ZEKERİYYÂ ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. İsmi Zekeriyya bin Âzan bin Müslim bin Sadun olup, soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar elinin emeğiyle geçinirdi. Kavmi tarafından şehit edildi..

Zekeriyyâ aleyhisselâm zamânında Şâm vilâyeti Batlamyüsilerin elindeydi. Onlar Kudüs’te bulunan Beyt-ül-Makdis’e hürmet ederlerdi. Beyt-ül-Makdis mâmur olup gece ve gündüz orada ibâdet edilirdi. Mescidde Hârûn aleyhisselâm neslinden din büyükleri vardı. O zamanlarda İsrâiloğulları arasında peygamber yoktu. Bunlar bir peygamber göndermesi için gece gündüz Allahü teâlâya duâ ettiler. Allahü teâlâ, Beyt-i Makdis’te Tevrât yazmayı ve kurban kesmeyi idâre eden Zekeriyyâ aleyhisselâmı peygamber olarak vazîfelendirdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm insanlara nasîhat ederek doğru yola çağırdı. İsrâiloğullarından onun bildirdiklerine inananlar olduğu gibi, inanmayıp karşı çıkanlar daha çok oldu.

Zekeriyyâ aleyhisselâm, İmrân bin Mâsân isminde bir dostunun kızı olan Elîsa ile evlendi. Elîsa ile hazret-i Meryem kardeş olup babaları İmran idi. İmrân önce Elîsa’nın annesi ile sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i Meryem’in annesi olan Hunne; “Cenâb-ı Hak bana bir oğul ihsân ederse Beyt-ül-Makdis’e hizmetçi yapacağım.” diye adakta bulundu. Kızı oldu. Adını Meryem koydu. Hazret-i Meryem doğmadan önce babası İmrân vefât etti. Hunne kızı Meryem’i teslim etmek üzere Beyt-ül-Makdis’e götürdü. Orada bulunan âlimlere niyetini anlatıp nezrinin kabûlünü ricâ etti. Meryem, Beyt-i Makdis’e kabul edildi. Fakat Meryem’in kimin himâyesinde kalacağı husûsunda Beyt-i Makdis hizmetçileri olan âlimler arasında anlaşmazlık oldu. Zekeriyyâ aleyhisselâm; “Çocuğu himâyeme ben alacağım. Akrabâlık yönünden çocuğa en yakın benim.” dedi.

Diğer âlimler de çocuğu himâyelerine almak istediler. Çekilen kur’a netîcesinde hazret-i Meryem’in Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesinde kalması kararlaştırıldı.

Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem’i evine götürdü. Onu hanımı Elîsa büyüttü. Sonra da hazret-i Meryem için Beyt-i Makdis’te yüksek bir oda yaptırdı. Hazret-i Meryem bu odada hem Allahü teâlâya ibâdet etti, hem de Zekeriyyâ aleyhisselâmdan Tevrât okudu. Zekeriyyâ aleyhisselâm ona hergün yiyecek getirir, ibâdetten bir şey öğretirdi. Bir kış günü odasına girdiğinde önünde dünyâ yiyeceklerine benzemeyen türlü türlü nîmetler gördü. Nereden geldiğini sorduğunda; “Allahü teâlâ tarafından geliyor.” diye cevap verdi. Bu yiyecekler Allahü teâlânın kudretinden hazret-i Meryem’e verdiği bir kerâmetti. (Bkz. Meryem)

Zekeriyyâ aleyhisselâm 99 veya 120 yaşına geldiği halde neslini devâm ettirecek bir evlâdı yoktu. Hanımı da zâten çocuk doğurmuyordu ve 98 yaşındaydı. Gerek Zekeriyyâ aleyhisselâmın, gerekse hanımının çocuk sâhibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine bir evlâd sevgisi düşüp kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ ona Yahyâ isminde bir oğlan çocuğu ihsân edeceğini Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdi. Birgün Zekeriyyâ aleyhisselâm odasında namaz kılarken beyaz elbiseler içersinde Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlânın kendisine Yahyâ isminde bir oğul ihsân edeceğini müjdeledi. Ayrıca onun hazret-i Îsâyı tasdik edeceğini, zamânın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, nübüvvetle (peygamberlikle) muttasıf, sâlihler zümresinden bir zât olacağını haber verdi.

Zekeriyyâ aleyhisselâm bu müjdeye sevinip arzusunun çabukluğunu arz ederek: “Yâ Rabbî! Bana vâd ettiğin çocuğun meydana geleceğine delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin bana vâdettiğin şeyde mutmain olması için bir nişan ver. O alâmetle bu nîmeti şükürle karşılayayım.” diye münâcaatta bulundu. Allahü teâlâ Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını kabul ederek; “Senin için alâmet, birbiri ardınca üç gece (ve gündüz) insanlarla konuşmamandır.” Bir hastalık ve sebeb olmaksızın, sen sıhhatli olduğun halde üç gece (ve gündüz) dilini konuşmadan alıkoymandır” buyurdu. Yahyâ aleyhisselâm ana rahmine düşünce Zekeriyyâ aleyhisselâm konuşamaz oldu. Meramını ancak işâretle anlatabiliyordu. O, bu üç gün içinde devamlı ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Cenâb-ı Hakka karşı hamd ve şükür vazîfesini yerine getirdi.

