HİLYE-İ
SEÂDET
Sevgili
Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarının şekli,
sıfatları, güzel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve
açık olarak İslâm âlimleri tarafından senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bu
bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadîs-i şerîflerinden ve
Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir.
Binlerce siyer kitabı arasında Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdetini
bildiren en meşhûr kitaplar, İmâm-ı Tirmizî’nin “Eş-Şemail’ür Resûl” adlı eseri
ve Kadı İyâd’ın “Şifa-i şerîfi” İmâm-ı Beyhekî’nin ve İsfehanî’nin
“Delâil’ül-Nübüvve” adlı kitapları meşhûrdur.
Hadîs-i
şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde Sevgili Peygamberimizin
(s.a.v.) Hilye-i se’âdeti şöyle, bildirilmektedir.
Sevgili
Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, bütün uzuvları ve sesi bütün insanların
yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübârek yüzü bir miktar
yuvarlaktı. Neşeli olduğu zaman yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği alnından
belli olurdu. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü
gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbât eden yüzlerce hadîse
kitaplarda yazılıdır. Yana ve geriyi bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp,
bakardı. Mübârek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar
kırmızılık vardı.
Gözlerinin
karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübârek kaşları ince ve arası açıktı. İki
kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gayet güzel
olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başının büyüklüğü gayet normaldi. Mübârek
ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı, Ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman,
dişleri arasından nûr saçılırdı. Allahü teâlâ’nın kulları arasında, ondan daha
fasih ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır,
gönülleri alırdı ve ruhları kendine çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri
inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeler sayılmak mümkündü.
Ba’zan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed (s.a.v.)
gibi konuşulacakdır. Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.
Peygamberimizin mübârek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi
genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak, hem de
kuvvetliydi Kollan, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi,
ayaklarının altı çok yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübârek karnı geniş olup, göğsü
ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri iriydi. Göğsü genişti.
Resûlullah
efendimiz (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi Yanına uzun bir kimse
gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı
olurdu.
Mübârek
saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi.
Saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını
ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını
kısaltırdı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Hususi berberleri
vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.
Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve
sevimliydi. Siyah değildi. O, Arab idi. Arab, lügatte güzel demektir.
Arabistanlı olduğu için Arab denilmektedir. Nitekim babası Abdullah’ın güzelliği
Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı ikiyüze yakın kız
evlenmek için Mekke’ye gelmişti. Fakat, onunla evlenmek Âmine’ye nasip olmuştu.
Mısır halkı
esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara habeş denir. Zengibar halkına zenci
denir. Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu’da Arab diye tanıttıkları
için siyah denmektedir. Bu ise yanlıştır.
Peygamber
efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek dişleri
görünürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nûru, duvarlar üzerine Işık
verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek
sesle de ağlamazdı. Fakat mübârek gözlerinden yaş akar, göğsünün sesi
işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. Allahü teâlânın korkusundan
ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zen de namaz kılarken ağlardı.
Resûlullah
(s.a.v.) efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve
sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.
Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel
kokusundan belli olurdu. Çünkü O’nun mübârek teri, miskten ve çiçekten daha
güzel kokardı. Güzel huyların hepsi Resûlullah’ta (s.a.v.) toplanmıştı. Güzel
huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış
değildi. Bir müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla
mübârek eli ile kimseyi döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam
almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshâbına ve hizmetçilerine
tevazu ederek, iyi muamele de bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler
yüzlüydü. Hastaları ziyârete gider, cenazelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine
yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul değildi.
Mübârek ruhu, melekler âlemindeydi.
Resûlullah
efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı,
peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat,
güç getiremezdi. Halbuki kendisi hayasının çokluğundan mübârek gözleri ile
kimsenin yüzüne bakmazdı. Zekât malı almaz, fakat hediye alırdı. Herkesin
hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını
verirdi.
Peygamber
Efendimizi (s.a.v.) metheden onbinlerce kitap, kaside ve diğer eserler
yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve
asırları kaplamış olanları dahi, Resûlullahı (s.a.v.) methetmekten aciz
olduklarını beyan etmişlerdir.
