ZEYBEK
Ege bölgesinde bilhassa Aydın, Muğla, Denizli, Manisa, İzmir yörelerinde köy ve çiftliklerde yaşıyan Türklere verilmiş bir isim. Din, karakter, örf ve âdetlere bağlılık yönünden tamâmen Türk köylüsünün aslıdırlar. Mert ve cesur, mazlumun dostu kimselerdir. Bunlar tek tek olduğu gibi gruplar hâlinde de yaşarlar. Aralarından her hususta liderlik yapabilecek olanı başkan seçerler. Buna efe denir (Bkz. Efe). Efenin yanında çalışanlara da kızan denir. Kızanlar efeye itaat ve bağlılıkta çok samimi olup, aksi harekette bulunanların o toplulukta bulunamayacağı anlayışındadırlar.
Zeybek kıyâfeti; diz altına kadar şalvar, kuşak, üstte işlemeli cepken, başta fes üzerine sarılmış telli çevre veya börk, silâhlık, ayakta desenli yün çorap, yemeni veya çizme şeklindeydi. Koyu renklerin yanında sarının da kullanıldığı bu giyim kuşam Türk yiğidinin ince zevkinin bir ifâdesini gösteriyordu.
Osmanlıların son zamanlarında bozulan asayişten istifâde ederek dağlara çıkan zeybekler efelik karakterini tamâmen zedelediler. Devletin zaptiye kuvvetleri ile çarpışacak kadar ileri gidenler, yakalandıkça cezâya çarptırıldılar. İstiklâl Harbinde düşmana karşı yaptıkları savaşlarla eskiden kaybolan itibarlarını kazandıkları gibi kendilerini de affettirdiler. Yunanlılara aman vermeyen çete muhârebelerine savaş sonuna kadar devam eden efeler ve zeybekler cumhûriyetten sonra tamâmen ortadan kalktılar. Zeybekler, târihî bir hatıra olarak millî bayramlarda görülmekte, oynadıkları zeybek oyunları ile eski günleri hatırlatmaktadırlar. Oynanan meşhur zeybek oyunları: Çakıcı zeybeği, dağlı zeybeği, Yörük Ali zeybeği, ikili-dörtlü zeybek, alıdaverin zeybeği, soğukkuyu zeybeği, harmandalı zeybeği, ortaklar zeybeği, bulanık zeybeği, seğmen sekmesi zeybeği, alaylar zeybeği.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin âzâdlı kölesi. Yemenli olup, tahmînen mîlâdî 575 yılında doğmuştur. Künyesi, oğluna nispetle, Ebû Üsâme’dir. Yemen’in muhterem ve şerefli bilinen Kudâs kabîlesine mensuptur. Annesi ise Tay kabîlesi kollarından Maanoğullarına mensup Su’da binti Sa’lebe’dir. 629 (H.8) senesinde Mûte Gazâsında şehit oldu.
Zeyd bin Hârise radıyallahü anh çocuk yaşlarında annesi ile akrabâlarını ziyârete giderken başka bir kabîlenin baskınına uğradı. Esir alınan Zeyd, Mekke’ye Sûk-ı Ukâz denilen panayıra getirilerek satılığa çıkarıldı. Hâkim bin Hizâm, Zeyd’i 400 dirheme satın aldı ve halası hazret-i Hadîce’ye hediye etti. O da Peygamber efendimize hediye etti. Peygamber efendimiz onu âzâd ederek yanında alıkoydu. Zîrâ âzâd olan Zeyd bin Hârise’nin gidecek yeri olmadığı gibi, Resûlullah efendimizden daha iyi ona bakacak kimsesi de yoktu. O da seve seve Resûlullah efendimizin yanında kalarak hizmet etti. Anne ve babası, oğullarının nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını bilmiyorlardı. Zeyd’in babası Hârise, evlat ateşiyle yanıp tutuşuyor, diyâr diyâr dolaşarak oğlunu arıyordu.
Netîcede, İslâmiyetin gelmesinden bir süre önce Benî Kelb kabîlesinden bâzıları Kâbe’yi ziyârete gelmişler ve Zeyd’i görmüşlerdi. Dönüşte âilesine haber verdiler. Bu habere çok sevinen Hârise derhal, kardeşi Ka’b ile birlikte yanına fazla miktarda para alarak Mekke’ye geldi ve Peygamber efendimizin huzurlarına çıktı. Sonra:
“Ey Kureyş kavminin efendisi! Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey Benî Hâşim soyunun oğlu! Siz Harem-i şerîfin komşususunuz. Misâfirlere ikram, esirlere ihsan eder, onları esâretten kurtarırsınız. Oğlum kölenizdir. Kurtulması için ne kadar para isterseniz verelim, serbest bırak ve dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamber efendimiz; “Zeyd’i çağırıp durumu kendisine bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet sizle gelmeyi tercih ederse sizden herhangi bir para almam. Onu alıp gidersiniz. Eğer beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allah’a yemîn ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır.” buyurdular. Peygamber efendimiz Zeyd’i çağırıp babasıyla gitmek isteyip istemediğini sordu. Zeyd radıyallahü anh; “Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem de babam makâmındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum.” dedi. Zeyd’i almak için gelmiş olan babası ve amcası üzülüp, bu duruma kızdılar.
Peygamber efendimiz Zeyd’i çok severdi. Kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce, onu Kâbe-i muazzamanın duvarında bulunan Hacer-i Esved taşının yanına götürüp oradakilere hitâb ederek; “Şâhit olunuz, Zeyd benim oğlumdur. O bana vâris, ben ona vârisim.”buyurdu. Babası ve amcası bu durumu görünce kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) denilmeye başlandı. Bu hâdiseler olduğunda henüz İslâmiyet gelmemişti. Daha sonra Allahü teâlânın, Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki; “Evlâtlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.” “Muhammed (aleyhisselâm) sizden hiçbir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir.” emirleriyle evlat edinmek de kaldırılınca, hazret-i Zeyd babasının ismiyle, yâni “Hârise’nin oğlu Zeyd” (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya başlandı.
Zeyd bin Hârise ilk îmân edenlerdendir. Hazret-i Hadîce, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den sonra dördüncü, âzâd olmuş köleler içinde ise ilk Müslüman olmakla şereflendi. Peygamber efendimiz, Zeyd’i Mekke’de Ümmü Eymen’le radıyallahü anhâ evlendirdi. Bundan, Eshâbın büyüklerinden hazret-i Üsâme doğdu. Peygamber efendimiz daha sonra kendi halasının kızı Zeyneb binti Cahş’la evlendirdi. Bu evlilikleri kısa sürdü ve ayrıldılar.
