YÛSUF İZZEDDÎN EFENDİ
Son devir Osmanlı veliahtlarından. 1857’de İstanbul’da doğdu. Sultan Abdülazîz Hanın büyük oğludur. Sarayda özel öğrenim görerek yetiştirildi. 1867’de henüz 10 yaşındayken babasıyla birlikte Avrupa seyahatine katıldı. 1876 yılında Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesi, onun üzerinde büyük tesir bıraktı. Babasına ve kadın efendiye yapılan muameleler ömür boyunca unutamadığı hâdiseler oldu. Bu bakımdan her an öldürülme endişesiyle yaşadı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirilince Sultan Reşâd pâdişâh oldu. Yûsuf İzzeddîn Efendi de veliaht îlân edildi. 1910 yılında İngiltere Kralı Yedinci Edvard’ın cenâze törenine katılmak için Londra’ya gitti. Osmanlı hükümeti adına cenâze törenine katılan heyetin başkanlığını yaptı. Dönüşte Paris, Viyana, Budapeşte şehirlerine uğradı ve buralarda manevralara katıldı. Belgrad ve Sofya’ya resmî ziyâret yaparak Sırbistan ve Bulgaristan krallarının kısa müddet önce Sultan Reşâd’a yaptıkları resmî ziyâretleri iâde etti.
1911’de Yedinci Edvard’ın oğlu ve halefi Beşinci George’nin tac giyme töreninde bulunmak üzere tekrar Londra’ya gitti. Buralarda şıklığı, zerâfeti ve asâletiyle ecdâdını lâyıkıyle temsil etti ve herkesin hayranlığını çekti.
1912’de Köstence yoluyla gayri resmî bir Avrupa gezisi daha yaptı. 1913’te Bulgaristan’dan geri alınan Edirne’yi resmen ziyâret etti ve halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılandı.
Enver ve Cemal paşaların Osmanlı Devletini bir oldu bittiyle Birinci Dünyâ Savaşına sokmalarından kısa bir müddet sonra İzzeddîn Efendi harbin korkunç gidişini gördü. Askerin boş yere kırılmamasını söyleyerek ateşkesin sağlanması için çalışmalara başladı. 1915’te harp içinde Viyana’ya gidip geldi. Çanakkale cephesinde incelemelerde bulunurken Enver Paşayı Kayser’in yanında şiddetle azarladı.
Devlet idâresinde aktif rol oynamasını, gelecekleri için tehlikeli gören İttihat ve Terakkinin gözü kanlı iki diktatörü Enver ve Cemal Paşalar, Yûsuf İzzeddîn Efendiyi öldürttü. Tâlihsiz veliahd 1 Şubat 1916’da Zincirlikuyu’daki köşkünde sol kol damarları kesilmiş olarak bulundu. Babasının şehit edilmesinde her iki kol damarlarını kesmek sûretiyle intihar süsü vermek isteyenlerin foyaları kısa bir sürede ortaya çıktı. Çünkü intihar eden bir kişinin iki kol damarlarını birden kesemeyeceği tıbben açıklanmıştı. Önlerinde böyle bir vak’a bulunan İttihatçılar, İzzeddîn Efendinin tek kol bileğini keserek olaya intihar süsü verdirdiler. Ayrıca devlete bütünüyle hâkim olan İttihatçılar Harbi Umûmînin karışıklığı içerisinde olayın çabuk unutulmasını da sağladılar. Yûsuf İzzeddîn Efendi, şehit edilmesinin ertesi günü Ayasofya Câmiinde namazı kılındıktan sonra babasının ve annesinin yanına büyük bir merâsimle defnedildi.
Son devir âlimlerinden. Bosna, Foça’da 1886’da doğdu. Ahmed Beyin oğludur. Dedesi Zülfikâr Paşa, Akkoyunlu soyundandır. İyi bir tahsil gördü. Yaşayışı, ilmi, edebi herkese örnek olacak şekildeydi. Gâyet vakarlı ve sabırlıydı. Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Çok sevilir ve beğenilirdi. Aldığı feyzlerin bereketiyle kemâl derecelere ulaştı. Halk içinde Hak’la berâberdi.
Yûsuf Ziyâ Bey yakınlarından birine şöyle anlatmıştı: “Rüyâda Abdülhakîm Efendinin elinin ayasını öpmüştüm. Ertesi günü, Eyüpsultan’daki evine giderek, rüyâmı anlatmak istedim. Her zaman olduğu gibi eline öpmek için eğildiğimde, mübârek elini, ayası yukarı doğru olarak uzattı ve “Akşam rüyânda öptüğün gibi öp!” dedi ve iltifât buyurdu.”
Son derece cömert olan Yûsuf Ziyâ Bey, hocaları Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “Yâ Rabbî! Bu Ziyâ kuluna her türlü nîmetlerini ihsân eyle!” duâsına mazhar olmuştur.
