Eshâb-ı
Kirâmın büyüklerinden ve Cennetle müjdelenen on kişiden biri. Adı, Abdurrahman
bin Avf bin Abd-i Avf bin Hars bin Zühre bin Kusey’dir. Soyu, yedinci dedesi
Kilâb bin Mürre’de Resûlullah efendimiz ile birleşmektedir. Künyesi Ebû
Muhammed’dir. İslâmiyetten önce adı Abd-i Amr, bir rivayette de Abdül-ka’be veya
Abülhâris olup, İslâma geldiğinde Peygamber efendimiz tarafından ismi
değiştirilip “Abdurrahman” olmuştur. Babası Avf, Cahiliye devrinde Gamisâ
adındaki yerde Fâkih bin Mugîre ve Affan bin Ebi’l-Âs ile beraber Cüzeyme
kabilesi tarafından katl edilmiştir. Annesi Şifâ binti Avf’dır. Hz. Ebû Bekir,
Osman, Talha ve Zübeyir (r. anhüm) hazretlerinin anneleri ile birlikte müslüman
olmuştu. Kardeşlerinden Esved ve Abdullah’la müslüman olmakla şereflenmişlerdir.
Birçok defa evlenmiştir. Yedisi kız, yirmibiri erkek olmak üzere yirmisekiz
çocuğu olmuştur. Erkek çocuklarından bazılarının isimleri, Muhammed, İbrahim,
Hameyd, Zeyd, Ebû, Seleme, Mus’ab, Süheyl, Osman, Ömer, Misver’dir. Bunlardan
İbrahim, Muhammed, Hamid ve Zeyd’in annesi Ümmü Gülsüm’dür. Ebû Seleme’nin
annesi ise Tümadır’dır. Oğlu İbrâhim, Resûlullah efendimizle görüşmek şerefine
kavuşmuştur.
Hicretten 44
sene önce (m. 580) yılında doğdu ve Hicretten 31 sene sonra (M. 653) Medine’de
vefât etti. Hz. Ebû Bekir’in teşviki ile, O’nun tavsiyesine uyarak en önce îmân
edenlerin beşincisidir. Mekke’de iken ticâret yapardı. Hz. Abdurrahman
İslâmiyeti kabul edince diğer müslümanlar gibi eziyyet ve işkencelere maruz
kaldı. Böylece vatanım terk ile hicrete mecbur oIdu. Habeşistana hicret eden
müslümanlarla beraber bu memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimizin
Medine-i münevvereye hicretinden sonra Medine’ye gelerek Resûlullaha katıldı. “
Hz.
Abdurrahman bütün harplerde bulundu. Bedir’de kahramanlıkları çok oldu. Hz.
Abdurrahman bin Avf, Bedir harbinde şahit olduğu bir hadîseyi şöyle anlatıyor:
“Bedir’de harp saflarında durup sağıma soluma baktığım zaman Ensâr’dan iki genç
delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu olanı ile bulunmak
istedim. Bu iki gençten biri beni gözü ile süzdü sonra bana dönerek: “Ey amca!
Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de: “Evet tanırım” dedim ve “Ey
kardeşimin oğlu, Ebû Cehil’i ne yapacaksın?” diye sordum. O da “Bana haber
verildiğine göre, Ebû Cehil Resûlullah’a sövermiş. Allah’a yemin ederim ki onu
bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar asla ondan ayrılmayacağım.”
dedi. Bir gencin heyecan halinde söylediği kat’i bu söze doğrusu hayret ettim.”
Bu iki
gençten diğeri de beni gözden geçirerek diğerinin söylediği gibi söyledi. Bu
sırada gözlerim hiç bir tarafa takılmadan ben de Ebû Cehil’i görmüştüm. O,
Kureyş” askeri içinde hiç durmadan ileri geri dönüp duruyordu. Ben: “Gençler,
öteye beriye telaşla giden sû şahıs, bana o sorup tanımak istediğiniz Ebû
Cehil’dir” dedim. Onlar da hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehil’i
öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular. Sonra dönüp Resûlullah’ın huzuruna
geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Resûlullah (s.a.v.): “Ebû Cehil’i hanginiz
öldürdü?” diye suâl etti. Bunlardan biri “Ben öldürdüm” dedi. Resûlullah
(s.a.v.) “Kılıçlarınızı sildiniz mi?” deyince. Onlar da: “Hayır silmedik”
diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, kılıçlarına ne kadar
kan bulaştığını ve ne derece derinlikte battığını anlamak için gençlerin
kılıçlarını tetkik edip, gözden geçirdi. İltifat ve tebrik ederek: “İkiniz
öldürmüşsünüz” buyurdu.