Zeyd bin Hârise radıyallahü anh, Mekke’deyken pekçok ezâ ve cefâlara katlandı. Peygamber efendimizle birlikte Tâif’e gittiklerinde hiç kimse îmân etmedi. Geri dönerlerken yolda Tâifliler taşa tuttular. Zeyd bin Hârise, Peygamberimizi atılan taşlardan korumak için, önüne, arkasına, sağına, soluna geçerek siper olmuş, böylece pekçok yerinden yaralanmıştı. Hicret izni çıkınca Medîne’ye hicret ederek, Ensâr’dan Gülsüm bin Hidm’in evinde misâfir kaldı. Üseyd bin Hâfız’la din kardeşi oldu.
Zeyd bin Hârise, Bedr’den Mûte Harbine kadar Peygamber efendimizin bulunduğu bütün gazvelere katıldı. Yalnız Müreysi Gazâsında Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyd bin Hârise’yi, Medîne’de yerine vekil bıraktığı için bulunamadı. Bunun dışında pekçok seriyyede de (Peygamber efendimizin katılmadığı savaşlarda) bulunmuş, bir çoğunda kumandanlık ederek, şecâati, kahramanlığı ile örnek olmuştur.
Peygamber efendimiz de, Zeyd’i ve oğlu Üsâme’yi çok severdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, benim ve Allah’ın ihsânına mazhar olan kişidir. Bu zât Zeyd’dir.” buyurmuştur.
Allah’ın ihsânı; Müslüman olmasını nasip etmesi, Peygamberimizin ihsânı ise onu hürriyetine kavuşturmasıdır.
Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâm içinde Zeyd’den başka hiçbir kimsenin ismi açıkça zikredilmedi. Sâdece Zeyd’in ismi geçmektedir. Bu, onun için büyük şeref olmuştur.
Hicretin sekizinci senesinde Peygamber efendimizin Busra Vâlisine elçi olarak gönderdiği Hâris bin Umeyr radıyallahü anh şehit edilmişti. Bu habere pek üzülen Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Zeyd bin Hârise’nin idâresinde bir ordu hazırlatarak: “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim! Zeyd bin Hârise şehit olursa yerine Câfer bin Ebî Tâlib geçsin. Câfer bin Ebî Tâlib şehit olursa, Abdullah bin Revâha geçsin. Abdullah bin Revâha da şehit olursa, Müslümanlar aralarında münâsip birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm, isimleri sayılan kahramanların şehit olacağını anlayarak ağlamaya başladılar; “Yâ Resûlallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik!” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.
Mücâhidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, beyaz İslâm sancağını Zeyd bin Hârise hazretlerine teslim etti. Ona, Hâris bin Ümeyr’in şehit edildiği yere kadar gitmesini veİslâmı tebliğ etmesini, kabul etmedikleri takdirde düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.
Üç bin kişilik İslâm ordusu; “Allahü ekber! Allahü ekber!” sesleri arasında yürümeye başladı. Sevgili Peygamberimiz Medîne’de kalan sahâbîler, mücâhid ve gâzileri Vedâ Yokuşuna kadar tâkip ettiler.
Peygamber efendimiz, orada bir hutbe irâd ederek, mücâhidlerle vedâlaştıktan sonra yolcu etti. Zeyd bin Hârise kumandasındaki İslâm ordusu Sûriye’de bulunan Mûte isimli köye geldiklerinde, 100.000 kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Dağ taş düşman askeriyle dolmuştu.
Her iki taraf da harp düzenine girdiler. Bu sırada, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem emri gereği İslâm ordusundan bir heyetin, Rum ordugâhına doğru ilerlediği görüldü. Bunlar Rum ordusuna, İslâma gelmelerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu dâveti reddettiler. Artık kaybedilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd bin Hârise hazretleri, elinde mukaddes İslâm sancağı olduğu halde, ordusuna hücum emrini verdi. Bu ânı bekleyen mücâhidler, “Allahü ekber! Allahü ekber!” nidâları ile ileri fırladılar. Tekbir sadâları ve vurulanların feryadları ayyuka çıkıyor, daha harbin başında, meydan, kan gölü hâline geliyordu. Elinde Resûlullah’ın beyaz sancağı olan hazret-i Zeyd düşmanın ortalarında görülüyordu. Kumandanlarını bu şekilde gören sahâbiler, ondan geri kalmıyor ve bütün gayretleri ile düşmana saldırıyorlardı. Bir ara, birkaç mızrağın, kumandanları hazret-i Zeyd’in mübârek göğsüne saplandığı görüldü. Arkasından diğer mızraklar, onu tâkip etti. Şanlı sahâbînin vücûdu, delik deşik olmuştu. Zeyd bin Hârise özlediği şehâdete kavuşmuştu.
Hazret-i Zeyd bin Hârise’den sonra, hazret-i Câfer ve hazret-i Abdullah bin Revâha da şehit oldular. Netîcede hazret-i Hâlid bin Velîd’i kumandan seçtiler ve Mûte’de 100.000 kişilik bir orduya karşı gâlip geldiler.
Resûlullah efendimiz Mûte’ye orduyu gönderdikten epey sonra bir gün minberde konuşma yapıyorlardı. Birden bire efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı ve konuşmalarını keserek:
“İşte Zeyd şehit oldu. Bayrağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Bayrağı Abdullah aldı. O da şehit oldu. Şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Cenâb-ı Hak zaferi Hâlid’e müyesser kıldı.” buyurdular.
Zeyd bin Hârise radıyallahü anh orta boylu ve güzeldi. Onun fazîleti hakkında bildirilen bâzı hadîs-i şerîfler şunlardır: Üsâme bin Zeyd’den gelen rivâyette Peygamber efendimiz; “Zeyd bana kavmimin en sevgilisidir.” buyurmuştur.
Yine diğer bir hadîs-i şerîfte; “Cennet’e baktım. Bir de gördüm ki, Cennet narlarının herbiri deve derisinden yapılmış şişirilen tulum gibi, kuşları, büyük develer gibi iri. Bunların arasındaki bir gence gözüm ilişti. “Sen kimsin?” diye sordum. O da Zeyd bin Hârise olduğunu söyledi. Sonra baktım ki, Cennet’te gözlerin görmediği kulakların duymadığı, hâtır ve hayâle gelmeyen şeyler vardır.”
