YILAN (Ophis)

Alm. Schanger, Fr. Serpent, İng. Snake. Uzun vücutlu, bacaksız, sürüngenlerin genel adı. Omurgalı hayvanlardan sürünenler (Reptilia) sınıfının, pullu sürüngenler (Squamata) takımına giren kalabalık bir alt takımı meydana getirirler.

Boalar (Boaefornia), su yılanları (Colubriformia), solucan yılanları (Opoterodonta), geniş başlılar (Amblycephalidiformia) ve oluklu zehirdişliler (Solenoglypha) olmak üzere beş bölüme ayrılırlar. Bu bölümler de çeşitli familyaları ihtivâ ederler. Dünyâda 3000 kadar yılan türü bilinmektedir. Bunların çok azı zehirlidir. Sıcak bölgelerde yaşayan soğukkanlı (değişken ısılı) etçil hayvanlardır. Dış kulak deliği ve zarı yoktur. Dillerinin ucu çatallı olup, alt çenedeki bir yarıktan uzatılıp çekilebilmektedir. Alt ve üst göz kapakları birleşerek saat camı gibi şeffaf saydam bir lens meydana getirmiştir.

Vücutlarını örten boynuzsu tabakanın kalınlaşmasından pulları meydana gelmiştir. Bu sâyede vücuttaki suyun buharlaşma ile kaybı önlenmiş olur. Vücutlarını örten pulların şekli ve rengi sınıflandırmada önemli rol oynar. Salgı bezleri olmadığından derileri dâimâ kurudur. Büyümeye mâni olduğu için zaman zaman deri değiştirirler.

Dişler besini tutmaya yarar ve geriye doğru yatıkçadır. Zehirli yılanlarda ön çenede uzun oluklu zehir dişleri de vardır. Bunlarda tükrük bezleri, zehir bezine dönüşmüştür. Yürekleri üç gözlüdür. Yarım bir zar ile kısmen ayrılmış olan karıncıkta karışık kan bulunur. Vücutlarında da karışık kan dolaşır. Güneşin altında yatarak vücutlarını sıcak kayalara temas ettirerek, vücut ısılarını yükseltirler. Sonbaharda, kuytu yerlere çekilerek kışı hareketsiz ve uyuşuk olarak geçirirler. İlkbaharda, kış uykusundan uyanınca tekrar ortalıkta görünmeye başlarlar.

Canlı hayan avlayarak beslenirler. Böcek, karınca yiyenleri olmakla beraber, fâre gibi kemirgenlerin baş düşmanıdırlar. Boa ve piton gibi büyükleri avlarını sıkarak öldürdükten sonra yutarlar. Bütün yılanlar avlarını parçalamadan bütün olarak yutarlar. Çeneleri 180° ye kadar açıldığından iri avlarını yutmakta zorluk çekmezler. Küçük bir bahçe yılanı, iri bir kurbağayı rahatça yutabilir. Ziraat için zararlı, fâre, tavşan gibi kemirgenleri yiyerek yok ettiklerinden bir bakıma faydalı da sayılırlar. Kuş ve kertenkele de yerler. Zehirlerinden de panzehir yapılarak faydalanılmaktadır.

Yılanlar, genellikle üç metre öteyi göremezler. Koku almada burun deliklerini değil dillerini kullanırlar. Uzun ve çatallı dillerinin her iki ucu havadan ve yerden gelen kimyâsal kokuları alır. İçeri çekildiğinde dil ucundaki kokular damaktaki jakobson organında duyu hâline dönüştürülür. Engerek yılanları zehirledikleri avının izini dilleriyle tâkip ederler ve ölüsünü bularak yutarlar. Yılanların burun delikleri, ağız kapalıyken alt çenedeki hava borusunun üzerine geldiğinden ağızlarını açmadan solunum yaparlar. Avlarını yutarken ağız açık olduğundan burun deliklerinin hava borusuyla ilgisi kesilir. Böyle zamanlarda, vücutlarında bulunan hava torbalarındaki yedek havadan faydalanırlar. Çoğu yılanların sâdece sağ akciğerleri gelişmiştir. Diğeri âdetâ kaybolmuştur. Boa ve piton yılanlarında sol akciğerler küçüktür. İri avların yutulması uzun sürdüğü zaman ağız tabanında bulunan soluk borusunun girişi ağızdan dışarı çıkarılabilir. Bu özellik büyük hayvanları yemek için bir adaptasyondur, yılana ağız dolu olduğunda dahi nefes alma imkânı sağlamaktadır.

