Peygamber
efendimizin cariyesi iken îmân eden kadın Sahâbî. Mâriye (r.anha),
Mısır-İskenderiye’nin hükümdarı Mukavkıs’tan hediye olarak gönderildiği için,
nesebi (silsilesi) ve doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Ömer’in
halifeliğinin son yıllarında 16 (m. 629) Medine’de vefât etti. Bakî’
Kabristanlığına defn edildi.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’deki Kureyş müşrikleriyle Hudeybiye’de on yıl
çarpışmamak üzere barış anlaşması imzaladı. Bundan sonra en yakından en uzağa
kadar olan komşu hükümdar ve kabile başkanlarına; İslâmiyeti duyurmak ve tebliğ
etmek üzere elçilerle mektûblar gönderdi. Bu mektûb ve elçilerden birisi de
Mısır Mukavkıs’ı ismi ile adlandırılan Bizans’ın İskenderiye valisine
yazılmıştı. Elçi olarak da Sahâbîden Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.) gönderilmişti.
Peygamber
efendimiz, İslâmiyete davet etmek için hükümdarlara ve valilere mektûblar yazıp
hazırladı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmı (r.anhüm) toplayarak:
“Ey
müslümanlar! Ey bütün ecr ve sevabların karşılığını Allahü teâlâdan bekliyenler;
Şu mektubu sevabı Allahü teâlâdan ödenmek üzere; Mısır Mukavkısı, İskenderiye
valisine hanginiz götürür?”
diye Sahâbîlere sorunca; Orada bulunan Hatîb bin Ebî Beltea; imânının verdiği
heyacanla hemen ayağa kalktı ve Peygamberimize (s.a.v.) “Ben götürürüm!” dedi.
Peygamber
efendimiz Hatîb bin Ebî Beltea’nın (r.a.) bu davranış ve cevabına çok sevinerek!
“Ey Hatîb! Senin kabul ettiğin bu vazifeni, Allahü teâlâ hakkında hayırlı ve
mübârek kılsın” diyerek duâ buyurdu.
Hatîb bin
Beltea (r.a.) bu duayı aldıktan sonra mektubu Peygamberimizden (s.a.v.) aldı.
Veda ederek evine gitti. Ailesi ile de vedalaşarak yola çıktı, önce Mısır’a
uğradı. Orada Mukavkıs’ı bulamayınca, İskenderiye’ye geçti. Peygamberimiz’in,
(s.a.v.) mektubunu buradaki sarayda bulunan Mukavkıs’a takdim etti. Mukavkıs,
Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu saygı ile açtırdı ve okuttu. Mektupda şöyle
buyuruyordu:
Bismillahirrahmanirrahîm.
Allahü
teâlânın kulu ve Resûlü Muhammed’den (s.a.v.) Mısır ve İskenderiye Meliki
Mukavkıs’a!
Hidayete
kavuşan ve huzura doğru yolu görüp tutanlara selâm olsun! Şimdi ben, seni yüce
İslâm Dînine, müslüman olmaya davet ediyorum! Müslüman ol, kurtuluşu bul da
Allahü teâlâ, sana ahirette sevab ve mükafatını iki kat versin! Şayet, sen bu
davetimi kabul etmez, ondan uzak durursan, bütün Kıbtîlerin günahı senin boynuna
olsun!...
diye devam eden Peygamberimizin (s.a.v.) mektubu; Kur’ân-ı kerîmin Âl-i İmrân
sûresinin altmışdördüncü (64) âyet-i kerîmesi ile son buluyordu:
(Resûlüm),
de ki; “Ey kitab ehli (olan Hıristiyan ve Yahudiler)! Bizimle
sizin aranızda müsâvi (eşid ve ortak) bir kelimeye gelin şöyle ki: Allahü
teâlâdan başkanına tapmıyalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allahü teâlâyı
bırakıp da birbirimizi Rab’lar edinmiyelim” Eğer kitap ehli bu kelimeden yüz
çevirirlerse, (o halde) şöyle deyin: “Şahid olun, biz gerçek müslümanlarız.”
