Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünü. Asl adı Abdullah
bin Ebû Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre’dir.
Babasının adı Osman olup, Kuhâfe lakabıyla meşhûrdur. Annesinin adı ise Selmâ
binti Sahr’dır. Ümmül-Hayr lakabıyla tanınmaktadır. Hz. Ebû Bekir, Peygamber
Efendimizden 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak’asından sonra m. 573 yılında dünyâya
gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ veya Abdulkâ’be idi.
Peygamberimize (s.a.v.) îmân ettikten sonra O’nun ismini “Abdullah” olarak
değiştirdi. 38 yaşında müslüman olmakla şereflenen Hz. Ebû Bekir; Peygamber
efendimizin vefât ettiği gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü.
63 yaşında iken hicretin 13 (m. 634) yılında Cemaziyelâhir ayının yedisinde
Pazartesi günü hastalandı. 15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefât etti.
Vasiyeti üzerine, hanımı Esma yıkadı. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Se’âdete defn edildi.
Ebû Bekir
(r.a.) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir.
Peygamber efendimizin kayınpederi, Hz. Âişe’nin babasıdır. Ebû Bekir (r.a.)’ın
Resûlullah efendimize fevkalâde sadâkat ve sevgisi vardı. Vefatına,
Peygamberimizden (s.a.v.) ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntüsü, gamını ve
hasreti sebep olmuştur. Çünkü O’na karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle
tarif edilemiyecek kadar çoktur.
Peygamber
efendimiz de, Ebû Bekir’i (r.a.) çok severdi. O’nun için bizzat kendisine
“Sen Allahü teâlânın Cehennemden atîki (yâni azâd ettiği kimse)sin” ve
“Cehennemden atîk olan (âzâd edilmiş kimse) görüp sevinmek isteyen kimse,
Ebû Bekir’e baksın” buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivâyette de, Ebû
Bekir’in annesi Ümmül Hayr-ı Selmâ’nın bir iki evladı olmuş ise de hiçbirisi
yaşamamış olduğundan, Hz. Ebû Bekir doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ’beye
götürmüş ve yaşaması için “Allahım bu çocuğu ölümden Azâd edip bana bağışla!”
diye duâ eyleyince; Kâ’be’nin her yanında “Yâ Emetellah, sana müjdeler olsun ki,
çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek Tevrat’da adı Sıddîk olarak bildirildi”
nidası geldi. Oradakilerin hepsi bunu duydular. Bu sebeple de Atîk ismini
verdiler. Yahud, soy ve sopunda ayıp ve kusur sayılabilecek herhangi bir şey
görülmediği için bu lâkabı vermişlerdir, denildi.
Hz. Ebû
Bekir, ilk imâna gelen, müslümanlıkla şereflenen hür erkektir. Kadınlardan ilk
imâna gelen Hz. Hadîce, kölelerden Zeyd bin Hârise ve çocuklardan Hz. Ali’dir.
Müslüman olmadan evvel, gençliğinde de Resûlullah’ın (s.a.v.) arkadaşı idi.
Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını Resûlullah’ın uğrunda harcadı.
Ebû Bekir (r.a.), İslâmiyeti kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında
asla içki kullanmamış, putlara tapmamış, her türlü sapıklıktan, hurafelerden
kaçınmış, iffetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında
sevilen ve saygı gösterilen birisi olup, fakirlere yardım eder, muhtaç olanları
gözetirdi. Dürüst bir tüccardı. Herkesin ona sonsuz bir itimadı vardı.
Hz. Ebû
Bekir’e Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını
teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabul etmişti. Babası,
annesi, çocukları ve torunları da müslümanlığı kabul etti. Peygamberimizi görüp
Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, böyle bir
şerefe nail olmamıştır.
O’nun
müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir. Şöyle ki; Hz. Ebû Bekir,
İslâmiyeti kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay
inip, Kâ’be-i muazzama’ya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her
biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek
gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekir’in (r.a.) evine düşen parça ise, gök yüzüne
yükselmemişti. Hadiseyi gören Ebû Bekir (r.a.) hemen evin kapısını kapamış sanki
bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu.”
Ebû Bekir
(r.a.) heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen, yahûdi âlimlerinden
birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında: “Bu karışık rüyalardan
biridir, onun için tabir edilmez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekir’in (r.a.)
zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O’nu tatmin etmemişti. Bundan
dolayı bir zaman sonra ticâretlerinden birinde, yolu rahip Bahîra’nın diyarına
uğramıştı. Gördüğü rüyasının tabirini Bahîra’dan istemiş ve şu cevabı almıştı.
Bahîra: “Sen neredensin?” dedi. Hz. Ebû Bekir “Kureyştenim” diye cevap verince,
Bahîra: “Mekke’de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nuru, Mekke’nin her yerine
ulaşacak, sen hayatında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halifesi olacaksın”
deyince Ebû Bekir (r.a.) bu cevaba çok hayret etmişti. Hatta rahib, O’na şöyle
demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Musa aleyhisselâmın da
Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” Ebû Bekir (r.a.) bu
rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, (s.a.v.) peygamberliğini
açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekir (r.a.) hemen
Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri
vardır, senin delilin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.)
cevabında: “Bu nübüvvetime delil, o rüyadır ki, bir yahûdi âlimden tabirini
istedin. O âlim karışık rüyadandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahîra rahib
doğru tabir etti.” buyurarak, Ebû Bekir’e (r.a.) hitaben: “Ey Ebû Bekir!
Seni Hüdâya ve Resûlüne davet ederim.” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ebû
Bekir, “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin peygamberliğin
hakdır ve cihanı aydınlatan bir nurdur.” diyerek, O’nu tasdik edip müslüman
olmuştu.
Hz. Ebû
Bekir’in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Muhammed aleyhisselâma
peygamberlik emri geldiğinde, “Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime
açıklayabilirim” diye düşünmüştü. Peygamber efendimizin, Ebû Bekir (r.a.) ile,
yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O’na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca
Ebû Bekir (r.a.) çok akıllı ve doğruyu görüp seçebilmesiyle de meşhûrdu. Bunun
için, Peygamber efendimiz (s.a.v.) nübüvvet sırrını O’na açmayı tasarlamıştı.
Sabahleyin, Ebû Bekir’e (r.a.) varmak ve bu sırrı O’na açmak maksadıyla evden
çıkmıştı.
O gece,
Peygamber efendimiz böyle düşünürken, Ebû Bekir (r.a.) da şöyle düşünüyordu:
“Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç uygun değildir. Zira, hiçbir zarar ve
fayda vermeye kadir olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllıca bir iş değildir.
Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bu düşünceyi ise, Muhammed’den
(s.a.v.) başkasına arz etmek lâyık değildir. Zira, olgun ve akıllı, doğru
görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için O’na varayım, bu hâli arz
edeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!” Bu düşünce ile Ebû Bekir (r.a.)
sabahlamış, Peygamber efendimize varmak için evden çıkıp, yolda karşılaşmışlar,
birbirlerine karşı “Sözleşmeden birleştik” demişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
şöyle söze başlamışlar: “Bir meşveret için, sana geliyordum.” Ebû Bekir
(r.a.) da: “Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum” dedi. Resûlullah
(s.a.v.) “Söyle yâ Ebâ Bekir” buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “Sen her işte
öndersin, önce sen söyle!” dediler. Peygamber efendimiz: “Dün, bana bir melek
görünüp, Hak teâlâdan (Halkı dine davet eyle!) diye emir getirdi. Ben endişede
kaldım. Bugün sana geldim. Seni, İslâm dinine davet ederim. Ne dersin?”
buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “İslâmiyete önce beni kabul eyle! Çünkü, dün gece
sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim” dedi. Peygamber
efendimiz (s.a.v.) buna çok sevinip, Ebû Bekir’e (r.a.) İslâmiyyeti anlattılar.
Ebû Bekir (r.a.) da kabul edip, mü’minlerin serdârı oldu.
Diğer bir
rivâyette ise Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimize peygamberlik gelmeden önce
ticâret maksadıyla Yemen’e gitmişlerdi. Bu seferlerinde, Yemen’de bulunan, Ezd
kabilesinden, çok kitap okumuş ve ömrü üçyüzdoksan yıla ermiş bulunan bir
ihtiyara rastlamıştı. Bu ihtiyar Hz. Ebû Bekir’e bakıp: “Zannederim ki sen,
“Mekke halkındansın” deyince, Ebû Bekir (r.a.) “Evet, öyledir” demiş ve
aralarında şu konuşma geçmişti, ihtiyar: “Sen Kureyşten misin?” “Evet!” “Benî
Temimden misin?” Evet!. “Bir alâmet daha kaldı.” Nedir? diye sormuşlar “Karnını
aç, göreyim.” “Bundan maksadın nedir, söyle?” “Kitaplarda okudum ki, Mekke’de
bir Peygamber gelir. O’na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri
ihtiyardır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir.
O ihtiyar kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde bir siyah ben
vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim” dedi. Ebû Bekir
(r.a.) da açmış; göbeği üzerindeki siyah beni görünce, “Vallahi o kimse sensin”
deyip, Ebû Bekir’e bir çok vasiyetlerde bulunmuştu. Ebû Bekir (r.a.), işini
bitirince, vedalaşmak, için ihtiyarın huzuruna varmış, Peygamber efendimiz
hakkında bir kaç beyit söylemesini ondan istemiş, bunun üzerine ihtiyar, oniki
beyt okumuş, Ebû Bekir (r.a.)’da bunları ezberlemişti.
Ebû Bekir
(r.a.) seferden Mekke-i mükerreme’ye dönünce, Ukbe İbni Ebû Mu’ayt, Şeybe, Ebû
Cehil, Ebü’l Bühterî gibi, Kureyşten ileri gelen kimseler, O’nu ziyârete evine
gelmişlerdi. Ebû Bekir onlara hitaben: “Aranızda hiçbir hâdise oldu mu?”
buyurmuş. Cevaplarında: “Bundan daha garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Tâlib’in
yetimi, peygamberlik dâvası ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl
dindensiniz diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O’nu bu zamana kadar sağ bırakmazdık.
Sen O’nun iyi dostusun, bu işi sen hallet” demişlerdi. Ebû Bekir (r.a.) onlardan
özür dileyerek, oradan ayrılmış, Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hadîce’nin
(r.anha) evinde olduğunu öğrenip, varıp kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz
kendilerini karşılayınca: “Yâ Muhammed (s.a.v.), senin hakkında söylenilenler
nedir?” demiş. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Ben Hak teâlânın peygamberiyim.
Sana ve bütün Âdemoğullarına gönderildim. Îmân getir ki, Hak teâlânın rızâsına
vâsıl olasın ve canını Cehennemden koruyasın” buyurdular. Ebû Bekir (r.a.)
buna delil nedir? deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “O, Yemen’de gördüğün
ihtiyarın hikâyesi delildir”, buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “Ben Yemen’de
pek çok ihtiyar ve genç gördüm” dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) cevabında:
“O ihtiyar ki, sana oniki beyit emânet verdi ve bana gönderdi” diyerek o
beyitlerin hepsini okudu. Ebû Bekir (r.a.) bunu sana kim haber verdi, deyince;
cevabında; “Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi” buyurdular.
Bunu söyler söylemez, elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş, “Eşhedü en
lâ ilâhe illallah, Ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” diyerek müslüman
olmuştur. Hayatında ilk defa duyduğu, yüksek bir sevinçle evine müslüman olarak
dönmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Her kime imânı arz ettiysem, yüzünü
buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) imânı kabul
etmekte hiç tereddüt ve duraklama etmedi.” buyurulmuştur.
Hz. Ebû
Bekir, müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da,
müslüman olmaları için ikna etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve
Cennetle müjdelenenlerden olan Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin
Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa’d İbni Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi yüksek
şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman olmuşlardır.
İslâmiyeti
kabul eden Hz. Ebû Bekir’i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı
pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı.
Kendi kabilesi olan Beni Teym. bunu gördükleri halde aldırış etmediler. Birgün
Resûlullah efendimiz, yeni müslüman olanlardan birkaçı ile Erkam bin Erkam’ın
(r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere,
hepsi bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Henüz
açıkça tebliğ edilmek emri verilmemişti. Peygamber efendimiz de: “Ey Ebû
Bekir! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz” buyurdu ise de, Ebû Bekir’in
ve arkadaşlarının arzularının çokluğundan onları kıramadı. Hemen Mescid-i
Haram’ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde
bulunuyorlardı. Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü
teâlâya ve O’nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu
anlatmaya başlayınca, müşrikler hep birden Ebû Bekir’e ve arkadaşlarına
saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı, alt üst ettiler. Hz. Ebû Bekir’i
fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebîa, demirli ayakkabılarını Ebû
Bekir’in (r.a.) yüzüne çarpa çarpa yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez
hale getirdi. Beni Teym kabilesine mensûb olan kişiler yetişip ayırmasaydılar
öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler bitkin ve
perişan bir hale gelen Hz. Ebû Bekir’i bir çarşafın içine koyarak evine
götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ’beye geldiler: “Eğer Ebû Bekir ölecek olursa,
yemin olsun ki, biz de Utbe’yi gebertiriz!” dediler ve yine Hz. Ebû Bekir’in
yanına gittiler.
Hz. Ebû
Bekir, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Teym’liler, O’nu ayıltmak
için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi, gözlerini açar açmaz,
ezik bir sesle: “Resûlullah ne yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar,
hakaret etmişlerdi” diyebilmişti; Annesi Ümm-ül-Hayr’a dediler ki: “Sor bakalım,
birşey yer veya içer mi?” Hz. Ebû Bekir’in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne
de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona: “Ne yersin, ne içersin?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir gözlerini açtı ve “Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?” dedi.
