ZOOLOJİ

Alm. Zoologie, Fr. Zoologie, İng. Zoology. Hayvanları inceleyen bilim dalı. Biyolojinin hayvanları inceleyen dalına “Zooloji”, bitkileri inceleyen dalına da “Botanik” denir. Zooloji, hayvanları toplu olarak ele alır ve onların canlı, cansız diğer varlıklarla münâsebetlerini araştırır ve tespit eder. Hayvanların anatomisi, hücre yapısı, embriyo gelişimleri, eski çağlardan beri geçirdikleri değişiklikler, sınıflandırılmaları, genetik özellikleri, yaşayış şekilleri ve psikolojik davranışları hep zoolojinin konusudur. Zooloji, incelediği konular bakımından birçok dallara ayrılır.

Morfoloji: Şekil bilimi olup, canlıların dış yapısını inceler.

Anatomi: Canlıların iç yapısını inceler.

Histoloji: Doku bilimidir.

Sitoloji: Hücreleri inceleyen bilimdir.

Fizyoloji: Canlılarda bulunan organların görev ve çalışmalarını inceler.

Embriyoloji: Zigottan (döllenmiş yumurta) yavru meydana gelene kadar embriyonun geçirdiği safhaları inceler.

Sistematik: Canlıları ortak özelliklerine göre sınıflandırır.

Genetik: Canlıların karakterlerinin nesilden nesile aktarılmasını inceleyen soyaçekim (kalıtım) bilimidir.

Evolusyon (evrim): Canlıların menşeini ve geçirdikleri değişiklikleri inceler.

Ekoloji: Canlıların yaşadıkları ortam ve birbirleri ile olan münâsebetlerini inceler.

Patoloji: Organizmanın organ ve doku bozukluklarını ve hastalıklarını inceler.

Paleontoloji: Fosil bilimi olup, jeolojik devirlerdeki hayâtı inceler.

ZUHAL

(Bkz. Satürn)

ZÜBEYR BİN AVVÂM

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin; “Her peygamberin bir havârisi (samimi dostu) vardır. Benim havârim Zübeyr’dir.” hadîs-i şerîfine mazhar olan ve sağlığında Cennet’le müjdelenen sahâbî. Huveylid bin Esed bin Abdüluzzâ bin Kusey’in torunudur. Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Hazret-i Hadîce’nin erkek kardeşinin ve Resûlullah’ın halası olan hazret-i Safiyye’nin oğludur. 590 veya 591 senesinde Mekke’de doğdu. 656 (H. 36) senesinde altmış yedi yaşındayken Cemel (Deve) Vak’asında şehit oldu.

Zübeyr bin Avvâm Müslüman olduğunda on iki yaşındaydı. Dördüncü olarak îmâna geldi.

Zübeyr bin Avvâm radıyallahü anh îmân ettiği zaman, amcası çok kızmıştı. Bu yüzden onu, bir hasıra sarar, ateşe sokar-çıkarır ve küfre dönüp putlara tapmasını isterdi. O ise; “Aslâ küfre dönmem. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.” der, yapılan bütün işkencelere büyük bir sabır ve metânetle tahammül ederdi.

Zübeyr bin Avvâm radıyallahü anh Allah yolunda kılıç sıyıranların ilkiydi.

Bir defasında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem müşrikler tarafından şehit edildi şeklinde yalan bir haber yayıldı. Zübeyr bin Avvâm bunu duyunca derhal kılıcını çekip büyük bir heyecanla müşriklerin üzerine doğru koşmaya başladı. Yolda Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) rastlayınca, Peygamberimiz; “Böyle nereye koşuyorsun?” dedi. O da; “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sizi şehit edildi diye duydum.” dedi. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tebessüm ederek ona duâ etti. “Zübeyr bin Avvâm’ın çektiği bu kılıç İslâm uğruna çekilen ilk kılıçtır.” buyurdu.

Îmân edenler arttıkça Mekke’de müşriklerin Müslümanlara yaptıkları işkenceler çok şiddetlendi. Peygamber efendimiz Sahâbilerinin işkenceler altında kıvrandıklarını görünce; “Ey Eshâbım! Şimdi yeryüzüne dağılın! Yüce Allah, sizi yine toplar.” buyurdu.

Eshâb-ı kirâm da; “Yâ Resûlallah! Nereye gidelim?” dediler. Peygamber efendimiz mübârek eliyle Habeş ülkesinin bulunduğu tarafa işâret ederek; “İşte oraya, Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Allahü teâlâ, sizi belki orada rahatlığa kavuşturur.” buyurdu. Bunun üzerine bi’setin beşinci yılında aralarında hazret-i Zübeyr bin Avvâm’ın da bulunduğu 15 kişilik ilk muhâcir kâfilesi, müşriklere yâni puta tapanlara duyurmadan Mekke’den ayrıldılar. Habeşistan hükümdârı Necâşî, gelen muhâcirlere çok iyi davrandı. Râhat ve huzûrlarını sağladı. Eshâb-ı kirâma sorduğu sorulara olgun cevaplar alınca Müslüman oldu.