Abdurrahman
bin Avf (r.a.) Uhud’da iki müşrik öldürdü ve yirmibir yerinden yaralandı.
Ayağından aldığı bir yaradan hafif topal kaldı, Ayrıca 12 tane dişi kırıldı.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) onu Medine’de Hz. Saîd bin Rebîi ile kardeş
yapmıştı. Hz. Saîd o kadar iyi kalbli, cömert bir zât idi ki, bütün mal ve
servetini Hz. Abdurrahman ile paylaşmak istemişti. Fakat Hz. Abdurrahman bunu
istememiş ve teşekkür ederek, “Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna
bereket ihsan etsin, malını çoğaltın! Sen bana çarşının yolunu göster ben orada
biraz alış veriş ile meşgul olup ihtiyaçlarımı karşılarım.” demişti.
Peygamberimiz Hz. Abdurrahman’ın böyle söylediğini duyunca, O’na hayır duâ etti.
Kaynuka çarşısında ticâret yaparak kısa zamanda çok zengin olmuştu. Buyurdu ki:
“Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görürüm.”
Hz.
Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç
kere malının yarısını verdi, birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40.000 dirhem ve
üçüncüde de 40.000 altın sadaka olarak Allah yolunda dağıttı. Uhud savaşı
esirlerinden 30 tanesini azad ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı. Tebük
seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi. Birgün buğday, un ve çeşitli zahire
yüklü yediyüz devesi ile Medine’ye girdiğinde Hz. Âişe (r.anha), Resûlullah
efendimizin, “Abdurrahman bin Avf, Cennete diz üstü girer.” buyurduğunu
bildirince, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda dağıtacağını söz
verip onu şahit tutmuştur. Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların her birine,
kendi malından 400 dirhem (2 kg. civarında) altın para verilmesini vasiyet etti. Vasiyeti
hemen yerine getirildi.
Tebük
harbinden dönüştü Peygamber efendimiz bir yere gitmişlerdi. O sıra Eshâb-ı
kirâm, sabah namazı geçiyor diye Abdurrahman bin Avf’ı imamete geçirdiler.
Peygamber efendimiz döndüğü zaman ikinci rekâtte ona uydular ve namazın sonunda
“Bir peygamber sâlih bir kimenin arkasında namaz kılmadıkça ruhu kabz olmaz”
buyurarak Abdurrahman bin Avf’ın kıymetini ifâde ettiler.
Hz.
Abdurrahman, Dûmet-ül-Cendel’e giden orduya Resûlullah’ın emriyle kumandanlık
yaptı: Birinci Halife Hz. Ebû Bekir devrinde Hz. Abdarrahman, O’nun en samimi
müşavirlerinden idi. Hz. Ebû Bekir O’na son derece hürmet eder ve her işte
onunla istişare ederdi (danışırdı). Hz. Ömer’in halîfeliği zamanında bir ticâret
kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular.
Halife Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) evine
gelip, “Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize sığınmışlar.
Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların, bunları soymasından
korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip sabah namazında
mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti.
Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halife Ömer olduğunu öğrendi. Gelip
arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, binlerce şehir
almış olan, adaleti ile meşhûr, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek
İslamiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve müslüman oldu. Hz. Ömer
vefat ederken halifeliğe aday olarak gösterdiği 6 kişiden biri de Abdunahman bin
Avf’dır. Fakat O, kendi hakkından feragat ederek hakem oldu. Hz. Osman halife
seçildi ve önce kendisi bîat etti.
Hz.
Abdurrahman, Hz. Osman devrinde son derece sakin bir hayat yaşadı. 31 (m. 651)
senesinde 75 yaşında iken vefât etti. İri yapılı, beyaz tenli, yakışıklı bir zat
idi. 65 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden, Abdullah İbn-i Abbâs, İbn-i
Ömer, Cabir bin Abdullah Enes.bin Mâlik, Cübeyr bin Mut’im ve oğulları İbrâhim,
Hamid ve Ebû Seleme, kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Âmir, Mâlik bin Evs ve
birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Resûlullah (s.a.v.) onun
hakkında “Göktekiler ve yerdekiler katında, sen eminsin” buyurdu.