Dış kulakları olmadığından, uzun zaman yılanlar sağır zannedildi. Çeneleriyle kulakları arasında kemik bağlantıları olduğundan, üzerinde bulunduğu toprağın yansıttığı sarsıntıları kolayca işitirler. Çenesini yere koyan çıngıraklı bir yılan çok uzaktan gelen bir atın ayak seslerini kolayca duyabilir. Yılanların bulunabildiği arâzilerden geçen bir insan, gürültülü ayak darbeleriyle yürüdüğünde hiçbir yılana rastlamaz. Bâzı yılanların göz ve burunları arasında ince zarlı iki çukur bulunur. Bunlar, sıcak kanlı hayvanların vücutlarından yayılan ısı dalgalarını (infrared) tespit ederler. Bunların sâyesinde avlarını karanlıkta bile bularak tâkip ederler.

Boa yılanlarının çoğunda dudaklarını çevreleyen pullarda ısı his organları vardır. Bunların sâyesinde karanlıkta gözle görünmeyecek şekilde gizlenen sıcak kanlı hayvanları bularak avlarlar. Bu tabiî infrared dedektörleri (kızılötesi ışınları seçebilen araç) yalnız boa, çıngıraklı ve çukur engerek yılanlarında bulunur. Türkiye’de kum boa yılanı ve birçok engerek çeşidi vardır.

Yılanlar seyrek yerler, yiyecek hazır olsa bile bu düzenlerini bozmazlar. Büyük bir piton yılanı senede 7-8 defâ yemek yerken, daha küçük yılanlar haftada veya on günde bir yerler. Yılanlar 290 gününü aç geçirebilirler. Zaman zaman dillerini suya değdirerek veya başlarını suya dokundurarak su da içerler. Aç oldukları zaman besin bulmak için uzun mesâfeler katetmekten çekinmezler. Bunun dışında zamanlarının çoğunu uyuşuk hâlde geçirirler. Sâdece vücutlarını gerekli ısı seviyesine getirmek için hareket ederler. Anakonda, boa ve piton gibi büyük yılanlar avlarını önce vücutlarıyla sarar ve sıkarlar. Nefes darlığından ölen hayvanları sonra yutarlar. Bu sıkıştırma esnâsında avın kemiklerinin kırıldığı az görülmüştür.

Yılan zehiri av etini eritmeye yarayan kuvvetli bir sindirim sıvısıdır. Zehirsiz yılanlarda bile zehirli olan kuvvetli bir sindirim sıvısı vardır. Ağızlarına parmak sokulduğunda veya dişlendiğinde tükürüklerinden dolayı yanma ve şişme yapar. Dişleri sökülen zehirli yılanlarda dişler tekrar sürer. Yılanların renkleri ve boyları çeşitlidir. Zehirli yılanların başları üçgen ve kuyrukları küt olduğu söylenirse de bunlar kesin belirtiler olamaz. Her yılan zehirli kabul edilerek sakınmak gerekir.

