Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek zevcelerinden. İsmi Aişe binti Ebû Bekir’dir.
Yani Ebû Bekir (r.a.)’ın kızıdır. Annesi Ümmü Ruman binti Âmir İbni Uveymir’dir.
Künyesi Ümmü Abdullah, lâkabı Sıddîka, unvanı Ümm-ül-Mü’minindir. Hz. Âişe’nin
çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yokta. Araplarda künyeye çok ehemmiyet
verilirdi. Bunun için Hz. Aişe üzülürdü. Birgün Hz. Peygambere bunu arz etmiş ve
Peygamberimiz (s.a.v.) de “Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr’i kendine evlâd
edinirsin, Onun ismine izafeten de künye alırsın.” Bundan sonra Hz. Aişe
yeğeni Abdullah bin Zübeyr’e izafeten Ebû Abdullah diye künyelendi.
Hz. Aişe,
Hicret’ten sekiz sene önce Mekke-i Mükerreme’de doğdu. (m. 614). 57 (m. 676)
senesinin Ramazan ayının 17. Salı günü Medine-i Münevvere’de vefât etti.
Namazını Medine valisi olan Ebû Hureyre (r.a.) kıldırdı. Vasiyyeti üzerine
geceleyin Baki Kabristanına defn edildi.
Hz. Aişe
validemiz küçük yaşta iken okuma-yazma öğrenmiş olup, çok zeki ve kabiliyetli
idi. Her bir hâdise üzerine hemen bir şiir söylemesi onun zekâsına bir delildir,
öğrendiği ve ezberlediği bir şeyi katiyyen unutmazdı Çok akıllı, zekî, âlime,
edibe ve afife ve sâliha idi. Hâfızası pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kirâm,
birçok şeyleri ondan sorup öğrenirdi. Âyet-i kerîme ile medh edildi.
Resûlullah
(s.a.v.) ikinci defa olarak, ellibeş yaşında iken, Ebû Bekir’in (r.a.) kızı;
Aişe (r.anha) ile evlendi. Bunu, Hadîce-i kübrânın vefâtından bir yıl sonra,
Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti, ölünceye kadar, sekiz sene onunla
yaşadı.
Peygamberimizin Hz. Aişe ile evlenmelerinde en önemli husus nikâh akdinin Hz.
Peygamberin arzusuyla değil, Allahü teâlânın emri ile olmasıdır. Buhârî ve
Müslim’in rivâyetlerinde ve Mevâhib-i Ledünniyye’de Peygamberimiz (s.a.v.) Hz.
Aişe’ye şöyle buyurdu: “Seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek ipek kumaşa
sarmış (Bu senin hatunundur) dedi. Ben de yüzünü açtım ve “Eğer Allah tarafından
ise Cenâb-ı Hak imza eylesin” dedim. Ya’ni eğer rüya rahmani ise Allahü teâlâ
müyesser kılsın demektir. Tirmizî’nin beyanına göre: Cebrâil (a.s.)
Peygamberimize yeşil bir ipek içinde Hz. Âişe’nin suretini getirdi ve “Bu senin
dünyâda ve âhirette hâtûnundur” buyurdu.
Hz. Âişe’nin
bildirdiğine göre: Peygamberimiz (s.a.v.) hergün ya akşam ya sabah vakitlerinde
Hz. Ebû Bekir’in evine uğraman âdet-i şerîfleri idi. (Müşrikler Dar’ün-Nedvede
toplanmışlar, şeytan Necdli bir şeyh kılığında gelmiş; müşriklere Hz. Peygamberi
öldürmelerini tavsiye etmiş ve Hz. Peygamberi (s.a.v.) öldürmek üzere karar
almışlardı. Cebrâil (a.s.) bunu Hz. Peygambere (s.a.v.) haber yerdi ve hicretine
Allahü teâlânın müsâde buyurduğunu bildirdi.) Hz. Peygamber hicretine müsaade
buyurulduğu gün; öğle vakti sıcakta hiç gelmediği bir saatte başını sarmış
olduğu halde Hz. Ebû Bekir’in evine geldi ve Hz. Ebû Bekir’e Allahü teâlânın
hicret için izin verdiğini ve Hz. Ebû Bekir’in de kendisi ile beraber olacağını
haber verdi. Bu haber üzerine Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Hz. Aişe o güne
kadar sevincinden ağlayan hiç bir insan görmediğini söylemiştir.
Yine Hz.
Aişe buyuruyor ki: “Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman bizi ve kızlarını
geride Mekke’de bırakmıştı. Medine’yi şereflendirince azadlı kölesi Zeyd bin
Hârise ile Ebû Râfi’i iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın almak
üzere 500 dirhem harçlıkla bize gönderdi. Hz. Ebû Bekir de Abdullah bin
Ureykıt’ı iki üç deve ile onların yanına katıp, hanımı Ümmü Rumân ve beni ve kız
kardeşim Esmâ’yı develere bindirerek göndermesini, oğlu Abdullah bin Ebû Bekre
mektûb yazarak emretti. “Hz. Aişe, annesi Ümmü Rumân ve Resûlullahın
kerîmelerinden Hz. Zeyneb hariç diğerleri ile kafile olarak yola çıktı. Kubeyd
mevkiinde Hz. Zeyd 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kafileye Talha bin
Ubeydullah (r.a.) da katıldı. Mina mevkiinden Beyd’a denilen yere ulaştıkları
zaman Hz. Âişe’nin devesi kaçtı. Hz. Aişe buyuruyor ki: “Devem kaçtı. Ben
Mahfe’nin içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem “Eyvah kızcağızım, eyvah
gelinciğim” diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ devemize sükûnet verdi ve bizi
kurtardı. Nihayet Medine’ye geldik. Ben Hz. Ebû Bekir’in ev halkı ile birlikte
indim.” O zaman Mescid-i Nebevî ve etrafındaki odalar yapılmıştı.
Abdülhak-ı
Dehlevî, (Cezb-ül-kulûb) kitabında, fârisi olarak diyor ki, (Mescid-i şerîf)
yapılırken, Aişe ve Sevde (r.anha) için birer oda yapıldı. Sonra, ihtiyaç
oldukça bir oda yapılarak, adedleri dokuz oldu. Odalar, Arab âdeti üzere, hurma
dalından idi. Üstleri kıldan keçe ile örtülü idi. Kapılarında yalnız perde asılı
idi. Odalar mescidin cenûb, şark ve şimal taraflarında idi. Kerpiçden yapılmış
olanı da vardı. Çoğunun kapısı mescide açılırdı. Tavanlarının yüksekliği, orta
boylu insan boyundan bir karış fazla idi. Hz. Fâtıma ile Hz. Âişe’nin odaları
arasında kapı vardı. Resûlullah (s.a.v.) vefâtından birkaç gün önce, Hz. Ebû
Bekir’den başka Eshâb odalarının mescide açılan kapılarını kapattırdı.
Mekke’den
gelen Resûlullahın ev halkı kendi odalarının önünde indi. Hz. Âişe validemiz Hz.