Müddet tamam olunca Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu Yahyâ aleyhisselâm dünyâya geldi. Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve âilesi sevince gark oldular. Yahyâ aleyhisselâmdan altı ay sonra Îsâ aleyhisselâm dünyâya geldi. İsrâiloğulları Îsâ aleyhisselâm beşikteyken Allahü teâlânın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyâya gelmesiyle ilgili olarak Zekeriyyâ aleyhisselâma iftirâ ettiler. Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehit etmek üzere aramaya başladılar. Yahûdîlerin iftirâlarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyyâ aleyhisselâm “Takat getirilemeyen şeyden uzaklaşmak, peygamberlerin sünnetidir.” kâidesince Yahûdîlerin bulundukları yerden uzaklaştı. Yahûdîler, onu yakalamak için peşine düştüler. Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-ül-Makdîs yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken ağaç: “Ey Allah’ın peygamberi! Bana gel” diye seslendi. Ağaç yarıldı ve Zekeriyyâ aleyhisselâm içine girdi. Sonra kapandı ve onu gizledi. İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâmın izini tâkip edip nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada mel’ûn İblis (şeytan) gelerek onlara; “Bu ağacı bıçkı ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kayb edersiniz.” dedi. Kâfirler o ağacı biçerek Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehit ettiler. Zekeriyyâ aleyhisselâmın türbesi Halep’tedir.

Mûcizeleri:

1. Kalemleri, kendi kendine Tevrât’ı yazardı. Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-i Makdis’te maiyyetinde yetmiş kişi olduğu halde Tevrât yazarlardı. Yahûdîlerin biri gelip; “Hak peygamber olsaydın, elinde Tevrât yazmağa muhtaç olmazdın; sen de elinle yazıyorsun, emrindekilerle aranızda hiçbir fark görmüyorum.” diye konuştu. Hazret-i Zekeriyyâ bu söze çok üzüldü ve meraklandı. Cebrâil aleyhisselâm gelip: “Ey Zekeriyyâ, buradan kalkınız! Kaleminize emr ediniz, kendi kendine yazsın!” dedi. Zekeriyyâ kalkıp, emr edince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem on iki sûre yazdı. Bu mûcize ile birçok kimse îmân etti.

2. Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem’i terbiyesi altına aldığı vakti, yazılması lâzım gelen kefâletnâmeyi, kalemsiz, hokkasız yazmışlardır.

3. Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve Beyt-i Mukaddes hademe ve kayyimlerinden yirmi dokuz kişi arasında hazret-i Meryem’in kefâleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken, yalnız Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi suyun üzerinde dikilmiş kalmıştır.

4. Ağaçlar, Zekeriyyâ aleyhisselâmla konuşurlardı. Yahûdîlerden bir tâife kendisini şehit etmek üzere araştırırlarken, kendileri de onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; “Ey Allah’ın peygamberi, gel bende gizlen seni ben muhâfaza ederim” diye dile gelmişti.

5. Zekeriyyâ aleyhisselâm su üzerinde yürür ve mübârek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu.

6. Zekeriyyâ aleyhisselâmdan mûcize istendiği vakitte, yakınlarındaki ağaçlara mübârek eliyle işâret etmiş, hemen ağaçlar, köklerinden kopup, önlerine gelip kalmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmin Âl-i İmrân, Meryem, Enbiyâ ve En’am sûrelerinde Zekeriyyâ aleyhisselâmla ilgili haberler verilmektedir.

ZEKİ ÖMER DEFNE

Cumhûriyet devri şâirlerinden. 1903’te Çankırı’da doğdu. İlk ve ortaokulu Çankırı’da bitirdikten sonra Ankara Orta Muallim Mektebine kaydoldu. 1920’de bu okulu bitirdi. Bir müddet ilkokul öğretmenliği yaptı. Yeterlilik imtihanını vererek Kastamonu Lisesinde Türkçe-edebiyat öğretmeni, müdür yardımcısı ve vekili olarak çalıştı. İstanbul Kabataş Lisesinde vazife yaparken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1939). Kabataş Lisesinde ve Alman Lisesinde edebiyat öğretmenliğine devam etti. 1950-1969 yılları arasında Galatasaray Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1969’da emekliye ayrıldı. 2 Aralık 1992’de İstanbul’da öldü.

1923 senesinden îtibâren şiir denemelerine başlayan Zeki Ömer Defne’nin Mûsikî adlı ilk şiiri Çankırı’da Halk Yolu gazetesinde yayımlandı. Çınaraltı, Sanat ve Edebiyat, Hareket, Ün, Şadırvan, İstanbul, Edebiyat Dünyası ve Çağrı dergilerinde yayımlanan şiirlerini umûmiyetle hece vezniyle yazdı. Tabiat, vatan, millet ve aşk temalarını işlediği şiirlerinde, halk şiiri geleneğinden, destanlardan faydalanarak yerli motiflerle süslü yurt güzellemeleri yazdı. 1980’den sonra Türk Edebiyâtı dergisinde yayımlanan şiirlerinde daha çok serbest mısralara da yer verdi. Bir takım misallerle günlük olayları anlattı.

Şiirlerini; Denizden Çalınmış Ülke, Sessiz Nehir, Kardelenler adlı kitaplarında topladı.  Denizden Çalınmış Ülke adlı eseri 1971’de Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında neşredildi.