Peygamber efendimiz, Medîne’ye hicret ettiği zaman, hazret-i Zübeyr bin Avvâm’ı Ensâr’dan Ka’b bin Mâlik ile kardeş yaptı. Hicretten iki yıl sonra Mekkeli müşriklerle Bedr Savaşı yapıldı. Bu savaşta Müslümanlar 313 kişi, Mekkeli müşrikler bin kadar idi. Peygamber efendimiz Bedr Muhârebesinde Zübeyr bin Avvâm’ı sağ kanada kumandan tâyin etti ve; “Melekler alâmetli ve nişanlıdırlar. Siz de kendinize birer alâmet ve nişân yapınız.” buyurdular. Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm başına sarı bir sarık sardı. Her iki taraf bütün güçleriyle saldırıya geçti. Hazret-i Zübeyr’in Bedr Harbi esnâsında gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücûdunda yaralanmadık yer kalmamıştı. Bedr Muhârebesi Müslümanların galibiyetiyle neticelenip, 14 sahâbî şehit oldu. 70 müşrik öldürüldü.

Uhud Muhârebesine de katılan Zübeyr bin Avvâm büyük kahramanlıklar gösterdi. Başına sarı bir sarık sararak müşriklerin sancaktarı Kilâb’ı öldürdü. Yedi arkadaşı ile Peygamber efendimizin yanında şehit oluncaya kadar ayrılmamak üzere yemin etti. Müşrik okçuları, Peygamber efendimizi ok yağmuruna tutunca, Eshâb-ı kirâm Peygamber efendimizi ortalarına aldılar. Atılan oklar Peygamber efendimizin sağından solundan geçiyor, ya önüne düşüyor veya arkasından aşıp geçiyordu. Müşriklerin bu kuşatması karşısında, hazret-i Zübeyr ve arkadaşları, Peygamber efendimizin etrâfında pervâne gibi dönerek, gelen oklara, kılıçlara vücutlarını siper ettiler.

Hendek Gazâsında da bulunan Zübeyr bin Avvâm Müslümanlara hıyânet eden ve müşriklerle birlikte hareket eden Kureyzâ Yahûdîlerine gidip onların tutum ve davranışlarını öğrenip geldi. Hendek Savaşında müşrikler bozguna uğradılar. Hayber’in fethinde de büyük kahramanlıklar gösteren Zübeyr bin Avvâm meşhur Yahûdî cengâver Merhab’ın oğlunu öldürdü.Netîcede Hayber fethedildi. Mekke fethi için hazırlanan orduda Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sancağını Zübeyr bin Avvâm taşıdı. Peygamber efendimiz Mekke’ye yaklaşınca kollara ayırdığı ordunun bir kısmına Zübeyr bin Avvâm’ı kumandan tâyin etti. Mekke’nin fethinden sonra meydana gelen Huneyn Gazâsında da büyük kahramanlıklar gösteren Zübeyr bin Avvâm Hevâzinlileri perişan etti. Zübeyr bin Avvâm Tâif Muhâsarasına, Tebük Seferine ve Vedâ Haccına da katıldı.

Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği zamânında bir müddet sâkin bir hayat yaşayan Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Yermük Savaşına katıldı.

Mısır’ın kalbi olan Fustat şehrini zaptetmek için Amr İbn’il-Âs, hazret-i Ömer’den 4000 kişilik kuvvet istediğinde, halîfe ona dört kişi göndermiştir. Bunlar; Zübeyr bin Avvâm, Mikdâd bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mesleme bin Muhalled idi (radıyallahü anhüm). Bunlar yedi aylık muhâsaradan sonra Fustat şehrini zaptetmeye muvaffak olmuştur. Sonra İskenderiyye üzerine yürüyerek buranın alınmasında büyük rol oynadı.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, 656 târihinde yapılan Deve Vak’asında hazret-i Âişe’nin ordusunda çarpıştı. Sonra harpten çekilen hazret-i Zübeyr, namaz kılarken İbn-i Cermuz tarafından şehit edildi. Şehit olduğunda 67 yaşında idi. Hazret-i Ali, hazret-i Zübeyr’in vefâtına çok üzülmüş ve cenâze namazını bizzat kendisi kıldırmıştır.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, uzun boylu, beyaz tenli, zarîf bir kimse idi. Emânete son derece riâyet eder, hassâsiyet gösterirdi. Kendisine emânet edilen şeyleri saklamak için ne yapacağını şaşırırdı. Nitekim, birçok sahâbî, mallarından başka, çocuklarını da emânet ederlerdi. Ticâret ve zirâatle meşgul olurdu. Medîne zenginlerinin önde gelenlerindendi. Medîne civârındaki arsalardan başka Basra, Kûfe ve Mısır’da da bir hayli emlâki vardı.

Etrafındaki fakirlerin hepsinin maişetini temin etmek husûsunda büyük gayretler sarfetmiştir. Borç para isteyene borç para verir, cihâda gitmek isteyenleri Allah rızâsı için techiz ederdi (donatırdı.) Zekâtını zamânında ve muntazaman verirdi. Bütün servetine ve zenginliğine rağmen, son derece sâde bir hayâtı vardı. Zînet eşyâsına iltifât etmezdi. Ancak, silâhına hassâsiyet gösterirdi. Bu îtibârla kılıcının kabzâsını gümüşten yaptırmıştı.

Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları: “Birinizin ipi alıp odun yüklenerek satması ve Allah’ın onun yüzünü ak etmesi dilencilikten hayırlıdır. İstediği kimseden bir şey alsın veya almasın böyledir.”

