ZİYÂ GÖKALP
Yirminci asır Türk sosyolog, yazar ve şâiri. 1876’da Diyarbakır’da doğdu, asıl ismi Mehmed Ziyâ’dır. Önce mahalle mektebinde okudu. Diyarbakır Askerî Rüştiyesi ve Mülkiye İdâdisini bitirdikten sonra İstanbul’a geldi. Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisine girdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı devirmek için faaliyet gösteren gizli bir cemiyete girdiği için tevkif edildi. Daha sonra Diyarbakır’a sürüldü. Burada amcasının kızıyla evlendi.
1908’de İttihat ve Terakkinin Diyarbakır Şûbesini kurdu. 1911’de Selanik’e yerleşti. 1912’de Ergani’den meb’us seçildi. Meclisin 18 Ağustosta feshiyle bu vazifesi dört ay devam etti. 1914’te İstanbul Darü’l-Fünûnunda içtimaiyat (sosyoloji) dersleri okuttu. İstanbul’un işgâlinden sonra İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. Dönüşünde bâzı arkadaşları ile Ankara’ya gitti. Te’lif ve Tercüme Reisliğine tâyin edildi. 1923’te Diyarbakır’dan meb’us seçildi. 1924’te İstanbul’da Fransız Hastânesinde öldü.
Gökalp, gençlik yıllarında birbirine zıt fikirlerin çarpışmasıyla buhran içine düştü. Maddî hiçbir derdi bulunmadığı halde felsefî düşünceleri ızdıraplarının kaynağı oldu. Bir ara beynine kurşun sıkarak intihara teşebbüs etti.
1908’de Diyarbakır Gazetesi’nde yazı hayâtına başladı. 1909’da Peyman Gazetesi’ni çıkardı. Genç Kalemler mecmuâsında yayınlanan Turan şiiri İttihat ve Terakkici gençler tarafından büyük bir heyecanla benimsendi.
Yazar olan babasının tesiriyle çok küçük yaşta folklor ve halk şiiriyle ilgilenmiştir. Ziyâ Gökalp, şiir, nesir, destan ve masal türünde yazmış; ilmî-fikrî makâleler, kitaplar kaleme almış kendine has bir fikir adamıydı. Bilgi ve fikirlerini çok kolay ve basit görünen yazılarla âdetâ çocuksu bir söyleyişle nazım diline aldı. Ziyâ Gökalp’ın milliyetçiliği, değişik merhaleler geçirmiş bir “Türkçülük’tür”. Daha geniş sahada ise Turancılık mefkûresini düşünmüştü. Türkçülüğün Esasları isimli kitabında Türk aydınları için daha olgun bir “Türkçülük ve hedeflerini gösterip, milliyetçiliğin programını çizdi. Bu kitapta kendisine has ideallerini, sosyolog olarak ortaya koydu”. Türkçülüğün programını “Lisanî Türkçülük, Dînî Türkçülük, Bedîî Türkçülük, Ahlâkî Türkçülük, Hukûkî Türkçülük, İktisâdî Türkçülük, Siyâsî Türkçülük, Felsefî Türkçülük” gibi bölümlerden özetledi. Ortaya koymak istediği, önemli saydığı fikirlerin başında Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak vardı. Fakat bu idealine tam anlamıyla bağlı kalan olmadığı gibi, kendisi de bu konuda mutedil olamadı.
Ziyâ Gökalp, aynı zamanda bir sosyologdur. Sosyolojideki sistemi sosyal mefkûrecilik sistemidir. Ancak, görüşlerinde, geniş ölçüde bir milliyetçilik hâkimdir. Sosyal konulardaki örneklerini Türk insanından, Türk târihinden seçmiştir. Hemen bütün eserlerinde kullandığı lisan, sâde konuşma dili kadar samimi bir lisandır. Nazım dili bile her nev’i sanat gösterişlerinden uzak, bir sâdelik içindedir. Manzumelerini -birkaç tânesi hâriç- hep hece vezniyle yazdı. Fakat dörtlük (kıt’a) esâsına dayanan, şiirdeki millî Türk birimini kullanmayı ihmal ettiği gözden kaçmaz.