ZEKİ VELÎDİ TOGAN

Târihçi yazar. 10 Aralık 1890’da Başkırdistan’ın Sterlitamak şehrinde doğdu. İlk tahsiline Ötek Medresesinde başladı. Gayri Rus Muallim Mektebi ve Kazan Üniversitesinde tahsil hayâtına devam etti.

Tahsilini tamamladıktan sonra Kazan Kasimiye ve Ufa Osmaniye Medreselerinde Arap edebiyatı ve Türk târihi dersleri verdi. Kazan Üniversitesi Târih Coğrafya ve Etnografya Derneği adına Taşkent, Buhara, Fergana’da târih, edebiyat ve etnografya araştırmalarında bulundu (1913-1914). Bu araştırmalar sırasında Yûsuf Has Hâcib’in yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserin yeni bir nüshasını buldu. Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak 1916’da Duma’ya seçildi. 1917 Sovyet devriminden sonra Başkırdistan topraklarında bir Türk Devleti kurdu. 1920’de bu devletin başkanlığına seçildi. Sovyet idâresi ile arası açılınca, Güney Türkistan’a giderek, Sovyet idâresiyle mücâdele eden basmacılarla işbirliği yaptı. Mücâdelesinin başarısızlıkla neticelenmesi üzerine Fransa’ya gitti. Paris kütüphânelerinde ve Berlin Devlet Kütüphânesinde doğu yazma eserleri üzerinde çalıştı.

Zeki Velîdi Togan, 1925’te Türkiye’ye çağrıldı. 1927’de İstanbul Dârülfûnûnunda Türk târihi ve târihte usul muallimliğine tâyin edildi. 1932’de yapılan Birinci Türk Târih Kongresinde resmî târih tezine aykırı fikirler savunduğu için görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra Viyana’ya gitti. Viyana Üniversitesinde İbn-i Fadlan’ın Seyahatnâmesi adlı teziyle doktorasını bitirdi. Bonn ve Göttingen üniversitelerinde ders verdi.

1939’da tekrar Türkiye’ye dönen Zeki Velîdi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde profesör olarak göreve başladı. Daha sonra ordinaryüs profesör oldu. Turancı siyâsî faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla 1944’de tutuklandı. Bir sene kadar tutuklu kaldıktan sonra, mahkeme sonucunda berat etti. 1948’de Edebiyat Fakültesindeki görevine tekrar döndü. 1950’de İslâmî Tetkikler Enstitüsünü kurarak, ölünceye kadar bu enstitünün müdürlüğünü yaptı. İstanbul’da 1970’te öldü.

Zeki Velîdi, genelde Rusya ve Orta Asya’daki Türkler üzerine 300 kadar makâle ve kitap yazdı. Anılarını Hatıralar adlı eserinde 1961’de yayınladı. Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Bugünkü Türkeli Türkistan ve Yakın Târihi (1947), 2) Umûmî Türk Târihine Giriş (1946), 3) Târihte Usul (1950), 4) Türklüğün Mukadderâtı Üzerine (1970), 5) Oğuz Destanı.

ZELZELE

Alm. Erdeben (n), Fr. Tremblement de terre, séisme (m), İng. Earthquake. Yeraltındaki kayaların büyük basınçların tesiriyle değişmesi ve kırılması neticesinde yeryüzünde meydana gelen sarsıntı. Binâlarda ciddî hasarlar yapıp yeryüzünün görünüşünü değiştirebildiği gibi geniş çapta can ve mal kaybına da sebep olabilir.

Her şey Allahü teâlânın yaratmasıyladır. Bunlar bir sebeple hâsıl olduğu gibi, zelzeleyi meydana getiren sebebe göre üç çeşide ayrılır. Bunlar yeraltındaki büyük boşlukların göçmesine dayanan çöküntü zelzeleleri; yanardağ püskürmesi, mağma faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan volkanik zelzeleler ve yer kabuğunun kırılması, kayması gibi hareketleriyle meydana gelen tektonik zelzelelerdir. Jeolojik zelzelelerin % 90’ı tektonik tiptendir. % 3’ü çöküntü, % 7’si volkanik tiptir Türkiye’deki zelzelelerin çıkış sebebi Jeolojik hareketlere dayanır. Karmaşık bir yapıya sâhip olan zelzeleyi izah edebilmek için yerkabuğunun mozaik gibi dizilmiş hareketli plakalardan meydana geldiği düşünülebilir. Bu plakaların herhangi bir hareketi yerkabuğunda kopma, kayma, genleşme, göçme ve volkanik püskürme gibi jeolojik hâdiseler meydana getirir. Bir günde binlercesinin meydana geldiği böyle zelzelelerin çok azı insanlar tarafından hissedilebilir. Kimisinin şiddeti çok düşük, kimisi de insanların olmadığı yerlerde cereyan eder. Bu hafif sarsıntılar ancak sismograf denen âletlerle tespit edilebilir. Yer altında iç merkez, ocak, odak veya hiposantr denen zelzelenin başlangıç noktasında meydana gelen sarsıntı dalgalar hâlinde yayılarak yeryüzünde üst merkez veya episantr denen bir noktada zelzele şoku olarak ortaya çıkar. Burası yeryüzünde zelzelenin merkezidir ve buradan uzaklaştıkça şiddeti azalır.

