ZENBİLLİ ALİ EFENDİ
Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ali bin Ahmed bin Cemâleddîn Muhammed, lakabı, Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir. Evliyânın ve âlimlerin meşhurlarından olan Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesine nispetle Cemâlî denilmiş ve Ali Cemâlî ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl sormak isteyenler, suâllerini kâğıda yazıp zenbile koyardı. O da çekip suâllerin cevâbını yazar, zenbili tekrar sarkıtırdı. Bu sebeple, Zenbilli Ali Efendi ismiyle meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1526 (H.932) senesinde İstanbul’da vefât etti. Türbesi Zeyrek Yokuşundadır. Aslen Aksaraylıdır. O zaman Aksaray, Karaman eyâletine bağlı olduğu için, kendisine Karamânî nispeti de verilmiştir.
Zenbilli Ali Efendi, ilim tahsiline memleketinde başlayıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamânî’den ders aldı. Bu ilk tahsilinden sonra İstanbul’a gitti. Orada, zamânın en meşhur âlimlerinden olan Molla Hüsrev’in derslerine devam edip, ondan ilim öğrendi. Daha sonraMolla Hüsrev, onu Bursa’ya gönderip, Sultan Medresesi müderrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihüddîn’den ders almasını tavsiye etti. Bu zâtın derslerine devam edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ Muslihüddîn, onu kendisine muîd (yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihüddîn’in kızı ile evlenip dâmâdı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde, Edirne’de TaşlıkAli Bey Medresesine müderris olarak tâyin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, pâdişâh tarafından kendisine, bir miktar kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsan olundu. 1477 (H.882)’de Edirne’de Beylerbeyi, sonra da Sirâciyye Medresesine geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifâ edip, bir rivâyete göre Şeyh Muslihüddîn Ebü’l-Vefâ’ya, diğer bir rivâyete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mes’ûdî Edirnevî’ye talebe olup, tasavvufta kemâle geldi.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefâtından sonra, İkinci Bâyezîd Han tarafından, Bursa Kaplıca Medresesine müderris tâyin edildi. İznik’teki Orhan Gâzi, Bursa’daki Murâd Gâzi medreselerinde de müderrislik yaptı. Daha sonra, İkinci Bâyezîd Medresesi müderrisliği ve Amasya müftiliği vazîfeleri verilerek Amasya’ya gönderildi. Bir müddet bu hizmetlerde bulunduktan sonra, hacca gitmek üzere Amasya’dan ayrıldı. O sene Hicaz’da bâzı karışıklıkların çıkması sebebiyle, bir sene Mısır’da kalıp ertesi sene hac yaptı. Mısır’da kaldığı sırada oranın âlimleriyle görüşüp, ilmî incelemeler ve müzâkereler yaptı. Ertesi yıl hacca gitti. Hacda iken, Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefât edince, 1497 (H.903)’de şeyhülislamlığa tâyin edildi. İkinci Bâyezîd Han, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi gelinceye kadar, fetvâ işlerinin Sahn-ı Semân Medresesi müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti. Zenbilli Ali Efendiye ayrıca yeni yapılmış olan Bâyezîd Medresesi müderrisliğinde de vazîfe verildi. Bundan sonra, şeyhülislâmların, Bâyezîd Medresesinde müderrislik yapmaları da âdet hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim Hanın tahta çıkmasından sonra da vazîfesine devâm eden Zenbilli Ali Efendi, hak severliği ve doğruluğu ile dikkati çekmiştir. Pâdişâhın her hareketinde, İslâmiyete uymasında yardımcı olmuştur. 1516 (H. 922)’de yapılan Mısır Seferi için fetvâ vermiştir.
Zühdü, takvâsı, istikâmeti ve doğruluğu ile meşhur olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Celâlli olmasıyla tanınan Yavuz Sultan Selim Hanın, şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak olurdu. Bir defâsında Yavuz Sultan Selim Han, TopkapıSarayı hazîne görevlilerinden 150 kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu karârı duyunca derhal dîvân-ı hümâyûna koştu. Vezîrler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvâna gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Pâdişâhla görüşmek istediğini söyledi. Durum Pâdişâha arzedildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzûra girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm verdi. Pâdişâhın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra Pâdişâha; “Fetvâ vazîfesinde (şeyhülislâmlıkta) bulunanların bir işi de, Pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Duyuldu ki, 150 kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermânı çıkmış. Fakat onların öldürülmeleri için, dînen bir sebep tespit edilmiş değildir. Recâ olunur ki, af buyrula!” dedi. Zenbilli Ali Efendinin bu sözlerine kızan Pâdişâh; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa, devlet idâresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazîfeniz değildir.” deyince; “Bu karar âhiretinizle ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazîfemizdir. Eğer affederseniz ne iyi, ne güzeldir. Yoksa âhirette cezâya müstehak olursunuz.” cevâbını verdi. Bu sözler Pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik!” diyerek lütûf gösterip, neşeyle sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim Hana; “Âhiretinizle ilgili olan hizmeti yerine getirdim. Mürüvvetle ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle.” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâhın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Pâdişâhın şânına lâyık mıdır?” dedi. Pâdişâh, bu isteği de kabul etmekle berâber, vazîfelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğini belirtti. Zenbilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) Pâdişâhın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz bize yeter.” dedi ve teşekkür ederek, Pâdişâhın huzûrundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Han da onu medhederek uğurladı.
Zenbilli Ali Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde de vazîfesinde kalıp, Rodos Seferine katıldı. Rodos’un fethinden sonra orada imâmlık ve hatiblik yapıp, İslâm müesseseleri kurdu. ZenbilliAli Efendi; İkinci Bâyezîd Han, Yavuz Sultan Selim Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde olmak üzere, 24 sene şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma hizmete harcamıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı hizmetleriyle meşhur olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.
Zenbilli Ali Efendinin El-Muhtârât adlı eseri bir fıkıh kitabı olup, çok kıymetlidir. Bundan başka; Muhtasar-ul-Hidâye, Âdâb-ül-Evsiyâ ve Risâle fî Hakk-ıd-Deverân adlı eserleri vardır.
ZENCEFİL (Zingiber officinale)
Alm. Ing-werstaude (f), Ingwer (m), Fr. Gingembre (m), İng. Ginger. Familyası: Zencefilgiller (Zingiberaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yetişmez.