Yûsuf Ziyâ Bey, Vefâ’daki Karamürsel Kumaş Fabrikasının uzun zaman müdürlüğünü yaptı. İdâreciliği, meslekteki bilgisi örnekti. Çalıştırdığı yüzlerce Müslüman fakirin sığınağıydı. Cömertliği ve merhâmeti herkes tarafından takdir edilirdi. İşçilerin her şeyiyle ilgilenir, onlara müşfik bir baba gibi davranırdı. Tekstil Sanâyiinde çalışmaları, gayretleri devlet adamlarınca da beğenilir, takdir edilirdi.
Kendisini ziyârete gelen temiz gençlerden biri ne kıyâmetle alâkalı bir suâline verdikleri cevapta; “Bir insanın ömrü boyunca söylediği her sözün, yaptığı her işin, her hareketin hesâbının yapıldığı o günde, ebedî azaptan kurtulabilenlere imrenilerek, büyük kahraman, diye bakılacaktır.” dedi.
Peygamber efendimizin torunları olan Seyyidleri çok sever, hürmet gösterirdi. Bunlardan biri de Seyyid Fehim’in (kuddise sirruh) torunlarından Seyyid Tâhâ idi. Seyyid Tâhâ, Van’dan her gelişinde, muhakkak Yûsuf Ziyâ Beyi ziyâret ederlerdi. Böyle ziyâretlerden birinde, berâberce son devrin hattatlarından Safi Beye gittiler. Hasta olan Safi Bey gelen misâfirlerden şöyle bir ricâda bulundu. “Seyyid Fehîm Efendinin kabrinde gül vardır. Ondan mektupla birkaç yaprak gönderin. Ziyâ Beye gözlerime, ağzıma kalbime koymalarını vasiyet edeceğim. İnşallah yetiştirirsiniz.” Aradan zaman geçti. Bir ziyâretlerinde açılmış gülü gören Seyyid Tâhâ ricâyı hemen hatırladı. Gül yapraklarını koparıp mektupla gönderdi. Ziyâ Bey mektubu aldığında açmadan telefondan Hattat Safi Beyin vefât haberini aldı. Mektubu açtığında Safi Beyin vasiyet ettiği gül yapraklarını gördü. Cenâzeye gidip arzularını yerine getirdi.
Yûsuf Ziyâ Akışık 1958 (H.1378)de İstanbul Fâtih’te vefât etti. Kabirleri Edirnekapı Kabristanındadır.
On birinci ve on ikinci yüzyıllarda yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Yûsuf bin Eyyub, künyesi Ebû Yâkub’dur. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1141 (H.535)de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti. Merv’de bulunan kabri ziyâret yeridir.
On sekiz yaşında Bağdat’a gelip fıkıh ilmini Ebû İshâk-ı Şirâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshak rahmetullahi aleyh kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkant’ta, zamânının meşhur hadis âlimlerinden hadis ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-ı Cüveynî, Hasan Simnânî gibi büyüklerle görüşüp, sohbet etti ve onlardan ilim öğrendi.
Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgul oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-ı Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı.
Yûsuf-ı Hemedânî rahmetullahi aleyh önce Merv’de bir müddet kalıp Herat’a gitti. Herat’ta uzun zaman kaldıktan sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldı ve tekrar Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.
Yûsuf-ı Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.
Yûsuf-ı Hemedânî Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmakla meşgul olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp çok sevilmiştir.
Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-ı Hemedânî rahmetullahi aleyh, orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zâttı. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgul olurdu.
Arada bir, yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin asâsı ile sarığı kendisindeydi. Her aybaşında, Semerkant âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. İnsanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Bir taraftan yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine yetişmeye gayret ederdi. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların mütehassıs bir tabibi olduğunu gösterirdi.
Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayri müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâade etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibiydi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onların ahlâkı ile ahlâklanmalarını nasihat ederdi. Menâzil-üs Sâyirin ve Menâzil-üs-Sâlikîn adlı eserleri vardır.
Yûsuf-ı Hemedânî’ye; “İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp, yok olduğu zaman ne yapmak lâzım?” denildiğinde; “O zaman her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.
Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı velî-i kâmil bir zâttı. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.
Ebû Saîd Abdullah, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri ve İbn-üs-Saka ilim tahsili için Bağdat’a gelmişlerdi. Yûsuf-ı Hemedânî Bağdat’ta Nizâmiye Medresesinde vâz ediyordu. İbn-üs Saka adındaki meşhur bilgin kalkıp saygısızca bir şey sordu. Ona otur senin sözünden küfür kokusu geliyor buyurdu. Hakikaten İbn-üs Saka o zaman İstanbul’a sefir olarak gidip orada Hıristiyan oldu.
Bir gün, Hemedân’dan bir kadın ağlayarak, Yûsuf-ı Hemedânî’nin huzûruna geldi ve dedi ki:
“Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.”
“Sabredin.”
“Sabredecek hâlim kalmadı.”
Bunun üzerine Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri:
“Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti.