Türkiye’de çağdaş sosyoolji ilmini o kurdu. Millî edebiyat hareketlerinin yaygın bir çığır hâlini almasında onun büyük rolü oldu. “Bir Kavmin Tetkikinde Usûl” gibi ilmî çalışmaları, sosyoloji sahasında çalışanlar için rehber vazifesi gördü. Küçük Mecmua’da neşrettiği Halkiyât, Masallar gibi yazıları da Türkiye’de folklor araştırmaları için kaynak eserdir.
Başlıca Eserleri:
Manzum masal, destan, didaktik manzume, mefkûre manzumeleri ve Yunus Emre tarzı ilâhiler çeşidinden şiirlerini üç ayrı kitapta topladı. Bunlar Kızıl Elma (1914), Yeni Hayat (1918), Altın Işık (1923), isimli şiir kitaplarıdır. Bunlardan başka Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak (1918), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Medeniyeti Târihi (1925), Malta Mektupları (1931), Kolsuz Hanım (1950), Millî Terbiye ve Maarif Meselesi (1964) isimli eserleri vardır.
Ziyâ Gökalp’ten şiirler:
ÇOBANLA BÜLBÜL
Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle:
“Sürülerin hani, ovan nerede?”
Bülbül sordu, boynu bükük bir güle:
“Şarkılarım hani, yavrum nerede?”
Ağla çoban, ağla! Ovan kalmadı.
Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: “Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.”
Bülbül dedi: “Düşman haset etse de,
İstanbul’da şakıyacak, Türk sesi!”
Çalış çoban, çalış! Kurtar öz yurdu!
Şâirlerden topla, bülbül bir ordu!
Çoban dedi: “Edirne’den tâ Van’a
Erzurum’a kadar benim mülklerim!”
Bülbül dedi: “İzmir, Maraş, Adana,
İskenderun’u, Kerkük en sâf Türklerim”
Sarıl çoban sarıl! Mülkü bırakma!
Yâd elinde, bülbül, Türk’ü bırakma!
Çoban dedi: “Sürülerim hep kaçsa,
Birim sürüm var, kaçmaz, adı Türk ili!”
Bülbül dedi: “Şarkı ölsün, yok tasa;
Türkülerim yaşar, söyler halk dili!
Yalvar çoban, yalvar! İlin kurtulsun!
Dile Haktan, bülbül, dilin kurtulsun!
KÖYÜM
Ey Türk, senin köyün hür bir yuvadır
Çiftlik değil, yoktur beyi ağası
Her köylünün var bir tarlası,
Öz evinde o hem bey hem ağadır.
Hiç kimsenin yarıcısı rençberi
Olmaz, ancak olur vatan askeri.
Ümmî değil, muallimsiz kalsa da
İmamı yok, gene bilir dînini.
Dost ve düşman kimdir, bilir dünyâda.
Doğru bulur... Sevgisini kinini
Ona câmi, mektep, kitap yapınız.
Emin kalır hudutta hep kapımız.
Cumhûriyet devri şâirlerinden. İstanbul’da 1910’da doğdu. Galatasaray Lisesini 1931’de, İstanbul Hukuk Fakültesini 1936’da bitirdi. Şiirlerini lise yıllarında iken yazmaya başladı ve ilk şiiri Servet-i Fünun Dergisi’nde Ocak 1927’de çıktı. Bu dergide tanıştığı arkadaşlarıyla Yedi Meşale topluluğuna girdi. Muhasebecilik ve banka memurluğu yanında 1945-50 arasında Millî Eğitim Basımevi düzeltme şefliği yaptı. Bir süre Milliyet Gazetesi’nin edebiyat sayfasına İçtihad Dergisi’ne yazılar yazdı. Varlık Dergisi çıkmaya başlayınca, yazı ve şiirlerini burada yayınlamaya başladı. Ağaç ve Yücel dergilerinde de yazılar yazdı. 29 Ocak 1957’de İstanbul’da öldü.