Ebû Bekir’in evinde bir müddet ikâmet buyurdular. Hz. Ebû Bekir bir gün
Resûlullaha “Yâ Resûlallah ehlinle evlenmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu.
Resûlullah “Mehirdir” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, Resûlullaha mehr parası
gönderdi. Bunun üzerine Resûlullah Hz. Âişe ile nikâhlarının vuku bulduğu Şevval
ayı içerisinde evlendi.
Hz. Âişe
validemiz buyuruyor ki: “Medine’ye hicret edip geldiğimiz zaman burası hastalığı
bol olan bir yer idi. Bütün Eshâb-ı kirâm hastalığa tutuldular. Bu hastalıktan
ancak Resûlullah (s.a.v.) Allahü teâlânın korumasıyla kurtuldu.” Hz. Âişe de
hastalandı. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Âişe’ye “Sende gördüğüm nedir”
diye sorunca Hz. Âişe “Anam Babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah Hummadır. Allah
onu kahretsin” dedi. Peygamberimiz: “Hayır ona kötü söyleme. O, vazifelidir,
istersen sana bir duâ öğreteyim. Onu okuduğun zaman Allahü teâlâ onu senden
giderir.” buyurdu. Hz. Âişe, “Öğret yâ Resûlallah” dedi. Hz. Peygamber duayı
öğretince humma geçti. Hz. Âişe validemiz hasta yatarken babası Hz. Ebû Bekir,
Onu yanağından öptü: “Sevgili yavrucuğum nasılsın” diye halini sordu.
Hz. Âişe
validemiz Medine’de Resûlullah’ın (s.a.v.) gazalarına katılmış diğer Sahâbî
hâtûnları gibi yaralıların tedavisi ve onların bakımıyla meşgul olmuş, büyük
hizmetler görmüştür. Cephelerde eline kılıç alıp, çarpışmayı istemiş ise de
Resûlullah (s.a.v.) buna müsâde buyurmamıştır. Meselâ Uhud günü Hz. Peygamber
(s.a.v.) yaralanmış, mübârek yüzü müşriklerin attığı taşla yaralanıp, kan içinde
kalmıştı. Hz. Fâtıma validemiz, Resûlullahın mübârek yüzünü yıkamış, kan
durmayınca yünden hasır yakmış ve külünü âlemlere rahmet olarak gelen
Peygamberimizin mübârek yüzüne basarak, kanı durdurmuştu. Hz. Âişe validemiz de
sırtında yiyecek ve içecek su taşıyarak Uhud’a gelmişti. Hz. Âişe ve Ümmü Süleym
kırba ile su taşıyorlar, Hamne (r.a.) ise susuzlara su veriyordu. Enes bin Mâlik
(r.a.) diyor ki, “Uhud gazasında müslümanlar bozulup, Resûlullahın yanından
dağıldıkları zaman, Hz. Âişe ile Ümmü Süleym bint-i Milhân’ı gördüm. Arkalarında
kırbalarla koşa koşa su taşıyorlar, yaralıların ağızlarına boşaltıyorlardı.
Kırbaları boşaldıkça koşarak gidiyor doldurunca koşarak geliyor yine yaralılara
su veriyorlardı.” Kadınların Uhud Savaşına katılmasına müsaade edilmesinin
sebebi yaralıları tedavi için idi.
Hz. Âişe
validemiz, Benî Mustalık (veya Müreysi) gazasına da katılmıştı. Bu gazada
kendilerine yapılan iftira ile ilgili olarak Hz. Âişe buyururdu ki: (Bana karşı
yapılan iftiranın yalan olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi). Hatta bunu
söyleyerek öğünürdü. Allahü teâlâ, Nur süresindeki onyedi âyeti göndererek,
Âişe’ye iftira edenlerin Cehenneme gideceklerini bildirdi. Hz. Âişe’nin izzeti
ve şerefinin yüksekliği bu âyet-i kerîmelerle de anlaşıldı.
Hz. Âişe’ye
iftira, Hicret’in beşinci yılında (Müreysi) gazvesinde olmuştu. Bu muharebeye
(Beni mustalık) gazvesi de denir. Resûlullah, bu gazaya bin kişi ile gitmişti.
Hz. Âişe ile Ümmü Seleme’yi de götürmüştü. Ganimete kavuşmak için, çok sayıda
mün!fık da gelmişti. Resûlullah (s.a.v.) askerin önüne Hz. Ömer’i koydu. Kanlı
savaşdan sonra beşbin koyun ile onbin deve ve yediyüzden ziyade esir alındı.
Me’aric-ün-nübüvve de buyuruluyor ki: Resûlullah gazaya giderken, zevceleri
arasında kur’a çekerdi. Hangisinin adı çıkarsa, onu birlikte götürürdü. Bu
gazaya da Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme gitmişti. Hz. Âişe buyuruyor ki,
(Kadınların örtünmesi için âyet gelmişti. Bana bir çadır yapdılar. Çadırla
deveye bindirirlerdi. Gazadan dönüşde, Medine’ye yakın konmuşduk. Seher vakti
göç sesleri işitildi. Abdest için, askerden uzaklaşmışdım. Hemen geldim.
Gerdanlığımı bulamadım. Geri gittim. Aradım, buldum. Yerime gelince, askeri
göremedim. Gitmişler. Beni çadırın içinde sanıp deveye yükletmişler. O zaman az
yirdim. Zaîf idim. Ondört yaşında idim. Şaşırdım kaldım. Beni bulamayınca
ararlar diyerek, oturup bekledim.
Uyumuşum.
Resûlullah (s.a.v.) Safvânın arkadan gelmesini emr eylemişti. Gelip beni uykuda
görünce, bağırmış. Sesden uyandım. Onu görünce, yüzümü örttüm. Devesini
çökdürdü. Uzaklaşarak, (Deveye bin) dedi. Bindim. Safvân yuları tuttu. Sıcak
başınca, askere yetişdik. Önce münafıklara rastladık Çirkin şeyler söyleşdiler.
Onları İbni Ebî Selûl kışkırtıyordu. Müslümanlardan Hassan bin Sâbit ve Mistah
da onlara uymuşdu. Medine’ye gelince, hasta oldum. İftira söylentileri heryere
yayılmış. Benim haberim yokdu. Fakat, Resûlullah beni eskisi gibi aramıyor,
hastalığımı da yoklamıyordu. Sebebini anlıyamıyordum. Bir gece, Mistah’ın annesi
ile ihtiyaç için dışarı çıkdım. Etekleri ayağına sarılarak düşdü. Oğlu Mistah’a
la’net etti. Niçin söğersin? dedim. Söylemedi. Birkaç kerre sordum. Ey Aişe!
Onun ne söylediklerini işitmedin mi? dedi. Sordum, iftira sözlerini bana
anlattı. Hastalığım hemen arttı. Ateşim yükseldi Tepemden duman çıktı zannettim.
Aklım gitti. Düşdüm. Aklım başına gelince evime geldim. Babamın evine gitmek
için Resûlullah’dan izin istedim, izin verdi. Ne olduğunu öğrenmek istiyordum.