Kadın eve gelince, bir de ne görsün, oğlu evde oturuyor! Şaşakaldı. Oğluna:
“Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?”
“Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlıydı. Başımda muhâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.
Son devirde yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi; Yûsuf bin İsmâil’dir. Mensup olduğu Nebhânoğulları kabîlesine nispetle Nebhânî diye meşhur olmuştur. Filistin’in kuzeyinde bulunan Hayfa’ya bağlı Eczim köyünde 1849 (H.1265) senesinde doğdu. Daha sonra Mısır’a giderek Câmi-ül-Ezher Medresesini bitirdi. Aklî ve naklî ilimlerde yetiştikten sonra çok kıymetli kitaplar yazdı. İstanbul’a gelerek El-Cevâib Gazetesi’nin hazırlanmasında, tashihinde ve basımında çalıştı. Daha sonra Şam’a döndü. Şam’da kâdılık yaptı. Beyrut hukuk mahkemesi reisliğine yükseldi. Beyrut’ta yirmi seneden fazla kaldı.
Beyrut’ta vazîfeli olduğu sırada, Beyrut vâlisi bir takım sebepler ileri sürerek Yûsuf-ı Nebhânî’nin vazîfesinden azledilmesi veya başka bir yere tâyin edilmesi için Sultan İkinci Abdülhamîd Hana yazı yazdı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da Beyrut’a yakın bir yere tâyin edilmesiyle ilgili kararnâmeyi imzâladı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın rüyâsına girip; “Beyrut’ta bizi en çok seven Yûsuf Nebhânî idi. Bizim, bu âşıkımızın Beyrut’taki eski vazîfesinde kalması uygundur.” buyurdular. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu rüyâ üzerine onun Beyrut’ta kalmasını emretti.
1932 (H.1350) senesi Ramazan ayında Beyrut’ta vefât etti.
Eserleri:
1. Feth-ül-Kebîr: Bu eserinde 14.450 hadîs-i şerîfi harf sırasına göre tertip ederek toplamıştır. Üç cilt olan bu kitabı basılmıştır.
2. Câmi’ül-Kerâmât-il-Evliyâ: Bu kitabı iki cilt olup, kerâmetin hak olduğu delilleriyle ispat edilmiştir.
3. Şevâhid-ül-Hak: Bu kitabında Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, Muâviye ve Amr bin Âs’ın (radıyallahü anhümâ) yüksekliklerini ve İslâm dînine hizmetlerini anlatmıştır. Bu eserinin büyük bir bölümünde İbn-i Teymiyye’yi ve Vehhâbileri reddetmiş, onların fikir ve inanışlarının bozuk olduğunu vesîkalarla ispat etmiştir. Bu kitabında Vehhâbilerin; “Mutlak ictihat her zaman vardır.” demelerinin yanlış olduğunu, Resûlullah’ın ve bütün evliyânın mezarlarını ziyâret etmek için uzaklardan gitmenin câiz olduğunu, Resûlullah efendimizi ve diğer evliyâyı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etmenin câiz olduğunu delilleriyle açıklamıştır. Yûsuf Nebhânî’nin bu eseri kendi zamânındaki ve daha sonraki Ehl-i sünnet âlimlerince beğenilmiş ve medh edilmiştir.
4. Huccetullahı alel-Âlemin fî Mûcizât-ı Seyyid-il-Mürselîn: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamânında ve daha sonra meydana çıkan mûcizelerini çok güzel anlatan bir eserdir.
5. Envâr-ül-Muhammediyye min-el-Mevâhib-il-Ledünniyye: Peygamber efendimizi çok güzel anlatmaktadır. İmâm-ı Kastalânî’nin Mevâhib-i Ledünniyye adlı eserinin kısaltılmış şekli olup İstanbul’da İhlâs A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır.
6. Sihâm-üs-Sâibe: Vehhâbileri reddetmektedir.
7. Seâdet-üd-Dâreyn, 8. Hulâsat-ül-Kelâm fî Tercih-i Dîn-il-İslâm, 9. Müntab-üs-Sahihayn, 10. İrşâd-ül-Hayâra Litahzîr-il-Müslimîn min Medâris-in-Nasârâ.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilmiş olup Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni veya vekîliydi. İsmi Yûşâ olup, Hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen Nûn’un oğludur. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir. Yûşâ aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin esaslarını insanlara tebliğ etti.
Mısır’da doğan Yûşâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın husûsî talebesi, hâlis hizmet görücüsü ve en yakın dostlarındandı. Mûsâ aleyhisselâm Firavun’un zulmü üzerine Allahü teâlânın emriyle kendine inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır’dan Tîh Sahrasına hicret ederken Yûşâ aleyhisselâm da onunla berâber bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere çıktığı yolculukta onunla berâber bulundu. Mûsâ aleyhisselâm Hızır aleyhisselâmla karşılaşınca Yûşâ aleyhisselâm geriye döndü.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın kavmine Arz-ı Mev’ûdu (Filistin ve Şam bölgesini) ihsân edeceğini bildirdi. Fakat İsrâiloğulları o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalıların bulunduğunu ileri sürerek gitmek istemediler. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyedip:
“Ey Mûsâ! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım; takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et. Zîrâ onlara karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nakib) seç al. Onlar vefâkar ve itâatkar olsunlar.” buyurdu.