Zelzele esnâsında meydana gelen titreşimli dalgaları kaydedip grafiklerini çizdirmek için sismoloji merkezi denen yerlerdeki sismograf âletleri kullanılır. Çeşitli merkezlerce elde edilen kayıtlar karşılaştırılarak zelzelenin derinliği ve merkezi tespit edilebilir. Hafif bir sarsıntı ve yeraltından gelen gürültülerle başlıyan zelzele âniden şiddetlenerek tesirini gösterip tekrar yavaşlamaya başlar. Neticede söner ve hissedilmez olur. Bu hâdiseler cereyan ederken sismoloji merkezlerinde hızları ve doğrultuları değişik üç çeşit dalga hissedilir. P, S ve L diye adlandırılan bu dalgalardan “P” dalgaları en hızlı yayılır ve yayılma doğrultusunda gidip gelme şekinde titreşim yaptığından boyuna dalgalar da denir. En önce bu dalgalar hissedilirler. “S” dalgalarının hızı biraz daha azdır ve titreşim hareketi yayılma doğrultusuna dik düzlem üzerinde olmak üzere aşağı yukarı olacak şekildedir. Bu sebeple enine dalgalar da denir. “L” dalgaları veya uzun dalgaların hızları çok azdır. Kayıt merkezlerine en son gelirler ve grafikler üzerinde şiddetli tesirler yaptıkları gibi en yıkıcı tesirleri de bu dalgalar yaparlar. P, S, L dalgalarının yayılma hızlarının farkından, dolayısıyla yayılma sürelerinden faydalanarak zelzele merkezinin sismoloji merkezlerine uzaklıkları tespit edilir. Üç istasyona uzaklığı tespit edildikten sonra bu uzaklık yarıçap olmak üzere kayıt üslerinden çemberler çizilir. Çemberlerin kesiştiği nokta zelzelenin merkezi olarak ortaya çıkar.

Zelzelenin şiddetini ölçmek için önceleri gözleme dayalı ölçekler kullanıldı. Sonraları teknolojinin gelişmesiyle birlikte âletlerle ölçü değerlerine dayalı ölçekler kullanılmaya başlandı. İlk ölçeklerden olan Cancanı-Mercalli-Sieberg şiddet ölçeği gözlem ve titreşim ivmesine dayanmaktaydı. Zelzele şiddeti bu sistemde 12 dereceye ayrılmaktadır. Günümüzde ise âletlerle yapılan ölçümlere dayalı Rıchter ölçeği kullanılmaktadır. Amerikalı Charles F. Rıchter tarafından geliştirilen bir ölçekte maksimum şiddet 9 ile ifâde edilir. Çünkü şimdiye kadar kaydedilen en şiddetli deprem 8,9 Rıchter derecesindedir. 4,5 şiddetinde bir zelzele hafif hasarlar yaparken 6 şiddetinden sonra tehlikeli neticeler ortaya çıkar. Her sene yaklaşık yüz civarında 6 şiddetinin üstünde zelzele olur. Yedi veya daha şiddetli zelzeleler senede yaklaşık 25 kadardır. Sekiz şiddetinin üstünde ise senede bir-iki zelzele vukû bulur. Zelzelelerin şiddeti meydana getirdikleri hasar ve can-mal kaybıyla orantılı değildir. Şiddeti az olan bir zelzele çok büyük hasarlara ve kayıplara yol açabilir. Aksine çok şiddetli bir zelzelede can ve mal kaybı az olabilir. Bunların böyle olması yapıların malzeme ve şekilleri, yangınlar, sismik deniz dalgaları, su ve kanalizasyon arızaları gibi sebeplerden olabilir. Zelzele şiddetinin yerkabuğunun jeolojik özellikleriyle çok yakın ilişkisi vardır.

Zelzeleler 4-16 sn gibi kısa süreler devam etmesine rağmen insanlar üzerinde çok uzunmuş gibi bir tesir yapar. Ânî olarak meydana geldiği için insanlar üzerinde esrarlı bir hava bırakır. Berâberinde gelen yangınlar daha da tehlikeli olur. Zelzele kuşağı üzerinde bulunan ülkeler, yapılar dayanıklı olması yanında yangına karşı sağlam tesislerin kurulmasına da önem verirler.

Zelzelelerin en sık olduğu yerlerde şiddet de en yüksektir. Zelzelenin az veya hafif olduğu, çok sık ve şiddetli olduğu veya hiç olmadığı bölgeler gözönüne alınarak çizilmiş ve zelzele kuşakları ve bölgelerini gösterir haritalar vardır. Yeryüzünü teşkil eden plâkaların birleşme veya ayrılma bölgeleri zelzelenin fazla olduğu yerlerdir. Türkiye de böyle bir bölgede bulunmaktadır. Biri Büyük Okyanus çevresi, diğeri Akdeniz çevresi, Alpler, Antiller ve Hindistan’ı da içine alan bölge olmak üzere iki büyük zelzele kuşağının yanında Kanada ve Sicilya gibi oturmuş zelzele görülmeyen yerler de vardır. Türkiye’de zelzelelerin çoğu Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu fayları ve Ege’nin çökmüş bölgelerinde meydana gelir. Bunların içinde en sık Kuzey Anadolu fayında görülür. Buna göre memleketimizin en fazla görülen zelzeleyi belirten birinci dereceden başlayarak 2., 3., 4. ve hiç görülmeyen 5. derece zelzele bölgelerini gösterir haritalar mevcuttur.