“Bilmediğini hadis olarak söyleyen, Cehennemde azâb görecektir.”

ZÜHREVÎ HASTALIKLAR

Alm. Venerische Krankheiten, Geschlechtskrankheiten (f.pl.), Fr. Maladies (f.pl.) vénériennes, İng. Veneral diseases. Başka yollarla da bulaşabilen, fakat daha ziyâde cinsî temasla bulaşan hastalıklar grubu. Zührevî hastalıklar şu şekilde sıralanabilir:

1. Sifiliz: Bkz. Frengi.

2. Gonore: Bkz. Belsoğukluğu.

3. Yumuşak şankır: Ducrey basili, hastalığın amilidir. Ekseriya cinsel temasla, nâdiren de meslekî olarak geçer. Mikrobun yerleşebilmesi için deri veya mukozada bir yara bulunması şarttır. Bu mikrop, sıcak ve rutûbetli muhiti sevdiği için hastalık daha ziyâde sünnetsiz erkeklerde görülür. 1-3 günlük bir kuluçka döneminden sonra mikrobun girdiği yerde şiddetli kırmızı bir leke meydana gelir. Bu leke gelişerek kısa zamanda yara hâlini alır. Yaranın zemini yumuşaktır. Yaranın büyüklüğü toplu iğne başından el ayasına kadar değişir. Bölgesel lenf düğümleri şişebilir. Yumuşak şankır genellikle tenâsül organları bölgesinde görülürse de nâdiren parmaklarda ve dilde de rastlamak mümkündür.

Tedâvide en çok sülfonomid grubu ilâçlar kullanılmakta ve şifâ hâsıl olmaktadır. Hastalıktan korunmada evlilik dışı, cinsel temaslardan kaçınmak esastır.

4. Nicolas favre hastalığı: Cinsel temasla geçen bir hastalık olup, erkekler kadınlardan fazla hastalanırlar. Ortalama 10-15 günlük bir kuluçka döneminden sonra virüsün girdiği yerde bir kabarcık veya yara meydana gelir ve bir süre sonra kaybolur. Daha sonra bölgesel lenf bezleri şişer cerahatlenir ve dışarı açılırlar. Hastalığın seyri esnâsında kırıklıklar, başağrısı, ateş ve vücutta döküntüler görülebilir. Hastalık genellikle çok uzun sürer; tedâvide istirahat ve sıcak tatbikat esas olup, streptomisin ve tetrasiklinler kullanılır.

5. Beşinci zührevî hastalık veya donovaniasis: Ekseriyâ cinsel temasla bulaşan, kuluçka devri birkaç günden üç aya kadar değişen ve orta derecede bulaşıcı bir hastalıktır. Mikrobun girdiği yerde bir döküntü veya yara meydana gelir. Giderek yayılır. 10-12 sene devam eder. Tenâsül organları bölgesinde ödemler ve idrar yolu darlıkları, kansızlıklar meydana gelebilir. Tedâvide streptomisin veya kloranfenikol kullanılabilir.

6. AIDS: Son yıllarda tespit edilen ve giderek büyük bir önem kazanmaya başlayan virütik (virüsle meydana gelen) bir hastalıktır. Son tespitlere göre bugüne kadar ABD’de 1993’te 293.000 kişi ölmüştür. Gerçek rakam ise bunların çok üstündedir. Maalesef son yıllarda ferdî vak’alar hâlinde olsa bile AIDS vak’aları yurdumuzda da görülmektedir. Fakat her yıl binlerce turistin girip çıktığı memleketimizde gelecek yıllarda gruplar hâlinde AIDS tehlikesi sözkonusudur. (Bkz. AIDS)

ZÜHRÎ

Tâbiîn devrinde yetişmiş hadis ve fıkıh âlimlerinden. İsmi Muhammed bin Müslim, künyesi Ebû Bekir’dir Kureyş’in Zühreoğulları kabîlesine mensup olmasından dolayı Zührî diye meşhur olmuştur. Bâzan büyük dedesine nispetle İbn-i Şihâb ez-Zührî diye de söylenir. Kendisi Medîneli olup 672 (H.52) senesinde doğmuştur. 742 (H. 124) senesinde Şam civârında “Şegbedâ” denilen köyde vefât etmiştir.

Aslen Medîneli olup Şam’da yerleşmiş olan Zührî, zamânının âlimlerinden ilim tahsil etti. Eshâb-ı kirâmdan on kişi ile görüştü. Abdullah bin Hattab, Abdullah bin Câfer, Rebîa bin Ubbâd, Misver bin Mahreme, Abdurrahman bin Ezher ve başka sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Atâ bin Ebî Rebâh, Ebû Zübeyr, Mekkî, Ömer bin Abdülazîz, Amr bin Dînar, Sâlih bin Keysan, Yahya bin Saîd el-Ensârî ve daha birçok âlim ve fazilet sâhibi zât ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Zührî iki bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinin sağlam bir şekilde zabt edilmesi (korunması) için ilk çalışmayı başlatan Zührî’dir. Hadîs-i şerîfleri önce tedvin etmiş yâni toplamıştır. Hadîs-i şerîf toplamaya Emevî halîfelerinden Ömer bin Abdülazîz zamânında onun emriyle başlamıştır. Zührî topladığı hadîs-i şerîfleri hayatta iken kitap hâline getirdi. Halîfe bu kitabı çoğaltarak her tarafa gönderdi. Böylece Zührî hadîs-i şerîflerin toplanarak korunması husûsunda hayırlı bir çığır açmıştır. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bir çoğu Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahîh hadis kitabında ve İmâm-ı Mâlik’in Muvatta’ında mevcuttur. Üstün bir zekâya sâhip olan Zührî Kur’ân-ı kerîmi seksen gecede ezberlemişti. Fıkıh ilminde de yüksek derece sâhibi olan Zührî, Medîne-i münevveredeki Fukahâ-i Seb’a yâni yedi meşhur fıkıh âliminin bildirdikleri fıkıh bilgilerinin hepsini öğrenmişti.