Annesi, “Vallahi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” dedi. Ebû Bekir (r.a.):
“Hattâb’ın kızı Ümmü Cemil’e git, Resûlullah’ı ondan sor!” dedi. Annesi
Ümm-ül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemil’in yanına gitti ve: “Oğlum Ebû Bekir, senden
Abdullah’ın oğlu Muhammed’i (s.a.v.) soruyor. Acaba ne haldedir?” Ümmü Cemil de:
“Benim ne Muhammed (s.a.v.), ne de Ebû Bekir hakkında bir bilgim var! İstersen
seninle birlikte gidelim?” dedi. Ümm-ül-Hayr, “Olur” deyince, kalktılar, Hz. Ebû
Bekir’in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hz. Ebû Bekir’i böyle perişan bir
vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık
kopardı ve: “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah’tan
dileğim, onlardan öcünü almasıdır” dedi. Hz. Ebû Bekir, Ümmü Cemil’e:
“Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?” diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona: “Burada annen
var, söylediğimi işitir” dedi. Hz. Ebû Bekir de: “Ondan sana bir zarar gelmez,
sırrını yaymaz” deyince, Ümmü Cemîl: “Hayattadır, hali iyidir” dedi. Tekrar
“Şimdi o nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemîl: “Erkâm’ın evindedir.” dedi. Hz. Ebû
Bekir: “Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey
içerim!” dedi. Annesi: “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi.
Herkes uyuyup, ortalık tenhalaşınca, Hz. Ebû Bekir, annesine ve Ümmü Cemîl’e
dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah’ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman
kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekir’in (r.a.) bu hali, Peygamber efendimizi çok
üzdü. Hz. Ebû Bekir: “Yâ Resûlallah! Babam, anam sana fedâ olsun! O azgın
adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir
üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren annem Selmâ’dır. Onun
hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, Onu senin
hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz,
Selmâ’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah’ın (s.a.v.)
duası kabul olunmuştu. Annesi de hidâyete kavuşup müslümanlığı kabul etti.
Böylece ilk müslümanlardan biri olmakla şereflendi.
Hz. Ebû
Bekir, Peygamber efendimiz ne söylerse, itiraz etmez hemen kabul ederdi. Hatta
herkesin itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabullenirdi. Meselâ
Peygamberimizin Mi’râc mucizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah
efendimiz, Mi’râc’tan dönüp sabah olunca, Kâ’be yanına gidip Mekkelilere Mi’râcı
anlattı, işiten kâfirler, alay etti, Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış,
dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı sevinerek Ebû
Bekir’in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu
biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebû Bekir! Sen çok kerre
Kudüs’e gittin geldin: iyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar
zaman sürer” dediler. Hz. Ebû Bekir: “İyi biliyorum. Bir aydan fazla”, dedi.
Kâfirler bu söze sevindiler. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler.
Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
“Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice
sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.
Ebû Bekir
(r.a.), Resûlullahın mübârek adını işitince ‘Eğer O söyledi ise, inandım. Bir
anda gidip gelmişdir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı.
Önlerine bakıp gidiyor ve “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû
Bekir’e sihir yapmış” diyorlardı. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına
geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek
olsun!
Allâhü
teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere,
hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan,
ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her
sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun.” dedi. Ebû Bekir’in sözleri,
kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imâm zayıf
birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah (s.a.v.) o gün Hz. Ebû
Bekir’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Hz. Ebû
Bekir, Resûlullah’ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu
beraberliği, Mekke’den Medine’ye hicrette de devam etti. O’na mağara arkadaşı
oldu. Mağâra’da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk
ettiler. Medine’ye varıncaya kadar Resûlullah’ın bütün hizmetini O gördü.
Medine’deki mescid yapılırken O’nunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten,
fedâkârlıktan geri kalmadı.
Hz. Ebû
Bekir, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında
ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde,
Peygamber efendimizin muhâfızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper
etmiştir. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar
göstermiştir. Tebük harbinde, sancaktarlık görevini yürütmüştür.
İslâmın
zuhurundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından feth edildi. Mekke
halkı Hz. Peygamberin huzuruna gelerek İslâm’ı kabul etmeye başladılar. Hz.
Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların bîatini kabul ediyordu. Hz.
Ebû Bekir babasının yanına gelerek: “Babacığım! Artık İslâm’ı kabul etme zamanı
geldi. Haydi, seni Resûlullah’ın yanına götüreyim dedi. Ebû Kuhâfe’nin kabul
etmesi üzerine, Hz. Ebû Bekir, babasının koluna girerek onu, iki cihanın
efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyardı
ve gözleri de görmüyordu. Hz. Peygamber onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet
dolu bir sesle: “Ey Ebû Bekir! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu
buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik” diye iltifat buyurdu.
İhlâs, takva ve sadakat güneşi Hz. Ebû Bekir “Yâ Resûlallah! Babamın sizin
ayağınıza gelmesi daha uygundur” dedi.
Ebû
Kuhâfe’nin müslüman olmasıyla Hz. Ebû Bekir’in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın
ümmeti içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fazilete erişti.
Çünkü bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahabîlik tacını başlarına giymiş
oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Ebû Bekir’in halife olduğu günleri gördü. Hz. Ömer’in
hilâfeti devrinde îmânlı olarak âhirete göç etti, Hz. Ebû Bekir hicretin
dokuzuncu (m. 631) senesinde Hac kafilesi başkanlığında görev yapmıştır.
Peygamber efendimizin (s.a.v.) son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde
bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz (s.a.v.),
Ebû Bekir’e (r.a.) uyarak arkasında namaz kılmışlardır.
Hz. Ebû
Bekir, 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kâramın
sözbirliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed
aleyhisselâmdan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve
müslümanların reisi, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk olmuştur. Ondan sonra da sırası ile
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıralan,
halifelikleri sırası gibidir. Bunlardan ilk ikisinin, yani Hz. Ebû Bekir ile Hz.
Ömer’in, diğer ikisinden üstün olduğunu Eshâb-ı kirâmın ve Tabiîn hazretlerinin
hepsi söylemişlerdir. Bu sözbirliğini bütün din âlimleri haber vermektedir.
Ebül-Hasen-i Eş’âri buyuruyor ki “Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in (Şeyhaynın),
diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmıyan ya cahildir veya
inatçıdır” Hz. Âli (r.a.) buyuruyor ki: “Beni, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’den
üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim.”
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de (Gunyet-üt-Talîbîn) kitabında buyuruyor ki
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra
Ali (r.a.) halife olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed Allahü teâlânın dilediği
olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîkdır”, Abdülkâdir-ı Geylânî yine
buyurdu ki: Ali (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) bana dedi ki: “Benden
sonra halife Hz. Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan
sonra da Sen (r.a.) olacaksın!”
Hz. Ali
(r.a.) buyuruyor ki: Ebû Bekir (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki,
Resûlullah (s.a.v.) “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz
kılar ve günahı için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette af eder.
Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günah işler veya
kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfâr ederse Allahü
teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur buyurmaktadır” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefât ettiği haberi, Eshâb-ı kirâm arasında yayılınca
herkesin aklı başından gitti. Hz. Ömer kılıcı eline alıp, “Resûlullah öldü”
diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes, üzüntüden ve Ömer’in
(r.a.) bu halinden korktuğu halde, Hz. Ebû Bekir, cesaretini muhafaza ederek,
Eshâb-ı kirâmın arasına girdi. Onlara Resûlullah’ın da öleceğini, O’nun da bir
insan olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi okuyup, te’sirli sözler söyleyerek
nasihat etti. Halkı sükûna ve huzura kavuşturdu. Derhal halife seçimi yapıldı.
Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.Hz. Ebû Bekir Pazartesi günü halife
seçilince, Salı günü, Mescid-i şerîfe gelip, Eshâbı topladı. Minbere çıktı. Hamd
ve senadan sonra: “Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum.
Halbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena
bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık
hıyânettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım.
Kuvvetine güveneniniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını
alırım. İnşa Allahü teâlâ, hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler
zelil olur. Ben Allah’a ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz.
Eğer ben Allah’a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana
itaat etmeniz lazım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü teâlâ hepinize
iyilik versin.” dedi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) vefât edince, İslâmiyetten
ayrılma tehlikesi birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemen’deki ve
başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeğe başladılar.
Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâiften başka bütün
Arabistan halkı İslâmiyetten ayrıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında müslümanlar
pek az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç
değiştirmemeye ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife
seçiminden sonra, Eshâb-ı kirâm arasında Hz. Üsâme’nin sefere gidip gitmemesi
hakkında ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsâme’yi sekiz bin kişilik
bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâme’ye bir de bayrak
vermişlerdi. Ordu henüz Medine’den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vefât
ettiler. Muhacirler ve ensar (r.a.) bu kuvvetin Şam’a gönderilmemesini
istiyorlardı. Çünkü, bir tarafta yahudi ve Hıristiyanlar, diğer tarafdan mürted
ve münafıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak
halimiz ne olur! diyorlardı. Hz. Ebû Bekir, “Kuvvetimiz olmadığını her tarafın
boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye
kalkışsalar, yine bayrağım Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübârek eliyle verdiği
Üsâme’nin (r.a.) ordusunu Şam’a göndereceğim” buyurup hemen gönderdi, İslâm
düşmanları bu hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar
kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Mürtedlerle (dinden ayrılanlar)
muharebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücuma hazırlanan
düşman üzerine, gece şiddetli bir çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini
dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzakdaki mürtedlerle muharebeye gitmek
üzere devesine bindi. Fakat, Hz. Ali (r.a.) halifenin devesinin yularını tutup,
“Ey Resûlün halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde
söylediğini söylerim. O gün sana (Kılıcını kınına sok! ölümünle bizi yakma!)
buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur “İse, müslümanlar, senden sonra düzen
bulmaz” dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hz. Ali’yi tasdik etti. Bunun üzerine
halife hazretleri Medine-i münevvere’ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler
gönderdi. Bunlardan Hz. İkrime emrindeki asker, Yemâme’de, Müseyleme’nin kırkbin
askerine karşı gelemedi. Halife, Hz. Hâlid bin Velid’i imdada gönderdi. Hz.
Hâlid, Talha ve Sücâh ve Mâlik bin Nüveyre’yi perişan edip, Medine’ye dönmüştü.
Yemâme’de de büyük zafer kazandı. Yirmibin mürted öldürdü. İki bine yakın
müslüman şehîd oldu. Amr İbn-i Âs (r.a.) da, Huzâ’a kabilesini hidâyete getirdi.
Âlâ bin Hadremi (r.a.) Bahreyn’de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı.
Huzeyfe, Arfece ve İkrime, (r.a.) Umman ve Bahreyn’de birleşip, mürtedleri
bozdular. Onbin mürted öldürdüler. Halife, Hâlid bin Velid’i (r.a.) Irak
tarafına gönderdi. Hîre’de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran
ordusunu bozdu. Basra’da otuzbin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük
ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler
aldı. Halife, Medine’de ordu toplayıp, Hz. Ebû Ubeyde kumandasında Şam
taraflarına, Amr İbni Âs’ı (r.a.) da Filistin’e gönderdi. Sonra Yezid bin Ebû
Süfyân’ı Şam’a yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, Hz. Muaviye
kumandasında, kardeşi Yezid’e yardımcı gönderdi. Hz. Hâlid bin Velid’i de
Irak’dan Şam’a gönderdi. Hz. Hâlid, askerin bir kısmını Müseynâ’ya bırakıp,
birçok, muharebe ve zaferlerle Suriye’ye geldi.
İslâm
askerleri birleşerek Ecnadin’de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük’de
46.000 İslâm askeri, Herakliyüs’ün 240.000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar
yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üçbin müslüman şehîd
oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Baş kumandan Hz. Hâlid bin
Velid’in ve tümen komutanı Hz. İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü.
Bütün bu zaferler, halifenin cesareti, dehası, güzel idaresi ve bereketi ile
oldu. Yermük savaşı yapılırken, halife Medine’de vefât etti.
Onun
devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı kerîm’in bir
hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir.
Mürtedlerle yapılan bu harplerden Yemâme’de, birçok hâfız şehîd olmuştu, Hz.
Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı kerîm’in bir kitap halinde toplanması
kararlaştırılıp, bu görev Zeyd bin Sâbit’e (r.a.) verildi. Hz. Ebû Bekir’in en
büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmi kitap halinde toplatması olmuştur.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ân-ı
kerîm’i, Levh-il-Mahfuz’daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz
dinler ve tekrar ederdi. Âhireti teşrif edeceği sene, iki kerre gelip, tamamını
okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbından çoğu, Kur’ân-ı kerîm’i tamamen
ezberlemişti. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını
yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm ahirete teşrif ettiği sene, halife Ebû Bekir
(r.a.) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Hz. Zeyd bin
Sâbit’in başkanlığındaki bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîm’i kâğıt üzerine
yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin
Sahâbî bu Mushaf’ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar
verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halife Osman (r.a.) hicretin yirmibeşinci
senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı, yerlerini sıraladı. Altı tane daha
Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye
gönderdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp,
çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Hz. Ebû
Bekir, Eshâb-ı kirâmın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat
kaynağı olmuştur, İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim
Resûlullah efendimiz O’nun hakkında “Allahü teâlânın kalbime akıttıklarını,
Ebû Bekir’in kalbine akıttım” buyurmuştur. Böylece O, Muhammed
aleyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O’nun yol arkadaşı
idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç
ayrılmadı. Her işinde O’nun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı kirâm ile istişare
ederken Hz. Ebû Bekir’i sağına, Hz. Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mesele
hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer Sahâbîlerin
görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hz. Ebû Bekir’in ilmi o kadar yüksekti ki,
Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hz. Ömer, Peygamber efendimizin
Hz. Ebû Bekir seviyesinde anlattığı şeyleri anlayamazdı. Hz. Ömer bir gün
geçerken, Resûlullahın (s.a.v.) Ebû Bekir Sıddîk’a (r.a.) birşey anlattığını
gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip
dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i (r.a.) görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah
(s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü
o daima, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize
duyurunuz!” buyururdu. Hz. Ömer, “Dün Ebû Bekir (r.a.) Kur’ân-ı kerîm’den
anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat
dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü Ebû Bekir’in yüksek derecesine göre
anlatıyordu. Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.), “Ben
Peygamberlerin sonuncusuyurn. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden
sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek
olduğu halde ve Arabiyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîm’in Hz. Ebû Bekir’e
anlatılan tefsîrini anlıyamadı. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) herkesin derecesine
göre anlatıyordu. Ebû Bekir’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da,
hatta Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını, esrarını,
Resûlullah’a sorardı. Resûlullah Kur’ân-ı kerîm’in hepsinin tefsîrini Eshâbına
bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîm’in tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, Hz. Ebû
Bekir’de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in âlimi olarak tanınırdı. Gayet
güzel konuşur, Arap dilinin belagatına da vâkıftı. Resûlullahtan (s.a.v.) çok
feyizlere kavuşmuş, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsına ve hakikatine ait bütün bilgileri
bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı kerîm’den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir
kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve
hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tabiînin
âlimleri, birçok âyet-i kerîmelerin tefsîrini O’ndan alıp bildirmişlerdir.