Ziyâ Osman, duygu ve hatıraları dile getirdiği şiirleri ile tanındı. Yedi Meşale topluluğunun en genç şâiri olup, bu topluluğun şiir çalışmalarını hayâtının sonuna kadar sürdüren tek üyesidir. Şiirlerinde çocukluk hatıraları, ev ve âile sevgisi, yoksullara karşı duyarlılık, küçük mutlulukların sevinci, Tanrı’ya ve yazgıya boyun eğiş, ölüm ve ötesi gibi konuları işlemiştir. Son dönemlerinde serbest biçimle ve duru bir dille yazdığı şiirlerinde ise en belirgin özellik hüzün, yumuşaklık ve açıklık olmuştur.
Ziyâ Osman, anılarının ağırlık kazandığı hikayeler de yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır: 1) Mesut İnsanar Fotoğrafhânesi (1952), 2) Değişen İstanbul (1959), 3) Sebil ve Güvercinler (1943), 4) Geçen Zaman (1947), 5) Nefes Almak (1957).
Şiirlerinden:
EKMEK
Çocukluğumdan beri mübârek,
Yere düşse, öpüp başıma koyduğum,
Uğrunda mektep mektep okuduğum,
Senin için önümü ilikleyip eğildiğim;
Sen, evimin nafakası, çocuğumun rızkı,
Günden güne daha aziz bildiğim...
Senin için kadın, erkek,
Taş taşıyarak, dikiş dikerek...
Kara toprağı iki büklüm, süren.
Verem: Öksüren...
El açıp dilenmek,
Bir lokma için ekmek.
Tanzimat devri yazar, şâir ve devlet adamlarından. Esas ismi Abdülhamid Ziyâüddîn’dir. 1825’te İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğreniminin bir bölümünü Süleymaniye’deki Edebiye Mektebi ile Beyazıt Rüştiyesinde yaptı. Bir taraftan Arapça ve Farsça’yı öğrenirken, diğer taraftan da eline geçen dîvânları okudu. Hattâ divan şiirleri yazmaya başladı. 30 yaşına kadar Sadâret Mektûbî Kalemi memurluğunda bulundu. 1855’te Reşid Paşanın yardımı ile Mâbeyn Üçüncü Kâtibi oldu. Bu arada Fransızcayı öğrendi ve Fransızcadan eserler tercüme etmeye başladı. Fransızca ve bu sâyede elde ettiği Fransız kültürü Ziyâ Paşanın şahsiyetini değiştirdi.
Sultan Abdülazîz Han devrinde Âli Paşa sadrâzam olunca onu saraydan uzaklaştırdı. Evvelâ Zaptiye Müsteşarlığına tâyin edildi. Buradan da mutasarrıflık vazifesiyle Kıbrıs’a gönderildi. Bilâhare Meclis-i Vâlâ âzâlığına tâyin edildiğinden tekrar İstanbul’a döndü. Daha sonra Amasya ve Canik Mutasarrıflıklarında bulundu. Birinci Meşrutiyetin kurulmasına çalışan Yeni Osmanlılar Cemiyetine üye oldu. Nâmık Kemâl’le birlikte Paris’e kaçtı. 1868’de Londra’da Nâmık Kemâl ile Hürriyet Gazetesi’ni çıkardı. Sultan Abdülaziz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinden sonra yurda döndü ve Maarif müsteşarı oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinin ilk yılında Kanûn-i Esâsî Encümenliği yaptı. Vezir rütbesiyle Suriye ve Konya Vâlilikleri vazifesinde bulundu. Adana’da vâliyken 1880’de vefât etti. Kabri oradadır.