Anneme sordum: “Yavrum hiç üzülme! Senin işin kolaydır. Güzel olan ve zevci
tarafından çok sevilen her kadın için böyle şeyler söylerler” dedi. Şaşırdım.
Böyle sözler acaba Resûlullahın mübârek kulağına da gitmiş midir? Babam da
duymuş mudur diye üzüldüm. Çok ağladım. Babam başka odada Kur’ân-ı kerîm
okuyordu. Sesimi duymuş. Annemden sormuş. Annem de, dillerde dolaşan sözleri
şimdi işitdi demiş. Babam da ağladı. Sonra yanıma gelip, “Yavrum sabret! Allahü
teâlâdan ne Âyet geleceğini bekliydim” dedi. O gece, sabaha kadar uyumadım.
Gözlerimin yaşı dinmedi.”
Resûlullah
(s.a.v.), Hz. Ali ile Üsâmeyi (r.a.) çağırıp, “Bu işin sonu neye varacak?”
dedi. Üsâme, (Yâ Resûlallah! Biz senin zevcenin yalnız iyi olduğunu biliriz)
dedi. Hazret-i Ali de, (Yeryüzünde kadın çok. Allahü teâlâ sana yeryüzünü dar
eylemedi. Aişe’yi, cariyesi olan Büreyde’den sor!) dedi. Ona soruldu. “Allaha
yemin ederim ki, onda bir ayb görmedim. Arada bir uyurdu. Koyun gelince, un ile
hamur yapıp yerdi. Çok zaman onun yanında bulundum. Onda hiçbir ayb görmedim.
Ağızlarda dolaşanlar doğru olsaydı, Allahü teâlâ, onu sana bildirirdi” dedi.
Resûlullah (s.a.v.) bir gün evinde üzüntülü oturuyordu. Ömer-ül-Fârûk hazretleri
geldi. Resûlullah, onun ne düşündüğünü sordu. “Yâ Resûlallah! İyi biliyorum ki
münafıklar yalan söylüyorlar. Allahü teâlâ, senin üzerine sinek kondurmuyor. Bir
murdar yere konup da, sonra senin üstünü kirletmesin diye muhafaza ediyor. Seni
az bir pislikden saklıyan Allah, pisliklerin en kötüsünden elbet saklar” dedi.
Hazret-i Ömer’in bu sözü Resûlullahın hoşuna gitti. Mübârek yüzü güldü. Sonra,
Hazret-i Osman’ı çağırdı. Ona da sordu. (Bu sözü münafıkların yaydığından ve
yalan olduğundan şübhem yoktur. Hepsi iftiradır. Allahü teâlâ, senin gölgeni
yere düşürmüyor. Mübârek gölgenin bile pis bir yere düşmesini, yâhud habîs bir
kişinin, o gölgeye basmasını önlüyor. Mübârek evine pislik sokmasını hoş görür
mü?” dedi. Bu sözden de, mübârek kalbi ferahladı. Sonra Hz. Ali’yi çağırıp
sordu. O da, “Bu sözler yalandır, iftiradır. Münafıkların uydurmasıdır. Sizinle
nemâz kılıyorduk. Siz nemâz içinde iken mübârek na’lınızı çıkardınız. Size
uyarak biz de çıkardık. “Na’lınlarınızı niçin çıkardınız” dediniz. Size
uymak için dedik. Siz de, “Cebrâil aleyhisselâm geldi. Na’lında necaset
bulaşığı olduğunu bana haber verdi. Onun için çıkardım” buyurmuşdunuz. Namaz
içinde bile vahy ederek seni pislikden koruyan Allahü teâlâ, mübârek
zevcelerinize böyle pislik yapılmasına izin verir mi? Böyle birşey olsaydı, bunu
da hemen haber verirdi. Mübârek kalbin üzülmesin. Allahü teâlâ, vahy edip,
mübârek zevcenizin pak olduğunu elbette size bildirir” dedi. Bu söz de,
Resûlullâhı sevindirdi. Hemen Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’în evine teşrif buyurdu.
Hz. Âişe
(r.anha) diyor ki: O gün ben durmadan ağlıyordum. Ensârdan bir hanım gelmiş o da
ağlıyordu. Annem ve babam yanımda oturuyorlardı. Ansızın Resûlullah gelip selâm
verdi. Yanımda oturdu. O zamandan beri yanıma hiç gelmemişti. Bir ay geçmişti.
Hiç vahy inmemişdi. Resûlullah oturunca, Allahü teâlâya hamd ü sena eyledi.
Şehâdet kelimesini okudu. Bana dönüp, “Ey Âişe, senin için bana şöyle
söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değil isen, Allahü teâlâ, yakında senin
doğru olduğunu bildirir. Eğer bir günâh hâsıl oldu ise, tevbe istiğfâr eyle!
Allahü teâlâ, günâhına tövbe edenlerin tevbesini kabul eder” buyurdu.
Resûlullahın mübârek sesini işitince, ağlamakdan vazgeçdim. Babama dönüp, cevâb
vermesini söyledim. “Vallahi bilmem ki, Resûlullah’a (s.a.v.) ne cevap vereyim.
Bizim kavmimiz cahiliyet devrinde putperest idi. İnsan heykellerine tapınırlar,
ibâdet etmesini bilmezlerdi. Hiç kimse bizim kadınlarımıza böyle birşey
söyliyemezdi. Şimdi elhamdülillah kalblerimiz İslâm nuru ile parladı. Evimiz
İslâm ışığı ile aydınlandı. Herkes bizim için böyle söylüyorlar. Ben,
Resûlullaha ne diyeyim?” dedi. Sonra anneme döndüm. Sen cevâb ver, dedim. O da,
“Ben şaşırdım kaldım. Ne söyliyeceğimi bilmiyorum. Sen söyle” dedi. Sonra, ben
söze başladım. Dedim ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, mübârek kulağınıza
gelmiş olan lâfların hepsi yalandır. Eğer onlara inanmış iseniz, temiz olduğumu
ne kadar söylesem, bana inanmazsınız. Allahü teâlâ biliyor ki, benim birşeyden
haberim yokdur. Yapmadığım birşeye evet dersem, kendime iftira etmiş olurum.
Vallahi başka diyeceğim yokdur. Yalnız Yûsuf aleyhisselâmın dediğini derim ki,
“Sabr etmek iyidir. Onların söyledikleri şey için, Allahü teâlâdan yardım
beklerim.” Şaşkınlığımdan, Ya’kûb “aleyhisselâm” diyeceğim yerde, Yûsuf
“aleyhisselâm” dedim. Sonra yüzümü çevirip dayandım. Rabbimin beni temize
çıkaracağını, Allah hakkı için hep bekliyordum. Çünkü, kendimden emindim. Suçum
yokdu. Fakat, Allahü teâlânın benim için âyet-i kerîme göndereceğini
sanmıyordum. Kıyâmete kadar her yerde, benim için âyet-i kerîme okunacağını
aklıma sığdıramıyordum. Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kendi aşağılığımı
bildiğim için, benim için, âyet-i kerîme göndereceğini hiç ümîd etmiyordum.