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. 610 yılında Medîne’de doğdu. 665 (H.45) veya 674 (H.55)te aynı yerde vefât etti. Nesebi; Zeyd bin Sâbit bin Dahhâk bin Zeyd bin Lûzân bin Amr bin Abdiaf bin Ganm bin Mâlik bin Neccâr el-Ensâriyyi’l-Hazrecî, Benî Neccâr’dır. Annesi, Nevvâr binti Mâlik bin Muâviye bin Adî’dir. Künyesi, Ebû Sa’îd veya Ebû Sâbit’tir. Ayrıca Ebû Hârice veya Ebû Abdurrahmân da denilmektedir. Lakabı ise el-Kârî’ veya el-Mukrî veya el-Farzî yâhut da Kâtib-ül-Vahy, Hibr-ül-Ümme’dir. Babası Sâbit hicretten önce Evs ile Hazrec kabîleleri arasında (Yevm-ül-Buâs) adıyla bilinen bir muhârebede ölmüştü. Babası öldüğünde çocuk olan Zeyd radıyallahü anh henüz altı yaşlarında idi. Annesi tarafından büyütüldü, yetiştirildi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, İslâmiyeti yaymak üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’âb bin Umeyr’i (radıyallahü anh) Medîne’ye göndermişti. Bu sırada on bir yaşlarında olan Zeyd bin Sâbit de, Mus’ab bin Umeyr vâsıtası ile Müslüman oldu. Müslüman olunca hemen, Kur’ân-ı kerîmin vahyolunan âyetlerini ezberlemeye başladı. Bir taraftan ezberliyor, bir taraftan da Benî Neccâr kabîlesinin çocuklarına öğretiyordu. Kur’ân-ı kerîme olan muhabbet ve sevgisinden Peygamber efendimiz Mekke’den Medîne’ye hicret etmeden önce, on yedi sûreyi ezberlemişti. Hicretten sonra, Peygamberimiz onun bu hâlini büyük bir memnûniyetle karşıladı.
Bedr Savaşı yapıldığında Zeyd bin Sâbit on üç-on dört yaşlarında idi. İslâm ordusu hareket etmek üzereyken o da katılmak istedi. Fakat yaşı küçük olduğu için Resûlullah efendimiz izin vermedi. Emre itâat edip Medîne’de kaldı. Aynı sebeple Uhud Savaşına da katılamadı. Hendek Harbinde hazırlık için önce hendek kazma işinde çalışmış, sonra savaşa katılıp, büyük fedâkârlıklar göstermişti. Peygamberimiz; “Bu ne güzel bir genç.” diyerek onu taltif buyurmuşlardır.
Tebük Gazvesinde Mâlik bin Neccâr’ın sancağınıÜmâre bin Hazm taşıyorken Resûl-i ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermiş, Ümâme’nin, “Yâ Resûlallah! Yoksa aleyhimde bir şey mi duydun?” demesi üzerine de; “Hayır! Kur’ân-ı kerîm öncedir. Zeyd ise Kur’ân-ı kerîmi senden daha çok bilir.” buyurmuştur. Hudeybiye Antlaşmasında, Mekke’nin Fethinde, Huneyn Gazvesinde ve Tâif Muhâsarasında ve Vedâ Haccında bulunmuştur. Resûl-i ekrem efendimizin vefâtından sonra, hazret-i Ebû Bekr devrinde meydana gelen Yemâme Harbine katılarak, yalancı peygamberlik iddiâ eden Müseylemet-ül-Kezzâb’a karşı savaşırken yaralanmıştı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hayâtı müddetince, vahy kâtipliğinden başka, yazılar da yazardı. Peygamberimiz, bâzı hükümdarlar tarafından gönderilen mektupların hatâsız tercüme edilmesi için, Zeyd’e (radıyallahü anh) Süryânî ve İbrânî lisanlarını öğrenmesini emir buyurmuşlardı. Çok zekî olan hazret-i Zeyd, on beş gün gibi kısa bir zamanda, her iki dili de öğrenmeye muvaffak olmuştu. Bundan sonra bu lisanlarla Medîne’ye gönderilen hükümdarların mektuplarını tercüme etti.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem vefât ettiği sırada Eshâb-ı kirâmdan Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemiş olan çok hafız vardı. Hazret-i Ebû Bekr zamânında dinden dönme olayları sebebiyle çıkan savaşlarda çoğu şehit olmuştu. Yemâme Savaşında yetmiş hâfız şehit edilmiştir. Böylece sayıları bir hayli azalmaya başlamıştı. Bu durum karşısında hazret-i Ömer, hazret-i Ebu Bekr’e mürâcaat edip, o zaman dağınık sahifelerde yazılı olan Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir kitap hâlinde toplanmasını ricâ etti. Hazret-i Ebû Bekr bu iş için Zeyd bin Sâbit’i çağırıp; “Ey Zeyd sen genç ve akıllı birisisin. Senin ayıplanacak ve seni töhmet altında bırakacak hiçbir hâlin yoktur. Resûl-i ekremin hayâtında O’nun vahiy kâtibi idin. Sen Kur’ân-ı kerîm âyetlerini bir araya topla” buyurdu. Bunun üzerine Zeyd bin Sâbit bu iş için bir heyet kurarak büyük bir titizlikle ve gayretle Kur’ân-ı kerîm âyetlerini bir araya toplayıp mushaf hâline getirdi. Bu mushafı hazret-i Ebû Bekr’e teslim etti. (Bkz. Kur’ân-ı Kerîm)
Hazret-i Ömer halîfeliği sırasında Zeyd bin Sâbit’i Medîne kâdılığına tâyin etti. Medîne’den bir yere gidince de Zeyd bin Sâbit’i yerine vekil olmak üzere Medîne’de bırakırdı. Hazret-i Ömer’in danışma meclisinde bulunurdu.
Zeyd bin Sâbit, hazret-i Osman’ın halîfeliği sırasında da ona en başta gelen yardımcılardan olmuştur. Hazret-i Osman onu Beytülmâl emini tâyin etti. Hazret-i Ebû Bekr devrinde bir kitap hâlinde bir araya getirilen Kur’ân-ı kerîmin tek nüshası, hazret-i Osman’ın emriyle Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet tarafından altı tâne daha mushaf-ı şerîf yazılıp, belli merkezlere gönderilmiştir. Hazret-i Ali zamânında Medîne’den ayrılmamıştır.
Hazret-i Muâviye’nin halifeliği sırasında elli yaşının üzerindeyken Medîne’de vefât etti. Vefât haberi Müslümanları çok üzmüştür. Cenâzesinde Abdullah ibni Abbas, Saîd bin Müseyyib ve Ebû Hureyre de bulunup, göz yaşı dökmüşlerdir. Cenâze namazını Mervan bin Hakem kıldırdı.