Yılanlar yumurtlayarak ürerler. Yumurtalardan ergine benzer yavrular çıkar. Bunlar hemen başlarının çevresine bakarlar. Boa, anakonda ve engereklerin çoğu yavrularını doğurur. Bunlar gerçek doğum değildir. Yumurtalar ana karnında gelişip açıldığından doğum gibi görülür. Buna “‘ovoviviparite” denir. Sarı engerek, yumurtlar. Pitonların bâzılarının dişisi, yumurtaların üzerine kıvrılarak kuluçkaya yatar. Yumurtalar 2-3 ay içinde açılır. En küçük yılanlar 5-10 cm uzunlukta olan kör yılanlardır. Karınca ve yumurta ile beslenirler. Toprağı kazarak hızla içine girerler. Çift süren çiftçiler ona rastlayınca, yılan değil, solucan zannederler. Türkiye’de de bol bulunurlar.

En büyük yılanlar arasında 5.4 metre uzunlukta olan kobra, 10 metre boyunda piton ve 11.2 metreye varabilen anakonda yılanıdır. Yılanlarda kaburgaların uçları serbesttir. Uçlarındaki kaslar, karın pullarına bağlıdır. Kaslar yardımıyla pulları dikleştirip yatırmak sûretiyle yol alırlar. Pullar, çengel gibi toprağı kavrayarak vücûdu ileri çekerler. Buna dayalı çeşitli sürünme stilleri vardır. Su yılanları vücutlarını “s” şeklinde dalgalandırarak yüzerler.

Yılanlar çok hızlı hareket eder gözükürler. Fakat bu yılanın meydana getirdiği görünüşte olan bir aldatmadır. Aslında diğer hayvanlarla karşılaştırılacak olursa yılanlar çok yavaş hareket ederler. Hızları saatte 3.2-6.4 km’dir. Hız bakımından rekor, Afrika mambasındadır. Bu da saatte 11.2 km hız yapabilmektedir.

Yılanların çoğu türleri 10-20 sene, daha büyük türler 30 sene civârında yaşarlar. En büyük düşmanları kedigiller, yırtıcı kuşlar ve mongo denen bir memelidir. Sâdece yılanla beslenen yılanlar da vardır. Kobra âilesinin üyeleri iyi yılan yiyiciler olup, “kral kobrası” çok nâdir başka bir şey yer. Vücut renkleri bulundukları ortama adapte olacak şekildedir. Çöl yılanı açık kum renginde, orman yılanları yeşil yaprak rengindedir. Gece aktif olan yılanlar, gündüzleri kaya altları, oyuklarda ve bu gibi yerlerde gizlenirler. Siyah bir yılan zıplayan bir kurbağayı kovalayabilir, fakat kurbağa zıplamayıp olduğu yerde kalınca onu göremez. Her ne kadar bu kurbağa bir insanın gözüne kolayca görülebilirse de yılan onun orada olduğunu ancak diğer bir his organıyla anlayabilir. Su yılanlarının çoğu sâdece soğuk kanlı hayvanlarla beslenen zehirsiz hayvanlardır. Görünüşleri engerek yılanlarına benzer. Bâzan uzmanlar bile su yılanlarını zehirli engerek yılanlarından çok zor ayırt ederler. Su yılanlarında zehir dişleri yoktur ve kuyrukları yavaş yavaş daralır. Engereklerin ise uzun zehir dişleri vardır ve kuyrukta daralma daha sert bir haldedir. Su yılanlarına sazlıklar arasında, su kenarlarında bol rastlanır. Türkiye’de de çoktur. Genellikle yeşilimtrak sarı renklidirler. Su kenarlarında güneşte yatmayı severler. Buralarda kurbağa ve fâre avlarlar. Tehlike ânında hızla suya dalarak kaybolurlar. Suyun altında ustalıkla balık avlayanları vardır. Dere ve nehirlerde yavaş hareket eden balıkları avladıklarından, ortada hep aktif ve sağlıklı balıklar kalır. Bu da balıkçılık için önemlidir.