Allahü teâlâ her günahın cezâsını hemen dünyâda vermez, hesap ve cezâ yeri âhirettir. Fakat kullarının bâzı suçlarına cezâ vermede acele eder. Bu suçların çirkinliği ve büyüklüğü o kadar çok olur ki, Allahü teâlânın gazabının hemen gelmesine sebep olur. Eski ümmetler, günahları, isyanları sebebiyle hemen helak edilirdi. Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, bu dünyâda her günah sebebiyle umûmî helak yapılmayacağı bildirildi. Bu, ümmet-i Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın bir rahmetidir. Fakat Allahü teâlânın peygamberine ve O’nun varisleri olan âlimlerine sövülmesi, hakâret edilmesi, insanların birbirine nasihatı, iyilik göstermeyi terketmesi ve günah işlemelerine göz yumması, aralarındaki işlerde zulüm, haksızlığın çoğalması, çirkin işlerden zinânın, fuhuşun artması... gibi günahlar sebebiyle helakları umumî olur. İnsanların umûmî felâketine sebep olan ilâhî azabın çeşitleri çoktur: Hiç yağmur yağdırılmaması, derelerin, çeşmelerin kuruması, otların ekinlerin bitmemesi, yer sarsıntılarının, zelzelelerin olması vs. bunlardandır. Hazret-i Ömer buyurdu ki: “Zulüm ve zinâ artınca zelzeleyi bekleyiniz.”

Zelzelenin zararlarını en aza indirmek için alınacak tedbirler:

1. İlk 2-3 sn içinde zelzelenin şiddetlenip şiddetlenmemesine göre tedbir almak. Eğer şoklar hafif ise zelzele uzaktadır ve asıl şok gelmeden tehlikeli yerden uzaklaşmak.

2. Kaçarken yanan ocak gibi şeyleri bırakmamaya dikkat etmek.

3. İki üç katlı evlerin üst katları daha emindir. Merdivenler en tehlikeli yerleri teşkil ederler.

4. Duvar, kiriş ve devrilebilecek eşyâlardan uzak durup, masa, sıra gibi altı emin yerlere sığınmak.

5. Dışarda binâlardan uzak durmak.

6. Kıyılarda sismik dalgaların tehlikesine karşı sâhilden uzaklaşmak.

7. Heyelanlı alanlarda kaya parçalarının yuvarlanabileceğini gözönüne almak.

8. Zelzelenin birinci dakikasından sonra tehlikenin çoğu geçmiştir. Bu takdirde yangın büyümemesi için yanan şeyleri söndürmek.

9. Zelzele sonrası su ve elektrik sistemlerini kontrol edip tedbir almak.

10. Asıl zelzeleden sonra hafif sarsıntılar olabilir. Bunların sağlam bâzı binâları yıkabileceği gözönüne alınmalı.

11. Bu tedbirlerle birlikte yapılacak en önemli iş, soğukkanlılıkla Allahü teâlâya sığınmak ve yersiz telaşlara kapılarak bâzı zararlara sebep olmamaktır.

İstanbul’un büyük zelzeleleri: Osmanlılar zamânındaki en eski zelzele 1489 yılında olmuştur. Can ve binâ kaybı hakkında bilgi yoktur. 1509 yılındaki zelzelede ise İstanbul 45 gün aralıklı olarak sallanmıştır. Bu zelzelede minâre hiç kalmamış 109 câmi ve mescit, 1070 ev büyük zarar görmüştür. Ölü sayısı ise değişik kaynaklarda 3000-5000 arasında gösterilmektedir. Bu zelzelede surların bâzı yerleri, su bentleri de kısmen yıkılmıştı. Sultan İkinci Bâyezîd Han çıkardığı bir fermanla Anadolu sancaklarından 37.000, Rumeli sancaklarından 29.000 kişiyi İstanbul’a getirtmişti. Bunların başına verilen 3000 usta ile iki ay içinde yıkıntılar temizlenmiş, surlar, hisarlar ve evler yeniden yapılmıştı.

28 Haziran 1648 günü akşamdan önce olan büyük zelzele için zamânın meşhur târihçisi Nâimâ “Nice hâneler ve ocaklar ve minâre külahları yıkıldı, benzeri bu asırda görülmemiştir” demektedir.

11 Temmuz 1690 gecesi akşam namazından sonra meydana gelen zelzele birkaç gün devam etmiş, Topkapı surları dâhil İstanbul’da pekçok yapı zarar görmüştür.

24 Mayıs 1719 günü saat beş sıralarında meydana gelen zelzele üç dakika sürmüş ve büyük tahribat meydana gelmiştir.

3 Eylül 1754 günü hava karardıktan sonra iki dakika süren zelzele aralıklarla beş, altı gün devam etmiştir. Pekçok binânın yerle bir olduğu bu zelzelede, Fâtih ve Bâyezîd câmilerinin kubbeleri çatlamış, pâdişâhın emriyle bunlar ve diğer harap olan binâlar derhal tâmir edilmiştir.

23 Mayıs 1766’da Kurban Bayramında olan zelzele iki dakika kadar sürmüştü. Aralıklarla üç ay kadar devam eden sarsıntılardan İstanbul bir taş yığını hâline gelmiş harâbeye dönmüştü. Fâtih Câmii, Kapalı Çarşı, Baruthâne, Saraçhâne, Tophâne, Yeniçeri kışlaları, Saray-ı Hümâyun ile surların bâzı yerleri yıkılmıştı.