Resûlullah’dan bizzat rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Dikkat
edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâ’be’nin Rabbine yemin olsun ki,
Cennet’te tehlike diye birşey yoktur. Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan
bir kokudur. Binaları kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemâle ermiş
meyva yeridir. Orada Huriler vardır. Cennette üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri
devamlıdır.”
Eshâb-ı kirâm: “Biz ona hazırlanmışız” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“İnşaallah deyiniz” buyurdu ve cihadı anlattı.
“Bir yerde
veba hastalığının çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz
yerde veba görüldüğü vakit kaçarcasına oradan uzaklaşınız.”
“Bir kadın
beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, zevcine itaat
ederse dilediği kapıdan Cennete girer.”
“Serveti
çoğaltanlar helâk oldu. Ancak Allah’ın fakir kullarına verip, bu servet ile
hayırlı amel işleyenler müstesna. Ne yazık ki, bu gibiler azdır.”
Eshâb-ı
kirâm’ın büyüklerinden Abdurrahman bin Avf’a (r.a.): “Bu büyük serveti nasıl
kazandın?” dediler. Buyurdu ki: “Çok az kâra da râzı oldum. Hiç bir müşteriyi
boş çevirmedim. Hatta birgün bir deveyi sermayesine satmıştım. Yalnız
dizlerindeki ipler kâr kalmıştı. Bir ip bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün
develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise bin dirhem olmuştu.”
Hz.
Abdurrahman yüksek ahlâk, fazilet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz seciyeli
bir insandı. Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i Ekrem’e muhabbetle, doğruluk
ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu idi. Âlicenaptı (cömertti), Allah yolunda
malını dağıtmaktan zevk alırdı. Hz. Abdurrahman’ın kalbinde Allah korkusu o
kadar yer etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyâsını dinine tercih etmemiş,
hayatta servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam müslüman olarak
yaşamayı her şeyin üstünde tutmuştu. Nitekim aşağıdaki vak’a Hz. Abdurrahman bin
Avf’ın takvasını (haramlardan kaçışını) çok iyi göstermektedir.
Birgün Hz.
Abdurrahman bin Avf’a bir yerde yemek ikram olunmuştu. Kendisi oruçlu idi. Tam
iftar edeceği zaman, Hz. Abdurrahman bir hatırasını anlatmağa başladı: “Uhud
günü, benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehîd düştü. Onu bir kumaş
parçasına kefenledik. Başını örttüğümüz zaman ayakları çıplak kalıyor,
ayaklarını örtersek başı açık kalıyordu. Sonra o gün Hz. Hamza da şehîd oldu. O
da benden hayırlı idi. Sonra dünyâ bize açıldı. Türlü türlü nimetlere kavuştuk.
Korkarım, bizim hayır ve hasenat devrimiz geçmiş olsun” demiş ve ağlamaya
başlamıştı. Hz. Abdurrahman, o kadar müteessir olmuştu ki, önündeki iftarını
unutmuştu.
Halife Ömer
(r.a.) Şam’a gidiyordu. Samda tâ’ûn (yani veba hastalığı) olduğu işitildi.
Yanında bulunanların bazısı, Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da, “Allahü
teâlâ’nın kaderinden kaçmıyalım” dedi. Halife de, “Allahü teâlânın kaderinden,
yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir
çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdiri ile
göndermiş olur” buyurdu. Sonra Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) çağırıp sen ne
dersin? buyurunca Resûlullah (s.a.v.) den işittim: “Vebâ olan yere girmeyiniz
ve veba olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız”
buyurmuştu, dedi. Halife de: “Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun
oldu” deyip Şam’a girmediler. Veba bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak
edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk
olurlar, Vebalı yerde kirli hava, (yani mikroplu hava, veba basilleri), herkesin
içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka” yerlere
götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki; “Veba
hastalığı bulunan yerden kaçmak, muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük
günahtır.” Muhyiddin-i A’rabî: “Belâlardan, tehlikeden gücünüz yettiği kadar
sakınınız. Çünkü takat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak
Peygamberlerin âdetidir” buyurmaktadır.
Hz.