Zeyd bin Sâbit radıyallahü anh, Eshâb-ı kirâm arasında, ferâiz bilgilerini en çok bilendi. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Sizin ferâizi en çok bileniniz Zeyd’dir.” buyruldu. Eshâb-ı kirâm arasında fıkıh ilminde dört sahâbe meşhurdur. Bunlar, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas’tır. Bütün dünyâya yayılan fıkıh ilminin kaynağı bu dört büyük sahâbidir.
Hazret-i Zeyd, daha hazret-i Ömer devrinde ferâizle ilgili meseleleri tertip ederek, bu ilmin esaslarını bizzat yazıp, tedvîn etmiştir.
Fıkıh ilminin her meselesinde, Eshâb-ı kirâmın en yüksek müctehidlerindendi. Daha Resûl-i ekrem efendimiz zamânında fetvâ vermek şerefine kavuşmuştu. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali ve hazret-i Muâviye devirlerinde Medîne’nin en büyük müftüsüydü. Eshâb-ı kirâmın fakihlerinin ilk tabakasındandı. Fetvâları toplandığı zaman büyük ciltler ortaya çıkar. Zeyd bin Sâbit kırâat ve tefsîr ilminde de baş imâm idi. Kırâat ilminde Eshâb-ı kirâmın en yükseklerindendi. Kur’ân-ı kerîmin tamâmını güzelce ezberlemiş, kendisinden İbn-i Abbâs, Ebû Abdi’r-Rahmân es-Sülemî gibi Sahâbe-i kirâm Kur’ân-ı kerîm okumuşlardır.
Hazret-i Zeyd bin Sâbit’in bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ileri gelenlerinin îtirâfı ve takdiri ile sâbittir.
Şimdi onun zamânından bu zamâna kadar, on dört asırdan beri, hâlen ondan rivâyet edildiği şekilde Kur’ân-ı kerîm okunmaktadır.
Zeyd bin Sâbit’in oğlu Hârice-tebni-Zeyd, Fukahâ-i Seb’a denilen yedi büyük âlimden birisidir.
Zeyd bin Sâbit’in Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Kim İslâm dîninden başka bir milletin (dînin) yemini üzerine yalan yere, bile bile yemîn ederse, o dediği gibi olur. Kim kendini bir şeyle öldürürse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Bir kişi üzerine, mâlik olmadığı şeyde nezretmek yoktur. Bir mümine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.
Kim dünyâlık peşinde olarak sabahlarsa, Allahü teâlâ onun işini zorlaştırır, malzemesini dağıtır. Kendisini aç gözlü kılar, yoksulluğu gözünün önünde canlandırır. Dünyâdan da nasîbinden fazla bir şey kendisine verilmez. Ama âhiret düşüncesiyle sabahlayan kimsenin işini Allahü teâlâ kolaylaştırır, varlığını (servetini) korur, kalbini zenginleştirir, kendisi yüz çevirdiği hâlde dünyâ kendisine teveccüh eder (yönelir).
Tâbiînden fıkıh âlimi. Hazret-i Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn’in oğludur. Yâni, Zeyd bin Zeynelâbidîn Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir (radıyallahü anhüm). KünyesiEbü’l-Hüseyin olup, Hâşimî ve Kureşî nisbetleri verildi. Medîne’de 698 (H.79) yılında doğdu. Emevî halîfesiHişâm bin Abdülmelik zamânında, kendisine taraftar gözüken münâfıkların kışkırtması netîcesinde, halîfenin askerleriyle yaptığı savaşta şehit oldu. Şehâdeti, 740 (H.122) yılında olmuş, cesedi Kûfe’ye, başı Mısır’a defnedilmiştir.
İlk önce babası Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin’den ders almaya başlayan Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, ağabeyi Muhammed Bâkır, Ebân bin Osman, Urve bin Zübeyr, Abdullah bin Hasan, Abdullah bin Ebî Râfi ve daha birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Medîne’den başka diğer İslâm memleketlerini de dolaşarak oralarda ilim tahsil etti. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bâzılarını gördü. Hitâbette eşi olmadığı gibi, fıkıh ve kırâat ilminde de zamânının bir tânesiydi. Güzel konuşmaları ile etrâfındakilerin dikkatini çeker, dinleyenlere sözleri tesir ederdi.
Zamânındaki bölücüler, Zeyd’in (rahmetullahi aleyh) değişik memleketlere ilim için yaptığı seyahatleri bahâne ederek, halîfeyi aleyhine kışkırttılar. Onun ilim için dolaşmayıp, hilâfete geçmek için çevresine adam topladığını söyleyince, Medîne dışına çıkışı yasaklandı. Fakat Zeyd rahmetullahi aleyh bir fırsatını bularak Kûfe’ye gitti. Orada Ehl-i beyt taraftarı gözüken bölücülerin kışkırtması ve halîfenin yakalattıracağı korkusuyla savaş için hazırlanmaya başladı. Kendisine binlerce kişi bîat etti. Başka şehirlerden de yardım vâdettiler. Halîfenin askerleri Kûfe’ye yaklaştıkları sırada taraftarları kendisine; “Ebû Bekr ve Ömer’e düşman ol.” dediler. O da; “Büyük dedem olan Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem.” dedi. Bunun üzerine 400 kişi hâriç, diğerleri onu savaş alanında terk ettiler. Zeyd, bunlara; “Ve kad rafadûnî.” dedi. “Beni terkettiler.” mânâsına gelen bu kelimeden dolayı, hıyânet edenlere râfızî denildi. Hazret-i Zeyd’in yanında kalanlara ve sonradan onların yolunda olduklarını söyleyip sapıtanlara da Zeydî denildi. Burada yapılan savaşta Zeyd rahmetullahi aleyh şehit edildi. Daha sonra oğlu Yahyâ, Horasan taraflarına gitmiş, fakat onun da sonu şehâdetle netîcelenmiştir.
Vaktini ilim öğrenmek ve yaymak, ibâdet ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçiren bu mübârek zât için, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh; “Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn zamânında ondan daha büyük fıkıh âlimi, sorulara ondan daha seri cevap veren ve daha açık konuşan kimse görmedim.” buyurdu.
Fıkıh ilminde ilk kitap yazan kişi olarak bilinen Zeyd bin Zeynelâbidîn, birçok âlime ilim öğretti. Bunlardan, oğulları Hüseyin ve Îsâ, kardeşinin oğlu Câfer-i Sâdık, Zührî el-A’meş, eş-Şu’be, İsmâil es-Süddî gibi âlimler en meşhurlarıdır. El-Mecmu-ul-Kebîr fil-Fıkh adlı kıymetli bir eser yazmıştır.
Halîfeliğin Zeyd bin Zeynelâbidîn’e ve soyundan gelenlere âit olduğunu söyleyen Şiî-Zeydiyye fırkası mensuplarına verilen ad.