Ziyâ Paşa, istikrarlı sitemli bir fikir adamı değildi. Devamlı değişen, zikzaklar çizen bir karaktere sâhipti. Bilhassa fikrî yönden batı tesiri altında kaldı. Kendisinde Fransız filozofu J.J. Rousseau (Russo)nun tesiri çok fazlaydı. Fikrî bakımından bu tesirlere rağmen, divan edebiyatı geleneğinden kopmadı. Harâbât isimli antolojisi eski geleneğin en güzel örneğidir. Hattâ bu eserindeki eskiye bağlılığı sebebiyle yakın arkadaşı Namık Kemâl’in sert hücumuna mâruz kaldı. Bununla berâber Ziyâ Paşa bir divan şâiri olamadı. Divan edebiyatına karşı sevgi duyup ve bu alışkanlığı devam ettirmekle berâber; hak, adâlet, ilerleme gibi siyâsî ve sosyal konuları işleyen, savunan şiirleri de vardır.
Mevki ve makam hırslısı olan Ziyâ Paşa; makale, şiir, hiciv, antoloji ve edebiyat târihi türlerinde eserler yazdı. Mizah edebiyatının meşhur simaları arasına girdi. Nazım şekli, vezin ve dil olarak eskiye bağlı kaldı. Şinasi’den beri gelen yeni sanat ve dil görüşlerini savundu, Fakat:
“Çıktıkça lisân tabiatından
Elbette düşer fesâhatından”
sözünü söylemekten kendini alamadı. Bu arada; hece vezni ve sâde dille bir de türkü yazdı. Nesirlerinde dili açık ve sâdedir. Konuşma diline yakın olmaya çalıştı. Yine makâlelerinde siyâsî ve sosyal konuları işledi. Anadolu’nun değişik yerlerinde idârecilik yaptığından, tenkitleri gözlemlere dayanıyordu. Bu bakımdan tesirli oldu. Büyük bir lügât ve gramer noksanlığından dertlidir Fakat bu konuda önemli bir çalışması yoktur. Başlıca eserleri:
1. Zafernâme (nazım-nesir karışık hiciv) Mizah edebiyatının önemli eseri sayılır.
2. Harâbât (3 cilt) Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler antolojisi.
3. Eş’ar-ı Ziyâ(şiirleri). Külliyet-i Ziyâ Paşa ismiyle Süleyman Nazif tarafından tekrar basılmıştır.
Tercümeleri: 1) Viardot’tan; Endülüs Târihi, 2) Cheruel ile Lavallee’den Engizisyon Târihi, 3) J.J. Rousseau’danEmil’i, 4) Moliere’den Tartuffe’ünü tercüme etmiştir.
Ziyâ Paşadan seçmeler:
MUKADDİME-İ HARÂBAT’tan
İster isen anlamak cihânı
Öğrenmeli Avrupa lisânı
Bilmek gerek ordaki fühunu
Terk eyle taassub u cünûnu
Taklit ile aslını unutma
Milliyetini hâkir tutma.
Bend
İkbâl için ahâbı siâyet yeni çıktı;
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı
Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı.
Nâmus tamam oldu, hamiyyet yeni çıktı.
Düşmanlara, ahbabını “zem” oldu. Zarâfet;
Dildârdan, ağyâra şikâyet yeni çıktı.
Sâdıkları tahkir ile red kâide oldu;
Hırsızlara ikram ü inâyet yeni çıktı.
Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi,
Hâinlere ammâ ki riâyet yeni çıktı.
İsnad-ı taassub olunur merd-i gayura,
Dinsizlere tevcih-i reviyyet yeni çıktı.
İslâm imiş devlete pâpend-i terakki,
Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı.
Milliyetin isyanı ederek her işimizde
Efkâr-ı Firange tebaiyyet yeni çıktı.
Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık,
Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık
Beyitler
Müselsel bir esârettir zarûret her hükûmette
Ki Sultan nâzırla, nâzır da hizmetkâra tâbidir.