Abdurrahman bin Avf, Resûl-i Ekrem’in en yakın Eshâbındandı. O’nun Resûl-i
Ekrem’e muhabbeti, hizmeti, O’nun yolunda fedâkârlığı bitip tükenmezdi. Uhud
muharebesinde Resûlullahı müdafaa için kendisini nasıl fedâya hazır olduğu,
aldığı yaralardan anlaşılmaktadır. Hz. Abdurrahman kendisi naklediyor:
Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) yola çıktılar, kendilerini takib ettim. Hurmalık bir yere
girdiler ve yere kapanarak secdeye vardılar. Bu secdeleri o kadar uzadı ki,
kendi kendime, Aman Yâ Rabbî! dedim. Acaba Resûl-i Ekrem’e bir hal mi oldu?
diyerek büyük bir korku ile ilerledim. Kendisine yaklaştım ve yanına oturdum.
Resûl-i Ekrem başlarını kaldırdılar. “Sen kimsin” buyurdular. “Ben
Abdurrahman’ım” dedim. “Bir şey mi oldu?” buyurdular. Hayır, yâ Resûlallah
secdeye kapandınız ve secdeniz o kadar uzadı ki size bir hal olmasından endişe
ettim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Cibrîl-i Emin geldi, şunu
müjdeledi: “Yâ Muhammed! Kim ki, sana, salât ve selâm getirirse Cenâb-ı Hakkın
mağfiret ve selâmına nail otur” dedi. Ben de bu müjdeye karşı secde-yi
şükrana kapandım.
Hz.
Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın âhirete teşriflerinden sonra O’nunla geçirdiği
günleri hatırlayarak daima ağlar. O’nun sohbetinden mahrum olduktan sonra
kendisi için dünyânın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.
Hz. Âişe’nin
(r.anha) bildirdiğine göre, Resûlullah hanımlarına: “Benden sonraki haliniz
beni düşündürüyor. Benden sonra ne olursunuz, insanlar size nasıl davranırlar.
Sizin geçiminizi üslenecek olanlar sabırda kâmil olan ve sıddîklığı huy
edinenlerdir.” buyurdu. Hz. Aişe der ki, “Resûlullah sabır ediciler ve
sıddîklar” sözünden, sadaka verenler ve iyilik edenleri kastetmiştir. Çünkü
sözün akışı, hanımlarının geçimi ile ilgili idi. Sonra Hz. Âişe Ebû Seleme bin
Abdurrahman’a, (Abdurrahman bin Avf’ın oğlu olup, Tabiînin büyüklerinden olan
Ebû Seleme’ye) teşekkür ve kadirşinaslık olarak: “Allahü teâlâ babanı Cennetteki
Selsebil pınarlarından içirsin” diye duâ etti. Çünkü Abdurrahman bin Avf (r.a.)
mü’minlerin annesi olan Resûlullahın hanımlarına çok iyilik ve ikramda
bulunurdu. Bir bağını kırkbin altına satıp, hepsini onlara hediye etmişti.
Hz. Ömer:
“Abdurrahman müslümanların büyüklerinden biridir” buyurdu. Hz. Ali ise
Resûlullahdan duydum. Abdurrahman bin Avf’a: “Göktekiler ve yerdekiler
katında sen emînsin” buyurdu.
Hz.
Abdurrahman son derece kerim idi, cömertti. O’nun serveti arttıkça, cömertliği
de o nisbette artmaya devam ediyordu. Berâe sûresi nazil olup Eshâb-ı kirâm
sadaka ve hayrata teşvik olundukları zaman, Hz. Abdurrahman malının yarısı olan
4 bin dirhemi hemen dağıtmış ve binlerce altınını hayır işlerine vakfeylemişti.
Hz.
Abdurrahman, servetiyle birçok köleleri azad ettirmiş, bunlar için binlerce
dinar sarf etmişti. Hz. Abdurrahman servet sahibi olmasının ona ahirette bir
noksanlık vermemesini düşünüyordu. Onun için bir gün, Hz. Ümmü Seleme’ye şu
sözleri söylemişti: “Malın çokluğu helake sebep olur. Bundan endişe ediyorum”
Hz. Ebû Seleme ise ona şu cevabı vermişti: “Fakat Allah yolunda sarf olunan mal
böyle değildir.”
Nevfel bin
İyas el-Hüzeli anlatır: Abdurrahman bin Avf bizimle oturuyordu. Ne hoş sohbet
bir zât idi. Birgün bizi evine götürdü. Bize bir tepsi getirdi, içinde ekmek ve
et vardı. Ağladı. Ey Ebû Muhammed, seni ağlatan nedir? dedik. Dedi ki:
“Resûlullah vefât etti, fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bir defa olsun
doyunca yemedi. Biz sonumuzun hayırlı olup olmıyacağını bilmiyoruz.”
