TÜRKİYE GAZETESİ YAYINLARI

 

İSLÂM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

1.CİLD

Bir Önceki Sayfaya Gider

CİLD  -  ALFABE  -  ASIR

Bir Sonraki Sayfaya Gider

01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   14   15   16   17   18

MUHAMMED (Aleyhisselâm)

HİLYE-İ SE’ÂDET

Eshâbına nasihatdan sonra,

Fahri âlem dedi, benden sonra,

 

Hilye-i pâkimi, görse biri.

Olur o, yüzümü görmüş gibi;

 

Gördükde, hubbu hâsıl olsa,

Ya’nî hüsnüme âşık olsa,

 

Beni görmeği etse arzu

Kalbi, sevgimle olsa dolu.

 

Cehennem olur, ona harâm,

Rabbim, Cenneti eder ikram,

 

Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak,

Olur gufranına, Hakkın mülhak.

 

Denildi ki, hilye-i Resûli,

Severek yazsa, birinin eli.

 

Eder Hak, onu korkudan emin.

Belâ ile dolsa, rûy-i zemin,

 

Hastalık görmez, dünyâda teni,

Ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.

 

Günâh etmiş ise de, bu adam,

Cehennem cismine, olur harâm,

 

Âhıretde azâbdan kurtulur,

Dünyâda, her işi, kolay olur.

 

Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,

Dünyâda, Resûlü görenlerle.

 

Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,

Başlarız, ona oldukça imkân,

 

Sığınarak zülcelâle,

Vasfederiz âcizane.

 

İttifak etdi, bu sözde ümem,

Kırmızı beyazdı, Fahr-i âlem.

 

Mübârek yüzü, hâlis ak idi,

Gül gibi, kırmızımtırak idi.

 

İnci gibi, yüzündeki teri,

Pek hoş eylerdi, güzel cevheri.

 

Terleyince, O menba’ı sürür,

Dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.

 

Görünürdü gözü, dâim sürmeli,

Kalbleri çekerdi, güzel gözleri.

 

Akı, beyaz idi. gayetle,

Meth eyledi Rabbi; âyetle.

 

Siyahı anın, değildi ufak,

Bir idi. ona, yakınla uzak.

 

Geniş, güzel ve latifdi gözü,

Nur saçardı hep, mübârek yüzü.

 

Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,

Gece, gündüz gibi, olurdu kavi.

 

Bakmak arzu etseydi, bir yere,

Cism-i pâki de dönerdi bile.

 

Başa tâbi’ ederdi cesedi,

Bunu terk etmemişdi ebedi.

 

Hem, cism idi, Resûl-i ekrem,

Yaraşır, rûh-i mücessem desem.

 

Güzel, hem sevimli idi. Resûl,

Hakka çok, sevgili idi. Resûl.

 

Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,

Hilâl gibi, açık kaşlı idi.

 

İki kaşı arası, her zemân,

Gümüş gibi görünürdü, ayan.

 

Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,

Derisi, berrak, hem de parlakdı.

 

Siyah kaşları mihrabı ânın;

Kıblesi idi, bütün cihanın.

 

Ortası, yüksekçe görünürdü,

Yandan bakınca, mübârek burnu.

 

Çok güzel idi, çekme ve latif,

Edemez gören, O’nu tam ta’rif.

 

Seyrek idi, dişlerinin arası,

Parlardı, sanki inci sırası.

 

Ön dişleri, etdikçe zuhur,

Her tarafı, kaplardı bir nur.

 

Gülse idi, iki cihan serveri,

Canlı cansız, herşeyin peygamberi.

 

Görünürdü ön dişleri, pek afif,

Dolu dâneleri gibi, çok latif.

 

İbni Abbâs der, Habîb-i Huda,

Gülmeğe, eyler idi, istihyâ.

 

Hem hayasından O, dînin senedi,

Kahkaha etmedi derler, ebedî.

 

Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,

Dâim eyler idi, bakmağa hicâb.

 

Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,

Zâtı aynaydı, yüce Mevlâya.

 

Nurlu idi. hep, o vech-i hasen,

Bakılmazdı, tenevvüründen.

 

Gönüller aldı. O güzel Nebî,

Aşıkı oldu yüzbin sahâbî.

 

Bir kerrecik görenler, rü’yâda,

Dediler, böyle zevk yok, dünyâda.

 

Hem güzel yanakları, büeler,

Fazla etli değildi, diyeler.

 

Anın etmişdi, cenâb-ı Halık,

Severek, yüzün ak, alnın, açık.

 

Boynunun nuru, ederdi her ân,

Saçları arasında, leme’an.

 

Mübârek sakalından, iyi bil,

Ağarmışdı ancak, on yedi kıl.

 

Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,

Her uzvu gibi idi, mevzun.

 

Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,

Gayet ak idi ve gayet berrak.

 

Eshâb içinden, çok ehl-i edeb.

Karnı, göğsiyle, birdi, dedi. hep.