Ok yılanı, yol ve çit kenarlarında, yıkık yerlerde barınır. Siyahımtrak bir rengi vardır. Kertenkele ve fâre avlayarak beslenir. Hızlı ve vahşîdir. Çöreklenerek avlarının üzerine atılarak gövdesiyle yıkar ve yutar. Boyu 1-1.5 metre kadardır. En zehirli yılanları yer ve zarar görmez. İnsan ve hayvanlardan da korkmaz. Çoğunlukla sıçrayarak atlar dudaklarından ısırır. Yakalandıklarında çoğunlukla ısırırlar. Bunun zehirsiz olduğunu bilmeyenler çok korkarlar. Isırığı hemen yıkamalıdır. Büyük bir tehlike olmamakla berâber ısırılan yerde yanma ve şişme olur.

YILAN AKBABASI

(Bkz. Sekreter Kuşu)

YILAN BOYUNLU KUŞ (Anhinga)

Alm. Schlangenhals-vogel, Fr. Anhinga d’Amerique, İng. Snake-bird. Familyası: Yılankuşugiller (Anhingidae). Yaşadığı yerler: Irmak, göl ve bataklık kenarlarında yaşar. Özellikleri: Karabatağa benzeyen, son derece uzun boyunlu bir kuş. İyi yüzücüdürler. Balıkları zıpkınlayarak avlar.Çeşitleri: Tropik Amerika, Güney Asya, Afrika ve Avustralya’da yaşayan dört türü vardır.

Nehir, göl ve bataklık kenarlarında yaşayan karabatağa benzer bir kuş. Uzun boynu “S” şeklinde kıvrılır. Siyah tüyleri mâden gibi parıldar. Su kenarlarındaki ağaçlarda yuva kurar. Uzunluğu 90 cm kadardır. Perdeli ayakları ile iyi yüzer. Avlanmak veya düşmanlarından kaçmak için suya girer. Suda yüzerken boynu dışarda kalır. Bir balık gördüğü zaman, boynunu engerek yılanı kadar hızla ileriye atarak avını sivri gagasıyla zıpkınlar. Bâzı bölgelerde “yılankuşu” veya “suhindisi” olarak da bilinir. Amerika, Afrika, Madagaskar ve Suriye’nin bâzı su kenarlarında rastlanır. Türkiye’de Hatay bölgesinde bulunur.

YILAN ISIRMASI

(Bkz. Akrep ve Yılan Sokması)

YILANYASTIĞI (Arum italicum)

Alm. Aronsstab (m); Aronswurz (f), Fr. Arum (m), İng. Arum. Familyası: Yılanyastığıgiller (Araceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı, Güney, Güneydoğu, Kuzey ve Orta Anadolu.

25-50 cm yüksekliğinde toprak altında patates gibi yumrusu bulunan otsu ve zehirli bir bitki. Yapraklar saplı ok şeklinde ve koyu yeşil renklidir. Çiçekler çomak şeklinde olan bir durum üzerinde sıralanmış olup tek eşeylidirler. Bu çomağın alt kısmında dişi çiçekler, üst kısmında ise erkek çiçekler ve bu ikisi arasında tüy şeklinde verimsiz çiçekler bulunur. Bu çomağın tepesi etli ve şişkince olup, külah şeklinde bir yaprak ile sarılıdır. Bu etli çomak bitki, böcekler aracılığıyla tozlaştığı için böcekleri çekici güzel renklerde olup, pis bir dışkı kokusundadır. Meyveler kırmızı ve turuncu renklerde ve bezelye büyüklüğünde olup, sonbaharda olgunlaşır.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin yumrusu saponin, nişasta, zamk, musilaj ve alkoloit taşır. Aynı zamanda hücrelerinde rafit şeklinde kristaller bulunduğundan cildi tahriş edicidir. Gerek yumrusu, gerek yaprakları hayvanlar ve insanlar için zehirlidir. Ancak kurumuş ve kaynamış yumrular bu zehirli özelliğini kaybettiğinden dolayı bâzı yöre halkı tarafından gıdâ olarak kullanılmaktadır. Ayrıca tâze yumru ve yapraklar çıbanları açıcı, yara iyi edici olarak ve basura karşı kullanılır. Adana bölgesinde bu bitkinin bir türü tırşık ismi altında sebze olarak kullanılmaktadır.