Yalnız günahsız olduğumu, kalbimin temizliğini Peygamberine rü’yâda bildirir
veya kalb-i şerîfine ilham eder diyordum. Allah hakkı için doğru söylüyorum ki,
Resûlullah, oturduğu yerden daha kalkmamışdı ve kimse odadan dışarı çıkmamışdı.
Mübârek yüzünde vahy alâmetleri göründü. Oturanların hepsi, vahy geldiğini
anladı. Babam bu hâli görünce, deriden bir yastık vardı. Yastığı Resûlullahın
mübârek başının altına koydu. Bir yemeni çarşaf ile üzerini örtdü. Vahy gelmesi
bitince, mübârek yüzünden örtüyü kaldırdı. Gül ile kırmızı yüzünden, inci gibi
parlıyan terleri, mübârek elleri ile sildi. Gülümsiyerek “Müjdeler olsun sana
ey Âişe! Allahü teâlâ, seni temize çıkardı. Senin pak olduğuna şâhid oldu”
buyurdu. Babam hemen “Kalk yâ kızım! Resûlullaha çabuk teşekkür et!” dedi. Ben
de, ; “vallahi kalkmam, Allahü teâlâdan başkasına şükr etmem! Çünkü, Rabbim
benim için âyet-i kerîme indirdi” dedim. Sonra Resûlullah, “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Nur sûresinin onbirinci âyetinden başlıyarak, on âyet-i kerîme okudu.
Babam hemen kalkıp başımı öpdü.
Âişe
(r.anhâ) hakkında bu âyet-i kerîme gelmeden önce, Hz Ebû Eyyûb Hâlidin zevcesi,
“Âişe için ağızlarda dolaşan sözlere ne dersin?” diyerek, Hz. Hâlidden sormuş.
Hz. Hâlid de, “Allah için, bu sözler yalandır. Sen bana karşı böyle kötülük
yapar mısın?” demiş. “Hâşâ yapmam” deyince, Hz. Hâlid de “Âişe, dîni bizden daha
bütün iken, Resûlullaha karşı böyle şey yapmış olabilir mi? Biz böyle
söylemedik. Bu sözler büyük iftiradır” demiş. Hak teâlâ da, Hz. Hâlidin tam bu
sözü gibi âyet-i kerîme göndermişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
hemen Eshâbını mescide topladı. Gelen âyet-i kerîmeleri okudu. Âyet-i kerîmenin
bereketi ile, mü’minlerin kalblerindeki şübheler kalkdı. Mistah, Hz. Ebû
Bekir’in akrabası idi. Fakir idi. Hz. Ebû Bekir, onun geçinmesine yardım ederdi.
Mistâh, bu işte münafıklarla bir olunca, ona yardım etmemeğe yemîn etdi. Bunun
üzerine, Allahü teâlâ, Nur sûresinin yirmiikinci âyetini gönderdi. Ebû Bekir
Sıddîk, bu âyet-i kerîmeyi işitince, “Allahü teâlânın beni afv etmesini severim”
dedi. Mistah’a eskisi gibi yardım etdi. Hz. Âişenin temiz olduğunu bildiren
âyet-i kerîmeler gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sözleri
söyliyenlere “Kazf” haddi vurulmasını emr buyurdu. Dört kişiye seksen değnek
vurdular. Birisi kadın idi ve Resûlullahın baldızı idi. (Me’âric) kitabının
yazısı temam oldu.
Hz. Âişe
için gelen onyedi âyet-i kerîmeden birincisinin tefsîrini (Mevâkib tefsîri)
şöyle bildiriyor “Âişe “radıyallahü anhâ” ya iftira edenler, sizden
birkaç kişidir. Siz bu iftirayı kendiniz için kötülük sanmayın! Bu sizin için
hayırlıdır. (Bu iftira sebebi ile çok sevâb kazandınız. Onların yalanı
meydâna çıkdığından, sizin şânınız, şerefiniz artdı. Âyet-i kerîme, sizin temiz
olduğunuzu bildirdi “O iftira edenlerden her biri için kazandıkları günâh
kadar cezalar vardır. Büyük iftirayı icâd edip, çok çirkin şeyi söyliyenlere
dünyâda ve âhiretde büyük azâb vardır” Bunlara had vuruldukdan sonra,
Abdullah bin Ebî Selûl hakîr, zelil oldu. Hassan, ölünceye kadar kör oldu.
Mistah’ın eli çolak oldu. Onikinci âyet-i kerîmede, “Bu iftirayı işitince,
mü’min erkek ve kadınlar, kendi ailelerine iyi gözle bakman. Bu, meydânda bir
yalan ve iftiradır demelidirler”, ondokuzuncu âyet-i kerîmede, Mü’minlerin
kötü olarak anılmasını sevenlere, dünyâda ve âhiretde acı azablar vardır ve
yirmialtıncı âyet-i kerîmede “Habîs söz söylemek, habîs adamlara lâyıkdır.
Habîs adamlara, habîs kelâm yakışır” buyuruldu. Resûlullah ve Hz. Âişe ve
Safvân (r.anhüm) o alçakların söylediklerinden uzakdırlar. Onlar için afv,
mağfiret ve Cennetde ni’metler vardır.
Görülüyor
ki, Hz. Âişe’ye iftira edenlere, Allahü teâlâ, alçak demekdedir. Onlara çok acı
azablar vereceğim bildirmektedir. (Hasâis-ul-habîb) kitabında diyor ki,
Resûlullahın mübârek zevcelerinden birini (Kazf) edenin, kötüKyenin kâfir
olduğuna ve tevbesinin kabul olmıyacağına, Abdullah İbni Abbâs hazretleri fetva
vermiştir. Hele, Hz. Âişe’ye kötü demek, Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmek olur. Bunun
küfr olduğu sözbirliği ile bildirümişdir. Eshâb-ı kirâmdan birinin annesine kötü
diyenin cezası da, kazf cezasının iki katıdır.
Hz. Âişe
buyurdu ki: Resûlullahın (s.a.v.) ilk hastalığı Hz. Meymûne’nin evinde oldu. O
gün Resûlullahın Hz. Meymûne’ye uğradığı gündü. Burada Resûlullahın (s.a.v.)
hastalığı arttı. Diğer ezvâc-ı tahirât gelerek Resûlullahın hizmetine
koyuldular. Peygamberimiz de “Ey benim zevcelerim ma’zûr görün takatim yoktur
ki evlerinizi dolaşayım. İzin verirseniz Âişe’nin evine gideyim, bana orda
hizmet edersiniz.” buyurmuşlardı. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Abbas ve Hz.
Ali’nin omuzlarına dayanıp Hz. Âişe’nin odasına gitdi. Giderken mübârek ayakları
yeri sürüyordu. Gelip döşeğe yattı. Bu odada 11 (m. 632) senesinde Rebi’ ûl
evvel ayının onikinci Pazartesi günü Öğleden önce mübârek başı Hz. Âişe
validemizin göğsünde olduğu halde vefât etti. Vefat ettiği yere; Hz. Âişe’nin
odasına defn edildi.
