştur.
KAYNAKLAR
1) Müsned-i Ahmed İbn-i
Hanbel cild-1, sh-374-466
2) El-İsâbe, cild-2, sh-360
3) Târîh-i Bağdat, cild-1,
sh-31
4) Hulâsat u Tezhîb-il Kemâl,
sh-181
5) Şezerât-üz-zeheb, cild-1,
sh-38
6) Tabakât-i İbn Sa’d,
cild-3, sh-159
7) Tabakât-ül-Kurrâ
(İbni’l-Cezerî) cild-1, sh- -458.
8) Tabakât-üf-Şirâzî, sh-43
9) Tabakât-ül-Kurrâ
liz-Zehebî, cild-1, sh-33
10) En-Nücûm-üz-Zâhire,
cild-1 sh-89
11) Tabakât-ül-huffâz, sh-5
12) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn
ve Terecim-i Ahvâl-i Fakahâ, sh-10-13
13) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-975
14) Eshâb-ı Kirâm, sh-303
16) Fâideli Bilgiler, sh-49
|