Oniki imâmın dördüncüsü olan Zeynelâbidîn’in oğlu Zeyd’e tâbi olan ve ; “Hazret-i Ali, Eshâbın en efdalidir. Bununla berâber Ebû Bekr, Ömer ve Osman’ın (radıyallahü anhüm) hilâfetine câizdir diyen Zeydîler, imâmetin (halîfeliğin), Zeynelâbidîn’den sonra oğlu Zeyd’e ve onun soyundan gelen kimselere âit olduğunu söylemelerinden dolayı bu adı almışlardır.
Âlim ve fâzıl bir zât olan Zeyd bin Zeynelâbidîn ve oğlu Yahyâ’nın vefât etmelerinden sonra bir müddet dağınık halde kalan Zeydîler, Abbâsî halîfelerinin siyâsî otoritelerinin zayıflamasından istifâde ederek hazret-i Ali’nin torunlarından olan Hasan bin Zeyd’in etrâfında toplandılar. Abbâsîlere kırgın halkı ve şîanın diğer kollarından olan kimseleri de, berâberlerine alarak 864’te Taberistan’da isyan ettiler. Deylem bölgesi halkını ve henüz tam Müslüman olmamış Hazar Denizinin güney-batı sâhilleri halkını kendi taraflarına çektiler.
Bağımsızlıklarını îlân edip Rey’i ele geçirdiler ve Zeydîler Devletini kurdular. Fakat kısa bir müddet sonra yenilgiye uğrayarak Deylem’e çekildiler. 870’te tekrar harekete geçerek Rey, Cürcan ve Kumis’i aldılar. Fakat başarıları sürekli olmadı. 875’te Taberistan’a tekrar hâkim oldular. Bu bölgede Zeydîlerin kurduğu devlet, “En-Nâsır-Lil-Hak” ünvânıyla bilinen el-Utruş’un 917’de vefâtına kadar devam etti. Daha sonraki zamanlarda küçük bir fırka hâline gelen Zeydîler, fazla bir varlık gösteremediler.
Zeyd bin Zeynelâbidîn ve oğlu Yahyâ’nın vefâtından sonra dağılan Zeydîlerden bir kısmı da Yemen taraflarına gitmişti. Abbâsî halîfelerinin denetim ve kontrolünden uzak olan bu bölgede hazret-i Hasan’ın soyundan gelen el-Kâsım bin Tabataba’nın etrâfında toplandılar. Ressîler adıyla anılan Yemen Zeydîleri, Kuzey Yemen’deki San’a’da yerleştiler ve hâkim oldukları bölgeleri; Hâricîlere, Karamita ve diğer fırkalara karşı korudular. Zaman zaman San’a’yı ellerine geçirdiler. El-Kâsım bin İbrâhim’in torunu olan ve “Hâdîlil-Hak” ünvânıyla bilinen Hüseyin zamânında bağımsız bir devlet kurdular (860). Yemen’i merkez yapıp, İslâm dünyâsının her tarafına fikir ve görüşlerini anlatacak ve siyâsî propagandalarını yapacak dâîler (propagandacılar) gönderdiler. 1062 yılında Süleyhîler tarafından San’a alınıp, Zeydî hâkimiyetine son verildi. Daha sonra 1099’da Hamdânîlerin idâreyi ele alması üzerine onların hâkimiyetine girdiler.
Başkalarının hâkimiyeti altında dağınık bir hâle gelen Zeydîler, 1150’de Ahmed el-Mütevekkil’in idâresinde tekrar Yemen’de iktidarı ele geçirdiler. Hamdânîlere karşı zaman zaman hâkimiyet mücâdelesi verdiler. Fakat fazla bir zaman geçmeden 1174’te Yemen, Eyyûbîler tarafından zapt edilince, Zeydiyye imâmlarının Yemen’deki yetkileri önemli ölçüde kısıtlandı. İlk Resûlîler zamânında bir dereceye kadar yeniden kuvvetlenen Zeydîler iktidarı, 1281’de tekrar sona erdi.
Bu devreden sonra aralarında mücâdele ederek bölünen Zeydîler, 1538’de Osmanlı hâkimiyetine girdiler.
On altıncı asrın sonlarından îtibâren Zeydîler, Osmanlılara tâbi olarak Yemen’e tekrar hâkim oldular. On dokuzuncu asrın ortalarına doğru 1840’larda, Mustafa Reşid Paşanın hâince tutumu sâyesinde Yemen’in Kızıldeniz’e hâkim noktasında üs elde eden İngilizler, diğer Avrupa kavimleri ile birlikte Zeydîleri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. 1849 yılında bölgeye gelen Osmanlı kuvveti Yemen’i ikinci defâ Osmanlı hâkimiyetine aldı. Fakat İngiliz ve diğer Avrupa devletlerinin kışkırtmaları ile Zeydîler, ikide bir isyan ediyorlardı. 1911’de yapılan bir anlaşma barış getirdi ise de, 1918’de Osmanlılar, Yemen’i tamâmen terk etmek mecbûriyetinde kalarak idâreyi Zeydî İmâmı Yahyâ’ya bıraktılar. Bilhassa İngiliz sömürgesinden Yemen, şeklî olarak Zeydî imamlarının idâresinde kaldı. 1967’de İngilizlerin bölgeden çekilmesiyle ayrı ayrı bağımsızlıklarına kavuşan Güney ve Kuzey Yemen cumhûriyetleri 1990’da birleştiler (Bkz. Birleşik Yemen Arap Cumhûriyeti). Zeydîlik bugün Yemen’in resmî mezhebidir.
Zeydiyyenin temel görüşleri şunlardır: Zeydiyyeye göre; taşıdığı vasıflar îtibâriyle imâm, hazret-i Ali olmalıdır. Çünkü o, imâmet için gerekli bütün şartları taşımaktadır. Onlara göre imâm, takvâ ve ilim sâhibi olmalı, en küçük şüpheli şeylerden dahi kaçınmalıdır. İmâmın ismet yâni günahlardan korunmuş olması şart değildir. İsmet sıfatı peygamberlere âittir. İmâm, Hâşimî soyundan olmalıdır. Bu ise hazret-i Ali ve hazret-i Fâtıma’nın çocuklarında yürür. Gâib İmâm fikrini reddeden Zeydîler, imâmın kendi imâmetini açıkça îlân etmesi gerektiğini söylerler. Şîanın diğer kolları tarafından gâsıb olarak görülen hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’in halîfeliklerini meşrû kabul ederler. Buna göre hazret-i Ali, sahâbenin en üstünüdür. Ancak en üstün birinin bulunması hâlinde de ondan daha az üstün olan daha az fazîletli olan biri imâmet mevkiine getirilebilir. Böylece hazret-i Ali’den önceki halîfelerin imâmetlerini meşrû sayarlar. Böyle olmalarına rağmen sahâbeden bâzılarını küfürle ithâm eden kolları vardır.