Nik ûbed herkes bulur âlemde, bir gün ettiğin
Kendi çekmezse cezâ miras kalır evlâdına.
Terkib-i Bend’den seçmeler:
Dehrin ve safâ var acabâ sim üzerinde
İnsan bırakır hepsini bin-i seferinde
Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
İnsana sadâkat yakışır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah
Pakistanlı general ve devlet adamı. 1924 senesinde Cullundur’da doğdu. 17 Ağustos 1988 günü uçağına yapılan bir sabotajla şehit edildi.
Ziyâ-ül-Hak, Kraliyet Hindistan Askerî Akademisini 1945 senesinde bitirerek orduya katıldı. On dokuz yıl kurmay olarak görev yaptı. İngiliz ordusunda ve ABD’de askerî öğrenim gördü. Kuetta’daki Komuta Karargâh Okuluna öğretmen olarak tâyin edildi. 1965’te kıta görevine başladı. 1966-69 seneleri arasında Kara kuvvetlerinde çeşitli birliklerde komutanlık yaptı. 1969-71 arasıÜrdün Kara Kuvvetlerinde danışmanlık görevinde bulundu. 1972’de tuğgeneral oldu; ardından Butto tarafından generalliğe yükseltildi. 1976 senesinde Genelkurmay başkanı oldu.
Ziyâ-ül-Hak, 1977 seçimleri sonunda Pakistan iç savaşın eşiğine gelince, 5 Temmuz’da kansız bir darbe yaptı ve Butto’yu devirdi. 1978’de Pakistan devlet başkanı oldu. Aynı yıl bütün siyâsal partileri kapattı, grevleri geçici olarak yasakladı. Ülkede sıkıyönetim îlân etti. 1974 senesinde muhâliflerinin öldürülmesini emrettiği için tutuklanan Butto’nun Lahor Yüksek Mahkemesince 1979’da verilen îdâm karârını onayladı. Ziyâ-ül-Hak, asker ve sivil bürokratlardan meydana gelen yeni bir hükümet kurdu. 1979 seçimlerini muhâlefet boykot edince, bütün siyâsî faâliyetleri durdurdu ve seçimleri süresiz erteledi.
İslâm düşmanlarının Müslümanlar için neler düşündüklerini, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmeğe çalıştıklarını iyi anlayan Ziyâ-ül-Hak, onların arzu ettikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende, teknikte ve sanatta ilerlemesi için uğraştı. Fert, âile, cemiyet ve milletin refah ve seâdetinin tek kaynağının İslâmiyet olduğuna inandığı için, kânunların İslâm dînine uygun olmasını istedi. Bu isteğini Pakistan milletine sordu. 1984 yılında yapılan referandumda, Pakistan milleti topyekün müsbet rey kullandı. Referandumla berâber kendi başkanlığı da bir beş yıl daha uzamış oldu. 1985’te cumhurbaşkanlığına başladı. Aynı yıl sıkıyönetimi kaldırdı.
Pakistan birlik ve berâberliği, huzur, maddî refah ve kalkınmayı, Ziyâ-ül-Hak’ın on bir sene süren iktidârında sağlamıştır. Ziyâ-ül-Hak’ın şahsına münhasır idealleri vardı: Atom bombasını yapan ilk İslâm ülkesi olmak. Pakistan-Bangladeş-Afganistan arasında “Asr-ı seâdet” ölçüleri içinde federe bir devlet kurmak. Sovyetler Birliği, Kızıl Çin, Bulgaristan, Filipinler, Habeşistan başta olmak üzere esâret altında bulunan 390 milyon Müslümanı kurtarmak, en azından insan haklarına sâhip olmasını temin etmek. Pakistan-Bangladeş-Afganistan-Malezya-İran-Türkiye-Irak ve Körfez ülkeleri arasında Asya Ortak Pazarını kurmak...