Başka ilimlerde de vukûf sâhibi olan Zührî hangi ilim dalı olursa olsun konuşmaya başlayınca, dinleyen, o mevzûyu en iyi bilen o, kanâatine varırdı. Ayrıca güzel ahlâk sâhibi ve cömertti. 742 (H.124) senesinde Şam civârında Şegbedâ denilen köyde vefât etti. Burası Hicâz sınırının sonu ile, Filistin sınırının başlangıcında bir yerdir.

Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslümana darılıp da din kardeşini üç geceden fazla terk etmek helâl olmaz.

Size atılan adımlardan Allahü teâlânın en çok râzı olduğu adımı bildireyim mi? Allahü teâlânın en hoşnut olduğu adım, akrabâyı ziyâret için veya cemâatle namaz kılmak için atılan adımdır.

Sizden biriniz ezânı işitince aynısını söylesin.

Zührî buyurdu ki:

“Biz bir âlime gittiğimizde bize göre, ondan edep ve terbiyeyi öğrenmek, onun ilminden istifâde etmekten önce gelirdi.”

“İlim sormakla kazanılır.”

“İlmiyle amel etmiyen âlimin ilmine güvenilmez.”

“İlmin bir takım düşmanları vardır. Birisi âlimi terk etmek. Böylece âlim ölümüyle ilmini de alıp götürür. Diğeri unutmak. En tehlikeli düşmanı ise yalandır.”

ZÜLFİKÂR ALİ BUTTO

Pakistan devlet adamı. 5 Ocak 1928 senesinde Larkana’da doğdu. Çok zengin bir âilenin çocuğuydu. Bombay’daki tahsilinden sonra Berkeley-Kalifornia Üniversitesini bitirdi. İngiltere-Oxford Üniversitesinde hukuk öğrenimi yaptı. Bu arada bir İngiliz gibi yetiştirildi. 1953’te Pakistan’a döndükten sonra avukatlığa başladı. 1956-58 târihleri arasında, Sind Eyâletinde hukuk dersleri verdi.

Butto, İskender Mirza’nın 1958’de ilk cumhurbaşkanı olarak kurduğu hükûmette Ticâret Bakanı oldu. Mason olan Eyüp Hanın darbe yaparak idâreyi ele geçirmesinden sonra da bakanlığı devam etti. Eyüp Hanın beş yıl için devlet başkanlığına seçildiği dönemde, Butto da Dışişleri Bakanlığına getirildi. 1963-66’daki Dışişleri Bakanlığı görevindeyken, batıdan uzaklaşıp Rusya ve Çin ile yakınlık kurdu. Hindistan’la yapılan savaşta, savaş taraftarı olup, barış yapılmasına karşı çıktığı için azledildi. 1967 senesinde Pakistan Halk Partisini kurdu. EyüpHanı, koyu dikta rejimi uygulamakla suçladı. Eyüp Hana karşı sûikast teşebbüsünden sonra, diğer muhâlefet liderleriyle berâber hapsedildi (1968). Muhâlefet partilerinin yoğun baskılarına dayanamayan Eyüp Han, iktidarı Şiî olan Genelkurmay Başkanı Yahyâ Hana devretti. Bundan sonra Butto, diğer muhâlefet liderleriyle berâber serbest bırakıldı (1969). Yahyâ Han tarafından, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığına getirildi.

Pakistan’da 1970’te genel seçimler yapıldı. Bu seçimde hiçbir parti tek başına iktidara gelemedi. Seçimi kazanamayan Butto, Avami Birliği Partisi ile koalisyon hükûmeti kurmaya yanaşmadı. Bu durumda meclis, süresiz olarak kapatıldı. İktidar boşluğundan ülke genelinde karışıklıklar çıktı ve savaşa dönüştü. Pakistan’ın parçalanması tehlikesi ortaya çıktı. Netîcede Doğu Pakistan, Hindistan’dan da yardım alarak, Bangladeş adıyla yeni bir devlet kurdu. Doğu Pakistan’ın bu muhtâriyet savaşında Pakistan ordusu, Hindistan birliklerine yenilince, Yahyâ Han 1971’de hapsedildi. Yahyâ Handan sonra hükûmeti Zülfikar Ali Butto devraldı. Butto, 1973’te yeni bir anayasa hazırlattı. Bu anayasaya göre meclisin ve senatonun seçtiği Sadri Fâzıl Elahi Çavduri Cumhurbaşkanı olurken, kendisi başbakanlığa geldi. 1974’te Lahor’da yapılan İslâm Konferansında Bangladeş’i resmen tanıdı. 1976’da Hindistan’la olan ticârî ve siyâsî münâsebetleri yeniden kurdu.