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm her bir koldan iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar birer temsilci seçti. Bunları Erîha Şehri ve ahâlisi hakkında bilgi toplamak için gönderdi. Aralarında Yûşâ bin Nûn’un da bulunduğu haber toplamakla vâzifeli kimseler Erîha’ya gittiler. O belde ahâlisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce korktular. Geriye dönüp kavimlerine gördüklerini anlatarak onların harbe gitmelerine mâni oldular. Mûsâ aleyhisselâmın kavmi, gelen temsilcilerin anlattıklarını dinleyip harp etmekten vaz geçtiler. İçlerine korku düşüp, feryâda başladılar: “Keşke Mısır’da ölseydik. Yâhut burada ölsek de, Allah bizi o zâlimlerin memleketine sokmasa, yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganîmet olarak kalacak.” dediler.
Temsilciler içinde bulunan, Allahü teâlânın kendilerinden “İsmet ve tevfik” ile haber verdiği Yûşâ bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise kavimlerine gelip, Erîha beldesi ahâlisinin kötü hallerinden bahsetmediler. Diğer kabîlelerden o belde ahâlisi hakkındaki haberleri duyanlara ise korkulacak birşey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha’nın fethedileceğini bildirip, Mûsâ aleyhisselâma yardımcı olmaya çalıştılar. Onlara dediler ki:
“Ey İsrâiloğulları! Cebbarların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli fakat kalpleri zayıftır. Sizinle harp etmeye rûhî metânetleri yoktur). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın vâd ettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Musâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız. Onlardan korkmayınız. Size ilâhi yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (O’na îtimâd ediniz. Yalnız O’na güveniniz ve cihâddan geri durmayınzı.)” (Mâide sûresi: 23)
Fakat İsrâiloğulları onların söylediklerine inanmadılar ve Mûsâ aleyhisselâmın nasîhatlerine uymadılar. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâmı taş ve sopalarla öldürmek istediler.
İsrâiloğulları Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ’yı taşlayıp, Mûsâ aleyhisselâma karşı gelerek Allahü teâlâya isyân edince Mûsâ aleyhisselâm üzüldü. Allahü teâlâ İsrâiloğullarını kırk sene müddetle Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını ve onların Tîh Sahrasından çıkamıyacaklarını bildirdi. “Biz harbe gitmeyiz.” diyerek isyân eden kimseler kırk sene müddetle Tîh Sahrasında şaşkın bir halde dolaştılar. Kırk sene içinde öldüler. Kırk senenin sonuna doğru Hârûn aleyhisselâm ve ondan üç sene sonra da kardeşi Mûsâ aleyhisselâm vefât etti.
Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken yerine Yûşâ aleyhisselâmı halîfe bıraktı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâmı da İsrâiloğullarına peygamber olarak vazîfelendirdi. Bu sırada Mûsâ aleyhisselâma karşı çıkıp; “Biz harbe gitmeyiz.” diyen kimseler ölmüş, onların yerlerine oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâma İsrâiloğullarını toplayıp Tîh Sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye gidip cebbârlarla (zâlimlerle) harp etmesini emretti.
Yûşâ aleyhisselâm İsrâiloğullarını toplayarak Erîha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir Cumâ günü Akşam üzeri mûcizeler göstererek şehri fethetti. Yûşâ aleyhisselâm ve O’na inananlar Erîha’yı fethettikten sonra İlyâ (Eyliyâ) şehrini de aldılar. Bu şehrin Yûşâ aleyhisselâm tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin hükümdarlarından beşi bir araya gelip İsrâiloğullarıyla topluca savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezîmete uğradılar.
Yûşâ aleyhisselâm Erîha ve İlyâ şehirlerini ve civârını fethettikten sonra Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrini de fethedip, Belâk adındaki hükümdârını ve İsm-i A’zâm duâsını bildiği halde Yûşâ aleyhisselâmın ordusuna karşı bedduâ etmeye teşebbüs eden, fakat ibret için dili göğsü üzerine sarkık kalan Bel’âm bin Bâûrâ’yı öldürdü (Bkz. Bel’âm bin Bâûra). Böylece Belka şehri de fethedilmiş oldu.
Erîha, İlyâ ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra Arz-ı Mev’ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyarı da peyderpey İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devâm edip Kudüs şehri de Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından fethedildi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yûşâ aleyhisselâm batıda beş şehre gidip orayı da düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına giderek orada yerleşmiş otuz bir hükümdârlığın beldelerini zaptetti. Putperest ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdarları öldürtüp memleketlerini İsrâiloğulları arasında taksim etti. İsrâiloğullarını Arz-ı Mev’ûd’a yerleştiren Yûşâ aleyhisselâm, onlara Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan Tevrât’ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü teâlâya îmân ve ibâdet üzere kalmalarına çalıştı.
Yûşâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra yirmi yedi yıl insanlara Allahü teâlânın emirlerini bildirdi. Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Yerine Kâlib bin Yuknâ’yı halîfe tâyin etti. Yüz yirmi yedi yaşında vefât etti. Kabrinin Nablûs veya Haleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivâyet edilir.
Yûşâ aleyhisselâm İstanbul’a hiç gelmedi. Beykoz Tepesinde ziyâret edilmekte olan kabrin Yûşâ peygambere âit olduğu söyleniyorsa da târihî bilgilere uygun değildir. Bu bir velî veyâ havârilerden birine âit olabilir. Böyle ise yine kıymetlidir. Kabrin Yûşâ peygambere âit olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun değildir.
Yûşâ aleyhisselâm karayağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sâhipti. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâma çok benzerdi. Cesûr, kahraman, yiğit, harp taktik ve tekniğinde mahâret sâhibiydi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât’ın hükümleriyle amel edip, insanlara tebliğ etmekle vazîfelendirilmişti. Tefsir âlimleri Mâide sûresi 23. âyetinde bildirilen Allahü teâlâya îmân edip, O’ndan korkanlardan iki kimseden birisinin ve Kehf sûresi 60-65. âyetlerinde bildirilen Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere yolculuk ettiği sırada yanında bulunan gencin Yûşâ aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir.
Yûşâ aleyhisselâmın mûcizeleri
1. Yûşâ aleyhisselâm, Erîha’yı fethetmek üzere İsrâiloğullarını topladı. Yolculuk esnâsında Şeria (Ürdün) Nehrinin suları çok olduğu için geçemediler. Nehrin üstünde köprü de yoktu. Yûşâ aleyhisselâm duâ edince Şerîa Nehrinden bir yol açıldı. İsrâiloğulları o yoldan geçtikten sonra sular tekrar eskisi gibi akmaya devâm etti.
2. Bir şehrin fethi esnâsında kuşatma uzun sürmüştü. Bütün çalışmalara rağmen surlarda gedik açılmamıştı. Yûşâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı. Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar şehre girip fethettiler.
3. Yûşâ aleyhisselâm Kudüs şehrini fethetmek için muhâsara etti. Bir Cumâ günü akşam üzeri güneş batarken, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü teâlâya yalvardı: “Ey Allah’ım! Güneşi geri al!” diye duâ etti. Allahü teâlânın emri ve takdiri ile batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devâm edip Kudüs fethedildikten sonra battı.
Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Güneş hiçbir kimse için batmaktan alıkonulmaz. Ancak Beyt-i Mukaddesi fethetmek için gittiği gecelerden birinde Yûşâ aleyhisselâm için batmaktan alıkondu.” buyuruldu.
Alm. Nest (n); Horst; Bau (m), Fr. Nid; repaire; alvéole (m), İng. Nest; home. Kuşların ve bâzı hayvanların barınak olarak kullandıkları yerler. Buralar yumurtlamak, yavrulamak, yavrularını büyütmek için kullanılır. Çeşitli kuş ve hayvanlar bulundukları muhite ve cinslerine göre çok değişik yuva yaparlar. Yuvaların birkaç dal ve tüyden ibâret çok basit olanlarının yanında, mîmârî tarzda yapılan mükemmelleri de vardır. Kuşların çoğunluğu yuvalarını dal aralarına kupa şeklinde yaparlar. Ekserisinin üstleri kapalı olduğu gibi kapısı yandan olanları da bulunur. Düşmanlarına karşı kuşların çok güzel gizlediği yuvalardan biri de ağaç içinde oyukta olanlarıdır.
Yuva yapan eklembacaklılardan kazıcı zarkanatlılar, karıncalar, yuvalarını toprak içine yaparlar. Yuvalarını odacık hâlinde yaptıktan sonra buralara yumurta ve yiyecek koyarlar. Örümceklerin yaptıkları yuvalar ise bir hârikadır. Bunlardan mygala cinsinden örümceklerin istenildiği zaman açılıp kapanabilen kapıları olan yuvaları çok ilgi çekicidir. Toplu yaşayan zarkanatlılardan yaban eşek ve bal arılarının yaptıkları yuvalar çok ilgi çekicidir. Yaban ve eşek arılarının yuva yapıcıları ağaç kabuklarını çiğneyerek keçemsi bir madde hâline getirirler. Bunlara papirüs yuva denir. Yuvanın içindeki altıgen gözlü peteklerin ağızları yere doğrudur. Böylece gözlerde kurtçuklar yağmur ve güneşin zararlarından korunurlar.