Afgan mücâhidlerine ve göçmenlere gerçek anlamda kucak açan ve yardım eden sâdece Ziyâ-ül-Hak olmuştur. Onlara yardım etmiş ve yaralarına merhem olmuştur. Vakur ve mütevâzi insan, samîmî bir Müslüman olan Ziyâ-ül-Hak, gerçek anlamda bir Türk dostuydu. Yakınları; “Türkiye’ye çok sık gidiyorsun; hattâ birkaçında dâvet bile edilmedin.” dediklerinde; “İnsan, kardeşinin evini dâvetiye ile mi ziyâret eder?” şeklindeki anlamlı cevâbı ile, Türkiye’yi kardeş ülke gördüğünü ifâde etmiştir. Türkiye sevgisinde daha ileri giderek; “Pakistan, Türkiye’nin doğudaki bir vilâyetidir. Ben bu vilâyetin cumhurbaşkanı emrindeki vâlisiyim.” demiştir.
Büyük devlet adamı Ziyâ-ül-Hak, İslâmî devletin esaslarını tespit edecek Konsey için kânun hazırlatırken ve; “Ülkemde İslâmî hükümleri hâkim kılmak için her türlü fedâkârlığa hazırım.” dedikten en geç on gün sonra şehit edildi.
Ziyâ-ül-Hak, inanç ve fikir yapısı konusunda şöyle der: “... Bir milletin gerçek gücü, ideâl sâhibi ferdlerin çokluğu ile ölçülür. İdeali olmayan bir millet, ne kadar güçlü olursa olsun, eninde sonunda yıkılmaya ve târihten silinmeye mahkûmdur. Kültür emperyalizminin en önemli hedefi, bir milleti geleceğe dönük ideallerden mahrum bırakmaktır. Bütünüyle Müslüman olan Pakistan için, millî hayâtın ve ideallerin İslâm ile tespit edilmesi ve sınırlanması Pakistan’da çok çeşitli etnik gruplar oluşu sebebiyle, İslâmiyetin birleştirici özelliği, güçlü bir din kardeşliği ve İslâmın emrettiği dayanışma duygusu; Pakistan’ın bütünlüğü ve bölünmezliği için en güçlü teminattır. Pakistan’ın gelişmesi ile toprak ve millet bütünlüğünün idâmesi (devâmı), ancak İslâmî yaşayış tarzı ile mümkündür. Pakistan’ın durumundaki mantıkî yön bir yana, halkın tabiî eğilimi onları bu inancı benimsemeye, milliyet ve memleketlerin temel dayanağını bütünleştirmeye yönelmiştir. İslâmiyet ayrıca, fert ve toplum için sosyal ve ekonomik adâleti temsil eder ve âdil bir toplumun meydana gelmesine önem verir...” (Şerîf el-Mücâhid’in Pakistan İdeolojisi isimli yazısından).
Osmanlılar zamânında yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed Ziyâeddîn’dir. 1813 (H.1228) senesinde Gümüşhâne’nin Emirler mahallesinde doğdu, 1893 (H.1311)te İstanbul’da vefât etti. Kabri Süleymâniye Câmii bahçesindedir.
Beş yaşında okumaya başladı. Sekiz yaşında Kur’ân-ı kerîmi, Delâil-i Hayrat, Kasîde-i Bürde ve Hizb-ül-A’zam adlı eserleri okumak için icâzet aldı. On yaşındayken babası ile birlikte Trabzon’a göçtüler. Orada zamânın âlimlerinden Arapçayı ve din ilimlerini okumaya başladı. Bir taraftan ilim öğreniyor, bir taraftan da ticâretle uğraşan babasının dükkânına gidip ona yardımcı oluyordu. Fakat o, büyük bir şevkle ilim öğrenmeye gayret ediyordu. Bizzat kendi eliyle ördüğü para keselerini satarak tahsili için para biriktiriyordu.