Hz. Ebû
Bekir’in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her haline
ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, birçok meselede
Resûlullah’ın nasıl hareket ettiğini Ebû Bekir’den (r.a.) soruyordu.
Kendisinden, Hz. Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü’l-Mürtezâ, Abdurrahman
bin Avf, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer,
Huzeyfet-ül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok Sahâbî hadîs-i
şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefâtından sonra hemen
hilâfet işlerine başlaması ve meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini
rivâyet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivâyet ettiği hadîs-i
şerîflerin sayısı azdır. Bunların 142 adet olduğu kaynak eserlerde
zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i
şerîflerin bazıları şunlardır:
“Misvak ağzı
temizlemeğe, Cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmağa vesiledir.”
“Allahü
teâlâ’dan ömrünüzün başında ve sonunda afiyet ve yakîn isteyeniz.”
“İmamlar
(halîfeler) Kureyştendir.”
“Doğruluğa
ve iyiliğe dikkat edin, zira bu ikisi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten
sakının, zira bunlar Cehenneme götürür.”
“Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.”
“Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin
olunurlar.”
Ebû Bekr-i
Sıddîk’ın (r.a.), fıkıh ilminde üstün bir yeri vardır. Eshâb-ı kirâmın en büyük
fakihlerindendi. Resûl-i Ekrem’in zamanında bile fetva verirlerdi.
Resûlullah’tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştu. İslâmî
ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı).
Eshâb-ı kirâmın içinde “fukahâ-ı seb’a” adı ile meşhûr olan yedi büyük âlimden
biri de Hz. Ebû Bekir idi. Fetvalarının adedi itibarıyla bunların
mutavassıtlarındandı? Kendi hilafeti devrinde kurulan dîni müesseselerden
(kuruluşlardan) biri de, “İftâ makamı” (fetva makamı) idi. Bu kuruluşun en
önemli görevi, fıkhî (dini meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip), dînî
hükümlerde icma’ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların
sorularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin
gelişmesi temin ediliyordu (sağlanıyordu). İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim
vatandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.
Hz. Ebû
Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetlerine kavuşmuştu.
Resûlullah’ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O’na da
verilmişti. Resûlullah’tan sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet
eden O’dur. Tasavvuf, Resûlullahın (s.a.v.) izinde bulunmak, O’nun gösterdiği
yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf
yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyası, Resûlullah’tan gelen
feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de
vilâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hz. Ebû
Bekir vasıtası ile kavuşmuşlardır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Allahü teâlâya bu
yoldan kavuştular.
Ebû Bekr-i
Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına ait vak’aları
(olaylar) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, O’nun
hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.
Hz. Ebû
Bekir’in faziletleri, üstünlükleri çoktur. Bunların her biri, Kur’ân-ı kerîm’in,
hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle
anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra olma se’âdetinin
sahibi, Ebû Bekir Sıddîk’dır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin
efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, yani düşmanlarla
şiddetli mücadele etmek ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur.
Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.)) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi,
imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve her türlü hizmette,
başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu Âyetinde: “Mekke-i
Mükerreme’nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra
malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine
Cenneti va’d etti” âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir ve yine Tevbe
sûresinin yüzüçüncü âyetinde, “Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne
geçenlerden, hem Mekke’den gelen Muhacirlerden, hem de Medine’de bunları
karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte bunların izinde
gidenlerden Allahü teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan
razıdır. Allahü teâlâ, onlara Cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır”
buyuruldu.
Feth sûresi
onsekizinci âyetinde, “Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü
teâlâ elbette râzıdır” müjdesine, Ebû Bekir (r.a.) de dahildir. Nitekim
Resûlullah (s.a.v.) de “Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme
girmez!” buyurdu. Bu sözleşmeye “Bi’at-ür-Rıdvân” denir. Çünkü, Allahü
teâlâ, bunlardan razıdır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi.
Bedir
Gazasında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, Temmuz ayının öğle sıcağında,
iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa’d ve
Sa’îd ile (r.anhüm) kumanda yerinde oturmuştu, İslâm askeri sıkıntı çekiyordu.
Sa’d ve Sa’îd’i (r.a.) yardımcı gönderdi. Sonra Ebû Zer’i (r.a.) gönderdi.
Sonra, Ömer’i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Ebû Bekir, sıkıntının
azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
elinden tutup, “Yanımdan ayrılma ya Ebâ Bekir! Bedenime ve kalbime gelen her
sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim
kuvvetleniyor.” buyurdu. Hicretten evvel altı köle âzâd etmiştir. Yedinci
olarak Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.) âzâd edince, hakkında Leyl sûresi onyedinci:
“Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır” âyet-i kerîmesi
indirildi. İbni Ömer (r.a.) Resûlullah’dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah
(s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’e: “Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın”
buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve aleni
herşeyine vâkıf olan sadece Ebû Bekir idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis
mü’minlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih
etti. Bu hicret Allahü teâlânın izni ile idi. Demek ki, Allahü teâlâ, Habîbine,
başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ı arkadaş
etti. Bu özellik Ebû Bekir’in (r.a.) şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu
göstermektedir.
Hazerde ve
seferde Resûlullahdan hiç ayrılmadı, hep yanında bulundu. Bu da Resûlullaha olan
sevgisinin doğruluğunu, O’nun arkadaşı olduğunun açık delilidir. Resûlullahı o
kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O’nun için fedâ etmiş ve her an
fedâya hazır halde idi.
Tevbe sûresi
kırkıncı: “Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi,
(ya’ni Hz. Ebû Bekir) ile mağaradaydılar” âyeti ile, Allahü teâlâ onu,
Resûlullahın ikincisi kıldı. Bunda Hz. Ebû Bekir için son derece üstünlük
vardır. Bazı âlimler, Hz. Ebû Bekir, çoğu zaman Resûlullahın yanında idi,
dediler.