Resûlullah
efendimiz: “Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliye emekliye girer”
buyurdu. Bunu duyduktan sonra hep korkardı. Resûlullahın huzuruna vardı ve:
“Allaha karz-ı hasen (borç) ver! Bu sayede ayakların çözülür” emrini aldı.
Sonra Cebrâîl aley-hisselâm geldi. Resûlullaha şöyle dedi: “İbni Avf’e söyle,
misafir ağırlasın. Fakirleri doyursun! Kendisinden birşey isteyen muhtaçları boş
çevirmesin! Bunları yaparsa içinde bulunduğu durumuna (yani Zenginliğinin
hakkını vermeğe) keffaret olur.”
Dûmet-ül-cendel’e
giden orduya, Resûlullah’ın emriyle kumandanlık yaptı. Hicretin altıncı yılında
Şaban ayında gönderilmiştir. Dûmet-ül-cendel, Tebûk şehrinin yakınında olup
büyük bir panayır ve ticâret merkezi idi. Abdullah bin Ömer der ki; “Resûlullah
efendimiz Abdurrahman bin Avf’ı (r.a) yanına çağırıp ona: “Hazırlan! Ben,
seni bugün veya yarın sabah inşaallah, askerî birliğin başında göndereceğim”
buyurdu. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra Peygamberimiz, geceleyin Dûmet-ül-Cendete
hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyyete davet eylemesini Abdurrahman bin
Avf’a emretti ve buyurdu ki: “Cenâb-ı Hak sana Dûmen’in fethini nasib ederse,
ileri gelenlerinden birinin kızı ile evlen!” Bu ordu yediyüz kişi idi.
Bunlar seher vakti, Medine dışında, Cürüfteki karargahlarında toplandılar.
Peygamberimiz, Addurrahman bin Avf’ın geri kaldığını görünce:
“Arkadaşlarından niçin geri kaldın?” diye sordu. Abdurrahman bin Avf: “Yâ
Resûlallah, en son görüşmemin, konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk
elbisem üzerimdedir” dedi.
Hz.
Abdurrahman bin Avf, başına siyah, pamuklu kalın bezden gelişi güzel bir bez
sarmıştı. Peygamberimiz onu önüne oturtturup, sarığını eliyle çözüp tekrar
sardı. Sarığın ucunu onun omuzunun ortasından sarkıttı. Ve “Ey İbni Avf! İşte
sarığını böyle sar!” buyurdu. Daha sonra Resûlullah efendimiz eline bir
sancak vererek ve “Ey İbni Avf! Hepiniz Allah yolunda harp ediniz. Allah’a
karşı küfür edenlerle çarpışınız!” buyurarak onu uğurladı.
Abdurrahman
bin Avf Medine’den hareket edip, Dûmet-ül-Cendel’e gelince üçgün kaldı. Halkı
İslâmiyete davet etti. Onlar “Biz kılıçtan başka bir şey vermeyiz” dediler,
İslâmiyeti kabul etmekten kaçındılar. Daha sonra Asbağ bin Amr el-Kelbî,
müslüman oldu. Kendisi Hıristiyan olup Dümet-ül-Cendel halkının kralı idi. Asbağ
müslüman olduktan sonra kavminden çok kimseler de müslüman oldular. Abdurrahman
bin Avf, durumu Peygamber efendimize mektûb yazarak bildirdi Bu yazıyı Râfi bin
Mükeys’le Medine’ye gönderdi. Peygamberimiz mektuba verdiği cevapta Asbağ’ın
kızı Tümâdır’la evlenmesini yazdı. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf, Tümadır’la
evlendi. Daha sonra birliğinin başında, yeni zevcesi Tümadır’la Mekke’ye döndü. Tümadır, Abdurrahman bin Avf’ın oğlu Ebû
Sefeme’nin annesidir. Ebû Seleme, büyük fıkıh âlimlerindendir.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-87
2) Herkese Lâzım Olan İmân sh-98
3) Üsûdül-gâbe, cild-3, sh-313
4) El-İsâbe, cild-2, sh-416
5) El-İstiâb, cild-2, sh-393
6) Metâli-ün-nücüm, cild-1, sh-239
7) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-4, sh-3072
3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-1, sh-190
10) Buhârî Fedâil-us-sahabe
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-978
|