1977 senesinde ülkede genel seçimler yapıldı. Butto, bu seçimlerde çoğunluğu elde etti. Fakat muhâlefet tarafından seçimlere hîle karıştırıldığı iddiâ edildi. Ülkede karışıklık çıktı; istikrar iyice bozuldu. Genelkurmay Başkanı Ziyâ-ül-Hak 5 Temmuz 1977’de hükûmete el koydu. Butto, kısa bir süre sonra tutuklandı. 1974 senesinde muhâliflerinin öldürülmesini emrettiği için, Lahor Yüksek Mahkemesinde yargılandı. 1978’de mahkeme tarafından hakkında îdâm karârı verildi ve Şubat 1979 senesinde onaylandı. 4 Nisan 1979’da Ravalpindi’de îdâm edildi.

ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELÂM

Peygamber veyâ velî. Kur’ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkça bildirilmedi. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı.

Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselâmı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazîfelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselâm Allahü teâlâya niyazda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmetmesi gerektiğinin bildirilmesini istedi.

Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Sana verdiğim vazîfeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.”

Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn’in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti.

Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselâmı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ile ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn (yerleşilmiş) yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kâfir olup vahşî hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselâm bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dîne dâvet etti. Kavimden bir kısmı îmânla şereflendi bir kısmı ise îmân etmekten yüz çevirdi. Zülkarneyn aleyhisselâm inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar.

Zülkarneyn aleyhisselâm müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki bütün insanları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrâhim aleyhisselâmla görüşüp hayır duâsını aldı. Nasîhatlerine kavuştu. Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Zülkarneyn aleyhisselâm orada, yer altındaki mahzenlerde yaşayan kavmi hak dîne dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. O kavmi de hak dîne dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselâmı iyilikle karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dîni kabul etti. Zülkarneyn aleyhisselâmın iltifatlarına kavuştu. Ye’cüc ve Me’cüc adlı kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselâm o kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc’ün zararından korunmak için sed yaptılar.

Zülkarneyn aleyhisselâm bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan, rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselâm o kavmin hükümdarıyla da görüştü. Hükümdar kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhireti hatırlamak için de ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı.

Zülkarneyn aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazîfesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasında Dûmet’-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldu.

Vefât etmeden önce yakınlarına “Ben vefât edince usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Az bir zaman sonra da vefât etti. Mekke’ye veya Mekke civârındaki Tehâme Dağlarında bir yere defn edildi.

İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyyet etmekle “Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı dünyâda kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.” demek istedi.

Zülkarneyn aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâk sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve adâlet sâhibi idi. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için sed yapmıştı.

Seddi rivâyetlere göre Asya’nın doğusundaki mümin Türklerin ricâsı üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu sed bugünkü Çin Seddinden başkadır.

Kur’ân-ı kerîmin Kehf sûresi 83-98. ayet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselâmla ilgili haberler verilmektedir. Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:

İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi. Mümin olan ikisi Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır. (Bkz. İskender)

ZÜLKİFL ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberliği kesin olarak belli olmayıp, âlimlerin ekserisi peygamber olduğunu söylemişlerdir. Asıl ismi Bişr olup, lakâbı Zülkifl’dir. Elyesâ aleyhisselâmdan sonra, kızmadan sabır göstererek dînin emirlerini ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefâlet sâhibi mânâsında Zülkifl denilmiştir. Elyesâ aleyhisselâmın amcasının oğludur. İsrâiloğullarına Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını tebliğ etmiştir.

Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gönderdiği peygamberlerden Elyesâ aleyhisselâmın eceli gelip vefâtı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrâiloğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükm edecek birine ver.” buyurdu. Bu peygamber kendisine verilen emri İsrâiloğullarına bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım.” dedi. Peygamber o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur.” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı o genç yine “Kefil olurum.” dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesâ aleyhisselâm, onu yerine halîfe bıraktı. Bu genç Bişr idi. Bu sebeple o gence Zülkifl lakabı verildi.

Bu genç aldığı vazîfeyi eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışırken İblis (Şeytan) onu kıskandı ve bu vazîfeyi yaptırmamak için çeşitli hîlelere başvurdu. Fakat bu genç İblisin hîlelerine aldanmadan aldığı vazîfeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu hâlinden dolayı Allahü teâlâya şükr etti.

Allahü teâlâ Zülkifl aleyhisselâma peygamberlik vazîfesi verdi.Zülkifl aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara bildirdi. Tevrât’ı okuyup hükümlerini yerine getirdi. Tebliğ vazîfesini hakkıyla yerine getirdikten sonra Şam beldelerinden birinde vefât etti.

Kur’ân-ı kerîmin Enbiyâ sûresi 85-86. âyet-i kerîmelerinde, Sâd sûresi 48. âyetinde Zülkifl aleyhisselâmla ilgili haberler verilmektedir.

ZÜMRÜT

Alm. Smaragd (m), Fr. Emuraude (f), İng. Emerald. Parlak yeşil renkli bir berilyum ve alüminyum silikatı. Be3Al(SiO3)6 formülü ile gösterilir. M.Ö. 200 senesinden beri çok kıymetli mücevher taşı olarak kullanılmaktadır. Büyük İskender, Kleopatra ve Romalılar zamânında büyük ölçüde mâdenciliği yapılmıştır. Güney Amerika’yı işgal eden İspanyollar tarafından da burada bulunan insanların ellerinden alınıp Avrupa’ya taşınmıştır.