1831 senesinde amcası ile birlikte alış veriş için İstanbul’a geldi. Babası için gerekli ticâret eşyasını satın aldıktan sonra onları amcasına teslim edip: “Amcacığım ben şu anda ilmin merkezi olan İstanbul’da bulunmaktayım. Burada kalıp, ilim öğrenmek istiyorum. Askerden dönen ağabeyim babama yardımcı olur. Benim için ilim ve mârifet elde etmek herşeyden önce gelir. Sakın bana incinmeyesiniz. Vaktiyle örüp sattığım keselerin parasını da babama götürmek üzere tamâmını sana veriyorum. Üzerimde hakkı olan akrabâlarım haklarını helal edip, bana duâ etsinler. Ben ilim öğrenmek için kapanacağım medrese odasında size duâ edeceğim.” dedi.
Böylece İstanbul’da ilim tahsiline başlayan Ahmed Ziyâeddîn Efendi, önce Bâyezîd Medresesinde bir odaya yerleşti. Oradayken hayırsever sâlih bir zât tarafından çok yardım ve himâye görerek bir müddet ilim tahsili yaptı. Kendisine yardımcı olan o zât vefât edince Mahmûdpaşa Medresesinde bir odaya taşınıp, Süleymâniye Medresesindeki derslere devâm etti. O zamânın meşhur âlimlerinden Hâce-i Şehriyâr-i (Pâdişâhın hocası) Hacı Hâfız Muhammed Emin Efendi, Abdurrahmân el-Harpûtî, Laz Osman gibi meşhur müderrislerin derslerine devam ederek din ilimlerini öğrenip icâzet (diploma) aldı. Henüz talebeliği sırasındayken üstün zekâsı, kavrayışı ve çalışkanlığı ile hocalarının dikkatini çekmişti. Bu sebepten vekâleten Şerh-i Akaid adlı kelam ilmine âit kitabı okutmaya başladı. Bir taraftan da eser yazmaya başlamıştı. Tahsilini tamamlayınca Bâyezîd Câmii dersiâmlığına (Herkese ders vermeye selâhiyetli âlim) tâyin edildi.
Ahmed Ziyâeddîn, Tasavvuf ilminde ve hallerinde de yetişip kemâle ulaşmayı çok arzu ediyordu. Bu sebeple o zaman İstanbul’da bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin en büyüklerinden olan Abdülfettâh el-Akrî’ye gitti. Fakat o zât senin nasîbin benim vâsıtamla değildir. Bu iş için sabırla bekle, bundan nasîbini sana verecek olan bir zâta kavuşursun buyurdu. Daha sonra hasret ve iştiyak dolu bir bekleyiş içindeyken, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden Ahmed bin Süleyman Ervâdî’yi ona tasavvuf ilmini öğretmek ve kemâle ulaştırmak üzere İstanbul’a gönderdi. Ahmed bin Süleyman Ervâdî 1845 senesinde İstanbul’a geldi. Abdülfettah el-Akrî’nin odasında, Ahmed Ziyâeddîn Efendi onunla görüşüp, bir müddet tasavvuf üzerine ve hallerine dâir ders aldı. Ahmed bin Süleyman Ervâdî o sene İstanbul’dan ayrılıp, iki sene sonra tekrar geldi. Bu gelişinde Ahmed Ziyâeddîn Efendiyi tasavvufun yüksek derecelerine kavuşturup kemâle ulaştırdı. Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden hilâfet ve bu tarîkatlerde talebe yetiştirmek üzere icâzet verdi.
Ahmed bin Süleyman Ervâdî hadis ilminde de son derece derin bir âlimdi. Ahmed Ziyâeddîn Efendiye bu ilimde de icâzet verdi. Ayrıca kendi telifi olan 240 eserin okutulması ve öğretilmesi vazifesini de ona havâle etti. Sonra Abdülfettâh el-Akrî ile sohbet etmesini söyleyerek İstanbul’dan ayrıldı.
Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî, 1867 senesinde hacca gitmek üzere yola çıktı. Bu hac yolculuğunda Sultan Abdülazîz Han tarafından kendisine husûsî bir gemi tahsis edilmiştir. Bu yolculuğunda İskenderiyye ve Mısır’da bir buçuk ay kalıp insanlara nasihat etmiş ve irşatta bulunmuştur.
1876 (H. 1293)da Ruslarla yapılan ve Doksanüç Harbi denilen savaşa talebelerinden bir kısmı ile katılıp, ateş hattında bulundular ve askerlerin, kumandanların mâneviyâtını yükselttiler. Bu savaştan bir sene sonra ikinci defâ hacca gitti. Sonra Mısır’a gidip üç seneden fazla Mısır’da kaldı. Nâsırıyye ve Câmiül-Ezher’de kendi eseri olan Râmuz-ül-Ehâdis adlı hadîs-i şerîf kitabını yedi defâ okutarak yüzlerce Arap âlimine icâzet (diploma) verdi. Ayrıca bâzı kimselere de tasavvuf ilmini öğretip, buna dâir icâzet vedi. Sonra da İstanbul’a döndü.
İstanbul’da vilâyet civârındaki câmi ve dergâhında talebe yetiştirdi. (Sonradan burası yıkılmıştır.) Onun dergâhı bir ilim ve irfan üniversitesi oldu. Orada din ilimleri ve kendi eserlerinden olan Râmuz-ül-Ehâdîs, Levâmi’ul-Ukul’u ve diğer eserlerini okuttu. Talebelerinin sayısı bir milyondan fazla idi.
Müslümanların yardımlaşması için sermâyesi yüz milyonları bulan bir yardımlaşma şirketi ve İslâma hizmet için bir matbaa kurdu. Rize, Bayburt ve Of’ta büyük kütüphâneler kurdurdu. Dergâha âit matbaada basılan kıymetli kitapları erbâbına parasız dağıtırdı.
Ziyâeddîn-i Gümüşhânevî 29 sene müddetle insanlara irşâd hizmetinde bulundu. Zühd ve takvâda derecesi çok yüksekti. Gâyet perhizkâr, kanâatkâr yaşar, çok zaman katıksız ekmekle yetinerek eline geçen parayı fakirlere dağıtırdı. Gece uyumaz, zikirle, ibâdetle ve eser yazmakla meşgul olurdu. Gündüzleri de talebe yetiştirmekle uğraşırdı. Kaylûle vakti oturduğu yerde yüzüne havlu örterek biraz uyurdu. On sekiz yıl, oruç tutulması haram olan günler dışında, aralıksız oruç tuttu. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmez, yatsının abdesti ile sabah namazını kılardı. Hocası Muhammed Emin Efendi de tasavvuf ilmini öğrenmek ve tasavvufta ilerlemek için ona bağlananlar arasındaydı.
25 Mayıs 1893 senesi Pazar günü sabah vaktinde hasta bir halde kendinden geçmiş vaziyette yatarken bir ara gözlerini açıp; “Hepsini isterim yâ Kibriyâ!” diyerek vefât etmiştir.
Çoğu Arapça olmak üzere hadis, fıkıh, tasavvuf, kelâm, sarf, nahiv ve diğer ilimlerde kıymetli eserleri vardır. Bu eserlerinden bir kısmı şunlardır:
1. Râmûz-ül-Ehâdis: Çok kıymetli bir hadîs-i şerîf kitabı olup, harf sırasına göre yazılmıştır. Bu eserine bir de şerh yazmıştır.
2. Câmi-ul-Usûl fi’l-Evliyâ ve Envaihim: Tasavvuf ilmine dâir bir eserdir.
3. Hadîs-i Erbaîn,
4. Rûh-u Ârifîn ve İ’rşâdut-Tâlibîn,
5. Câmi-ül-Mütûn,
6. Netayic-ül-İhlas fî Hakkıd-Düâ,
7- Fedâil-ül-Cihâd,
8. Esrâr-ut-Târih
9. Zübdet-ül-Akâid gibi daha birçok eseri vardır.