YILANBALIĞI (Anguila anguila)

Alm. Europäischer Aale, Fr. Anguille, İng. Common eel. Familyası: Yılanbalığıgiller (Anguillidae). Yaşadığı yerler: Nehirlerde yaşar. Üreme dönemlerinde yumurtlamak için denizlere geçerler. Özellikleri: Sırt ve anal yüzgeçleri uzun, yılana benzer silindirik vücutlu bir balık. Boyu 1.5 metre, ağırlığı 4 kg kadardır. Ömrü: 10-15 yıl kadar. Çeşitleri: Avrupa yılanbalığı (A. anguilla), Amerikan yılanbalığı (A. rostrata) en meşhur türleridir.

Uzun vücûdu yılana benzeyen bir balık. Sırt ve anal yüzgeçleri uzayarak kuyrukla birleşir. Yılanbalığı ismi, hakikî yılanbalıkları ile alâkası olmayıp yılana benzeyen balıklara da takılmaktadır. Bataklık yılanbalıkları (Synbranehidae), Elektrikli yılanbalıkları (Electrophoridae) böyledir. Günümüzde yaşayan gerçek yılanbalıklarının 23 familyası vardır. Yalnız bir familyası tatlı suda yaşarken, diğerleri denizlerde ve okyanus sularında yaşar. Bütün yılanbalıklarının vücut yapısı hemen hemen birbirlerine benzer. Alt karın yüzgeçleri bulunmaz. Birçok türlerin pulları yoktur. Olanlarında ise yatar vaziyette olduklarından yok gibi gözükür. Derileri sert ve kaygandır. Canlı olarak elle tutulursa kayıp kurtulabilir. Yılanbalıkları renk bakımından çeşitlidir. Derin denizlerin ve tatlı suların yılanbalıkları genellikle gri ve kahverengi renkli olup, tropikal denizlerin kıyı balıkları ise yeşilimsidir. Hayatları boyunca renk değiştiren türler de mevcuttur. Yılanbalıklarının bâzı çeşitleri ömürlerinin tamâmını denizde geçirirler. Bunlar tatlı su yılanbalıkları gibi uzun göçler yapmazlar.

Zemini oyarak yuva yaparlar. Oldukça sert yapılı kuyruklarını kazıcı bir organ olarak kullanırlar. Her türün omur sayısı kendine hastır. Balık, solucan, yumuşakça ve yengeç avlayarak beslenirler. Yırtıcı olanların çene ve dişleri güçlüdür. Uzunluğu 3 metre, ağırlığı 65 kg gelen deniz balıkları (Conger conger) vardır. Dişiler erkeklerden daha büyük olurlar. Gelişkin bir dişi 8 milyon kadar yumurta bırakabilir. Deniz yılanbalıkları özellikle sıcak denizlerde yaşarlar. Alt tropikal ve ılıman denizlere yayılmış olanlar da üreme devrelerinde sıcak denizlere dönerler.

Etleri zehiri olan deniz yılanbalıkları da vardır. Orta Amerika Atlantik sularında ve Akdeniz’de rastlanan “moray” zehirlidir. Uzunluğu 180 cm’yi bulan bu balık, genellikle kayalıklar arasında bulunur.

Bütün yılanbalığı türlerinin ortak yanı ince ve yaprak biçimli bir larva (yavru) dervesi geçirmeleridir. Bu larva dönemi türlere göre birkaç ay veya 2-3 yıl sürebilir. Bunun sonucunda, başkalaşım geçirerek ergin hâle gelirler. Tatlı su yılanbalıklarını içine alan Anguillidae familyasının bireyleri, üreme zamânı nehirlerden çıkarak denizlerin derinliklerine göç ederler.