10 Temmuz 1894’te öğle üzeri meydana gelen zelzele çok büyük hasara sebep oldu. Kapalıçarşı, Bitpazarı, Çadırcılar, Yağlıkçılar, Yeniçeriler Çarşısı, Bodrum ve Kellekesen Hanları, Uzunçarşı, Tahtakale, Kutucular, Kantarcılar baştan başa yıkıldı. Bir kısım câmilerin harap olduğu, Gedikpaşa, Kadırga, Kumkapı, Yenikapı, Langa ve Samatya’da yüzlerce evin yıkıldığı bu zelzelede pekçok insan öldü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han yaralıların tedâvisi, çadırların kurularak halka ve muhtaçlara yardım edilmesini emretmiştir. Bunların yanında saray mutfağı halka ekmek dağıtmak üzere seferber olmuştur.

Dünyâda Olan Önemli Zelzeleler

Yıl

Şiddeti

Ölü Sayısı

Yeri

1737

-

300.000

Kalküta (Hindistan)

1883

-

100.000

Cava (Endonezya)

1908

7.5

58.000

Calabria (İtalya)

1920

8.5

200.000

Gansu Eyâleti (Çin)

1932

7.6

70.000

Gansu Eyâleti (Çin)

1939

8.0

32.962

Erzincan (Türkiye)

1970

7.8

66.794

Kuzey Peru

1976

7.5

23.000

Guatemala

1976

7.8

240.000

Tangshan (Çin)

1980

7.2

4800

Güney İtalya

1985

8.1

9000

Mexico City

1990

7.7

40.000’den fazla

Gilan, Zencan (İran)

Türkiye’de Olan Önemli Zelzeleler

Yıl

Şiddeti

Ölü Sayısı

Yeri

1924

9

50

Erzurum

1924

9

60

Erzurum

1925

9

140

Ardahan (Kars)

1925

5.9

330

Dinar ve dolayları

1928

8

52

İzmir-Torbalı

1938

6.6

200

Kırşehir

1938

8

132

Dikili-İzmir

1939

-

13

Tercan ve dolayları

1939

11

40.000

 Erzincan

1940

-

37

Develi-Erciyes

1941

7

192

Van-Başkale

1942

-

16

Bigadiç

1942

9

500

Niksar-Erbaa

1943

10

4000

Ladik

1944

7.2

2831

Bolu-Gerede

1944

-

30

Edremit Körfezi

1946

5.7

650

Varto-Hınıs

1949

8

450

Karlıova (Bingöl)

1966

8

2394

Varto-Hınıs

1967

7.2

89

Adapazarı

1967

7

92

Pülümür (Tunceli)

1968

-

29

Amasra-Bartın

1969

8

53

Alaşehir (Manisa)

1970

7.3

1086

Gediz

1971

8

57

Burdur

1971

9

870

Bingöl

1971

6.9

2868

Lice (Diyarbakır)

1976

11

3683

Van (Muradiye-Çaldıran)

1976

11

131

Ağrı-Diyadin

1977

-

9

Elazığ-Palu

1983

7.1

1330

Erzurum-Kars

1986

5.8

9

Malatya-Adıyaman

1988

3.2

4

Kars

1992

6.8

653

Erzincan

ZEMAHŞERÎ

Tefsir, fıkıh ve lügat âlimi. İsmi, Kâsım bin Ömer, künyesi Ebü’l-Kâsım, lakabı Allâme Cârullah’tır. 1074 (H.467) senesinde Hârezm’in Zemahşer kasabasında doğdu. 1144 (H.538)te bir arefe gecesi Cürcâniyye’de vefât etti.

Zemahşerî, ilim öğrenmek için seyâhatler yapmış ve birkaç defâ Bağdat’a gitmiş, bir müddet Mekke’de kalmıştır. Mekke’de bir müddet bulunması üzerine kendisine Cârullah ünvânı verilmiştir. Bağdat’ta Ali bin Muzaffer en-Nişâbûrî’den, Ebü’n-Nasr el-İsbehânî’den ve Ebû Mansûr el-Cevâlikî’den ilim öğrenmiştir. Fıkıh ilmini Şeyh Sedîd-i Hayyatî’den tahsil etti. Arapçayı çok iyi bilen Zemahşerî, tefsir, fıkıh, lügât, belâgat ilimlerinde derin bilgi sâhibi oldu. Bilhassa belâgat ilminde, fevkalâde ileri olan Zemahşerî’nin yazdığı Keşşâf Tefsîri, bu bakımdan çok beğenilmiş ve tanınmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri belâgatla ilgili bilgilerde onun tefsirinden istifâde etmişlerdir.

Zemahşerî, Hanefî mezhebinde olmasına rağmen îtikâd bakımından Mu’tezilîdir. Ölürken Mu’teziliden dönüp tövbe ettiği söylenmektedir. Ancak tefsirinde açık ve kapalı olarak Mu’tezile îtikadına yer verdiği görülür. Keşşâf Tefsîri belâgat husûsunda büyük bir değer taşıyan ve Kur’ân-ı kerîmin belâgatını gösteren bir şâheserdir.