Resûlullahın
(s.a.v.) vefâtından sonra da Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvan” Hz. Âişe
validemize Ümm-ül-Mü’minin; mü’minlerin annesi olarak hürmetleri, ikramları ve
izzetleri çok fazla idi. Hatta bu hususta Hz. Ömer (r.a.) bunda o derece ileri
gitti ki, Hz. Âişe: “Resûlullahın vefâtından sonra Hz. Ömer bana çok iyilik
etti. Yâ Rabbi bundan böyle beni Onun ihsan ve iyilikleri için ayakta tutma”
buyurdu. Hz. Âişe validemiz Resûlullahın; kabr-i şerîfi yanında kendisi için
ayırmış olduğu yeri Hz. Ömer’e (r.a.) verdi. Hz Ömer buraya defn edildi.
Hz. Âişe
validemiz Hz. Osman zamanında da dîn-i İslâmı öğretmekle meşgul oldu. Osman
(r.a.) hilafetinin son zamanlarında Kûfe ve Mısır’da isyancılar Medine’ye
yürüdüler ve Hz. Osman’ı şehîd etdiler. Hz. Ali, halife olunca, katilleri arayıp
kısas yapmak için gecikdirmeği uygun gördü. Eşkıya ise, bundan yüz buldu.
Taşkınlığa devam etdiler. Hz. Osmanı söğüp, kendilerini haklı gösteren sözleri
her tarafa yaymağa başladılar. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Talha, Zübeyr,
Nu’mân bin Beşîr, Ka’b bin Acre ve başkaları bu hâle çok üzüldüler’, “İşin
sonunun böyle olacağını bilseydik, Hz. Osmanı, eşkıyaya karşı korurduk” dediler.
Katiller, bunu haber alınca, bu sahâbîleri de şehîd etmeğe karar verdiler.
Bunlar da Mekke-i mükerremeye gitdiler. Hac etmek için Mekkeye gelmiş olan Hz.
Âişeye anlatıp ona sığındılar. “Halîfe, fitneyi basdırıncaya kadar, eşkıyaya yüz
veriyor. Onlar da şımararak düşmanlıklarını, işkencelerini artdırıyorlar. Kısas
yapılmadıkça ve zâlimlerin cezası verilmedikçe, kan dökmemin önüne
geçilemiyecekdir” dediler. Hz. Âişe de, “Bu şakiler Medînede kaldıkça ve
Emîrü’l-mü’minînin etrâfını sardıkça, sizin Medîneye gitmeniz doğru olmaz.
Şimdilik emin bir yere gidiniz işin sonunu bekleyiniz. Hz. Alî’yi bu eşkıyanın
elinden kurtarmak için uzakdan yardım ediniz, ilk fırsatda, halîfeyi aranıza
alıp eşkiyâ üzerine yürüyünüz. Katilleri yakalayıp kısas yapmak kolay olur.
Böylece kıyâmete kadar, zâlimlere ders vermiş olursunuz! Bu iş şimdi kolay
değildir. Acele etmeyiniz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, Hz. Âişe’nin sözlerini
beğendiler, İslâm askerlerinin toplanma yerleri olan Irak ve Basra taraflarına
gitmeği uygun gördüler. Hz. Âişeye “Fitne kalkıp, ortalık düzelinceye ve
halifeye kavuşuncaya kadar bizi himaye et! Sen Müslümanların annesisin ve
Resûlullahın muhterem zevcesisin. Ona herkesden daha yakın ve daha sevgilisin.
Seni herkes saydığı için, eşkiyâ sana yaklaşamaz. Bizimle beraber bulun! Bize
kuvvet ol!” diye yalvardılar. Hz. Âişe, müslimânların rahat etmesi için ve
Resûlullahın Eshâbını korumak için, onlarla birlikde Basra’ya hareket etdi.
Halîfenin etrafını sarmış olan ve birçok işlere karışmakda olan katiller, bu
haberi Hz. Alîye başka türlü anlatdılar. Halîfeyi de Basra’ya gitmeğe
zorladılar. İmâm-ı Hasen ve İmâm-ı Hüseyin ve Abdullah bin Ca’fer Tayyar ve
Abdullah bin Abbâs gibi Sahâbîler, halîfeye acele etmemesini, münafıkların
sözüne aldanmamasını söylediler ise de, eşkiyâ ağır basarak, Emir hazretlerini
Basra’ya götürdüler. Önce Ka’ka’ adında birini gönderip, Hz. Âişe’nin yanında
bulunanların düşüncelerini sordu. Sulh ve fitneyi önlemek istediklerini, bunun
için de, önce katillerin yakalanması lâzım geldiğini söylediler. Halife, bu
isteklerini uygun buldu. Her iki tarafdaki Müslümanlar sevindiler. Üç gün sonra
birleşmek için anlaşdılar. Buluşma saati yaklaşınca, katiller haber aldı.
Şaşkına döndüler. Başkanları olan Abdullah bin Sebe’ yahûdisinin etrâfında
toplandılar. Bunun çâresini sordular. Son çaremiz bu gece halîfenin askerlerine
hücum ediniz ve hemen halifeye gidip “Âişe’nin yanındakiler sözlerinde durmadı.
Baskına uğradık” deyiniz. Bir süvari birliği ile de, karşı tarafa saldırdılar.
Birkaç gün evvel gönderdikleri ajanlar da, karşı tarafdan imiş gibi “Halife
sözünde durmadı. Baskına uğradık” diye bağırdılar. Böylece harb başladı. Deve
vak’ası böyle patlak verdi.
Deve vak’ası
sonunda Hz. Ali Hz. Âişe’ye izzet ve ikramda bulunmuş ve kendisini Medine-i
Münevvere’ye göndermiştir. Hz. Âişe’nin (r.anha) Deve vak’asına çıkması, harb
etmek için olmayıp ıslâh etmek, fitneyi basdırmak içindi.
Hz. Âişe
mü’minlerin annesidir ve Resûlullahın zevcesidir. Hz. Ali’nin de annesi
makamında olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir. İctihâdı Hz. Ali’nin
ictihâdına uymadı. Hz. Âişe; Hz. Ali’yi çok severdi. Çünkü (Ali’yi sevmek
imândandır) hadîs-i şerîfini, Hz. Âişe haber verdi. Böylece, onu sevdiğini
ve herkesin de sevmesi lâzım geldiğini bildirdi. Hz. Ali şehîd edilince pek çok
ağladı ve üzüldü.
Seyyid Ahmed
bin Ali Rıfâî buyuruyor ki “Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında olan
olaylar üzerine aşırı konuşmak fikir yürütmek, hiç caiz değildir. Her müslüman,
Eshâb hakkında, dilini tutmalı, o büyüklerin hep iyiliklerini söyleyip, hepsini
sevmeli övmelidir. Çünkü onlar birbirlerini severlerdi.”