Resûlullah
(s.a.v.) efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının,
devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, tarihçi ve askerî şahsiyetlerin
alâkasını çekmekte bunların her biri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve
şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Peygamberimizin
(s.a.v.) sadece idareciliği, dehası, askerî, sosyal ve diğer yönlerini görmekte,
yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve
hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, O’na
peygamber gözüyle bakmadıkları için O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak
kalmaktadırlar. Müslümanlar Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzellik ve
üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece
görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zahir âlimleri O’nun zahiri
vasıflarını, batın âlimleri de batınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile
getirmişlerdir. Ulema-i rasihîn denilen hem zahir ve hem de batın bilgilerinde
üstad ve Peygamberimize (s.a.v.) varis olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün
güzellikleriyle görmüş ve aşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i
Sıddîk (r.a.) gelmektedir. O, Resûlullah’daki (s.a.v.) nübüvvet nurunu görmekte,
O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, O’na aşık olmakta öyle
ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gibi
olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı
görürdü. Bir keresinde hâlini “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum.
Helada bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arz etmişti. Bir keresinde de
“Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim” demişti.
Resûlullah’ın (s.a.v.) güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de
zevcât-ı mutahhareden, mü’minlerin annesi Hz. Âişe idi. Hz. Âişe âlim, müctehid,
akıllı, zekî, edib idi. Gayet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîmin
mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi.
Resûlullahı (s.a.v.) metheden şu iki beyti Hz. Âişe söylemiştir:
“Ve lev
semi’ü fi mısre evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû
fi sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ
Zelîhâ lev reeyne cebînehû
Le âserne
bilkat’il külûbi alel eydi.”
“Eğer
Mısır’dakiler, Onun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş
olsalardı, (Güzelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâmın pazarlığında hiç
para vermezlerdi. Yani bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek, için
saklarlardı. Zelihâyı (Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek) kötüleyen kadınlar
Resûlullah’ın (s.a.v.) parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalblerini
keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Gene Hz.
Âişe buyuruyor ki “Bir gün Resûlullah (s.a.v.) mübârek nalınlarının kayışlarını
çıkarıyordu. Bende iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter
damlıyordu. Ter damlası, her taraftı nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu.
Şaşakaldım. Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun”
buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nurların parlaklığına ve mübârek
alnındaki ter denelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim.
Resûlullah (s.a.v.) kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını (alnını) öptü ve
“Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni
sevindiremedim” buyurdu. Ya’ni senin beni sevindirmen, benim seni
sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi,
Resûlullahı (s.a.v.) severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için aferin ve
takdir olmaktadır.
Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı
kerîmin kalbi olan “Yâsin” sûresindeki “Yâsin” kelimesidir. Ulemâ-i Rasihîn’in
büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî hazretleri, “Yâsin”, (Ey benim
muhabbet deryamın dalgıcı olan habibim) demektir.” buyurmuştur. Bu deryanın
ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasibi kadar
derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullahın (s.a.v.) aşkı
ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryatlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu
aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından olan
ve bu muhabbet deryasından büyük pay sahibi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdadı
hazretleri de Resûlullaha (s.a.v.) olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği
kasidelerinden birinde şöyle yazmaktadır. Server-i âlem, sana âşık olup da,
yanarım! Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâ’be
kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim.
Misafirinim
dememi saygısızlık sayarım.
Herşey
cihanda senin şerefine yaratıldı.
Rahmetin
bana da yağsa, o ân olur beharım.
Herkes Kâ’be’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,
Sana
kavuşmak şevkîle, ben dağları aşarım.
Se’adet tâcı giydirildi, rü’yâda başıma,
Ayağın
toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmi!
Divânında
şu yazılar, oluyor, tercümanım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsan
denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı
sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle
yerleşirse, İslâmiyeti yaşamak, imânın ve İslâm’ın tadına doyulmaz zevkine
ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihanın efendisine tam uymaya sebep olur.
Bu sevgi ile Allahü teâlânın habibine ikram ettiği sonsuz ve tarife sığmaz
nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her müslümanı
doğrudan doğruya Resûlullahın sevgisine götüren ehli sünnet âlimleri ve
kitapları bu bereketlerin senetleridir.
|