100 cm boyunda kamış görünüşünde çok yıllık otsu bir bitki. Yapraklar mızrak şeklinde sivri uçlu ve tarçın kokuludur. Çiçekler sarı renkli ve çoğu bir arada bulunurlar. Zencefilin vatanı Güney Asya olmakla berâber Hindistan, Batı Afrika gibi birçok tropik bölgelerde ekimi yapılır. Memleketimizde ancak seralarda yetiştirilir. Nemli iklimi ve sulak yerleri sever.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kökleri nişasta, reçine ve uçucu yağlar taşır. Kökler yassı ve grimsi renklidir. Kuvvetli kokulu ve biraz acımsı lezzetlidir. Baharat olarak kullanılır. Zencefil yağının hazmı kolaylaştırıcı tesiri vardır. Ayrıca yatıştırıcı ve gaz söktürücü etkiye sâhiptir.
ZENCEFİLGİLLER (Zingiberaceae)
Alm. Zingiberazeen, Ingwegewächse pl., Fr. Zingibéracées pl., İng. Zingiberaceae. Tropik ve Subtropik bölgelerde yetişen sürünücü rizomlu veya yumrulu çok yıllık otsu bitkiler. Yapraklar büyük saplı, aşağıda kın şeklinde, düz veya eliptik şekillerdedir. Çiçekler tüp şeklinde birleşik ve üç lopludur. Bu familyada uçucu yağ bakımından zengin tohumlar veya rizomlar taşıyan bitkiler vardır. Familyada 1400 kadar tür vardır. Önemli bitkileri şunlardır. Zencefil, havlıcan, zerdecöp, cedvar vb.
Alm. Neger, Schwarzer (m), Fr. Nègre (m), İng. Negro, black. Genellikle Afrika’da yaşayan siyah bir ırk. Afrika kelimesinin anlamı da siyah demektir. Nuh aleyhisselâmın üç oğlundan biri olan Ham’dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı meydana geldi. Zengibar ahâlisine zenci denir. Afrika’da yaşayanlar tabiî olarak parlak güneş ışığına ve sıcaklığa adapte olmuştur. Zencilerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Zencilerin deri renkleri Kuzey Afrika’da açık kahverengi, Orta Afrika’nın batısında siyahımsı kahverengi olarak değişmektedir. Saç renkleri koyu kahverengi-siyah arasında değişir. Saçlar dalgalı, kıvrık ve serttir. Vücut tüyleri seyrektir. Gözlerinin renkleri genelde koyu kahverengi, dışı sarıdır. Burun kemikleri alçak, basık ve geniştir. Burun kanatçıkları çok geniş, burun delikleri de yuvarlaktır. Dudakları kalın ve dolgundur. Başları uzun ve yüksek olup, alın yuvarlaktır. Yüzleri uzun ve oval ile kare şekli arasında değişir. Yukardan aşağı doğru genellikle genişleme vardır. Kol ve bacaklar uzun, gövde kısa ön kol ile bacakların altı üstlere nazaran daha uzundur. Zenciler çok kısa (Negritu) türleriyle çok uzun (Sudan) türleri arasında değişirler.
Dünyânın birçok yerinde bugün zenciler yaşamaktadır. Yüzyıllar boyunca bu ırk Avrupalılar tarafından köle olarak kullanılmış ve dünyânın çeşitli yerlerine götürülmüşlerdir. Zenci ırk bugün hâlâ Afrika’nın çeşitli devletlerinde ikinci sınıf insan muâmelesi görmektedir. Amerika’da ise uzun süren mücâdelelerden sonra normal vatandaş haklarını kazanmışlardır.
İran’daki Müslüman hânedanlardan. Zendler Hânedanı, Kaçarlardan Ali Merdan’ın Luri asıllı bir askeri olan Muhammed Kerim Zend tarafından Güney İran’da kuruldu. Muhammed Kerim Zend, Ali Merdan’ı öldürüp, 1750’de Güneyİran’da hükümdarlığını îlân etti. Mazenderan’daki Kaçarların reisi Muhammed Hasan ile mücâdele etti. Safevîlerin vekili olarak Şiraz’da hüküm sürdü. Muhammed Kerim Han, otuz yıl hükümdarlık yaptı. Zamânında İngiltire ile ticârî münâsebetleri geliştirdi. Muhammed Kerim Hanın 1779’da ölümüyle âile içinde saltanat mücâdelesi dolayısıyla huzursuzluk başladıysa da, Ali Murâd tahtı ele geçirdi. Câfer Şah (1785-1789), Zendlerin rakibi Kaçarlarla mücâdele etti. Fakat İsfehan’ı Kaçarlara terk etmek zorunda kaldı. Lütfi Ali Han (1789-1795) Kaçarlara karşı başarılı muhârebelerde bulundu ise de, Kirman’da öldürüldü. Bundan sonra Kaçarlar İran’a tamâmen hâkim oldular.
Zend Şâhları:
Muhammed Kerim Han |
(1750-1779) |
Ebü’l-Feth ile Muhammed Ali ortaklaşa |
(1779) |
Şiraz’daSâdık |
(1779-1781) |
İsfehan’da Ali Murâd |
(1779-1785) |
Câfer |
(1785-1789) |
Lütfi Ali |
(1789-1795) |
On üçüncü asırda Türkistan’da yaşamış olan evliyânın büyüklerinden. Babası, Ahmed Yesevî hazretlerinin ilk hocası Arslan Baba’nın torunlarından Tâc Hoca’dır. Doğum târihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir. 1258 (H.656) senesinde Taşkent yakınlarındaki Zengî Atâ köyünde vefât etti. Kabri oradadır.