 

Açılsaydı, mübârek sinesi,

Feyz saçardı, ilim hazinesi.

 Aşka olunca, mahall-i teşrif,

Başka olur mu, o sadr-ı şerîf?.

 

Mübârek sinesi, geniş idi,

İlm-i ledün, ona inmiş idi.

 

Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebir,

Sanırdı görenler, bedr-i münlr,

 

Ateş-i aşk-ı zât-ı ezeli,

Odlara yakmışdı, O Güzeli.

 

Bilir elbet bunu, pir-ü civan,

Yassı kürekliydi, Fahr-i cihan.

 

Sırtı ortası hem, etli idi,

Kerem sahibi, devletli idi.

 

Gümüş teninde, letafet vardı,

İrice mühr-i nübüvvet vardı,

 

Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,

Sağ tarafına yakındı, elbet.

 

Bildirdi bize, edenler ta’rif,

Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf,

 

Rengi, sarıya yakın, karaydı,

Güvercin yumurtası kadardı.

 

Etrâfına çevirmiş, sanki hatlar,

Birbirine bitişik, kılcağızlar.

 

Anlatanlar, O âlî nesebi,

Dedi, iri kemikliydi Nebî,

 

Her kemik iri, merdâne idi,

Sureti, sîreti şahaneydi.

 

Mübârek a’zâsının her biri,

Uygun yaratılmışdı hem, kavi.

 

Çok hoş idi, her uzvu ânın,

Âyetleri gibi, Kur’ân’ın.

 

Elleri ayası, O sultânın,

Ayakları altı, dahi ânın.

 

Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb,

Taze gül gibi latif ve mahbûb.

 

Çok mevzun idi, der ehl-i nazar,

O kerâmetli, mübârek eller.

 

Selâm verseydi, birine eğer,

Tebessüm ederdi hep, Peygamber.

 

Bir iki gün, geçseydi aradan,

Hattâ uzasaydı da, bir aydan.

 

Belli olurdu, hoş kokusundan,

O kimse, adamlar arasından.

 

Billur gibiydi, ten-i bîmûyu,

Nice medh edeyim, ol pehlûyu.

 

Dostu seyr etmek için, o şerif,

Göz olmuşdu, bütün cism-i latif.

 

Kemâl üzereydi, nâzik teni,

Hallâk göstermişdi, hikmetini.

 

Yokdu, göğsünde, karnında asla,

Hiçbir kıl, sanki gümüş levha.

 

Göğsü ortasından aşağı yalnız,

Bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.

 

Bir siyah hat, mübârek bedeninde,

Hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.

 

Bütün ömründe kalmışdı, keza,

Gençlikde gibi, mübârek a’zâ.

 

İlerledikçe, sinn-i Nebevî,

Tazelenirdi hep, gonca gibi.

 

Hem dahi, kâinatın sultânı,

Zan eyleme ki, ola pek yağlı,

 

Ne zaif, ne de pek etli idi,

Mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.

 

Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,

Birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.

 

Etmiş, ol beden sarayın üstâd,

Adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.

 

İ’tidâl üzere idi, pak teni,

Nura gark olmuşdu, bütün bedeni.

 

Orta boylu idi, O Sidre mekân,

Ortalık, Onun ile buldu nizâm.

 

Seyreden mu’cize-i kâmetini,

Dedi hep, medhedip hazretini.

 

Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,

Boyu, hem huyu, hem yüzü güzel,

 

Orta boylu iken, Nebî,

Uzun kimseyle yürüseydi.

 

Ne kadar, uzun olsa idi, o er,

Yine yüksek görünürdü, Peygamber.

 

Uzun boylu olandan O cevher,

Yüksek idi, el ayası kadar.

 

Bir yola gitseydi, izzetle,

Hızlı yürür idi, gayetle.

 

Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,

Yürürken, eğilirdi önüne.

 

Ya’ni, bir yokuşdan iner gibi,

Dâim önüne, az eğilirdi.

 

Şanlı, şerefli idi, O Celîl,

İftihar eylerdi, rûh-ı Halil.

 

Bir zâtı ki, murâd ede Huda,

Her a’zâsı, olur elbet a’lâ.

 

Yolda giderken, eğer bir kimse,

Ansızın, Resûlullahı görse,

 

Korku düşerdi, kalbine ânın,

Yüksekliğinden, Resûlullahın.

 

Hem de biri, Nebî ile, müdâm,

Sohbet ederek, söylese kelâm,

 

Sözlerindeki lezzet ile, ol,

Kul olurdu, kabul etse Resûl.

 

Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel,

Hüsn-i shlâkla, bî misl-ü bedel.

 

Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,

Yaratıldık hep, senin hürmetine.

 

Hâsılı, ey Şâh-ı iklim-i vefâ,

Sana canım da fedâ, herşey fedâ!

 
 

Bir Önceki Sayfaya Gider

Bu Bölümün İndex Sayfasına Gider

Bir Sonraki Sayfaya Gider