Büyük günah işleyen kimse hakkında Mû’tezîle ve Hâricîler gibi düşünen Zeydîler; “Büyük günah işleyen kimse tam mânâsı ile tövbe etmedikçe temelli olarak Cehennem’de kalacaktır” derler. Netîcesine bakmaksızın emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i-anil-münker (iyiliği emir, kötülüğü yasaklama) esâsının tatbik edilmesini isterler. Zeydîler; İmâmiyyeden farklı olarak; mest üzerine mesh etmeyi, âdil ve zâlim olsun her imâmın arkasında namaz kılmayı ve Ehl-i kitabın kestiğini yemeyi câiz görürler ve müt’a nikâhını kabul etmezler.
Peygamber efendimizin mübârek hanımlarından. İsmi Zeyneb, künyesi Ümmü Hakem’dir. Benî Es’ad kabîlesinden Burre’nin kızı olup, annesi Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin halası Ümeyme’dir. Burre, îmân etmediği için Cahş denildi. Bi’setten yirmi sene önce Mekke’de doğdu ve 640 (H.20) yılında Medîne’de vefât etti.
Zeyneb radıyallahü anhâ, ilk îmân edenlerdendi. Mekke’den Medîne’ye hicret ettiği zaman bekârdı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin âzâdlı kölesi olan Zeyd bin Hârise’ye radıyallahü anh 623 (H.2) yılında nikâhlandı. Bir yıl sonra, hicretin üçüncü senesinde ayrıldılar. Zeyneb (r.anhâ), Zeyd’den (radıyallahü anh) ayrıldıktan sonra geçen birkaç ay içinde, bir âzâdlı tarafından zevceliğe lâyık görülmediği zannıyla üzülüyordu. Resûl aleyhisselâm halasının kızının durumuna üzülüp, onun şerefini iâde etmek ve câhilliyye âdeti olan, evlatlıkların zevceleriyle evlenme yasağını ortadan kaldırmak niyetiyle Zeyneb’i (radıyallahü anhâ) nikâh etmek istedi. O zaman otuz sekiz yaşında bulunan Zeyneb radıyallahü anhâ bunu işitince, sevincinden iki rekat namaz kılıp; “Yâ Rabbî! Senin Resûlün beni istiyor. Eğer onun zevceliği ile şereflenmemi takdir buyurdunsa, beni ona sen ver.” diye duâ etti. Duâsı kabul olup, Ahzâb sûresinin otuz yedinci âyet-i kerîmesi gelerek meâlen; “Zeyd, onun hakkında istediğini yaptıktan sonra (yâni Zeyneb’i boşadıktan sonra), biz onu sana zevce eyledik.” buyruldu. Zeyneb’in nikâhını, Allahü teâlâ yaptığı için, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ayrıca nikâh yapmadı. Zeyneb radıyallahü anhâ bununla her an öğünür ve; “Her kadını babası evlendirir. Beni ise, Allahü teâlâ nikâhladı.” derdi.
Zeyneb’in (radıyallahü anhâ) düğün gecesi, Peygamber efendimizin bir mûcizesi daha görüldü. Duâsınn bereketiyle az yemek çoğaldı. Bütün dâvetliler yediği hâlde, Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) annesi Ümmü Süleym’in gönderdiği yemek hiç azalmadı. Enes bin Mâlik radıyallahü anh; “Üç yüz kişi kadar yediği hâlde, Peygamberimizin yemeği kaldır buyurmasıyla kaptaki yemeğin, ortaya koyduğum zamanda mı çoktu, yoksa kaldırdığım zamanda mı anlayamadım.” buyurdular.
Zeyneb radıyallahü anhâ, ihsânı, sadakayı pekçok severdi. El işlerinde de mâhirdi. İşlediği şeyleri ve eline geçen her şeyi akrabâsına ve fakirlere verirdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyneb’in vefâtının önce olacağını şu hadîs-i şerîf ile haber verdi: “Zevcelerim arasında bana en önce kavuşacak olanı, eli uzun olanıdır.” Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem pekçok iltifâtına kavuşarak, yüksek makamlara sâhip oldu. Sadaka ve ihsânı o kadar çoktu ki; Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra, halîfe tarafından Ezvâc-ı mutahherâta tahsis edilen parayı alınca, bir peçesini parçalayarak onu kese yapar ve bu keselerle parayı akrabâlarından muhtaç olanlara ve yetimlere dağıtırdı. Resûlullah’tan sonra, Zevcât-ı tâhirât radıyallahü anhünne arasında, en önce vefât eden Zeyneb’dir (radıyallahü anhâ). Hicretin yirminci yılında elli üç yaşında Medîne’de vefât etti. Nâşının, Peygamberimizin Serir’i üzerine konularak taşınmasını vasiyet etti ve öyle yapıldı. Cenâze namazını halîfe hazret-i Ömer kıldırdı. Kabre, yakın akrabâlarından Muhammed bin Abdullah bin Cahş, Abdullah bin Ubey, Ahmed bin Cahş ve Muhammed bin Talhâ indirdiler. Âişe radıyallahü anhâ onun vefâtı üzerine; “O saâdetli ve iyi hâtun aramızdan gitti. Yetimler ve dullar hâmisiz kaldı.” buyurdu. Âişe radıyallahü anhâ, Zeyneb’i (radıyallahü anhâ) çok medh ve senâ ederdi. Onun hakkında; “İster dînî muâmeleler, ister takvâ ve sadâkat, ister sıla-i rahm, isterse cömertlik ve fedâkarlık olsun, Zeyneb’den daha iyi bir hâtun yoktur.” buyurdu.
Ümmü Seleme de, Zeyneb radıyallahü anhâ hakkında; “Zeyneb sâlih, oruç tutan ve ibâdetle vakit geçiren bir hâtundu.” buyurdu. Çok hassastı. Kuvvetli bir edebiyâtçıydı. On bir hadîs-i şerîf nakletti.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir tânesi: “Allahü teâlâya ve âhiret gününe îmân eden bir kadının zevcinden başka bir ölü için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Lâkin kadın, zevcine karşı dört ay on gün teessürünü ifâde eder.”