Âlim ve evliyâ bir âileye mensup olan Zengî Atâ uzun yıllar dede ve babasından zâhir ve bâtın ilimlerini öğrendi. Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden Hâkim Atâ’nın hizmetine girdi. Onun yüksek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet edip, bir müddet Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık ederek onların gönlüne girmeye çalıştı. Hocası Hâkim Atâ 1186 (H.582) senesinde vefât edince, onun hanımı Anber Ana ile evlendi. Zengî Atâ’nın Anber Ana ile evlenmesi şöyle oldu: Hâkim Atâ biraz esmerceydi. Bir gün Anber Ana’nın kalbinden “Keşke kocam siyah almasaydı.” şeklinde bir düşünce geçti. Allahü teâlânın velî kulu Hâkim Atâ, onun bu düşüncesini Allahü teâlânın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin.” buyurdu. Anber Ana bu düşüncesinden dolayı pişman olup, tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın sevgili kulu dilek dilemiş, iş işten geçmişti. Hâkim Atâ vefâtına yakın Harezm’de ilim tahsil etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara; “Ölümünden sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddet (bekleme) müddeti bitince ananızı onunla evlendirirsiniz.” dedi. Hakîkaten Hâkim Atâ’nın vefâtından kısa bir müddet sonra bahsettiği kırk kişi geldi. İçlerinden biri arkada kalmıştı. Târiflere uygun olan o mübârek kimse Zengî Atâ idi. Kalın dudaklı, dişlerinden başka beyaz yeri olmayan oldukça esmer bir kimse olan Zengî Atâ Anber Ana’nın iddet müddeti bitince bir yakınını gönderip nikâh talep etti. Anber Ana kabul etmeyip; “Ben Hâkim Atâ’dan sonra kimseye varmam.” deyip reddetti. Bu sırada boynu tutulup yüzünü çeviremez oldu. Çok sıkıntı çekti. Zengî Atâ’ya durum haber verildi. Zengî Atâ adam gönderip; “Bilmez misin ki bir gün hatırından keşke “Hâkim Atâ esmer olmasaydı.” düşüncesi geçmişti de Hâkim Atâ bunu kerâmetle bilip; “Yakında benden siyaha eş olursun.” demişti.” buyurdu. Anber Ana takdirin böyle olduğunu anlayıp nikâha rızâ gösterdi. Nikâha râzı olur olmaz da boynu eski hâline geldi. Zengî Atâ ile evlendiler. Çocukları oldu. Soylarından sâlih kimseler, âlimler ve evliyâlar yetişti.
Taşkent’te çobanlık yapıp âilesinin geçimini sağlayan Zengî Atâ, kırlarda namazını kılar, namazdan sonra Kur’ân-ı kerîm okur, Allahü teâlâyı zikr ederdi. Akşam da yakmak için topladığı odunları sırtına yüklenir evine götürürdü. Taşkent’te bulunduğu sırada Uzun Hasan Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ isimli gençleri tasavvufta yetiştirdi. Ahmed Yesevî hazretlerinin yolu Zengî Atâ’dan sonra Seyyid Atâ ve Sadr Atâ vâsıtasıyla devam etti. Seyyid Atâ, Hâce Azîzân (Pîr-i Nessâc Ali Râmitenî) hazretleriyle sohbet etti. Sadr Atâ’nın halîfeleri daha uzun zaman Yeseviyye yolunu devam ettirdiler. Onun halîfeleri, Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdûd Şeyh şeklinde sıralanır. Mevdûd Şeyh’in iki meşhur halîfesi, Hoca Abdullah ve Kemal Şeyh idi. Hoca Abdullah’ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi Cemâlüddîn Buhârî idi. Reşâhat sâhibi, Cemâlüddîn Buhârî’den nakiller yapmıştır.
Zengî Atâ 1258 (H.656) senesinde Şâş (Taşkent) yakınlarında Semerkant yolunun on birinci kilometresindeki Zengî Atâ köyünde vefât edip oraya defn edildi. Zengî Atâ’nın kabri belli olup, ziyâret edilmektedir Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Ne zaman Zengî Atâ’yı ziyârete gitsem, kabrinden “Allah! Allah!” sesleri işitirim.” buyururdu.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın kumandanı, Aksungur’un oğlu İmâdeddîn Zengî tarafından el-Cezîre ve Sûriye’de kurulan atabeylik.
Irak Seçluklu Sultanı Mahmûd, iki oğluna atabey tâyin ettiği Zengî’yi 1127 senesinde Musul Vâlisi yaptı. Atabey Zengî Musul’a hâkim olunca, büyük ve kuvvetli bir devlet kurmaya çalıştı. Niyeti, önce bölgeyi hâkimiyeti altına alıp, sonra Haçlılarla mücâdele etmekti. Bu yüzden Diyarbekir ve Sûriye’nin Arap ve Türk hâkimlerine karşı bir fetih siyâseti tâkip etti. Aynı siyâseti Haçlılara karşı da uyguluyordu. Arzusunu gerçekleştirmek için harekete geçen Zengî; Sincâr, Habr, Nusaybin ve Harran’ı ele geçirdi. Arkasından Haleb’e hâkim oldu (1128). Bu durum Haçlıların Haleb üzerindeki arzularına da son verdi. Zengî’nin Dımaşk’ı (Şam’ı) alması için önce Hama ile Humus’u ele geçirmesi gerekiyordu. 1130 senesinde Hama’yı ele geçirdi ise de, Humus önünde başarılı olamayarak, Musul’a döndü.
Zengî’nin genişleme hareketleri karşısında, toprakları tehdit altında kalan Artuklular birleştiler. İki taraf arasında yapılan muhârebede Zengî, Artuklu ordusunu geri çekilmeye mecbur etti. Bir süre sonra iki taraf arasında barış yapıldı ve 1130 yılında antlaşma imzâlandı. Daha sonra Artuklulardan Dâvûd ile mücâdeleye başlayan Zengî, Amid’i (Diyarbekir) ele geçirdi ve şehri, adına hutbe okumak şartıyla Artuklulardan Tîmûrtaş’a bıraktı (1141). Zengî’nin idâresi altına almak için çalıştığı devletlerden birisi de Böriler idi ve bir müddet sonra onlar da Zengî’nin hâkimiyetini tanımak mecbûriyetinde kaldılar. Böylece bölgede güçlü bir hâkimiyet tesis ettikten sonra Haçlılarla mücâdeleye başladı ve Esârib Kalesini kuşattı. Kudüs kralının yardıma gelmesine rağmen Haçlıları yendi ve kaleyi ele geçirdi. Sonra Haçlı Kontluğu işgâlindeki Urfa üzerine yürüdü. Çünkü Urfa Kontluğu, Zengîler Devletini ikiye ayıran bir durumda ve ticâret yolu üzerinde çok mühim mevkideydi. Nice bir siyâsetle Hıristiyanları birbirinden ayırıp, Haçlılar arasında çıkan anlaşmazlıktan faydalanan Zengî, Katoliklerden memnun olmayan Ermenilerin de desteğiyle, 1144 senesinde Urfa’yı ele geçirdi ve zaferi bütün İslâm dünyâsında sevinçle karşılandı. Urfa’nın Müslümanlar eline geçmesi, Hıristiyan âleminde büyük şaşkınlığa sebep oldu. Papanın teşvikiyle Hıristiyan âleminde İkinci Haçlı Seferinin hazırlığı başlatıldı.