Resûlullah
insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk îmân edenlerin birincisi oldu.
Böylece imânda O’nun ikincisi oldu. Sonra Hz. Ebû Bekir insanları Allah’a ve
Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de
ikincisi oldu. Her savaşta Resûlullahın yanında idi. Bedir’de de O’nun
ikincisidir. Resûlullah hastalanınca, O’nun yerine insanlara imam olup, öne
geçti. Bu hususta da ikinci oldu. Resûlullahdan sonra O’nun türbesine defin
olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O’na en yakın olma delilleridir. Allahü
teâlâ, Resûlünün arkadaşı olarak, Hz. Ebû Bekir’i Kur’ân-ı kerîm’de bilhassa
bildiriyor ve: “O vakit Peygamber, arkadaşına, mahzun olma!” diyordu”
buyuruyor. Üçüncüleri Allahü teâlâ idi. Allahü teâlânın kendisiyle olduğu bir
kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazilet yününden diğerlerinden üstündür.
Hz. Ebû
Bekir’in ismi geçince, Hz. Ömer şöyle dedi: “Ömrümdeki bütün Hz. Ebû Bekir’in,
bir gün ve gecelik âmeli gibi olmasını isterdim. O’nun o mes’ûd gecesi ki,
Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca. “Allah için,
yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içerde zararlı bir şey varsa, bana
gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin” dedi ve içeri girdi.
İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü.
Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları
ile kapayıp, sonra Resûlullaha, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.)
içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan
soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı
Resûlullanın mübârek yüzüne damlayınca: “Ne oldu yâ Ebâ Bekir?” buyurdu.
Hz. Ebû
Bekir ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem
çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.) ayağını çek
buyurdular. Ayağım çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. “Ey utanmaz
yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü teâlâdan korkup,
benden utanmıyor musun?” buyurdu. Yılan, “Ey Allahın Habîbi, insanların,
cinnin Peygamberi. Sana yalnız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar,
karıncalar, hepsi âşıktır. Hattâ bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek
vasıflarınızı dinlemiş, mübârek yüzünüzü görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı
şereflendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı
mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyordum. Sıddîk, bu karanlık mağaraya
sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk, sizi görmeme mani olunca benden
korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim.” diyerek özür diledi.
Resûlullah (s.a.v.) özürünü kabul etti. Hz. Ebû Bekir’in yarasına mübârek
tükrüğünden sürdü. Hemen iyi oldu.
Peygamberimize, (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi Hz. Ebû Bekir’e,
“Yâ Atik, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah)
yazılsın.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün
üzerine “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” yaz, dedi. Resûlullah
(s.a.v.). böyle emretmemişdi, fakat Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile Resûl-i
Ekrem’in ism-i şerîfinin ayrı olmasını uygun görmemişti.
Kuyumcu Hz.
Ebû Bekir’in söylediği gibi yazdı. Hz. Ebû Bekir kuyumcudan alıp, Resûlullaha
(s.a.v.) götürürken Hak teâlâ Cebrâil aleyhisselâma, “Çabuk git, Habîbimin
yüzüğüne Ebû Bekir ismini yaz, çünkü Ebû Bekir benim ismim ile Habîbimin isminin
ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben de Habîbimin isminden Ebû Bekir’in ismini
ayırmağı uygun görmedim” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm derhal yetişip,
mübârek yüzük Hz. Ebû Bekir’in elinde iken ve haberi yok iken yüzüğe Ebû Bekir
ismini yazdı. Sonra Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde (Lâ ilâhe illallah
Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk) yazılı idi. Hz. Ebû Bekir’e bu yüzüğün
üstüne yalnız Lâ ilâhe illallah yazılması söylenmişti. Halbuki fazla yazılmış
hikmeti nedir? diye sordular. Hz. Ebû Bekir çok utandı, terledi. Bir cevap
vermeden Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hak teâlânın selâmını söyledikten sonra,
Ebû Bekir’in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yazdırdım. Habîbim
üzülmesin buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.
Hz. Ebû
Bekir, müslüman olunca Allahü teâlânın rızası, Habîbullahın aşkı için seksenbin
altın fakirlere sadaka verdi. Kırkbin altını gizli, kırkbini de aşikâre
vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf
(keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri
haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde
kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından
sonra Eshâb-ı kirâma dönerek, “Ebû Bekir Sıddîk üç gündür mescide gelmiyor.
Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım” buyurdular. O sırada Cebrâil
aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem Cebrâil
aleyhisselâmı görünce rengi değişti. Ey kardeşim Cebrâil bu ne haldir? diye
sordular. Yâ Resûlullah gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi. Neden bu
şekilde giydiler diye sorunca, Yâ Resûlallah! Hz. Ebû Bekir Hak teâlânın rızası
ve senin dinin uğruna, tarkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksenbin
altın sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak
teâlâ sana selam edip, Hz. Ebû Bekir’e bir elbise gönderilmesini emir
buyurduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) eshabına, “Kimde bir fazla
elbise varsa versin! Hak teâlâ ona çok sevab verip, Firdevs Cennetinde bana
komşu yapacaktır.” buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hiçbirinin fazla elbisesi yoktu.
Sonunda bir Sahâbî başka birisinden bir elbise bulup, Hz. Ebû Bekir’e gönderdi.
Hz. Ebû Bekir o elbiseyi giyip, Resûl-i Ekrem’in huzuru ile şereflenmek için
yola çıktı. Henüz huzura varmadan Cebrâil aleyhisselâm gelip, Yâ Resûlallah! Hak
teâlâ sana selam edip, Ebû Bekir’i karşılamanızı emir buyurdu, dedi, Resûlullah
(s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e karşı çıkıp musâfeha etti. Bütün Eshâb-ı kirâm da
musâfeha edip, hepsi candan Hz. Ebû Bekir’e duâ ettiler.
Eshâb-ı
kirâmın büyüklerinden Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) şöyle bildiriyor: Birgün
Resûlullah (s.a.v.) hutbe okuyordu. Hutbelerinde: “Allahü teâlâ bir kulunu
dünyâ ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü teâlâ
katında olanı seçti” buyurdu. Hz. Ebû Bekir bunu duyunca ağladı. Kendi
kendime, bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü teâlâ, dünyâ ile kendi
katında olan arasında serbest bıraktı, o da Allahü teâlâ katında olanı seçti.
Ebû Bekr-i Sıddîk bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın (s.a.v.) Ona, “Ey Ebû
Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir’den daha bereketli olan
yoktur. Eğer ümmetimden dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat İslâm
kardeşliği ve muhabbeti vardır.” Hz. Ebû Bekir’in mescide açılan kapısı
hariç, diğer bütün kapıları kapattırdı. “Onun kapısında nûr görüyorum.”
buyurduğundan, âlimler, bu kendisinden sonra onun halifeliğine işarettir,
dediler.
