TÜRKİYE GAZETESİ YAYINLARI

 

İSLÂM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

1.CİLD

Bir Önceki Sayfaya Gider

CİLD  -  ALFABE  -  ASIR

Bir Sonraki Sayfaya Gider

01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   14   15   16   17   18

MUHAMMED (Aleyhisselâm)

HİLYE-İ SEÂDET

Sevgili Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve açık olarak İslâm âlimleri tarafından senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bu bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadîs-i şerîflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir. Binlerce siyer kitabı arasında Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdetini bildiren en meşhûr kitaplar, İmâm-ı Tirmizî’nin “Eş-Şemail’ür Resûl” adlı eseri ve Kadı İyâd’ın “Şifa-i şerîfi” İmâm-ı Beyhekî’nin ve İsfehanî’nin “Delâil’ül-Nübüvve” adlı kitapları meşhûrdur.

Hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdeti şöyle, bildirilmektedir.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, bütün uzuvları ve sesi bütün insanların yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlaktı. Neşeli olduğu zaman yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği alnından belli olurdu. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbât eden yüzlerce hadîse kitaplarda yazılıdır. Yana ve geriyi bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp, bakardı. Mübârek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı.

Gözlerinin karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübârek kaşları ince ve arası açıktı. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başının büyüklüğü gayet normaldi. Mübârek ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı, Ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman, dişleri arasından nûr saçılırdı. Allahü teâlâ’nın kulları arasında, ondan daha fasih ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve ruhları kendine çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeler sayılmak mümkündü. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed (s.a.v.) gibi konuşulacakdır. Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Peygamberimizin mübârek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak, hem de kuvvetliydi Kollan, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi, ayaklarının altı çok yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri iriydi. Göğsü genişti.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.

Mübârek saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi. Saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını kısaltırdı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Hususi berberleri vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.

Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve sevimliydi. Siyah değildi. O, Arab idi. Arab, lügatte güzel demektir. Arabistanlı olduğu için Arab denilmektedir. Nitekim babası Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı ikiyüze yakın kız evlenmek için Mekke’ye gelmişti. Fakat, onunla evlenmek Âmine’ye nasip olmuştu.

Mısır halkı esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara habeş denir. Zengibar halkına zenci denir. Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu’da Arab diye tanıttıkları için siyah denmektedir. Bu ise yanlıştır.

Peygamber efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek dişleri görünürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nûru, duvarlar üzerine Işık verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı. Fakat mübârek gözlerinden yaş akar, göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zen de namaz kılarken ağlardı.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.

Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Çünkü O’nun mübârek teri, miskten ve çiçekten daha güzel kokardı. Güzel huyların hepsi Resûlullah’ta (s.a.v.) toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış değildi. Bir müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübârek eli ile kimseyi döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshâbına ve hizmetçilerine tevazu ederek, iyi muamele de bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Hastaları ziyârete gider, cenazelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul değildi. Mübârek ruhu, melekler âlemindeydi.

Resûlullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat, güç getiremezdi. Halbuki kendisi hayasının çokluğundan mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Zekât malı almaz, fakat hediye alırdı. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi.

Peygamber Efendimizi (s.a.v.) metheden onbinlerce kitap, kaside ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, Resûlullahı (s.a.v.) methetmekten aciz olduklarını beyan etmişlerdir.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, tarihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte bunların her biri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Peygamberimizin (s.a.v.) sadece idareciliği, dehası, askerî, sosyal ve diğer yönlerini görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zahir âlimleri O’nun zahiri vasıflarını, batın âlimleri de batınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulema-i rasihîn denilen hem zahir ve hem de batın bilgilerinde üstad ve Peygamberimize (s.a.v.) varis olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve aşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gelmektedir. O, Resûlullah’daki (s.a.v.) nübüvvet nurunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, O’na aşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helada bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arz etmişti. Bir keresinde de “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim” demişti. Resûlullah’ın (s.a.v.) güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahhareden, mü’minlerin annesi Hz. Âişe idi. Hz. Âişe âlim, müctehid, akıllı, zekî, edib idi. Gayet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullahı (s.a.v.) metheden şu iki beyti Hz. Âişe söylemiştir:

 

“Ve lev semi’ü fi mısre evsâfe haddihî.

Lemâ bezelû fi sevmi Yûsüfe min nakdin.

Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû

Le âserne bilkat’il külûbi alel eydi.”

 

“Eğer Mısır’dakiler, Onun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, (Güzelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek, için saklarlardı. Zelihâyı (Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek) kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın (s.a.v.) parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

Gene Hz. Âişe buyuruyor ki “Bir gün Resûlullah (s.a.v.) mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Bende iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her taraftı nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun” buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nurların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter denelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resûlullah (s.a.v.) kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını (alnını) öptü ve “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim” buyurdu. Ya’ni senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı (s.a.v.) severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için aferin ve takdir olmaktadır.

Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîmin kalbi olan “Yâsin” sûresindeki “Yâsin” kelimesidir. Ulemâ-i Rasihîn’in büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî hazretleri, “Yâsin”, (Ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habibim) demektir.” buyurmuştur. Bu deryanın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasibi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullahın (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryatlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sahibi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdadı hazretleri de Resûlullaha (s.a.v.) olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasidelerinden birinde şöyle yazmaktadır. Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım! Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.

 

Kâ’be kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim.

Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.

 

Herşey cihanda senin şerefine yaratıldı.

Rahmetin bana da yağsa, o ân olur beharım.

 

Herkes Kâ’be’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,

Sana kavuşmak şevkîle, ben dağları aşarım.

 

Se’adet tâcı giydirildi, rü’yâda başıma,

Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.

 

Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmi!

Divânında şu yazılar, oluyor, tercümanım.

 

Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,

Senin ihsan denizinden bir damla arzularım.

 

Resûlullah’ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşamak, imânın ve İslâm’ın tadına doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihanın efendisine tam uymaya sebep olur. Bu sevgi ile Allahü teâlânın habibine ikram ettiği sonsuz ve tarife sığmaz nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her müslümanı doğrudan doğruya Resûlullahın sevgisine götüren ehli sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.

 
 

Bir Önceki Sayfaya Gider

Bu Bölümün İndex Sayfasına Gider

Bir Sonraki Sayfaya Gider