En önemli iki türü Avrupa yılanbalığı (A. anguilla) ve Amerikan yılanbalığı (A. rostrata)dır. Amerikan yılanbalığı ortalama 3.1-3.6 kg ağırlığında, 90 cm uzunluğundadır. 1.2 metre uzunlukta olanlarına da rastlanır. Avrupa yılanbalığı 15 metre uzunluk ve 4 kg ağırlıktadır. Derileri kılcal damarlarca zengin olduğundan deri solunumları güçlüdür. Uzunca bir süre karada da yaşayabilirler. Gündüzleri bir delikte veya derinlerdeki balçıklarda saklanarak dinlenir, gece her türlü küçük su hayvanlarını ve balık yumurtalarını avlarlar. Geceleri nemli karalara çıkarak yeşil tahıl yemeyi de severler. Gök gürültüsü ve şiddetli yağmurlarda nehirlerin derinliklerine kaçarlar. Kışın derinlere inerek uyuşuk bir devre geçirirler. Yurdumuzun Karadeniz ve Akdeniz’e akan nehir ve göllerin bazılarında bol miktarda yılanbalığı vardır. Amerikan halkı etini yağlı bulduğundan pek yemezler.

Yılanbalıkları denizlerde yumurtlar, tatlı sularda olgunlaşırlar. Erginler üreme dönemlerinde yumurtlamak için, yaşadıkları tatlı sulardan denizlerin 7000 metre derinliklerine göç ederler. Avrupa ve Amerikan yılanbalıkları ünlü göçmenlerdir. Atlantik Okyanusu yakınlarındaki Sargasso Denizinde yumurtlarlar. Burada yumurtladıktan sonra ölürler.

Kısa bir zaman içinde yumurtalardan çıkan yavrular atalarının yaşadığı dere ve nehirlere varmak için dönüş yolculuğuna girişirler. Dönüş sırasında değişime uğrayarak nehirlerin içlerine girerler. Bâzen kıvrımlı nehirlerde yolu kısaltmak için tarlalardan geçerler. Tuzlu sularda doğan Amerikan yılanbalığının yavrularının tatlı sulara varmak için göçü, bir yıl kadar sürer. Avrupa yılanbalığı ise üç yılda anavatana ulaşır. Atalarının geldiği nehirleri bulmakta asla şaşırmazlar. Avrupa nehirlerinde bir Amerikan balığına, Amerikan nehirlerinde Avrupa balığına rastlamak vâki değildir. Tatlı sulara ulaşan yavrular gelişerek cinsel olgunluğa ulaşınca yumurtlamak için denizlere göç etmeye başlarlar. Dişi 12 yaşında, erkekler ise 4-8 yaşında cinsel olgunluğa erişirler. Çeşitli deniz ve okyanuslara göç ederken uzun mesâfeler kat ederler. Avrupa nehirlerinde yaşayanlar Atlas Okyanusuna, Nil ve diğer Afrika nehirlerinde yaşayanlar Akdeniz’e geçerler. Akdenizdekiler Cebelitarık Boğazını aşarak okyanustakilerle birleşirler. Beraberce yollarına devam ederek binlerce mil uzaklıktaki Batı Hint Adalarına, Bermuda’nın güneyine inerler. Bunlar denize ölmeye giderken yavruları da hayatlarının büyük bir bölümünü geçirmek için tatlı sulara akın ederler.

1900’lerin başlangıcında Danimarkalı biyolog Johannes Schmidt, gelişkin Avrupa ve Amerika tatlı su balıklarının yumurtlamak için Sargasso Denizine gittiklerini ve ayrı bölgelerde yumurtladıklarını tespit etti. Okyanus akıntıları, gelişmekte olan yavruları Kuzey Amerika ve Avrupa kıyı nehirlerinin ağızlarına sürükler. Kuzey Amerika yılan balıklarının yavrularının kıyılara varışı bir yılı bulurken Avrupa yılanbalıklarının yolculuk süresi ise üç seneyi bulur.