Mukavkıs,
Peygamberimizin (s.a.v.) okunan bu mektubundan sonra O’nun elçisi Hatîb bin Ebî
Beltea’ya (r.a.): “Hayırlı olsun, “seni kutlarım” diyerek yanına çağırdı. “Benim
anlamak ve sormak istediğim bazı konular var ne dersiniz?” deyince:
Hatîb bin
Ebî Beltea (r.a.) “Buyurunuz konuşalım” dedi.
Mukavkıs,
“Senin bana mektubunu getirdiğin efendin Peygamber değil mi?” Hatîb bin Ebî
Beltea (r.a.): “Evet, O, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür” dedi. Mukavkıs, bu
cevâbı alınca; “Peki O, öyle bir Peygamberse, kendi doğup büyüdüğü öz yurdundan
çıkarılıp, başka bir yurda sığınma zorunda bırakılan kavmine niçin beddua da
bulunmadı?” diye sorunca Hatîb (r.a.) O’na Şu şekilde cevap verdi: “Sen İsa’nın
(a.s.) Allahü teâlânın Resûlü olduğuna inanırsın değil mi? İsa (a.s.) Allahü
teâlânın Peygamberi olduğuna göre, Onun da kavmi, kendisini yakalayıp çarmıha
asmak istedikleri zaman, Allahü teâlâ, O’nu bulunduğu dünyâ üzerinden gök yüzüne
yükselteceğine, İsa (a.s.) kavminin yok olması için Allahü teâlâya beddua etse
olmaz mıydı?” deyince:
Mukavkıs,
söyliyecek söz bulamadı. Bir müddet sustu... Daha sonra Peygamberimizin (s.a.v.)
elçisi; Hatîb bin Ebî Beltea’ya şöyle dedi, “Çok güzel konuştun, sen işi ve
emirleri hikmetli ve yanlışsız olansın, yerli yerince konuşuyorsun. Çünkü sen
böyle vasıfları taşıyan birinin yanından geliyorsun!” dedi: Hatîb bin Ebî Beltea
(r.a.) ile Mukavkıs’ın arasında geçen bu güzel konuşmadan sonra Mukavkıs;
Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu alıp, fildişinden güzel bir kutu içine kendi
eli ile koydu ve ağzını mühürleterek özel hizmetçisine koruması için teslim
etti. Fakat Mukavkıs müslüman olmadı.
Hatîb bin
Ebî Beltea (r.a.), Mukavkıs’ın Peygamberimize gönderdiği mektûb, Mâriye ve Sirîn
isminde iki cariye, elbise yapımında kullanılacak bir miktar Mısır kumaşı,
düldül isminde bir katır v.s. gibi hediyelerle Medine’ye döndü. Hediyeler;
Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından kabul edildi. Peygamberimiz (s.a.v.) bizzat
Mukavkıs’tan gelen mektubu kendisi açtı ve okuttuktan sonra: “Kötü ve akılsız
adam! Saltanatından vazgeçemedi. Koruduğu malı ve saltanatının hiçbirisi
kendisinde kalmayacak” buyurdu.
Peygamberimize (s.a.v.) Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderilen
Cariyelerden Mâriye (r.anhâ) Peygamberimizle (s.a.v.) konuştuktan sonra; onun
sohbetine, güzel konuşmasına, alçak gönüllülüğüne, hayran kalıp hemen müslüman
oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) ise O’nun bu davranışından ve îmân ederek müslüman
oluşundan çok memnun oldu. Mâriye’yi (r.anhâ) kendisine nikâhlıyarak diğer
hanımları arasına kattı.
Peygamber
efendimizin evlenmelerinin hepsini Âişe’yi (r.anhâ) Allahü teâlânın emri ile
nikâhladıktan sonra yaptı. Bunlar dîni, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek
yapılan evlenmelerdir. (Bkz. Muhammed aleyhisselâm) Nitekim Câriye olan Mâriye
(r.anhâ) ile olan evlenmeleri de böyledir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki:
“Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrâil
(a.s.)’ın Allahü telâdan getirdiği izinle olmuştur.” Mâriye (r.anhâ) da
herkesin arzu ettiği, fakat nasib olmadığı dereceye, îmân etmesiyle yükselmiş,
bütün müslümanların annesi olarak herkesin saygısını kazanmıştı. Buna O saygıyı
ve şerefi kazandıran Peygamberimizi (s.a.v.) görür görmez Allahü teâlâya imân
edip müslüman olmasıdır.