Fransız şâiri Volter, Resûlullah’ın hazret-i Zeyneb’i zevceliğe kabul buyurmasını, târihlere, vak’a ve haberlere taban tabana zıt ve uydurma, alçak iftirâlarla, şiir düzerek bir tiyatro kitabı yazmıştır. Edebiyat ve fikir adamına yakışmayan bu çirkin, iğrenç yazısı, kendisini aforoz etmiş olan, büyük düşmanı papanın hoşuna gitmiş, onu okşayıcı mektup yazmıştır. Müslümanların halîfesi, Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince, Fransa ve İngiltere hükûmetlerine ültimatom vererek hemen önlemiş, bütün insanlığı, yüz kızartıcı, aşağılıklardan kurtarmıştır.
Resûlullah’ın hanımlarından. Nesebi, Zeyneb binti Huzeyme bin Abdillah bin Amr bin Abdimenaf bin Hilâl bin Âmir bin Sa’saa el-Hilâliyye’dir. Lakabı Ümmü’l-Mesâkin’dir.
Müminlerin annesi hazret-i Zeyneb, önce hazret-i Abdullah bin Cahş ile evliydi. Abdullah, Resûlullah’ın halası Ümeyme’nin oğlu idi. Uhud Savaşında şehit oldu. Diğer rivâyete göre, ilk önce Tufeyl bin Hâris’in hanımı idi. Tufeyl boşayınca onun kardeşi Ubeyde bin Hâris ile evlendi. O da Bedr Savaşında şehit oldu.
Peygamber efendimiz, hazret-i Hafsa’dan sonra hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında hazret-i Zeyneb ile evlendi. Kendisine dört yüz dirhem mehr verdi.
Hazret-i Zeyneb, İslâmiyetten önceki devirde fakir, yoksul ve muhtaçlara çok merhamet ettiği ve şefkatli davrandığı, onlara dâimâ yemek yedirip sadaka verdiği için Ümmü’l-Mesâkin (fakirlerin annesi) lakabıyla tanınırdı. Çok ibâdet yapar, çok sadaka verirdi. Eline geçen mal ve parayı bekletmeden hemen sadaka olarak dağıtır, bizzat fakir ve düşkünleri arar, bulur ve onlara yardım ederdi.
Zeyneb binti Huzeyme, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem nikâhı ile şereflendikten sekiz ay kadar kısa bir zaman sonra, 626 (H.4) senesi Rebîulâhır ayında otuz yaşlarında vefât etti. Resûlullah efendimiz namazını kıldırdıktan sonra Medîne’nin Bakî’ kabristanına defnetti. Peygamberimiz hayatta iken yalnız hazret-i Hadîce ve hazret-i Zeyneb vefât ettiler. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra ise hanımları arasında ilk vefât eden hazret-i Zeyneb binti Cahş’tır.
Resûlullah efendimizin dört kızından birincisi. Bi’set-i Nebevî yâni Resûlullah efendimize Peygamber olduğunun bildirilmesinden on sene önce Mekke’de doğdu. Hicretin sekizinci yılında otuz bir yaşında Medîne’de vefât etti.
Hazret-i Zeyneb, Resûlullah efendimizin sevgi ve şefkatinde büyüdü. Nübüvvetten önce, annesi hazret-i Hadîce’nin yeğeni Ebü’l-Âs bin Rebî’ ile evlendi. Hazret-i Zeyneb, Resûlullah efendimize Peygamber olduğu bildirildiğinde îmân etti. Kocası Ebü’l-Âs îmân etmediğinden Kureyş’ten bâzı kimseler Ebü’l-Âs’ı zorlayıp hazret-i Zeyneb-i boşamasını istediler. Zeyneb’i boşadığı takdirde Kureyş’ten istediği kızı verebileceklerini söylediler. Ebü’l-Âs buna yanaşmadı. Hazret-i Zeyneb ile aralarındaki samîmi ve asîlâne âile münâsebetleri devâm etti. Resûlullah efendimiz Ebü’l-Âs’ı övüp onun akrabâlığından iyilik geleceğini bildirdiler.
Resûlullah efendimiz, Medîne’ye hicret edince hazret-i Zeyneb kocasının âilesi yanında kaldı. Bir müddet sonra Ebü’l-Âs müşriklerle birlikte Bedr Savaşına katılmak mecbûriyetinde kaldı. Bedr Gazâsında esir düştü. Diğer esirlerle birlikte Peygamber efendimizin huzûruna getirildi. Mekke halkından herkes kendi esirini kurtarmak için fidye gönderdiler. Hazret-i Zeyneb de kayınbirâderiyle, çehizi arasında annesi hazret-i Hadîce’den kalma gerdanlığı gönderdi. Resûlullah efendimiz gerdanlığı görünce hazret-i Hadîce’nin hâtırası tâzelendi. SonraEbü’l-Âs’ın, hazret-i Zeyneb’i Medîne’ye göndermesi şartıyla serbest bırakılmasına karar verildi. Gerdanlığı da kendisine geri gönderdiler. Resûlullah efendimiz Zeyneb’i getirmek için de Zeyd bin Hârise’yi vazifelendirdiler. Hazret-i Zeyd, hazret-i Zeyneb’i Medîne’ye götürdü.
Ebü’l-Âs, hazret-i Zeyneb’e çok bağlı olduğundan, ayrılığı sebebiyle sarsılıp üzüntülü günler geçirdi.
Hicretin altıncı yılı Cemâzilevvel ayında Ebü’l-Âs bir kâfileyle Şam’a mal götürdü. Dönüşte bu haber, Resûlullah efendimize ulaştı. Peygamber efendimiz, Zeyd bin Hârise’yi yüz yetmiş süvârî ile onun üzerine yolladı. Müslümanlar Ays mevkiinde onları yakalayıp mallarını ele geçirdiler. Fakat Ebü’l-Âs’a dokunmadılar. Ebü’l-Âs bu durumda Medîne’ye geldi. Daha sonra mallarının Resûlullah tarafından kendisine verilmesiyle Mekke’nin yolunu tuttu. Mekke’ye varınca mal ve alacakları hesap edip, borçlarını ödedi. Her işini düzene koydu. Sonra Kureyş’in ileri gelenlerini toplayıp; “Ey Kureyş! Artık beni dinleyin. Ben şu andan îtibâren İslâmiyeti kabul ediyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdeti okudu. Sonra; “Yemîn ederim ki, ben Muhammed aleyhisselâmın huzûrunda çoktan Müslüman olduğumu açıklamak istiyordum. Fakat bende mallarınız olduğu için mallarımızın üzerine oturmak istiyor dedirtmemek için geciktim. Allahü teâlâ beni bu ağır yükün altından kurtarıp yüzü kara çıkarmadığı için şimdi Müslüman oluyorum.” dedi.