İbni Münzir,
Hz. Ali’den (r.a.) bildirir: “Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Ebû
Bekir, sonra Ömer, sonra Osman’dır (r.a.)” sonra da kendisinin olduğunda ittifak
vardır. Hz. Ebû Bekir’den başka hiç kimse Cebrâil aleyhisselâmdan vahiy
işitmemiştir.
Resûlullah
efendimiz, Mi’rac gecesi Cebrâil aleyhisselâma: “Ümmetimin hepsine sual,
hesap var mıdır?” diye sordu. “Ebû Bekir’den başka herkese vardır. Ona,
(Buyur! Hesapsız Cennete gir!) denilecektir. O da (Yâ Rabbî! Dünyâda beni
sevenleri bana bağışla, onlarla birlikte Cennete girelim) diyecektir.”
Diline hâkim
olmak, lüzumsuz hiçbir söz söylememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbur
olmadıkça asla dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte: “Ebû Bekir’in
imânı, bütün mü’minlerin imânları ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir”
buyuruldu.
Hz. Ömer
anlatır “Tebük gazasında, Resûlullah (s.a.v.) herkesin sadaka getirmesini emir
buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Hz. Ebû Bekir hepimizden
fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın
yarısını götürürdüm. Resûlullah, “Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!”
buyurdu. Bunun kadar da evimde var dedim. O esnada, Ebû Bekir (r.a.) geldi.
Resûlullah (s.a.v.) O’na da, “Evine ne kadar mal baraktın!” buyurdu. Hiç
bir şey bırakmadım dedi. “İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki
fark kadardır.” buyurdu.
Hz. Ebû
Bekir ile Ebûdderdâ (r.a.) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler.
Hz. Ebûdderdâ önde, Hz. Ebû Bekir arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i
Ekrem parlak ay gibi göründü. Hz. Ebûdderda’ya hitaben: “Neden Ebû Bekir’in
önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe
aykırı değil midir?” buyurdu. Ebûdderdâ (r.a.) hatasını anlayıp tevbe etti.
Birgün
Eshâb-ı kirâm Resûlullaha, Hz. Ebû Bekir’den şikâyet için gelip, “Yâ Resûlallah
Hz. Ebû Bekir. odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi
hiç davet etmez” dediler. “Bir daha böyle yaptığında, bana haber verin,
beraber evine gidelim!” buyurdu. Birgün haber verdiler. Resûl-i ekrem, hemen
kalkıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu. “Yâ Ebâ Bekir, sen
ciğer kebabı yiyormussun, bize de var mıdır?” buyurdu. Yâ Resûlallah, ben
ciğer kebabı yemiyorum, pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl
olduğunu sorunca: “Hak teâlâ, bana İslâm Dinini nasîb etti. Habîbine dost
eyledi. Eshâb-ı kirâm arasında büyük yer verdi. Acaba kıyâmet gününde hâlin ne
olur, bu kadar nimetin şükrünü yapabilir miyim, diye korktuğumdan, ciğerim kebap
oluyor” cevabını verdi. Bunu işitince, Eshâb-ı kirâmın, Hz. Ebû Bekir’e olan
muhabbetleri daha çok arttı.
Birgün
Resûlullah efendimiz, Eshâbı ile mescidde otururken, Cebrâil aleyhisselâm geldi.
Resûl-i Ekrem’e, Hz. Ebû Bekir’in bir saat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini
tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, birşey söylemeyip, Hz. Bilâl’e Ebû Bekir’i (r.a.)
çağırmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’e haber gidince, hemen yola çıktı.
Resûlullah Hz. Ebû Bekir’i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu. Evde ne
yapıyordun diye sordu. Hatırıma şu gelmişti: “Hak teâlâ Cenneti ve Cehennemi
yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak telâdan,
vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını diledim. Böylece hem Hak
teâlânın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan
kurtulmuş olurlar cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm, Hz. Ebû Bekir’in bu yüksek
arzulu duasını çok beğenip, O’na, hayır duâ ettiler,
Resûl-i
Ekrem bir gün: “Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?” buyurunca; Hz.
Ebû Bekir, ben oruçluyum, dedi. “İçinizde kim, bugün cenazede bulundu?”
buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben bulundum, dedi. Yine: “İçinizden kim, bugün bir
fakire yemek verdi?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben verdim cevabını verdi.
Sonra: “İçinizden kim, bugün hasta yokladı?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben
yokladım dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Bu kadar hasletlerin
bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer” buyurdu. Cennete girmekten maksat,
kötü işlere yapılan cezayı görmeden, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.
Resûlullah
efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bize her nimet verene,
iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Ebû Bekir’in iyiliğinin, ikramının
karşılığını veremedik. O’na, Hak teâlâ hazretleri, kıyâmette ikramda bulunacak,
mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir’in malının verdiği fayda gibi hiç kimsenin
malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat ben Hak
teâlânın dostuyum.” Hz. Ömer: “Hz. Ebû Bekir, bizim Seyyidimiz, büyüğümüz,
hayırlımızdır. Resûl-i Ekrem’e hepimizden çok sevgilidir” buyurmuştur.
Hz. Ebû
Bekir, Resûlullahın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu.
Birgün kızı Âişe-i Sıddîka hazretleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında:
“Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı” buyurdu.
Hz. Âişe
anlatır: Babam vefât edince, Eshâb-ı kirâm nereye defn edelim diye tereddüde
düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, “Dostu dosta kavuşturun” diye bir ses
geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini
söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dediler. Artık müşavereye
lüzum kalmamıştı. Habîb-i Ekrem’in yanına defn ettiler.
Hz. Ebû
Bekir, son hastalığında: “Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihare
ettim. Hak teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan
söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftira
edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz” buyurdu. Orada
bulunan Eshâb-ı kirâm, ey Allah’ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğunda
şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle dediler. Şöyle buyurdu: Gecenin sonuna
doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O
elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa
başladı. Bakanların gözlerini alırdı, iki yanında, uzun boylu, gayet güzel
yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm
verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm
gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu.
Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Ben
de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve
gökte herkesin rızasını kazanmış, zamanın en temiz olan Fârûk’u (Hz. Ömer’i)
halife seç!” buyurdular. Yanındakileri göstererek: “Bunlar, dünyâda
vezirlerin, vefâtın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin
isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber
verdiler” buyurdu. Yâ Resûlallah, anam babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi
tanıyamadım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim. “Bunlar Cebrâil ve
Mikâil’dir” buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarından
ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu.
Hz. Ebû
Bekir (r.a.) ölüm hastalığında çocuklarını Hz. Âişe’ye, iki oğlan, iki kız
olarak ısmarladı. Hz. Âişe, benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir?
diye sordu. “Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zan ediyorum” buyurdu. Hakikaten
vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.
Hz. Ebû
Bekir (r.a.), hicretin onüçüncü yılında vefât edince, Medine’de herkes ağladı.
Hz. Ali (r.a.) işitince, ağlayarak geldi ve “Hilâfet bugün tamam oldu” buyurdu.
Kapı önünde durup:
Yâ Ebâ
Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri
idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu.
Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten
zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı,
sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır
sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her
iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na
en yakın, sen oldun. İkramda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok
benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha
herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı
ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile
şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda,
O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi, O’nun
dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet
verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes
dağılırken sen Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı
ve en beliği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi.
Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu,
önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere
şefkatli, af edici baba.idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın, İslâm’ın hakkını
herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgarların oynatamıyacağı bir
dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi.
Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin.
Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün.
Allah’ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde,
melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında,
senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden
yaşlar aktı. Sonra: “Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olduk. Verdiği
elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullahdan ayrılık acısından sonra, bize
senin vefâtından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak
ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni
Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için
sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan
korusun” buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hz. Ali’nin sözlerini
dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı. Hz. Ali, ilk İslâm’a gelen ve en
önce Resûlullah (s.a.v.) ile kıbleye karşı namaz kılan Ebû Bekir’dir” buyurdu.
O’nun her sözü, dinleyenin ve okuyanın kalbine tesir etmektedir. Buyurdular ki:
“Takva
akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka asî olmak ahmakça yapılan işlerin
en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getirmek en üstün doğruluk sayılır.
Hıyanet olarak da, en önde yalan gelir, “
Bir
defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip hemen anlayınca zorla istifra edip,
midesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: “Allahım, bilmeden yaptım.
Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan
sorguya çekme!”
Birine
nasihat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu: “Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi
aklında tut ve kaybolmamasına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa
gelecek.” Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve: “Başıma gelen herşey bunun
yüzündendir” derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi
çöktürür alırdı. Sebebini sordular, “Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme
diye emretti” buyurdu.
“Allah
sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün
insanlardan uzaklaşır, kesilir.”
“Ömrünü
faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur.
Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur.”
“Ne
söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!”
Ordu
kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara: “Kadınları öldürmeyiniz,
çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara tecâvüz etmeyiniz, meyvalı ağacı kesmeyiniz,
ma’mur yerleri tahrip etmeyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan
başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara
zarar vermeyiniz” diye emirler ve nasihatler verdi.
Bir
hutbesinde buyurdu ki: “Ey insanlar, Allah’tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü
mü’mine, İslâm’dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”
“Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hakir görmesin! Zira müslümanların küçüğü,
Allah yanında büyüktür.”
“Allahü
teâlâdan, kendisini, kıyâmet gününde cehennem ateşiden korumasını isteyen bir
kimse, mü’minlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!”
Oğlu
Abdurrahman’ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek: “Oğlum,
komşu ile dedikodu yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine
komşunla başbaşa kalırsın” dedi.
Yine bir
hutbesinde: Ey insanlar!
Allahü
teâlânın “Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça,
yoldan çıkanların size zararı olmaz” (Mâide sûresi 105) âyet-i celîlesini
okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. Zira ben,
Resûl-ı Ekrem’den şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanlar kötülüğü görüp mani
olmadıkları zaman, Allahü teâlânın, onların hepsini âzâba uğratmasından
korkulur” dedi.
Bir gün
Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki: “Allahü teâlâ size dünyâyı fethettirecek,
kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!”
“Bilmiş ol
ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himayesindedir. Allah’ın hakkını
küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar.”
“Allahü
teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyâlıktan vazgeçer ve bütün
insanlardan yüz çevirir.”
Hz. Ömer’e
şöyle tavsiye buyurdu: “Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı
zamanda faydalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer
tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan
ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasiyetime uymazsan da gaybda olan
ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün yetmez.”
“Kişinin
kelâmı, aklının beyânı, faziletinin tercümanıdır.” Yine bir hutbesinde buyurdu
ki: Bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsustur. O’na hamd eder. O’ndan
yardım dilerim. O’ndan af niyaz eder, O’na inanır, O’na güvenirim. Hidayeti
Allah’tan bekler, sapıklık düşüklük, şüphe ve körlükten O’na sığınırım. Allah’ın
dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır, onun saptırdığı ise ne bir
dost, ne de bir mürşid bulabilir... Bütün varlığımla inanırım ki, Allah’tan
başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O’nundur, hamd
O’nadır. Dirilten de öldüren de O’dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini
yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O’nun elindedir, O, her şeye gücü
yetendir.
Bütün
varağımla inanırım ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) O’nun kulu ve Peygamberidir.
“O’nu hak ve hakikat olan dîni tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer
dinlere galip gelsin. Putperestler beğenmeseler de bu böyledir.” (Tevbe 33).
O’nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil
olarak göndermiştir. O gönderildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en
kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri
uydurma, davetleri yalan ve sahte idi. Allahü teâlâ hakikat dînini Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâm ile aziz kıldı.
Ey
mü’minler, Allah sizin gönüllerinizi birbirinize ısındırdı. O’nun nimeti
sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çukurunun tam
kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işaretlerini
böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey îmân edenler!
Allah’a ve O’nun Resûlüne tam uyun! Allahü teâlâ: “Resûle uyan, Allah’a uymuş
demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir.
Biz seni onların başına bekçi göndermedik” buyurmaktadır. (Nisa, 80).
Ey îmân
edenler! Size her iste, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasihat ederim.
Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu
bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan
söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Ey
insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan
bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir
varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Ey insanlar!
Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın.
Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah’ın ilmine havale edin. Öbür âleme
geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü
Allahü teâlâ, “Mahşer gününde herkes, dünyâda hayır ve kötülük olarak yaptığı
her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe
bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok
esirgeyicidir.” (Al-i İmrân, 30).
O halde,
Allah’tan korkun, O’nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce.
gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka
çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız.
Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.
Kendinizi
iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek
kudret sahibi Allahü teâlâdır. O’nun dışında hiçbir güç, ne yapabilir, ne
bozabilir.
“Muhakkak
Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygamber’e salât ve selâm getirirler.
Ey îmân edenler! Siz de o Yüce Peygamber’e salât ve selâm edin.” (Ahzâb, 56)
Allah’ım!
Kulun ve Peygamberin Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) salât ve selâmların en
seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm
etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşr et!
Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah’ım, sana boyun eğmemiz
hususunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!..
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-3, sh-169
2) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-28
3) Câmi’u Kerâmât-il-Evliyâ cild-1, sh-75
4) Târîh-i Hulefâ sh-3, 26
5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh-315
6) El-Al’âm cild-4, sh-102
7) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-1
8) Kâmûs-ul-a’lâm cild-1, sh-696
9) Savâik-ul-Muhrika sh-9
10) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh-160
11) Târîh-ul ümemi ve’l-mülûk cild-4, sh-46
12) El-İstiâb cild-2, s-243
13) El-İsâbe cild-2, sh-341
14) Sahîh-i Buhârî Babül-hicre,
15) Müsned-i Ahmed İbni Hanbel, cild-1, sh-1
16) Sahîh-i Müslim Fedâil-üs-Sahâbe
17) Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye sh-28
18) Hucec-i katiyye sh-8
19) İkd-ül-ferîd, cild-2, sh-142
|