Atabey Zengî’nin, Irak Selçuklu sultanları ve Abbâsî halîfeleriyle olan münâsebetleri zaman zaman değişik bir seyr tâkip etti. 1146 senesinde Caber Kalesini kuşatan Zengî, muhâfızlarından biri tarafından öldürülünce, toprakları oğulları Nûreddîn Mahmûd ve Seyfeddîn Gâzi arasında bölündü. Nûreddîn Mahmûd, Sûriye’nin idâresini alıp, Haleb’i başşehir yaparken, Seyfeddîn Gâzi, el-Cezîre bölgesini idâresi altına alarak Musul’u başşehir yaptı. Böylece Zengîler ikiye ayrıldı.
Zengî’nin ölümü üzerine, Selçuklu şehzâdelerinden Alb Arslan bin Mahmûd, atabeyliğin idâresini ele geçirmeye çalıştı ise de, başarılı olamadı. Seyfeddîn Gâzi, Musul’a gelerek babasının yerine geçti; kardeşi Nûreddîn ile anlaştı. Kardeşinden aldığı kuvvetlerin de yardımıyla Urfa üzerine yürüyen Nûreddîn Zengî, şehri kolayca ele geçirdi. Haleb bölgesine hâkim olup, Hıristiyanların elinde bulunan Keferlâsâ ve Artah’ı aldı. 1148’de Seyfeddîn Gâzinin Musul’da vefât etmesi üzerine yerine ağabeyi Kutbeddîn Mevdûd geçti. Kardeşi Nûreddîn’le birlikte hareket eden Mevdûd, Haçlılardan Antakya, Harim, Famiye, Irka ve Cebele kalelerini aldı. Daha sonra Mısır işleri ile ilgilenen Nûreddîn Zengî, emirlerinden Şirkûh ve yeğeni Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi bölgeye gönderdi. 1169 yılında Şirkûh, Mısır’da hâkimiyeti ele geçirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Nûreddîn Zengî’nin emriyle 1171 yılında Fâtımîleri tamâmen ortadan kaldırdı (Bkz. Eyyûbîler). Kutbeddîn Mevdûd’un 1170 senesinde ölümü üzerine oğulları İmâdeddîn ile Seyfeddîn Gâzi arasında anlaşmazlık çıktı.
İmâdeddîn, amcasından yardım isteyince, Nûreddîn, Musul üzerine yürüyerek, şehri kısa bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Seyfeddîn Gâzi ile barış antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre, Seyfeddîn Gâziye Musul, İmâdeddîn’e Sincar veriliyordu. Bu anlaşmazlıktan en kârlı Nûreddîn çıktı. Nusaybin ve Habur gibi yerleri kendi topraklarına kattı. Böylece Seyfeddîn resmen amcasına bağlanmış oldu. Nûreddîn Zengî, 1173 yılında Anadolu’ya girerek, İkinci Kılıç Arslan’a âit bâzı kasabaları ele geçirdi. Bu esnâda Bağdat Abbâsî halîfesi tarafından; Musul, el-Cezîre, İrbil, Hilât, Sûriye, Mısır ve Konya, hükümdarlığını tasdik eden bir menşûr verildi. Fakat çok geçmeden Sultan Nûreddîn Zengî, bir boğaz iltihabından Şam’da vefât etti (1174). Kendi yaptırdığı Nûriye Medresesine defnedildi. 1147-1149 yılları arasında gerçekleşen İkinci Haçlı Seferlerini netîcesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nûreddîn Zengî, kurduğu eğitim kurumları ve sosyal tesisler, yaptığı îmâr faâliyetlerinin yanında güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Haleb, Şam, Hama, Humus, Ba’albek, Menbic ve diğer şehirlerde büyük medreseler, câmiler, imâretler, kervansaraylar, hastahâne ve dâr-ül-hadîsler yaptırıp, masraflarının karşılanması, tâmirâtı ve yaşatılması için büyük vakıflar bıraktı. Şam’da yaptırdığı büyük hastâne, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis üniversitesi mâhiyetindeki ilk dâr-ül-hadîsi o kurdu ve pekçok kitap vakf etti. Rasathâne kurdurarak, güneş saati yaptırdı. Dindar olup, ilim adamlarının hâmisiydi. Karargâhında dahi Kur’ân-ı kerîm okutup, hürmetle dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için, hassas bir haber alma teşkilâtı kurdu. Sultanlığı devrindeki siyâsî hâdiseler büyük, bulunduğu çevre çok karışık bir yapıya sâhip olmasına rağmen, halkının sağlığını ve huzûrunu korudu.
Nûreddîn Zengî’nin vefâtından sonra, on bir yaşındaki oğlu Melik-üs-Sâlih İsmâil tahta çıkarıldı ise de, Mısır’da güçlenen Selâhaddîn-i Eyyûbî, toprakların büyük bir kısmına hâkim oldu. Nûreddîn Zengî’ye bağlı olarak Musul’u idâre eden ve ötedenberi amcasının Haçlılara karşı yaptığı bütün seferlere katılan yeğeni İkinci Seyfeddîn Gâzi de, daha önce kendisine âit olan Harran, Nusaybin, Urfa, Habur ve Surûc gibi şehirleri geri almaya çalıştı. Dımaşk emirleri, Dımaşk’ı da alması için onu dâvet ettiler. Fakat o, bu dâvete uymadı. Dımaşk emirleri de şehri Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye teslim ettiler (1174). Bunun üzerine Seyfeddîn Gâzi, Selâhaddîn Eyyûbî’ye karşı sefere çıktı ise de Cibâl-üt-Türkmân denilen mevkide yapılan savaşı kaybederek Musul’a çekildi (1176). Kısa bir süre sonra da hastalanarak öldü.
Seyfeddîn Gâzinin yerine vasiyeti üzerine kardeşi İzzeddîn Mes’ûd geçti. Mes’ûd, 1180’de MelikSâlih’ten Haleb’i aldı. BöyleceZengîlerin Haleb kolu sona erdi. Bir süre sonra Sincar hâkimi olan İkinciİmâdeddîn Zengî, Sincar’a karşılık Haleb’in kendisine verilmesini istedi. Verilmediği takdirde şehri Selâhaddîn Eyyûbî’ye teslim edeceğini bildirdi. İzzeddîn Mes’ûd, emirlerle meşveret ettikten sonra,Haleb’i, Sincar karşılığında kardeşi İmâdeddîn’e verdi.