Zümrüt oldukça serttir. İçinde ihtivâ ettiği eser miktardaki krom sebebi ile yeşil renktedir. Çok düzgün altıgenler prizması hâlinde bulunur. Zümrüt kuartzdan sert, elmastan yumuşaktır. Yoğunluğu 2,64-2,72 arasındadır. Zümrütün kıymetli olması yeşil, parlak, ışığı geçirgen ve çatlaksız kusursuz bir yapıya sâhip olmasındandır.

Mücevher olarak kullanılan zümrüt umûmiyetle küp, dikdörtgenler prizması şeklinde kesilir. Kesilen parçalarda renklerin en derin kısımlarda dahi eşit olmasına dikkat edilir. Romalılar zamânında altıgen kesitli prizmalar hâlinde kullanılmıştır. Hattâ seramik işlerinde aralara konulduğu da olmuştur.

Zümrüt’ün renginden dolayı elbiseye takıldığında göz değmesine; kolye olarak takıldığında epilepsiye iyi geldiği; dizanteriyi tedâvi ettiği, hâmile kadınların kolay doğum yaptıkları 1969 baskı Encyclopedia Britannica sekizinci cilt 331’nci sayfasında yazılıdır.

Zümrüt, 1930 senesinde Almanya’da sentez edilerek küçük parçalar hâlinde sun’î yoldan yapılmıştır. Daha sonra ABD’de 200 grama ulaşan ve tabiîsini aratmayacak mükemmellikte sun’î olarak elde edilmiştir.

ZÜNNÛN-İ MISRÎ

Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebü’l-Feyz, adı Sevbân bin İbrâhim’dir. Doğum târihi belli değildir. 860 (H.245) senesinde Mısır’da vefât etti.

Deniz yolculuğu yaparken bindiği gemide bir tüccârın mücevher dolu bir kesesi kaybolmuştu. Gemidekiler; “Sen aldın” diyerek iftirâ edip, hakârete ve işkence yapmaya başladılar. Suçsuz olduğundan, duâ ederek kurtulmak istedi. Zünnûn-i Mısrî, Allahü teâlâya duâ edince, hemen suyun yüzüne, ağızlarında birer mücevher bulunan binlerce balık çıkmaya başladı. Onlardan birini alıp gemidekilere verdi. Bunu gören asıl hırsız keseyi getirip verince, Zünnûn-i Mısrî işkencelerden kurtuldu. Bu sebeple ismine, balık sâhibi, balıkçı mânâsında Zünnûn denildi.

Mısır’da tasavvuf ilmini ilk defâ o açıklamıştır. Yüksek din ilimlerinin sekizincisi olan tasavvuf (ahlâk) ilmi, onun açıklamasından ve îzâhlarından sonra Mısır’da yayıldı ve nice kimsenin dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmasına sebep oldu.

Hocası, Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes’tir. Onun eseri Muvattâ’yı bizzat kendisinden okumuş ve fıkıh ilmini ondan öğrenmiştir. Tasavvuf ilmini Şeyh İsrâfil’den öğrenip, kemâle ulaştı. Fakat hâlini bilmeyen pekçok kimse, ona düşman oldular ve değerini vefâtına kadar anlayamadılar.

Zünnûn-i Mısrî, cenâb-ı Hakk’ın âşığı idi. O’nun sevgisiyle deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellîsi ve hasrette kalanların arzusu idi.

Zünnûn-i Mısrî’nin doğru yolu bulması şöyle anlatılır: Bir ağaç altında otururken, iki gözü kör bir kuşun ağaçtan indiğini, yeri eşerek altın bir kutu çıkardığını gördü. Dikkat edince, kutunun içinde susam olduğunu ve kuşun bunu yediğini gördü. Daha sonra başka bir yeri gagası ile eşti ve başka bir kutuda bulunan suyu içti. Tekrar gagası ile gömdü. Ağaca kondu. Topraktaki kutu yerleri belirsiz hâle geldi. Bu hâli gören, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Allahü teâlâya tevekkül etmenin gerçeğini anladı ve tevekkül etmeye karar verdi. Biraz ileride, bir virânede fakirlerle karşılaştı. Birlikte geceyi orada geçirdiler. Ertesi gün, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bir küp altın buldu. Bu küpün ağzındaki tahta kapakta, Allah ismi yazılı idi. Altınları fakirlere dağıttı, kendisi de tahtayı alıp, o gece yine orada yattı. Uyandıkça, yazıyı öpüyor ve başına koyup gözüne sürüyordu. Gece rüyâsında şöyle söylediler: “Arkadaşların altınları aldılar. Sen Allahü teâlânın ismini azîz tuttun. Sen de dünyâda azîz ol!”hemen uyandı. O anda, gönlü ve içi nûr ile doldu.

Ömrü boyunca Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından titizlikle kaçınan Zünnûn-i Mısrî 860 (H.245) senesinde Mısır’da vefât etti. Amr bin Âs’ın yanına defnedildi.

Bu Allah dostu zâtın birçok kerâmetleri, menkıbeleri ve veciz sözleri vardır.