Okul çağına gelmemiş çocukların eğitim ve öğretimlerinin yapıldığı yerlere de yuva denir. Çalışan annelerin çocuklarının bakıldığı, gerekli eğitimlerinin temin edildiği bu yerlere kreş de denir. (Bkz. Kreş)
Alm. Staatsgerichtshof (m), Fr. Haute Cour (f), İng. High Court. Çok yüksek seviyedeki yöneticilerin yargılandığı organ. Bu görev Anayasamıza göre Anayasa Mahkemesine verilmiştir. Yüce Dîvânda; Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu Üyeleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdâre Mahkemesi Başkan ve Üyeleri, Başsavcılar, Cumhûriyet Başsavcıvekili, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Sayıştay Başkan ve Üyeleri görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılanır. Yüce Dîvânda savcılık görevini Cumhûriyet Başsavcısı veya Cumhûriyet Başsavcı Vekili yapar. Yüce Dîvân kararları kesindir.
Cumhurbaşkanının vatan hâinliği suçundan ve Başbakan veya Bakanlardan birinin TBMM iç tüzüğünde gösterilen şekilde yargılanmasını gerektiren bir suçu dolayısıyle Yüce Dîvânda yargılanmalarına karar verilebilir. Cumhurbaşkanı, vatana ihânetten dolayı, TBMM üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tam sayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır. Ondan sonra yüce Dîvâna sevkedilir. Başbakan ve Bakanlardan herhangi biri hakkında açılan soruşturma neticesinde hazırlanan rapor Mecliste görüşülür. Meclis gerek gördüğünde ilgiliyi yüce Dîvâna sevk kararı verir. Yüce Dîvâna sevk kararı ancak üye tam sayısının salt çoğunluğu ile alınır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1876 Kânun-i Esâsisi Yüce Dîvân adı altında müstakil bir mahkeme öngörmüştür. İtham ve Hüküm dâirelerinden oluşuyordu. 1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu İtham Dâiresinin vazîfesini Cumhûriyet Başsavcısına verdiği için Yüce Dîvânı sâdece Hüküm Dâiresi olarak tek dâire şeklinde düzenlemişti. 1961 ve 1982 Anayasası (mad. 148) Yüce Dîvân adı altında müstakil bir mahkeme kurmamış bu mahkemenin vazîfesini de yapmak üzere Anayasa Mahkemesini yetkilendirmiştir.
Eski Türk kavimlerinden. Çince kaynaklarda “Yüeh-ch’ih” olarak geçer. Târihî kayıtlarda ilk defâ M.Ö. 3. yüzyılda rastlanır. Çin’in kuzeyine hâkimdiler. Anayurtları Orta Asya’da Tanrı Dağları ile Kan-su havâlisiydi. Büyük ve Küçük Yüe-çiler olmak üzere ikiye ayrılırlardı. M.Ö. 3. yüzyılda Çin’in Şansi ve Kan-su eyâletlerinde kuvvetli bir devlet kurdular. Çinlilerle sıkı münâsebette bulundular. Çin kültürünü benimsediler. Millî kıyâfet ve dilleriyle Çinlilere benzediler. Hunluların meşhur imparatorlarından Mete, Yüe-çileri M.Ö. 203 yılında mağlup etti. Yüe-çiler devleti yıkıldı. Çin’den çıkarak Orta Asya’ya göçtüler. Makedonyalı İskender’in Baktria (Belh) bölgesinde kurduğu Grek hâkimiyetine M.Ö. 166’da son verdiler.
M.Ö. 129’da Türkistan’a yerleştiler. Türkistan’da kuvvetli bir devlet kurdular. İran’ın doğusunu ele geçirerek, Partlarla komşu oldular. Partlara M.Ö. 127’de yenilince, beş ayrı beyliğe ayrıldılar. Bir asır birlik olamadılar. Kuşan Beyi Kucuhu, merkezleri Belh olmak üzere, Yüe-çiler’i M.Ö. 25’te birleştirdi. Yüe-çilere Kuşanlar denmeye başladı (Bkz. Kuşanlar). Yüe-çiler önce Çin kültürünü sonra da Budizm inancını benimsediler. Bundan sonra Türklük vasıflarını, benliklerini kaybedip, târihten silindiler.
(Bkz. Askerî Şûrâ)
(Bkz. Atletizm)
Alm. Hochofen (m), Fr. Haut fourneau (m), İng. Blast-furnace. İçine basınçlı hava üflenerek hızlı yanma sağlanan fırın. Yüksek fırınlar demir cevherinin yüksek bir sıcaklıkta ve kireçtaşı gibi bir eritici maddenin eşliğinde karbonla (genellikle kok kömürü) indirgenmesi yoluyla pik demir üretiminde kullanılır. Kurşun ve bakır gibi başka metallerin üretiminde de kullanılabilir.
Değişik tipleri olmasına rağmen esas olarak yüksekliği otuz metreye, çapı on metreye kadar varan dikey bir silindirik yapısı vardır. İçine bir anda tonlarca cevher doldurulabilir. Cidarları çelik bir muhâfazanın içine ateşe dayanıklı tuğlalar örülerek yapılır. Üst kısmından doldurulan cevher, pota denen alt kısmından erimiş ham demir olarak alınır. Cevheri eritmek için önceleri odun kullanılmasına rağmen artık kok kömürü kullanılmaktadır. Hattâ elektrik enerjisinden de faydalanılır.