Selâhaddîn Eyyûbî, zayıf şahsiyetli olan İmâdeddîn’in Haleb’e hâkim olmasından faydalanmak içinZengîler üzerine sefer düzenledi. Önce Urfa’yı, daha sonra Hıms, Rakka, Surûc ve Nusaybin’i aldı. 1182 senesinde Musul’u bir ay kadar kuşattı ise de geri çekildi. Selâhaddîn Eyyûbî, 1183 senesinde Amid’i ele geçirdikten sonra, Haleb üzerine yürüdü. Haleb hâkimi İkinci İmâdeddîn Zengî ile Selâhaddîn-i Eyyûbî arasında bir antlaşma yapıldı. Buna göre Haleb’i Selâhaddîn Eyyûbî’ye bırakan İmâdeddîn Zengî, bunun karşılığında Sincar ve bâzı kasabaları alıyordu.
İzzeddîn Mes’ûd’un 1193’te ölümünden sonra yerine vasiyeti üzerine oğlu Nûreddîn Arslanşâh geçti. Diğer taraftan İzzeddîn Mes’ûd’un ölümünden faydalanmak isteyen İmâdeddîn Zengî, Nusaybin civârındaki bâzı köyleri ele geçirdi. Bu yüzden Nûreddîn’in Nusaybin üzerine sefer düzenlemek için harekete geçtiği sırada İmâdeddîn Zengî öldü ve yerine oğlu Kutbeddîn Muhammed geçti. Nûreddîn, mücâdeleye devam ederek Nusaybin’i ele geçirdi. Fakat asker arasında baş gösteren bir salgın hastalık ve Eyyûbî sultânı Melik Âdil’in Nusaybin üzerine yürümesi, Nûreddîn Arslanşâh’ı şehri boşaltıp Musul’a çekilmek mecbûriyetinde bıraktı (1198).
1201 senesinde yeğeni Kutbeddîn’in Nusaybin’de Eyyûbî sultânı Âdil adına hutbe okutması üzerine harekete geçen Nûreddîn, Nusaybin şehrini aldı ve kaleyi ele geçireceği sırada, Muzaffereddîn Gökböri’nin Musul ve çevresine sefer düzenlediğini öğrendi. Bunun üzerine geri dönen Nûreddîn, durumun sandığı gibi tehlikeli olmadığını görünce, tekrar yeğeninin üzerine yürüdü ve Tell A’far’ı zapt etti. Fakat emirlerin çoğu Kutbeddîn’in yardımına geldiler. Yapılan savaşta mağlup olan Nûreddîn, Musul’a dönerek, barış yapmak mecbûriyetinde kaldı (1204). Bir süre sonra Muzaffereddîn Gökböri, Sultan Âdil’e karşı Nûreddîn ile anlaştı. Bu ittifâka, Türkiye Selçuklu Sultanı Birinci Keyhüsrev, Haleb Eyyûbîlerinden Melik Zâhir ve Erzurum hâkimi Tuğrulşâh da katıldı. Halîfe Nâsır’ın araya girmesiyle Müslümanlar arasında muhtemel büyük bir savaş önlendi. Sultan Âdil, Habur ve Nusaybin’in kendisinde kalması şartıyla anlaşmaya râzı oldu. Nûreddîn Arslanşâh tutulduğu hastalıktan kurtulamıyarak, 1211 senesi Ocak ayında vefât etti.
Nûreddîn Arslanşâh’ın vefâtından sonra, atabeylik emirler ve şehzâdeler arasında mücâdele sahası hâline geldi. Bu durumdan faydalanan Eyyûbî sultânı Eşref, 1220’de Sincar’ı teslim alarak, Zengîlerin buradaki kolunun hâkimiyetine son verdi. Nâsıreddîn Mahmûd’un 1223 senesinde ölmesiyle Musul’daki Zengîler hâkimiyeti de sona erdi.
Zengîlerin hâkim olduğu bölgelerde halk, adâlet ve emniyet içinde yaşıyordu. Bu atabeylik devrinde zirâat her tarafa yayıldı ve özellikle meyvecilik çok gelişti. Zengîlerin sağladıkları emniyet sâyesinde ticârî faâliyetler arttı. Musul, Ortadoğu ile Yakındoğu arasında büyük bir ticâret merkezi hâline geldi.
Zengîler, Selçuklularda olduğu gibi, edebiyâtın gelişmesine yardımcı oldular. Ahmed bin Münir el-Kayserânî, Müslim bin Hazir ve Haysa Bahsa bu devirde yetişen belli başlı şâirlerdendir. Bu dönemde yetişen din âlimleri de çoktur. Bunlardan Türk asıllı Ebû Abdullah Vâsıtî ve fıkıh âlimi Abdullah bin Muhammed en meşhurlarıdır. Târihçiler bakımından Zengîlerin dönemi en zengin devrelerden biridir. Meşhur târihçilerden el-Azimî, Usâme bin Munkız, İbn-i Şeddâd ve İbn-ül-Esîr bu dönemde yetişmiştir.
Güzel sanatlara önem veren Zengîler, bir kısmı zamânımıza kadar gelen, çok sayıda mîmârî eser yaptırdılar ve pekçok medrese inşâ ettirdiler. Birinci Seyfeddîn Gâzi, Musul’da el-Atika adıyla bilinen medreseyi yaptırdı. Musul’daki Ulu Câmiye, Birinci Seyfeddîn Gâzi başlamış, Nûreddîn Mahmûd da tamamlamıştır. Bu sebeple câmi, Câmi-i Nûri adıyle anılmaktadır. Zengî atabeyleri içinde îmâr yönünden en çok faaliyet gösteren Nûreddîn Mahmûd bin Zengî’dir. O, Sûriye’nin önemli bütün şehirlerinin surlarını tâmir ettirdi. Dımaşk’ta iç kaleye bir câmi yaptırdı. Yeni bir kapı olarak Bâb-ül-Ferec’i açtırdı ve Dâr-ül-Adl denilen bir binâ inşâ ettirdi. Haftanın iki gününde kendisi burada dâvâlara bakardı. Ayrıca Dâr-ül-Hadîs ile Mâristân, yaptırdığı meşhûr eserler arasındadır. Kendi adına nispetle Nûriye adında bir medrese de yaptırdı ki, kabri bunun içindedir. Diğer Zengî atabeyleri devrinde ise, Medreset-ül-İzziyye, Medreset-ül-Nûriyye ve Kâhiriyye adlarıyla bilinen medreseler yaptırıldı. Zengîlerin emirlerinden Mücâhiddîn Kaymaz da, Musul’da câmi, tekke, medrese ve köprü gibi birçok mîmârî eser inşâ ettirdi.