Hicretin yedinci senesi Muharrem ayı başlarında Müslüman olan Ebü’l-Âs, Mekke’den hicretle Medîne’ye geldi. Peygamber efendimiz, onun hazret-i Zeyneb ile olan eski nikâhının devâmına hükmedip, yeni nikâh kıymadılar. O sırada Berâe sûresi nâzil olmamıştı. Müslüman kadınlar kendi müşrik kocalarından ayrılmadı. Kocaları Müslüman olunca nikâhları devâm etti.
Hazret-i Zeyneb ile Ebü’l-Âs’ın biri oğlan, diğeri kız, Ali ve Ümâme isminde iki çocukları vardı. Çocuklar, Resûlullah efendimizin himâye ve terbiyelerinde büyüdüler. Ali, Mekke’nin fethinde Resûlullah efendimizin bindikleri devedeydi. Ali, henüz reşîd olmadan babasından önce vefât etti. İbn-i Asâkir ise onun, Yermük Harbinde şehit olduğunu haber vermektedir.
Hazret-i Zeyneb’in kızı Ümâme, hazret-i Fâtıma’nın vefâtından sonra hazret-i Ali ile evlendi.
Hazret-i Zeyneb, Ebü’l-Âs’ın Müslüman olmasından bir buçuk sene sonra vefât etti. Resûlullah efendimizin mübârek zevcelerinden Ümmü Seleme radıyallahü anhâ vâlidemiz tarafından gasl edildi. Hazret-i Ümmü Eymen ve hazret-i Sevde de su döktüler. Gaslden sonra Peygamber efendimiz mübârek peştemâllerini verip; “Bunu da kefenin altından sarınız.” buyurdular. Resûlullah efendimiz, cenâze namazını kıldırıp, bizzat mübârek elleriyle kabre koydular. Mübârek çehreleri üzüntülü ve kederliydi. Allahü teâlâya duâ edip, kabir azâbından kurtulmasını niyâz ettiler. Hazret-i Zeyneb’in vefâtından birkaç gün sonra da Ebü’l-Âs radıyallahü anh vefât etti.
On dokuzuncu yüzyılda Haremeyn’de (Mekke ve Medîne) yetişen âlimlerden. İsmi Ahmed bin Seyyid Zeynî Dahlân’dır. 1816 (H.1231) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu, 1886 (H.1304) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.
Zamânın âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. İlimde yüksek dereceye ulaştı. 1871 (H. 1288) senesinde Mekke-i mükerreme Şâfiî müftîsi oldu ve Şeyh-ül-ulemâ (Mekke ulemâsının reisi) ünvânını kazandı.
Harem-i şerîfte ders okutup talebe yetiştirdi. Etrâfına ilim ve irfan nurları saçarak Müslüman sapık ve bid’at fırkalarına karşı uyandırdı. Ehl-i sünnetin savunuculuğunu yaparak yazdığı kıymetli kitap ve risâlelerle Ehl-i sünnet îtikâdı dışında olan kimselere susturucu cevaplar verdi. Sünnî îtikâda sâhip olan âlimleri eser yazmaya teşvik etti. Hindistan’da İngiliz misyonerleriyle mücâdele eden, müstemlekecilerin zulmünden dolayı Mekke-i mükerremeye hicret eden Rahmetullah bin Halîlürrahmân el-Hindî es-Saharenpûrî hazretleriyle görüşüp sohbet etti. Rahmetullah Efendi Şeyh Seyyid Zeynî Dahlân hazretlerinin teşvik ve desteğiyle İzhâr-ul-Hak adlı eserini yazdı.
Bilhassa Mekke Şâfiî müftülüğü makâmına geçtikten sonra vaktinin büyük bir kısmını dînî sualleri cevaplandırmak, müşkülleri halletmek ve fetvâ vermekle geçiren Zeynî Dahlân hazretleri hayâtının son senelerinde daha çok eser yazmakla meşgul oldu.Mekke’de ilk matbaa onun zamânında kurulmuştur. Zeynî Dahlân hazretleri eserlerinin çoğunu bu matbaada bastırdığı gibi, birçok kıymetli İslâmî eserlerin de basılmasını teşvik etmiştir.
Mekke Şerîfi Avn-ür-Refik ile Osmanlı vâlisi Osman Paşanın arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine Avn-ür-Refik’le birlikte Medîne-i münevvereye göç eden Seyyid Zeynî Dahlân hazretleri yolculuk esnâsında rahatsızlandı. Medîne’de 1886 (H.1304) senesinde vefât etti ve orada defnedildi. Hicaz’ı işgal eden Vehhâbiler, Medîne-i münevveredeki diğer zâtların kabirleri gibi onun kabrini de düzleyip, belirsiz hâle getirmişlerdir.
Eserleri; Seyyid Ahmed Zeynî Dahlân’ın yazmış olduğu 29 eserinden bâzıları şunlardır:
1. Şerh-ul-Ecrümiyye: Müellifin en tanınmış eserlerinden olup, Kahire’de, Mekke’de ve Medîne’de defâlarca basılmıştır.
2. Mecmuâ Müştemil alâ Erbaa Resâil: Müslümanları namaza ve cemâate teşvik edici bir irşâd kitabıdır.
3. El-Ezhar ez-Zeyniyye fî Şerhi Metn-il-Elfiyye: Arapça dil bilgisine dâir bir eser olup Kahire’de basılmıştır.
4. Esne’l-Metâlib fî Necâti Ebî Tâlib: Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’in kurtulmuş olup olmadığı ile ilgilidir. Mekkeli şeyh Muhammed Hasaballah’a karşı reddiyedir. Kahire’de basılmıştır.
5. Takrîb-ül-Usûl lit-Teshîl-il-Vüsûl li-Ma’rifet-ir-Rabbi ver-Resûl: Tasavvufa dâirdir.
6. Hulâsat-ül-Kelâm fî Beyâni Ümerâ-i Beled-il-Haram: Vehhâbilerin ortaya çıkışı ve yaptıkları zulümleri anlatmaktadır.
Kahire’de, Mekke’de ve bir kısmı İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.
7. Ed-Dürer-üs-Seniyye fî-Reddi alel-Vehhâbiyye: Necid’de Muhammed bin Abdülvehhâb adında biri tarafından ortaya atılan veEhl-i sünnet âlimleri tarafından reddedilen Vehhâbiliğe karşı yazdığı reddiyedir. Mısır’da basılmıştır. Ayrıca bir kısmı İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.
8. Risâletün fi Cevâz-it-Tevessül: Bu da Vehhâbilere ve İbn-i Teymiyyecilere cevaptır. Kahire’de basılmıştır.
9. Fî-Redd-i alel-Vehhâbiyyeti-Etbâ-ı Mezheb-i İbn-i Teymiyye.