Mal diye adlandırılan eritilecek madde bir kat kok bir kat cevher olacak şekilde fırına doldurulur. En alt kısma ise tutuşturmak için odun konur. Mal eridikçe üstten kok ve cevher doldurmaya devam edilir. Kokun yanması için gerekli hava, fırının alt kısmından ısıtılmış olarak verilir. Bu havayı ısıtmak için ise fırının üst kısmındaki bacadan çıkan sıcak gazlar kullanılır. Yakma havası soğuk olduğu takdirde, fırının soğuyup erimiş demirin donmasına ve neticede istenmeyen bir durum olan fırının sökülmesine kadar gider.
Sıcaklığı 2000°C’ye yaklaşan pota kısmında toplanan erimiş demirin üzerinde daha hafif olan ve curuf denen artıklar toplanır. Curuf ayrı bir delikten, pik ayrı bir delikten dışarı alınır. Belirli bir miktar cevher için kullanılacak kok, hava ve eritici miktarları otomatik olarak ayarlanır. Sıcak gazlar içindeki tozların ayıklanarak havanın ısıtılmasında kullanılması, cevherin ve kokun yüklenmesi pekçok yan tesisleri lüzumlu hâle getirir. Bu da yüksek fırını tek bir yapıdan, çok komplike bir sistem olmaya götürür. (Bkz. Fırın, Demir)
Anayasayla kurulmuş bağımsız yüksek bir kurul. 1982 Anayasasının 159. maddesi. Yüksek Hâkimler Kurulu ile ilgili olup şöyledir:
“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminâtı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. Kurulun Başkanı, Adâlet Bakanıdır. Adâlet Bakanlığı Müsteşarı, kurulun tabiî üyesidir. Kurulun üç asil ve üç yedek üyesi, Yargıtay Genel Kurulunun iki asil ve iki yedek üyesi, Danıştay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul, seçimle gelen asıl üyeleri arasından bir başkan vekili seçer.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, adlî ve idârî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, tâyin etme ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezâsı verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Adâlet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hâkimin veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar. Ayrıca anayasa ve kânunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir.
Kurul kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz. Kurulun görevlerini yerine getirmesi, seçim ve çalışma usulleriyle îtirazların kurul bünyesinde incelenmesi esasları kânunla düzenlenir.
Adâlet Bakanlığının merkez kuruluşunda geçici veya sürekli olarak çalıştırılacak hâkim ve savcıların muvafakatlarını alarak atama yetkisi Adâlet Bakanına âittir. Adâlet Bakanı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ilk toplantısında onaya sunulmak üzere, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde hizmetin aksamaması için hakim ve savcıları geçici yetkiyle görevlendirebilir.”
1961 Anayasası savcılar için Yüksek Savcılar Kurulunu, hâkimler için Yüksek Hâkimler Kurulunu kurmuştur. 1982 Anayasası bu iki kurumu tek kurum hâline getirerek hem hâkimlerin hem savcıların özlük işleri hakkında karar vermek üzere Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu oluşturmuştur.
(Bkz. Üniversite)
(Bkz. Seçim)
(Bkz. İndirgenme ve Yüseltgenme)
Alm. Fingerhut (m), Fr. Digitale (f), İng. Foxglove. Familyası: Yüksükotugiller (Scrophulariaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.
Başlıca Avrupa, Batı Asya ve Akdeniz bölgelerinde yayılmış olan iki veya çok yıllık otsu zehirli bir bitki. Yapraklar dar veya geniş mızraksı, gövde tabanında rozet şeklinde ve gövde üzerinde almaçlı olarak dizilmiştir. Çiçekler salkım şeklinde durumlar yapar. Taç yaprakları çan veya tüp şeklinde olup, iki dudaklıdır. Üst dudak ise büyük ve sarkıktır. Meyveleri kapsül şeklindedir.
Memleketimizde sekiz türü yayılmış bulunmakta olup, şunlardır. Pas renkli yüksükotu, arı kovanı (D. ferruginea), büyük çiçekli yüksükotu (D. grandiflora) Muğla yüksükotu (D. cariensis) doğu yüksükotu (D. lamarckii), yönlü yüksükotu (D. lanata) gibi.
Bitki kardiyotonik glikozitler taşır ve zehirlidir. Memleketimizde ancak park ve bahçelerde yetiştirilen ve yabânî olarak yalnız Orta Avrupa’da yetişen ve tıbbî olarak kullanılan diğer bir yüksükotu türü de D. purpurea (Kırmızı çiçekli yüksükotu)dır. Bu tür, 50-100 cm boyunda kırmızı çiçekli iki yıllık otsu bir bitkidir. Çiçekleri çan şeklinde olup, yaprakları büyük ve oval şekildedir.