Zengîler Tahta Geçiş Târihi
İmâdeddîn Zengî bin Aksungur |
1127 |
Birinci Seyfeddîn Gâzi |
1146 |
Kutbeddîn Mevdûd |
1149 |
İkinci Seyfeddîn Gâzi |
1169 |
Birinci İzzeddîn Mes’ûd |
1176 |
Birinci Nûreddîn Arslanşâh |
1193 |
İkinci İzzeddîn Mes’ûd |
1211 |
İkinci Nûreddîn Arslanşâh |
1218 |
Nâsıreddîn Mahmûd |
1219 |
Yönetimin Bedreddîn Lü’lü tarafından ele geçirilmesi |
1211 |
Haleb’de
Nûreddîn Mahmûd bin Zengî |
1146 |
Nûreddîn İsmâil |
1174 |
Musul kolu ile birleşmesi |
1181 |
Osmanlı ve Avusturya orduları arasında, 11 Eylül 1697’de, Tisa Irmağı kıyısındaki Zenta’da yapılan ve Osmanlıların mağlubiyetiyle sonuçlanan savaş. Avusturya ile harpler 1683 yılında başladı. Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687), Sultan Üçüncü Süleyman Han (1687-1691), Sultan İkinci Ahmed Han (1691-1695) zamanlarında devam eden Avusturya harplerine İkinci Mustafa Han (1695-1703) son vermek istiyordu. Bu gâyeyle 1695 ve 1696 yıllarında iki defâ sefere çıkılıp, Lipve ve Lügoş geri alındı. 27 Ağustos 1696’da Ulaş Zaferi kazanıldı. 1697 yılında üçüncü sefere çıkıldı.
Harp Meclisi, Belgrad’da 10 Ağustosta toplandı. Müzâkereler sonunda Temaşvar’a gidilmeye karar verildi. Tuna, Temş ve bir nehir daha geçildikten sonra Tisa Nehri kenarına gelindi. Avusturya ordusundan Mareşal Prens Öjen de Savua’nın da kuvvetlerinin büyük kısmı Tisa Nehri yakınında bulunuyordu. Osmanlı ordusu, Tisa’yı geçip, Erdel’e taarruz etmek istiyordu. Osmanlı donanmasının Tisa Nehri ağzına gelmesi istendi. Prens Öjen, Osmanlı harekât plânını câsuslar vasıtası ile öğrendi. Avusturyalılar, Osmanlı ordusunun Tisa’yı geçmesinden önce oraya yetişmek istedi. Avusturya öncüleri ve Prens Öjen kuvvetleri, Osmanlı ordusu Zenta mevkiinde nehri geçerken yetişti. Osmanlı ordusu sefer plânı gereği Tisa Nehri üzerinde köprü kurarken düşmanın gelmesi üzerine, âni tedbirlere başvuruldu. Boşnak Câfer Paşa bir miktar kuvvetle düşmanın baskınına mâni olmak için karşıya geçirildi. Câfer Paşa karakol vazifesi yapacaktı. Düşmanın fazlalığı karşısında karakol birliği geri çekildi. Boşnak Câfer Paşa dönerken, atı yuvarlanıp esir düştü. Prens Öjen, Osmanlıların bütünüyle daha karşıya geçmemesinden istifâde ederek, 11 Eylül 1697’de taarruzu başlattı. Vezir-i âzam Elmas Mehmed Paşa, düşmanın taarruzu üzerine Zenta’ya doğru çekildi. Zenta’dan Temaşvar’a 7000 asker geçmişti. Vezir-i âzam, düşmanın taarruzuna mâni olmak için karşıya geçişin tamamlanmasını istedi. Yeniçeri Ağası Mahmûd Paşa bu teklife karşı çıktı. Köprü başında metris alındı. Metris alınınca, müdâfaa hattı daraldı. Askerlerin son değişiklikten haberi olmadığından, baskın zannıyla panik başladı. Elmas Mehmed Paşa panik ve geri çekilmenin önüne geçmek için yalın kılıç köprüyü tuttu. Vezir-i âzamı, kaçan askerler şehit ettiler. Düşman köprüyü zapt edip, top atışlarıyla yıktı. Temaşvar muhafızı olup, Serhad kurtlarından Koca Câfer Paşa, Anadolu Beylerbeyi Mıcırlıoğlu İbrâhim Paşa, Rumeli Beylerbeyi Küçük Câfer Paşa, Yeniçeri Ağası Mahmûd Paşa, Diyarbekir Vâlisi Kavukçu İbrâhim Paşa, Adana Vâlisi Fazlı Paşayla pekçok sancakbeyi, ocak ağaları, alaybeyleri ve ordunun sekizde biri fâciada kayboldu. Harp malzemeleri, pekçok araba, silâh, mühimmat, ordu hazinesi, düşmanın eline geçti. Nehrin karşı tarafında bulunan Osmanlı ordusu, geçiş olmadığından yardımda bulunamadı. Sultan İkinci Mustafa Han ve ordunun geri kalanı Temaşvar’a çekildi. Avusturyalılar da çok kayba uğradığından Sultanın yanındaki Osmanlı kuvvetlerine taarruz edemedi.
Sultan Mustafa Han, Temaşvar’ı takviye edip, Belgrat’a gelerek, Edirne’ye döndü. Orduda, serhad boyları ve vefât edenlerin yerine tâyinlerde bulunuldu. Zenta Savaşının Osmanlılara çok tesiri oldu. Bu arada Rusya’nın da Azak’ı işgal etmesiyle İkinci Mustafa Han 1699’da Karlofça Antlaşmasını imzâlamak zorunda kaldı.
Alm. Zeppelin (m), Luftschiff (n), Fr. Zeppelin (m), İng. Zeppelin, airship. Hafif bir gazla doldurularak havada askıda kalma özelliği kazandırılmış, idâre edilebilir balonlu hava gemisi. Zeplini balondan ayıran en büyük özellik tahrik ve dümen sistemidir (Bkz. Balon). Zeplin’de gaz olarak Helyum kullanılır.