Hz. Âişe
müctehid idi. Bütün İslâm ilimlerinde çok büyük derecesi vardı. Bilhassa;
kadınlara mahsus hallere dair fıkhî hükümler kendisinden sorulurdu. Çünkü Hz.
Âişe hem mü’minlerin annesi, hem de dinlerini öğrenecekleri bir müftî müctehid
idi. Âyet-i kerîme ile medh ve sena olundu. Alim, edîb, çok akıllı ve üstâd idi.
Çok fasih ve beliğ konuşurdu.
Âişe-i
Sıddîka hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamıyacak kadar çokdur.
Eshâb-ı kirâma fetva verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, nkh bilgilerinin dörtde
birini Hz. Âişe haber vermiştir. Hadîs-i şerîfde (Dîninizin üçde birini
Humeyrâdan öğreniniz!) buyuruldu. Resûhullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
Hz. Aişeyi çok sevdiği için, ona (Humeyrâ) derdi. Eshâb-ı kirâmdan ve Tabiînden
çok kimse, Hz. Âişeden işitdikleri hadîs-i şerîfleri haber vermişlerdir.
Urvetübni Zübeyr hazretleri buyuruyor ki “Kur’ân-ı kerîmin ma’nâlarını ve halâl
ve harâmları ve Arab şiirlerini ve neseb ilmini Hz. Âişe’den daha çok bilen
kimse görmedim.”
Eshâb-ı
kirâm, hediyyelerini, Resûlullaha, Âişe’nin evinde getirip, böylece sevgisini
kazanmağa yarışırlardı. Zevceler, iki grup idi. Âişe tarafında Hafsa, Safiyye,
Sevde vardı. İkincisi, Ümm-i Seleme ve ötekiler idi. Bunlar, Ümm-i Seleme’yi
Resûlul ılaha gönderip (Eshâbına emr buyur. Hediyye getirmek isteyen, hangi
zevce yanında iseniz, oraya getirsin!) dediklerinde, Resûlullah buyurdu ki,
“Beni, Âişe hakkında incitmeyiniz! Cebrâil “aleyhisselâm” bana. yalnız Aişenin
yanında iken geldi.” Ümm-i Seleme, dediğine pişman olup, tevbe ve afv
diledi. Fakat zevceler, Hz. Fâtıma (r.anha) ile de haber gönderdiler. Cevabında
“Ey kızım, benim sevdiğimi, sen sevmez misin?” buyurdu. Fâtıma “Elbet
severim” dedi. Cevâbında “O hâlde, Âişe’yi sev!” buyurdu. Âişe
(r.anhâ)`buyurdu ki, Resûlullahın zevceleri arasında, Hadîceye (r.anhâ) gayret
etdiğim gibi başkasına gıbta etmedim. Hâlbuki, onu görmemişdim. Çünkü, ölmüş
olduğu hâlde, onun adını çok söylüyordu. Ne vakt bir koyun kesip dağıtsa mutlaka
bir parçasını da Hadîce’nin akrabasına yollardı. Bunu görünce, bir defa (Allahü
teâlâ, sana, sanki Hadîce’den başka kadın vermedi mi, hep onu söylüyorsun)
dedim. “Evet, başka kadınlarım oldu. Fakat, o şöyle idi, böyle idi ve ondan
çocuklarım oldu” buyurdu.
Tirmüzi’de
Musa bin Talha diyor ki, Hz. Âişe’den daha fasih, düzgün konuşanı görmedim.
Resûlullahı medh eden şu iki beyt Hz. Âişe’nindir:
Ve lev semi’û ehl-ü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsufe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev re eyne cebînehû,
Le âserne bilkat’il kulûbi alel eydi.
Mısırdakiler, onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı. Yûsuf
aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Ya’ni, bütün mallarını, onun
yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ’yı kötüliyen kadınlar, onun
parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalblerini keserlerdi (de acısını
duymazlardı).
Hz. Âişe’nin
şân ve şereflerinden birisi de Resûlullahın sevgilisi olmasıdır. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, onu çok severdi. Resûlullaha en çok kimi
seviyorsun denildikde, (Aişeyi) buyurdu. Erkeklerden kimi? dediler. “Âişenin
babasını” buyurdu. Ya’ni en çok Hz. Ebû Bekir’i sevdiğini bildirdi. Hz. Âişe’ye
sordular ki, Resûlullah en çok kimi severdi. Fâtıma’yı severdi dedi. Erkeklerden
en çok kimi severdi dediler. Fâtıma’hın zevcini buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki,
zevceleri arasında, Hz. Aişe’yi, çocukları arasında Hz. Fâtıma’yı, Ehl-i beyti
arasında, Hz. Ali’yi, Eshâbı arasında ise, Hz. Ebû Bekir’i en çok severdi. Hz.
Âişe buyuruyor ki, (Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek
nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik iğriyordum. Mübârek yüzüne
bakdım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu.
Gözlerimi kamaşdırıyordu. Şaşa kaldım. Bana doğru bakdı. “Sana ne oldu ki,
böyle dalgın duruyorsun” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübârek yüzünüzdeki
nurların parlaklığına ve mübârek alnınızdaki ter danelerinin saçdıkları ışıklara
bakarak kendimden geçtim” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin
arasını öpdü ve “Yâ Aişe! Allahü teâİâ sana iyilikler versin! Beni
sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim” buyurdu. Ya’ni, senin beni
sevindirmen, benim seni sevindirmemden çokdur, dedi. Hz. Âişe’nin mübârek
gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı severek onun cemâlini anlıyarak gördüğü
için aferin ve takdir olmaktadır. Beyt:
Ne iyi o
gözler ki, güzele bakmakdadır.
Ne tâli’li o
kalb ki, onun için yanmaktadır!
Tabiînin
büyüklerinden olan imâm-ı Mesrûk, Hz. Âişe’den gelen bir haberi bildirirken
(Resûlullahın sevgilisi ve Ebû Bekir Sıddîkın kerîmesi olan Hz. Sıddîka
buyuruyor ki) diyerek söze başlardı. Bazan da (Allahü teâlânın ve göklerde
olanların sevdiklerinin sevgilisi diyor ki) derdi. Âişe (r.anhâ) kendisinin,
ezvâc-ı tâhiratın hepsinden daha üstün olduğunu söyliyerek, Allahü teâlânın
ni’metlerini sayar, öğünürdü:
Bunlardan da
bazıları şunlardır.
1-
“Resûlullah beni istemeden önce, Cebrâil aleyhisselâm, benim resmimi getirip
gösterdi. ve bu senin zevcendir dedi” derdi.
2-
“Resûlullah gece namazı kılıyordu. Ben yanında yatmış idim. Bu hâl yalnız bana
mahsûsdu (diyerek öğünürdü). Secdede, mübârek elleri ayaklarıma değince,
ayaklarımı çekerdim.”
3-
“Resûlullahın zevceleri içinde, benden başka koca görmeden Resûlullah ile
evlenen olmamıştır.”