Birgün Zünnûn-i Mısrî’nin yanına birisi geldi ve; “Borcum var; hiç param yok ki ödeyeyim.” dedi. Yerden bir taş aldı ve o borçluya verdi. O da çarşıya götürdü, cebinde zümrüt olmuştu. Dört yüz altına sattı ve borcunu verdi.

Bir genç Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zünnûn-i Mısrî yüzüğünü ona verip, bunu çarşıya götür, bir altına sat buyurdu. Götürdü, çarşıdakiler bir gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı. Mücevheratçılara götür, bakalım ne verirler buyurdu. Bin altına o yüzüğü satın almak istediler. Genç geri dönüp durumu haber verdi. O zaman gence; “Senin tasavvuf ehlini anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğü bilmeleri ve ona değer biçmeleri gibidir.” buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı attı.

Vefât ettiğinde, hava çok sıcaktı. Cenâzesini götürürlerken bir bölük kuş da cenâzenin üstünde kanatlarını açarak birlikte uçuyor ve gölge yapıyorlardı. Oradaki insanlar o kuşların kanatlarının gölgesi altında kalıyorlardı. Fakat hiç kimse öyle kuşlar görmemişti.

Şöyle anlatılır: Zünnûn-i Mısrî, on sene canı bir aşı yemek istemesine rağmen yememişti. Bir bayram gecesi nefsi kendisine; “Ne olur, bayram günü olsun bana arzu ettiğim bu aşı versen.” deyince, Zünnûn-i Mısrî; “Ey Nefs! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm edersen, istediğin bu yemeği veririm.” dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği aşı getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. “Niçin böyle yaptın?” deyince; “Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, deyince ben de; “Hayır ulaşamadın, diyerek lokmayı geri koydum.” dedi.

Zünnûn-i Mısrî’ye; “Kul hangi sebeple Cennet’e girer?” diye sorulunca; “Beş şeyle: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk, gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli âşikâr Allahü teâlâyı anmak, yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek, hesâba çekilmeden önce kendini hesâba çekmek.” buyurdu. “Allah korkusunun alâmeti nedir?” deniline; “Bu korkunun diğer bütün korkulardan kişiyi emin kılmasıdır.” cevâbını verdi.

“Kulun, ihlâs sâhibi kimselerden olduğu nasıl belli olur?” diye sorduklarında; “Kendisini tam mânâsıyla ibâdete verip, insanların nazarında mertebe ve îtibârının silinmesini severek kabul ettiği zaman.” diye cevap verdi.

“Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmalı?” diye sorduklarında; “Beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur’ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak.” cevâbını verdi.

“Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür: Birincisi; tâattan (ibâdetten) tad, haz almaz. İkincisi; Allahü teâlâdan korkmaz. Üçüncüsü; eşyâya, mahlûkâta ibret gözüyle bakmaz. Dördüncüsü; dinlediği ilim ve nasîhatten istifâde etmez.”

“Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.”

“İlim tahsil ettiği hâlde, bu ilmiyle amel etmeyen kimseye âlim denilmez.”

“Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helâldendir diye araştırmadan, düşünmeden yiyen kimse, hak yoldan felah bulamaz.”

“Sabır, Allahü teâlânın emirlerine karşı olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti bütün ahlâk ve işlerde, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”

“Doğruluk; Allahü teâlânın, üzerine konulan her şeyi kesen bir kılıcıdır.”

“Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatandır.”

“Kanâat eden râhat bulur, üstün olur.”

“Tevekkül eden, emin ve metin olur. Faydalı işleri ihmâl eden, faydasız işlerle uğraşır.”

“İnsanların ayıpları ile meşgul olan, kendi aybını görmez.”

“Rûhun sıhhati günah işlememekte; bedenin sıhhati de az yemektedir.”

“Sevgi seni konuşturur, korku râhatsız eder, hayâ susturur.”

“İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalplerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”

“Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor.”

ZÜRAFA (Giraffa camelopardalis)

Alm. Giraffe, Fr. Giraffe tachté, İng. Giraffe. Familyası: Zürafagiller (Giraffidae). Yaşadığı yerler: Orta Afrika’da. Özellikleri: Karada yaşayan en uzun boylu memeli. Yerden yüksekliği 4-5 metredir. Ağaç yaprakları ve filizlerle beslenir. Ömrü: 25-30 yıl. Çeşitleri: İki türü vardır. Lekeli zürafa (G.camelopardalis), Ağlı zürafa (G.reticulata).

Afrika çayırlarında sürüler hâlinde yaşayan en yüksek memeli. Boynu ve ön ayakları çok uzundur. Erkek zürafanın başından yere kadar yüksekliği 5,5 metredir. Ağırlığı ise 2 ton kadardır. Sarımtrak vücûdunda koyu lekeler vardır. Erkek ve dişilerin her ikisinde de kıllı deri ile örtülü kısa boynuzları, başından sırtına kadar uzanan kısa tüylü bir yelesi vardır. Kuyruk ucunda uzun bir püskül bulunur. Uzun kulakları oynaktır. Görme duyusu çok güçlüdür. Burun deliklerini istediği zaman kapatabilir. Tırnakları iki parçalı, geviş getiren, yaprak ve ağaç filizleriyle beslenen bir hayvandır. Nadir hallerde çalı ve ot da yer. Bu durumda ön ayaklarını bir pergel gibi açarak başını yere eğebilir. Su içerken de aynı hareketi yapar. Sert ve kıllı dudakları hareketlidir. 45-50 cm’ye kadar uzayabilen diliyle yaprak ve filizleri kavrayarak yer. Fazla su ihtiyacı duymaz. Bâzan bir ay kadar su içmeyebilir. Su bulunan bölgelerde normal su içer. Dişiler 5 metre boyunda, 900 kg ağırlıktadır.