Zeplin, iskeleti mâdenî birçok balon hücrelerin bir araya gelmesinden hâsıl olan aerodinamik yapıya sâhip bir gemi görünümündedir. Zeplinin irtifâ kazanması ve kaybetmesi balon hücrelerine hafif gaz doldurup boşaltmakla, ileri hareketi ise bir pervâneli motor tarafından sağlanır. Zepline yön verme, irtifâ kazandırma veya kaybettirme dümenlerle de temin edilir. Prensip olarak Zeplinin yapı ve havadaki hareketi denizaltının yapı ve su altındaki hareketine benzer. (Bkz. Denizaltı)
Zeplinin târihî gelişimi 1783 senesinde ilk balon uçuşu ile başlar. 1851 senesinde Henri Giffard isimli bir Fransız kâşif üç beygir gücünde buhar kuvvetiyle çalışan pervâne motorunu geliştirince, balona yatay yönde hareket imkânı sağlanmış oldu. İçten patlamalı benzin motor tatbikatı 1872’de Alman mühendisi Paul Haenlein ile başlamıştır. 1883 Ekiminde ise elektrik motoru ile çalışan ilk zeplin yapıldı. Almanların 1900 senesinde yaptığı LZ-1 Zeplini 140 metre boyunda ve 13 metre çapında büyük bir hava gemisi idi. Bu gemi 24 adet boyuna ve 16 adet dâire biçiminde enine mukavim elemanlardan meydana geliyor ve 16 beygir gücündeki motoru ile saatte 33 kilometre hız yapıyordu. Yatay ve baş-kıç doğrultusundaki denge kontrolları hem dümen hem de uç taraflarda bulunan balon odaların gaz basınçları ayarlanarak yapılıyordu. Bunu Almanların ABD’ye harp tazminatı olarak yaptığı LZ-126 “Los Angeles” tâkip etti. 1928 senesinde yapılan LZ-127 “Gıraf Zeppelin” 590 seferde 13.110 kişi ve 200 ton yük taşımıştır. 1936 senesinde yapılan LZ-129 “Hindenburg” zeplini 1100 beygir gücünde tahrik motoruna sâhip olup, saatte 110 kilometre hız yapıyordu. Bu zeplinle Atlantik seferleri düzenlenmiş, on seferde 1002 kişi taşınmıştır. 1938 senesinde yapılan LZ-130 “Graf Zeppelin” ise helyumla çalışıyordu. İkinci Dünyâ Savaşının başlaması ile zeplin inşâası da durdu. Günümüzde çeşitli kolaylıkları düşünülerek üzerinde çalışmalar yapılmaktadır.
ZERDAÇAL (Zerdeçöp) (Curcuma longa)
Alm. Gelbwurzel, Kurkuma (f), Fr. Curcuma (m), İng. Turmeric. Familyası: Zencefilgiller (Zingiberaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yetişmez.
Sarı çiçekli, büyük yapraklı, rizomlu çok yıllık otsu bir bitki. Vatanı Hindistan olmakla berâber çoğu tropik bölgelerde yetişir. Bitkinin toprak altındaki ana rizomları yumurta veya armut şeklindedir. Yan rizomları ise parmak şeklindedir. Rizomların üst yüzü sarımsı, iç yüzü ise sarı renklidir. Tadı acımsıdır.
Kullanıldığı yerler: Bileşiminde uçucu yağlar, reçine ve kurkumin adında sarı renkli boya maddesi vardır. Tedâvide mîdevî ve gaz söktürücü etkiye sâhiptir. Sanâyide gıdâ maddeleri, ipekli kumaşlar ve derilerin boyanmasında kullanılır.
(Bkz. Kayısı)
Alm. Mit safran zubereitete süsse Reisspeise, Fr. Espéce de soupe au riz et au safran qu’on sert froide, İng. Dish of sweetened rice colored with saffron. Pirinç, şeker, safran, nişasta ve suyla yapılan bir çeşit tatlı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, düğün ve sünnet töreni yemeklerinde ikrâm edilir.
Yapılışı: Bir çay bardağı pirinç, ılık suda yarım saat bekletilir. İyice yıkandıktan sonra, 5 bardak su ile ağır ateşte 20-25 dakika pişirilir. İçine 1,5 su bardağı şeker, 1-2 damla safran boyası ilâve edilerek beş dakika daha kaynatılır.
Bir çorba kaşığı gülsuyunda ezilmiş 2 çorba kaşığı nişasta ilâve edilerek, 1-2 dakika daha kaynatıldıktan sonra ateşten alınır. Buharı geçince, kâselere boşaltılır. Üzeri kuş üzümü, beyaz çamfıstığı ve nar tâneleri ile süslenebilir.
(Bkz. Sansar)
Endülüs’te yetişen meşhur astronomi âlimlerinden. İsmi, İbrâhim bin Yahyâ et-Tecîbî en-Nekkâş olup, künyesi Ebû İshak’tır. Zerkâlî diye meşhur oldu. 1029 senesinde Tuleytula şehrinde doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda din ve fen ilimlerini öğrenen Zerkâlî, astronomi ilminde söz sâhibi oldu. Astronomi çalışmalarını ve rasadlarının çoğunu Tuleytula’da yaptı. Ömrünün sonuna doğru Kurtuba’ya yerleşti ve 1087 senesinde burada vefât etti.
Zerkâli, ilk defâ Batlemyüs’ün aksine dünyânın gerçek yörünge noktası hareketini ve güneşin ta’dîl merkezinin asırlık değişikliğe bağlı olduğunu keşfederek kânuna bağladı. Halbuki, Batlemyüs, güneş sisteminin yörünge noktasını sâbit ve ta’dîl merkezini de değişmez kabul etmişti. Güneşin yörünge noktasını 12 sâniye kadar doğru bir yön, yâni doğudan batıya doğru bir değişiklik vererek güneş için yeni bir teori ortaya atıp değişim merkezindeki düzensizliği de ortadan kaldırdı.
Zerkâlî, Tuleytula adıyla meşhur olan ilk astronomi cetvellerini düzenledi. Güneş, gezegenler ve diğer yıldızların hareketlerini ilgilendiren bu cetveller, kısa zamanda Avrupa’nın her tarafında kullanılmaya başlandı. Sabır ve dikkatle incelemeler yapan Zerkâlî dünyânın güneşe olan uzaklığını hesapladı. Ayrıca bu mesâfeyi güneş yörüngesine dayanan gün dönümleri ile gece ve gündüz eşitliğinin prestesyonuna intibak ettirebilmek için Tuleytula’da 402’den fazla gözlem yaptı vepresesyon vüs’atini de aynı tarzda doğru olarak hesapladı.