4- “Ezvâc-ı
Tâhirât içerisinde, yalnız benim yanımda iken vahiy geldi. Resûlullah (s.a.v.)
bazı zevcelerine, “Âişe’yi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun
yatağında iken bana vahy gelmekdedir” buyurmuşdu.
5-
“Resûlullahın (s.a.v.) zevceleri arasında benden başka hiçbirinin hem babası,
hem de annesi hicret etmiş değildir.”
6- “Allahü
teâlâ benim hakkımda Berâat âyetini nazil eyledi”
7-
“Resûlullah vefât ederken mübârek başları benim göğsümde idi.”
8-
“Resûlullah benim evimde vefât buyurdu.”
9- “Benim
odam Resûlullahın türbesi olmuştur.”
Hz. Âişe
validemiz Resûlullahın rızasına kavuşmak için gecesini gündüzüne katardı. O’nu
(s.a.v.) birazcık üzgün görse teselli etmek için elinden gelen her şeyi yapardı.
Hatta Resûlullahın akrabalarını da gözetir, onlara karşı da her türlü iyiliği
yapardı. Âişe (r.anhâ) buyuruyor ki, günde ikinci defa yemek yiyordum.
Resûlullah (s.a.v.) görünce, “Yâ Âişe! Yalnız mi’deni doyurmak sana her işden
daha tatlı mı geliyor? Günde iki kere yimek de israfdandır. Allahü teâlâ, israf
edenleri sevmez” buyurdu. Hadimi merhum, burayı şöyle açıklıyor (Resûlullah
(s.a.v.) Âişe’nin (r.anhâ) ikinci yemeği, acıkmadan yediğini anlayarak böyle
buyurmuşdu. Yoksa, keffâretler için, günde iki kere yidirmek lâzım olduğu
meydandadır.)
Resûlullahın
vefâtından sonra Hz. Âişe’ye yemek yiyip yemediğini sordular. “Hiç bir zaman
doyasıya yemedim” buyurdular ve ağladılar. Daima oruç tutarlardı. Teheccüd
namazını hiç terk etmezlerdi. Çoğu zaman Hz. Peygamberle (s.a.v.) kılarlardı.
(Tirmizî-Zühd)
Resûl-i
Ekrem (s.a.v.) efendimizden 2210 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de
Eshâb ve Tâbiîn’den birçokları hadîs-i şerîf nakletmişlerdir. Hz. Âişe’nin
ilmini en ziyade neşreden hemşiresi Esma’nın oğlu Urve İbn-üz-Zübeyr ve
birâder-zâdesi Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekir’dir. Ahmed İbn-i Hanbel,
(Müsnet)’inde Hz. Âişe’nin hadîslerini (253) sahife içinde toplamıştır. Sahih
hadîs kitapları Hz. Âişe’nin fetvaları ile doludur. dîni mes’elelerin hallinde,
önce Kur’ân-ı kerîm’e sonra hadîs-i şerîflere başvurur, daha sonra da naslardan
(âyet ve hadîs) çıkan ahkâma kıyas ederek ictihâd ederlerdi.
O devrin
belli başlı âlimlerinden ve fukahâ-i seb’adan biridir. (Fukahâ-i Seb’a, yedi
fıkıh âlimi demektir ki, bunlar. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn-i Mes’ûd (r.a,), Zeyd
bin Sâbit (r.a.), Hz. Âişe, Abdullah İbn-i Abbâs (r.a.) ve Abdullah İbn-i Ömer
(r.a.)’dır.
Fıkıh ve
ictihâdda, görüşü, keskin ve kuvvetli idi. Fıkıh ilminin kurucularındandır,
İslâm Dininde pek yüksek makam sahibi olup, hadîs ve fıkıh âlimlerince takdir ve
sitayişle anılanların başında gelmektedir.
Tabiînden
Mesrûk’a soruldu “Hz. Âişe Ferâiz ilminden bir şeyler bilir miydi.” Buyurdu ki:
“Allaha yemin ederim ki, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden bir çoğu gelir Hz.
Âişe’den ferâize ait şeyler sorar ve öğrenirlerdi.”
İmâm-ı
Zührî: “Eğer zamanının bütün âlimleri ve Peygamberimizin diğer zevcelerinin
ilmi, bir araya toplansa, Hz. Âişe’nin ilmi yine çok olurdu.” buyururdu.
Ebû Mûs’el
Eş’arî (r.a.) buyurdu ki: “Bizler (Eshâb-ı kirâm) müşkül bir mesele ile
karşılaşınca gider Hz. Aişe’ye sorardık. Hz. Âişe’nin ilmi pek çoktu.”
Urve bin
Zübeyr: “Ne fıkıhda ne tıbda, ne şiirde Hz. Âişe’den daha çok ilmi bulunan kimse
yoktu” buyurmuştur.
Abdurrahman
bin Avf (r.a.) hazretlerinin oğlu Ebû Selem: “Sünnet-i Resûlullahı Hz. Âişe’den
dahâ iyi bilen dinde tebahhur etmiş (derya gibi geniş ilme sâbib olmuş), âyet-i
kerîmelere vâkıf ve sebeb-i nüzûllerini bilen, ferâiz ilminde mahir olan bir
kimseyi görmedim” buyurmuştur.
Ata bin Ebî
Rebâh “Hz. Âişe Eshâb içinde en çok fıkıh bilen, isâbet-i rey bakımından en
ileri gelen bir kimse idi” buyurmuştur.
Hz. Âişe
validemiz bütün İslâm ilimlerine vâkıf, müctehid, edîb, zühd ve verâ sahibi çok
cömerd fair zevce-i Resûlullah idi. Onun vefâtında bütün müslümanlar ağladı.
Çünkü O Ümm-ül-Mü’minîn idi.
Hz. Aişe
(r.anha) hakkında bir çok hadîs-i şerîfler vardır. Bunlardan biri imâm
Münâvî’nin Ebî Şeybe’den bildirdiği “Âişe cennetde de benim zevcemdir.”
Hadîs-i Şerifleridir. Râmuz-ül-ehâdis’de kendisine hitaben buyurulduğu
bildirilen, hadîs-i şeriflerden bazıları şunlardır:
“Ey Âişe
hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyâmet gününde Allah katında en kötü
insan, şerrinden kaçarak insanların terk ettiği kimsedir.”
“Ey Âişe,
Allah kullarına lütf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını
sever.”
“Ey Âişe,
yumuşak ol; zirâ Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd ederse onlara rıfk
(yumuşaklık) kapısını gösterir.”
“Ey Âişe
bilmez misin; kul secde ettiği zaman, Allahü teâlâ onun secde yerini yedi kat
yerin sonuna kadar tertemiz kılar.”
“Ey Âişe,
sana birisi istemeden, birşey verirse, kabul et; çünkü o, Allahü teâlânın sana
gönderdiği bir rızıktır.”
Hz. Âişe
(r.anhâ) bir gün Resûlullah efendimize, “Şehidlerin derecesine yükselen olur
mu?” diye sorunca; “Her gün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîdlerin
derecesini bulur.” buyur muşlardır.