Belli bir üreme dönemi yoktur. Erkekler arasında bâzan şiddetli döğüşler olur. Baş darbesi ve tekmeyle birbirlerine saldırırlar. Dişi 15 ay kadar bir gebelikten sonra 2-5 yavru doğurur. Doğan yavru 2 metre boyunda, 70 kg ağırlıktadır. Hemen ayağa kalkarak annesini tâkip eder. 9 ay kadar emzirilir. Zürafa uysal bir hayvandır. Çok hızlı koşar. En hızlı at bile ona yetişemez. Aslandan bile çekinmez. Fakat uysal karakterli olduğundan koşmayı tercih eder. Zürafanın tekmesi meşhurdur. En büyük düşmanı insan ve aslandır. Eti ve derisi için avlanır. Nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Su içerken veya yerde otlarken birkaç aslan boynuna saldırarak onu öldürebilirler. En çok akasya ağaçlarının filiz ve yapraklarını sever. Sulak ve çamurlu yerlerde güçlükle yürüdüğünden sert arâzileri tercih eder. Çoğunlukla Senegal, Beyaz Nil ve Natal bölgelerinde rastlanır.

Memelilerin kıl ve bacaklarından gelen toplardamarların içinde kapakçıklar bulunur. Kan, yukarı çıkarken, yerçekimi tesiri ile geri dönmesi için kapakçıklar kapanır. Atardamarlarda böyle bir sistem yoktur, dişleri düzdür. Fakat zürafanın boynundaki atardamarlarda da kapakçıklar mevcuttur. Pek uzun olan boynunda diğer memelilerde olduğu gibi 7 omur vardır. Küçük bir fâre ile zürafanın boyun omur sayısı aynıdır. Fakat zürafada kemikler büyüktür.

Zürafanın şekli deveye, başı öküze, rengi leopara benzer. Eskiden Avrupalılar zürafanın deve ile leoparın eşleşmesinden olduğunu sanırlardı. Yavruları kuzular gibi meler. Yetişkinler daha kaba sesler çıkarır. Zürafaların çok az memelide bulunan başka bir özellikleri daha vardır. Koşarken sağ ön ve arka ayağını aynı anda öne atar, sol ön ve arka ayağını da aynı anda öne atar. Onun için yalpalayarak koşar. Ayakta veya uzanarak uyur. Fırtınalı havalarda kumların burnuna dolmaması için burun deliklerini kapatır. Ömürleri 25-30 yıl kadardır.

ZÜŞŞİMÂLEYN BİN ABD-İ AMR

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Muhâcirlerden olup, Bedr Savaşında şehit olan Eshâb-ı kirâmdandır. Asıl adı Umeyr, künyesi; Ebû Muhammed olup, İslâm târihinde Züşşimâleyn lakabıyla tanınmaktadır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Ölüm târihi için ise, Bedr’de şehit olduğu 624 (H.2) târihi kabul edilir.

Hazret-i Züşşimâleyn, Hicret-i Nebeviyye’den önce İslâm dînini kabul ederek îmân etmiştir. Daha sonra bütün Müslümanlar gibi Medîne’ye hicret etti. Orada Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tarafından Muhâcir ile Ensâr arasında yapılan kardeşlik anlaşmasında Yezid bin Hâris radıyallahü  anh ile din kardeşi yapıldı.

Hakkında çok az şey bilinen Züşşimâleyn radıyallahü anh, dünyâ makam ve mevkisine değer vermezdi. Hattâ zamânının pekçoğunu Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sohbetinde ve hizmetinde geçirirdi. Her iki elini de kullanmada çok mâhirdi. Bu özelliğinden dolayı kendisine “Züşşimâleyn” lakabı verilmişti. Medîne’ye hicretten sonra Müslümanların müşriklerle yaptıkları Bedr Savaşına katıldı. Aynı savaşa din kardeşi olduğu Yezid bin Hâris de iştirak etti. Her ikisi de bu savaşta çok yararlıklar gösterdiler. Kahramanca savaştılar. Allahü teâlânın rızâsı için din kardeşi olan bu iki sahâbî, dünyâdaki bu samîmi arkadaşlıklarını âhirette de devâm ettirmek ister gibi Bedr Savaşında şehit oldular.

Sahâbeler arasında yine her iki elini de çok iyi kullanan “Zülyedeyn” lakabı ile bilinen başka bir sahâbî vardı. Bâzı târihçiler bu iki ismi (“Züşşimâleyn” ile “Zülyedeyn”) birbirine karıştırırlar. Güvenilen İslâm âlimlerinin yazdıkları kitaplarda, bildirdikleri haberlere göre, Zülyedeyn lakabıyla meşhur sahâbî, Bedr Savaşına katılmamıştır. Bunlar her ikisi de ayrı şahıslardır.

Hazret-i Züşşimâleyn, Peygamberimizden sallallahü  aleyhi ve sellem önce vefât ettiği için naklettiği hadîs-i şerîf yoktur.