Zerkâlî’nin hazırladığı Zîyc, 1450 senesinde birçok eksikliklerle Lâtinceye tercüme edildi. Bu tercümenin bir nüshası Pâris Kütüphânesinde bulunmaktadır. Bu Zîyc, kendisinden sonra yapılan bütün zîyclere esas oldu. Tercümenin önsözünde trigonometri cetvellerinin nasıl çıkarıldığı konusunda bilgi verilmiş ve buna bir de sinüs cetveli ilâve edilmiştir. Eserde ayrıca 35 sâbit yıldızın kataloğu ile berâber meyil cetvellerine yer verilmiş ve Safiha Usturlâbı hakkında açıklamalar yapılmıştır.
Zerkâli çalışmalarında usturlab kullanmıştır. Batıda Zerkâlî Safihası adıyla meşhur olan âlet Afakî bir şekilde, her yerin ufkunu temsil edecek sûrette ufuk dâiresi hareketli yapılmış, menâzırî usûl ile ayın tutuluş durumu resimlenmiş, dâirevî ve safihadan ibârettir. Bu âletin özelliklerinden bahseden Zerkâlî’nin risâlesi, Kitâb-ül Amel Bis-safiha ez-Zicîya, Lâtince, İbrânice ve diğer dillere tercüme edilmiştir. Bir örneği Paris Kütüphânesinde mevcut olan âlet hakkında Mîrim Çelebi, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın emriyle Farsça mükemmel bir eser yazmıştır.
Zerkâli ayrıca:
1) El-Amel-bis-Safihat-iz-Zîciyye, 2) Et-Tedbîr, 3) El-Medhal ilâ İlm-in-Nücûm, 4) Risâletün fî Tarîkati İstikdâm-is-Safihat-il-Müştereke li Cemî-ul Urûd adlı eserleri de yazmıştır.
On yedinci ve on sekizinci asırlarda Mısır’da yaşamış hadis, siyer ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdülbâkî’dir. Künyesi, Ebû Abdullah’tır. Babası gibi Zerkânî nisbesiyle meşhur oldu. 1645 senesinde Mısır’da Zerkan köyünde doğdu. 1710’da Kâhire’de vefât etti.
Muhammed Zerkânî ilk önce âlim olan babasından ilim öğrendi. Sonra da zamânın büyük âlimleri, Nûreddîn Ali Şebrâmelîsi, Şeyh Yâsîn Hımsî, Şeyh Muhammed Bâbilî, Muhammed bin Halîl, Aclûnî, Cemâleddîn Abdullah Şibrâvî gibi zâtlardan ilim tahsil etti. Fıkıh, hadis ve diğer Arabî ilimlerde üstün dereceye yükseldi. Bütün hocalarından icâzet (diploma) aldı. Ezher Üniversitesinde ders okuttu. Tasavvuf yolunu Ebi’l-İkrâm bin Vefî’den öğrendi. Birçok kıymetli eser yazdı. 1710 senesinde Kahire’de vefât etti. Cenâze namazını büyük âlim Şeyh Muhammed Kûşî kıldırdı ve orada defnedildi.
Eserleri:
1) Telhîsü’l-Mekâsıdü’l-Hasene: Hadis ilmine dâirdir. 2) Şerhu’l-Beykûniyye, 3) Şerhu’l-Mevâhibü Ledünniyye: Bu eser İmâm-ı Kastâlânî’nin Mevâhibü Ledünniyye adlı eserinin şerhidir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hayâtına dâir olup sekiz cilttir. 1911 senesinde Mısır’da, 1973 senesinde Lübnan’da basılmıştır. 4) Şerhu Muvatta-ı İmâm-ı Mâlik, 5) Vusûlu Emânî.
Naklettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Bir kul üzerine Allahü teâlânın nîmeti büyüdüğü müddetçe, insanlardan gelen sıkıntılar da büyür. Bunlara tahammül edemeyen, sabredemeyen kimseden o nîmet gider.
Dikkat ediniz! Sizin hastalığınızı ve onun şifâsını size söyleyeyim mi? Dikkat ediniz! Şüphesiz sizin ilâcınız istiğfârdır.
Allahü teâlâ hastalığı yarattığı zaman onun ilâcını da yarattı. Öyleyse tedâvi olunuz.
Buyurdu ki: “Bir kimse günahları sebebiyle ilimden mahrum kalır. Çünkü bir nur olan ilmi, Allahü teâlâ bir kimseye verirse, o kimse Allahü teâlânın emirlerine uyar, yasaklarından kaçınır. Günahlar ilim nûrunu söndürür. İlim nûrunun sönmesi ise, ya o kulun o ilimden bir şey anlamaması sûretiyle o ilimden mahrûmiyetine, yâhut öğrendiği ilmin faydasını görmemeye sebep olur. Hattâ öğrendiği ilim her iki dünyâda da o kimse için zararlı olur.”
“Günah işleyen kimse helâl rızıktan mahrum olur. İnsan helâl yoldan kazansa bile günah işlemesi sebebiyle bereketini göremez. Günah işleyen kimse işlerinde zorluklarla ve mânilerle karşılaşır. Bir işe başladığı zaman, önüne bir mâni çıkıverir veya yapacağı işler ona zor gelir. Bir işi yaparken onda yorgunluk ve isteksizlik meydana gelir. O işi yapmaya muvaffak olamaz.
Günahlar kulu dünyâ ve âhiret helâkına sebep olan şeylerin içerisine düşürür. Günahlar iyice yerleşince öldürücü olur. Bedenin sıhhati, bedenin kuvvetini muhâfaza eden gıdâyı almak, zararlı maddeleri vücûdundan atmak, bedene zarar veren şeylerden sakınmakla olur. Bunun gibi kalbin gıdâsı da îmândır. Sâlih ameller, îmânı kuvvetlendirir ve parlatır. Tövbe-i Nasûh insandaki günahları dışarı atar. Günahlardan sakınmak ise, kalbin sıhhatini muhâfaza eder. Bunlar da takvâ ile mümkün olur. Takvâ üç şeyi içine alır. Îmân gıdâsı, tövbe-i nasûh ile günahları atmak ve günahlardan sakınmaktır. Bu üç taneden birisi noksan olursa takvâ da noksan olur.”
(Bkz. Nergis)