“Ey Âişe!
Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma!”
1-
Kur’ân-ı kerîm hatim etmeden,
2- Benim
ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan,
3-
Mü’minleri kendinden hoşnud etmeden,
4- Hac
etmeden!”
Bunları
söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de yanıma geldiğinde,
kendilerine dedim ki:
- Ey iki
cihanın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım sana fedâ olsun; Bana dört şeyi
yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?
Tebessüm
ederek buyurdular ki: “Yâ Âişe! Ondan kolay ne var? Üç İhlâs-ı şerîfi ve bir
Fatiha sûresini okursan, Kur’ân-ı kerîmi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere
salevât getirirsen, şefaatımıza kavuşmuş; önce mü’minlerin ve sonra da kendi
affını dilersen, mü’minleri kendinden hoşnud etmiş; (Sübhânallahi
velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerike leh. Lehül mülkü
velehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir) tesbihini okursan hac etmiş
sayılırsın!” Tabiînden gençler Hz. Âişe’ye geldiler ve Resûlullahın (s.a.v.)
ahlâkını sordular. Buyurdu ki: “O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Kur’ân-ı kerîmin hoş
gördüğünü kabul edip râzı olurdu, hoş görmediğini kendisi de hoş görmez ve
kaçınırdı.”
“Resûlullah
(s.a.v.) iki şey arasında muhayyer kılındığı zaman, o iki işin en kolayını
alırdı -günâh olmadıkça- günah olduğu zaman, ondan herkesten çok uzaklaşırdı.
Hiç bir zaman Allah’ın Resûlü (s.a.v.) kendi nefsi için intikam almaya
kalkışmamıştır. Yalnız Allah’ın emri çiğnendiği zaman müstesna.”
“Resûlullahın (s.a.v.) yatağı, içi hurma lifi dolu deri idi”
“Peygamberin
(s.a.v.) karnı (hiçbir zaman) yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye
yakınmamıştır. İhtiyaç, onun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan
kıvransa bile, O’nun bu durumu, gündüz orucundan alıkoymazdı. İsteseydi
Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini, meyvelerini ve refah hayatını isterdi.
And olsun ki, O’nun o halini gördüğüm zaman acırdım ve ağlardım. Elimle karnını
sıvazlardım ve derdim ki:
“Canım sana
fedâ olsun! Sana güç verecek şu dünyâdan bazı menfâatler (yiyecek ve içecekler)
temin etsen olmaz mı?”
“- Ey
Âişe, dünyâ benim neyime! Ulû’l azm’den olan peygamber kardeşlerim, bundan daha
çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o halleri ile yaşayışlarına
devam ettiler, Rablerine kavuştular, bu sebeple Rableri onların kendisine
dönüşlerini çok güzel bir şekilde yaptı, sevablarını arttırdı. Ben refah bir
hayat yaşamaktan haya ediyorum. Çünkü böyle bir hayat beni onlardan geri
bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak
ve onlara katılmaktır”
buyurdu.
Âişe
(r.anha) dedi ki: Bu sözlerinden bir ay sonra (fazla) kalmadı vefât etti
(s.a.v.).
“Resûlullah
(s.a.v.) bütün gece tek bir âyetle namaz kıldı.”
Allahü
teâlânın, insanların en üstünü olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Peygamberlikle
birlikte şehîdlik derecesini de vermiş olduğu, Hz. Âişe-i Sıddîka’nın haber
vermiş olduğu şu hadîs-i şerîften anlaşılmaktadır. “Hayberde yidiğim zehirli
etin acısını duymaktayım. O zehrin te’siri ile ebher (aort) damarım şimdi
çalışmıyacak hâle geldi.”
Ebû Dâvud,
Hz. Âişe’den (r.anha) bildiriyor ki; kız kardeşim Esma, Resûlullahın yanına
geldi. Arkasında ince elbise vardı.
Derisinin
rengi belli oluyordu. Resûlullah (s.a.v.) baldızına bakmadı. Mübârek yüzünü
çevirdi ve “Yâ Esma! Bir kadın; namaz kılacak yaşa geldiği zaman; onun
yüzünden ve iki ellerinden başka, yerlerini erkeklere göstermemesi lâzımdır”
buyurdu.
Hz. Ömer’in
haber verdiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’ye “Dinde
fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi bu ümmette meydana gelecek olan bid’at
sahiplerini ve nefslerine uyanları haber veriyor”. buyurdu.
Resûlullah
(s.a.v.) tenbellikden Allahü teâlâya sığınmış, “Yâ Rabbi! Beni, keselden
koru!” diye duâ ettiğini, Âişe (r.anha ve Enes bin Mâlik (Buhârî) ve
(Müslim) de bildirmişlerdir. (Eşî’ât-ül-leme’ât) da, (Beyân ve Şi’r) babında
diyor ki, Âişe (r.anha)nın bildirdiği hadîs-i şerîfde, “Şi’r, iyisi iyi olan,
çirkini çirkin olan sözdür” buyuruldu. Ya’ni, vezn ve kâfiye, bir sözü
çirkinleştirmez. Şi’ri çirkin yapan, ma’nâsıdır.
Resûlullah
(s.a.v.)’e biri geldi. Onu uzakdan görünce, “Kabilesinin en kötüsüdür”
buyurdu. Odaya girince; gülerek karşılayıp iltifat eyledi. Gidince; Hz. Âişe
(r.anha) sebebini sordu, “İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için
yanına yaklaşılmayan kimsedir” buyurdu. O, müslümanların başın’da bulunan
bir münafık idi. Müslümanları onun şerrinden korumak için müdârâ buyurdu.
Medine’de
kaht (kuraklık) oldu. Hz. Âişe’ye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin
tavanını deliniz buyurdu. Öyle yaptılar. Çok yağmur yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı.
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-43
2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-58
3) El-A’lâm cild-3, sh-240
4) Eshâb-ı Kirâm sh-310, 9, 10, 22, 27, 47, 72, 76 78
5) El-İsâbe cild-4, sh-359
6) El-İstiâb cild-4, sh-366
7) Medâric-ün-Nübüvve cild-2, sh-97
8) Tezkiret-ül-Huffaz cild-1, sh-27
9) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh-61
10) Tabakât-ül-Huffâz cild-1, sh-8
11) Üsüd-ül-gâbe, cild-5, sh-501
12) Fâideli Bilgiler sh-68, 70, 76, 153, 184, 202
13) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-6, sh-29
14) Sahîh-i Buharî Kitab-un-nikah Bab-38, 39, 59
15) Miftah u kunûz-üs-sünne, Hz. Âişe maddesi
16) Sahîh-i Müslim: Nikâh, 69, 72
17) Ebû Dâvud: Nikâh, Bab-32
18) Tirmüzî: Nikâh, Bab-19
19) Nesâî: Nikâh Bab-29
20) İbn-i Mâce: Nikâh Bab-13
21) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-983
|