Eserleri:

1) Keşşâf an Hakâik-it-Tenzil, 2) Esâs-ul-Belâga, 3) Mukaddimet-ül-Edeb, 4) Kudûrî Muhtasarı Şerhi, 5) El-Fâik fî Garâib-il-Hadîs, 6) El-Makâmât, 7) Er-Râiz fil-Ferâiz’dir.

ZEMBEREKOTU

(Bkz. Atkuyruğu Otu)

ZEMZEM

Mekke-i mükerremede, Mescid-i haram içerisinde, Kâbe’nin Hacer-i esved köşesi tarafında bulunan kuyudan çıkan mübârek su. Zemzemin çeşitli isimleri vardır. Allahü teâlâ zemzem ile İsmâil aleyhisselâmı suya kandırdığı için, “Sakıyyullâh-ı İsmâil”, inananlara fayda verdiği için “Nâfiâ”, doya doya içenlerin Cehennem azâbından kurtulacakları müjdesinden dolayı, “Büşrâ”, berrak ve sâfiyetinden dolayı “Muazzibe”; bozulmadığı için, “Sâlime”; sıhhat ve berekete sebep olduğu için “Meymûne”; yemeğin yerini tuttuğu için “Kâfiye”; içenler rahatlık ve âfiyet bulduğu için “Âfiye” denilmiştir.

Zemzem suyu, İbrâhim aleyhisselâm zamânında çıkmıştır. Buhârî’de Abdullah ibni Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte hâdise şöyle cereyan eder:

Hazret-i İbrâhim zevcesi (hanımı) Hâcer ile oğlu hazret-i İsmâil’i bugünkü Mekke-i mükerreme şehrinin bulunduğu yere getirdi. Yanlarına da içi hurma dolu bir sepet ve su dolu bir testi bıraktı.  O sırada Mekke-i mükerremede kimsecikler olmadığı gibi içecek su da yoktu. İbrâhim aleyhisselâm onları bırakıp Şam’a dönüp gitmek üzereyken hazret-i Hâcer; “Ey İbrâhim! Görüşecek bir ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vâdide bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm cevap vermeyip yoluna devâm edince, Hâcer tekrar; “Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu. İbrâhim aleyhisselâm; “Evet Allahü teâlâ emretti.” diye cevap verince; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zâyi etmez ve korur.” diyerek oğlunun yanına döndü. Bir müddet sonra su bitip oğlunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce üzüldü. Su bulma ümidi ile Safâ ile Merve tepeleri arasında koşuşmaya başladı. Hacda Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip gelme buradan gelir. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm topuğu ile veya kanadı ile yeri kazıp su çıkardı. Hazret-i Hâcer bunu görünce zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmaya çalışıyordu. Cebrâil aleyhisselâm Hâcer’e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız. İşte şurası Beytullah (Kâbe)dır. O beyti şu çocukla babası yapacaktır. Allahü teâlâ o beytin ehlini zâyi etmez.” dedi. Hâcer bu şekilde yaşarken Cürhüm Kabîlesi geldi. Hâcer’den izin alıp oraya yerleşti. Zemzem suyunun çıktığı yer sonradan İbrâhim aleyhisselâm tarafından kazılarak kuyu hâline getirildi. Önceleri kurak ve ıssız bir yer olan Mekke, Zemzemin ortaya çıkması ile şenlendi. Kuşlar gelip cıvıl cıvıl dolaşmaya başladı.

Yemen kabîlelerinden Cürhümîler, burada yerleşip Mekke şehrini kurdular. İsmâil aleyhisselâm büyüyünce, babasına yardım edip, Allahü teâlânın emriyle Kâbe’yi yaptılar. Allahü teâlâ Mekke’yi mübârek kılıp, insanların Kâbe’yi tavâf etmesini emreyleyince, her taraftan insanlar akın akın Kâbe’yi tavâfa geldiler ve zemzemin suyundan içtiler. Açlar doyup susuzlar kandı ve hastalar şifâ buldu. İsmâil ve çocukları, gelen hacıların ibâdetlerini kolayca yapmalarını sağlayıp, İsmâil’in (aleyhisselâm) akrabâları olan Cürhümîler de onların hukûkuna riâyet ettiler. Yıllar sonra İsmâil aleyhisselâm vefât etti. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan oğlu Kaydar da vefât etti. Cürhümîler, akrabâlıkları münâsebetiyle Kâbe’nin idâresini ele geçirdiler. Zamanla Kâbe’ye ve Harem-i şerîfe hürmetsizlik edip Harem-i şerîfte günâh işlediler. İsmâil’in (aleyhisselâm) torunları çevreye dağıldılar, sonunda Cürhümîler de, düşmanları olan Huzâa kabîlesi tarafından Mekke’den çıkarıldı. Huzâalar Mekke’ye ve Kâbe’nin idâresine hâkim oldular. Cürhümîler, çıkarlarken Zemzem kuyusuna Kâbe’nin kıymetli eşyâlarını doldurup, ağzını kapatarak, kuyuyu belirsiz hâle getirdiler. Yıllar geçince hâfızalardan silinerek tamâmen unutuldu.