Peygamberimizin (s.a.v.) Mâriye’den (r.a.) İbrâhim adında bir oğlu dünyâya
geldi. Bu sebeple de Peygamberimizin (s.a.v.) hanımları içinde Hz. Hadîce’den
sonra çocuğu olan ikinci hanımı olma şerefine de kavuşmuş oldu. Peygamberimizin
(s.a.v.) oğlu İbrâhim, Medine dışında bulunan Avali isminde bir köyde, süt
anneye verildi. Peygamber efendimiz sık sık bu köye oğlunu ziyârete gider O’nu
şefkat ve merhametle severdi. Yine bir gün aynı köye; Oğlu İbrâhim’i ziyârete
gitti. Oğlunun ruhunu teslim etmek üzere olduğunu görür görmez O’nu, hemen
bağrına bastı. Saçlarını okşamaya başladı. Birkaç dakika sonra İbrâhim vefât
edince: “Yâ İbrâhim! ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz
sızlıyor. Fakat Rabbimizi gücendirecek herhangi bir söz, söylemeyiz”
buyurdu. Bu sırada gözlerinden damla damla yaşlar akıyordu. Peygamberimizin
(s.a.v.) bu halini gören yanındaki arkadaşı Abdurrahman bir Avf (r.a.): “Yâ
Resûlallah, siz de mi ağlıyorsunuz” demesine karşılık Peygamberimiz (s.a.v.)
“Ben sizi ağlamaktan menetmem, o insanın elinde, iradesinde değildir. Ama sesli
ağlamaktan ve feryat etmekten ve cahiliye âdetlerinden men ederim. Bunlar Allahü
teâlânın rızasına muhaliftir (uygun değildir). Ama gayri ihtiyari gözyaşı
dökülür ve mahzun olunur” buyurmuştur. Bu ise, vefât edenler için bağırıp
çağırmadan, üst baş yırtmadan, Allahü teâlâya karşı şirk koşmayacak durumda
üzülmenin serbest olduğunun müslümanlara güzel bir şekilde izahı olmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.) aynı gün oğlu İbrâhim’in cenaze namazını kendi kıldırdı.
Bakî kabristanlığına defn edildi. Kabrinin üzerini hafifçe açarak su döktü. Baş
tarafına ise büyükçe bir taş koydu. Bu durum hâlâ Peygamberimizin (s.a.v.)
sünneti olarak Müslümanlar arasında bugün de devam etmektedir.
Yine aynı
gün; (İbrâhim’in defn edildiği gün) güneş tutulmuş her taraf kararmıştı. Bunu
gören herkes, Peygamberimizin (s.a.v.) oğlu İbrâhim’in ölümüne yormuştu. Bunu
duyan Resûl-i Ekrem efendimiz; “Ay ve Güneş, Allahü teâlânın Âyetlerinden
ikisidir. Kimsenin ölümünden dolayı tutulmazlar” buyurmuşlar ve bu olayın
tabiî bir hâl olduğunu Eshâb-ı kirâma açıklamışlardı.
Hz. Mâriye
ve oğlu İbrâhim’in hayatı, müslümanların bir çok İslâmi konularda uyarılmasına,
sebep olmuştur. Mâriye (r.anhâ) çok sakin, sessiz ve kendi halinde olduğu için,
«kendisinden hadîs rivâyeti olmamıştır. Mâriye (r.anhâ), Halife Hz. Ömer’in
halifeliğinin son-yıllarında 16 (m. 637) de vefât etmiştir.
KAYNAKLAR
1) Mevâhib-i Ledünniye cild-1, sh-242
2) El-İsâbe cild-4, sh-405
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-70
4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-212
5) El-İstiâb cild-4, sh-410
6) Envâr-ul-Muhammediyye 158
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1020
|