Kullanıldığı yerler: Bitki saponinler, glikozitler taşır. Taşımış olduğu ve kalp üzerinde etkili bu glikozitler sebebiyle insan ve hayvanlar için zehirlidir. Meselâ 40 gr tâze, 10 gr kuru yaprağın alınmasıyla insanlarda ölümle neticelenen zehirlenmeler görülmektedir. Etki kalp ve böbrekler üzerindedir. Kalp kuvvetlendirici, idrar arttırıcı, ödem boşaltıcı etkisi vardır. Ancak hekim tavsiyesi ve kontrolü altında kullanılabilir.
Alm. Wolle (f), Fr. Laine (f), İng. Wool. Koyun, keçi, deve gibi ot yiyen evcil hayvanların vücutlarını örten yumuşak kıvırcık kıl görünümünde organik elyaf. Hayvanları yağmur, soğuk ve fizikî şartlardan koruyan yün, insanların giyecek, sergi ve diğer ev ihtiyaçlarını da karşılar. Dokumacılıkta ve tekstilde kullanılan elyafın % 9’u yündür. Geri kalanı sentetik olarak petrolden elde edilir.
Yün elyafı keratin denilen bir çeşit protein olup, 5 ile 12 adet daha ince elyafın birbirine bitişik olarak epidermden çıkması ile meydana gelir. Yün elyafının hemen dibinde yağ ve ter bezleri vardır. Bir koyunun derisinde santimetrekarede 4000 ile 10.000 arasında tüy vardır. Tüyü meydana getiren elyaf sayısı koyunun cinsine ve vücut bölgesine göre değişir. Yetişkin bir merinosun derisinde 20 milyon ile 126 milyon arası tüy bulunur. Yün elyafları ne kadar ince ise o kadar kıvırcık olur. Bir yün elyafı yaklaşık olarak 20 kilogramlık yükü taşır ve bu esnâda boyu % 30 nispetinde uzayabilir. Yün elyafının mikroskoptaki görünümü bir timsahın derisi gibi pul puldur. Elektrik ve ısıyı iletmez. İyi bir nem tutucudur. Yün yakıldığında amonyak gazı çıkarır ve alev söndüğünde yün de hemen söner. Bu özelliği aynı zamanda ateşe dayanıklı olduğunu gösterir. Yün protein olduğu halde saç kılı, tavuk tüyü ve boynuz kemiği yapısında değildir.
Yünün kalitesinin hayvanın yaşı ile ilgisi vardır. En kaliteli yün iki yaşını doldurmuş hayvanlardan alınır. Daha yaşlı hayvanlarda yün sertleşmeye başlar. Yün denilince akla koyun yünü gelir. Tiftik keçisinin (Angora) yünü de çok kıymetlidir.
Yün hayvanlardan, havaların ısınmaya başlamasıyle kırkılarak alınır. Kırkım işlemi özel makaslarla yapılır. İyi bir işçi motorlu bir makasla günde 100-150 koyun kırkabilir. Dünyâ üzerinde elde edilen yünlerin toplam miktarının dörtte biri Avustralya’ya âittir. Bundan sonra Yeni Zelanda gelir. Türkiye’de yün elde edilen hayvan cinsleri Trakya bölgesinde kıvırcık; İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde Karaman; Bursa, Balıkesir havâlisinde merinos koyunları ile Ankara tiftik keçileridir.
Keçi kılları yün sınıfına girmez. İlkbaharda kırkılan kirli koyun yününe “yapağı” denir. Yün elyafları çok ince olduğu için yapağıdan kaliteli iplik elde edilir. Yünün kalitesini, elyaflarının inceliği ve kopma mukâvemetinin büyüklüğü tâyin eder. Belli kalınlıkta üretilen iplik boyu uzadıkça yünün kaliteli olduğu anlaşılır. En ince elyaflı yün merinos koyunlarında bulunur. Bu yün elyafları 16 mikron ile 50 mikron arasında değişen kalınlıklardadır. Hayvanın omuz başlarına rastlayan kısımlarındaki yünler daha ince olur.
Yapağı “kaba pisliklerden” temizlendikten sonra deterjan ile yıkanır. Yıkama sonucu yünde bulunan potasyum karbonat, ter, lanolin gibi yağlı maddeler alınır. Kurutulan yün özel taraklarda elyaflarına ayrılır. Elyaflar bir huniden geçirilerek pamuk ipliği yapımına benzer şekilde iplik hâline getirilir.
Yün, kalite ve imâl ediliş metodlarına göre kumaş, örgü ipi, battaniye, halı, kilim yapımında kullanılır.
Yün, Anadolu’nun köy ve bâzı kasabalarında elde taranıp kirmanlarda eğirilir. Tabiî boyalarla istenilen renge boyanıp kullanılır. Bunlardan örülen renk renk kazak, çorap ve eldivenler ince bir zevkin ve göz nurunun eseridir.
(Bkz. Atletizm)