Aradan uzun seneler geçti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin dedesi Abdülmuttalib’e bir gece rüyâsında zemzemin yeri haber verildi. Abdülmuttalib zemzem kuyusunu bulup, oğulları ile berâber onu kazdı. İçinden kılıçlar, zırhlar ve altından yapma geyik sûretleri çıktı. Zemzem kuyusunu tamâmen temizleyip Kâbe’yi ziyârete gelenlere zemzem dağıtmaya başladı. Peygamber efendimizin asr-ı saâdetlerinde (zamanlarında) hacılara zemzem dağıtma (sikâye) vazîfesi Abdülmuttalib’in oğlu Abbâs’a verildi (Bkz. Abbâs bin Abdülmuttalib). Yüzbinlerce hacı içtiği, yıkandığı ve memleketine götürdüğü halde, kuyudaki zemzem tükenmiyor, şimdi her gün motorla ve geniş bir hortum ile gece gündüz çekildiği halde bitmek bilmiyor.

Zemzem kuyusu, Mescid-i harâm içinde, Hacer-i esved köşesi karşısında ve köşeden sekiz metre uzakta bir odadadır. 1,8 metre yükseklikte taş bileziği vardır. Bu odayı, İstanbul’da Beylerbeyi Câmiini yaptıran Sultan Birinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Odanın mermer döşeli zemîni duvarlara doğru meyillidir. Duvar diplerinde olukları vardır. Kuyuya su sızmayacak şekilde ustalıklı yapılmıştır. Kuyu ağzı, bu hizâdan bir buçuk metre kadar yüksektir. Târihin kıymetli yâdigârı olan bu güzel sanat eseri, 1963 (H. 1383) yılında yıktırıldı. Kuyu ağzı ve birkaç metre çevresi, yeryüzünden birkaç metre aşağı indirildi.

Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, Zemzem suyunun mübârek kuyusudur.

Zemzem-i şerîfin suyu mübârektir.

Zemzem suyu hastalara şifâ verir. Onu içenler, yemek yemiş gibi açlıklarını giderirler.

Zemzem suyu ne için içilirse, ona şifâdır.

Kim hac niyeti ile Beyt-i şerîfe (Kâbe’ye) gelip yedi tavâf etse, sonra Makâm-ı İbrâhim’e gelip iki rekat tavâf namazı kılsa, ondan sonra Zemzem kuyusuna gelip suyundan içse, Cenâb-ı Hak onu, anasından doğduğu gün gibi günâhından tertemiz yapar.

Zemzem içmeden önce şu duâ okunur: “Allahümme innî es’elüke ilmen nâfian ve rızkan vâsian ve şifâen min külli dâin ve sekamin birahmetike yâ erhamerrâhimîn: Allah’ım! Senden faydalı ilim, bol rızık ve her türlü hastalıktan şifâ dilerim.”

Câbir’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Zemzem suyu ne için içilirse, ona şifâdır.” buyruldu. Abdullah ibni Abbâs; “Zemzem-i şerîfin kendisine mahsus en açık husûsiyeti, hangi niyetle içilirse faydasının da ona göre olmasıdır.” buyurdu. Eğer içen şifâ niyeti ile içerse şifâ bulur, muhâfaza için içerse hıfzolunur; harâret gidermek için içilirse, harâreti giderir. Bütün bunlar, hadîs-i şerîfte bildirileni denemek kastıyla değil, hâlis niyetle olmalıdır. Yoksa Hak teâlâ, imtihân için hareket edeni rezil ve rüsvâ eder. Abdullah ibni Mübârek hazretleri zemzemi içerken, kıyâmet günü olacak olan susuzluğun giderilmesi için niyet ederek içerlerdi.

Bahr-ül-Amîk ve Menâsik-i İbn-ül-Acemî kitaplarında buyruldu ki: Zemzem-i şerîfi cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebiyle içenlerin; “Yâ Rabbî! Ben, Resûlullah efendimizin; «Zemzem-i şerîf her ne niyetle içilirse, şifâsı onun içindir.» buyurduklarından haberdar oldum. Yâ Rabbî! İşte ben onu günahlarımın affedilmesi için içiyorum. Ey Allah’ım! Beni magfiret eyle.” diyerek içmelidir. Hastalıklardan şifâ için içenler ise; “İlâhî! Ben zemzem-i şerîfi, şifâ için içiyorum. Yâ Rabbî! Muzdarib olduğum bu hastalıktan beni kurtar!” diye duâ ederek içmelidir.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu Muhammed radıyallahü anh anlatır: “Bir gün İbn-i Abbâs’ın huzurundaydık. Bir adam geldi. İbn-i Abbâs, ona nereden geldiğini sordu. Zemzem kuyusundan geldiğini söyleyince; “Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i şerîfi üzere Zemzem içebildin mi?” buyurdu. O zât da; “Zemzem içtim. Ama sünnet-i şerîf üzere nasıl içildiğini târif ederseniz memnun olurum.” deyince; “Zemzem içileceği vakit kıbleye dönmeli ve Allahü teâlânın ismini anarak doyuncaya kadar içmeli, içme esnâsında üç nefes alıp, sonunda Allahü teâlâya hamdetmelidir.” Ayakta su içilmez. Zemzem suyu, abdest aldıktan sonra kalan su ve ilaç yutmak için içilen su ayakta içilebilir.

Zemzem suyunun Harem hâricine nakli, Müslüman memleketlerine teberrüken götürülmesi, abdest alınması ve gusl edilmesi câizdir. Ancak zemzem ile istincâ yapanlar, sıkıntılı hastalıklara tutulurlar.