YILANCIK

Alm. (Wund-), Rose (f), Erysipel (n), Fr. Erysipèle (m), İng. Erysipelas. Deride, hemolitik streptokok denen mikroorganizmalarla husûle gelen, had ve bölgesel bir enfeksiyon. Tıptaki ismi “erizipel”dir. Deride, kesin olarak sınırlanmış bir ödem, kırmızılık, parlaklık, sıcaklık ve ağrı vardır. Mikropların giriş yeri deri ve mukozadaki çatlak ve sıyrıklardır.

Hastalık iyileştikten sonra bağışıklık bırakmaz. Bâzı şahıslarda yılancığa karşı bir yatkınlık vardır, sık sık hastalanırlar.

Kuluçka devri ortalama 3-4 gündür. Hastalık âniden titreme, yüksek ateş, halsizlik, baş ve vücut ağrıları ve hasta deride gerginlik hissi ile başlar. Hasta deri kısmı sıcaktır. Hastalanan deri kısmına yakın bölgedeki lenf düğümleri şişer ve ağrılıdır. Yılancık en fazla yüzde görülür, vücûdun diğer yerlerinde de meydana gelmesi mümkün olmakla berâber nâdirdir.

Ateş yüksek ve devamlıdır. Kusma ve ishal de olabilir. Ağır vak’alarda sinir sistemi belirtileri de bulunur. Zatürre, nefrit, endokardit, myokardit nâdir olmakla berâber görülebilirler.

Antibiyotikler bulunmadan önce öldürücü bir hastalık olan yılancık bugün önemini kaybetmiştir. Tedâvide en mühim ilâç penisilindir. Ayrıca hastalar yatak istirahatine tâbi tutulur. Sıvı gıdâlar, ateş düşürücü ve sâkinleştirici ilâçlar verilir.

YILANLI KALE

Adana-Antakya yolu üzerinde, Ceyhan Ovasına hâkim ortaçağda yapılmış bir kale. Ceyhan Nehri kıyısında Misis’in kuzeydoğusundadır. Halk arasında Yılanlı Kale, Şahmaran Kalesi olarak da bilinir. Yılanlı Kalenin kat’î yapılış târihi belli değildir. Roma İmparatorluğunun parçalanmasından önceki zamanlarda yapıldığı kabul edilir. Dört cepheli olan kalenin çevresi 700 metredir. Araları mazgallı olan sekiz burç ikişer katlıdır. Sarp kayalar üzerine yapılmış olan kalenin önemli bir sanat değeri vardır. Yol tarafında yukarı doğru açılan büyük bir kapısı olup, burası mazgallarla korunur. Kapıdan düz bir meydan olan kale iç sahasına girilir. Buradan gitmek istenilen yere düzgün merdivenlerle ulaşılır.

YILBAŞI

(Bkz. Noel)

YILDIRIM

(Bkz. Paratöner)

YILDIRIM AKBULUT

Türk siyâset adamı. Anavatan Partisinin Turgut Özal’dan sonraki genel başkanı ve Başbakan. 2 Eylül 1935’te Erzincan’da doğdu. 1955’te Erzincan Lisesini bitirdi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Fakültenin son sınıfındayken Çanakkale-Bayramiç’te evlendi. Askerlik hizmetini Nevşehir’de yedeksubay-öğretmen olarak tamamladıktan sonra 1964’te hukuk diploması aldı. 1967’de serbest avukatlığa başladı.

1968’de Adalet Partisi listesinden Erzincan belediye meclisi üyeliğine seçildi. 1972’de AP’nin Erzincan il başkanı oldu. 1977’ye kadar bu görevini sürdürdü. 12 Eylül Harekâtından sonra 1983’te siyâsal partilerin teşkilâtlanmasına izin verilince, ANAP Erzincan teşkilâtının kuruluşuna katıldı. 6 Kasım 1983 seçimlerinde bu partiden Erzincan milletvekili seçilip parlamentoya girdi ve TBMM başkanvekilliğine getirildi. Birinci Özal Hükümeti döneminde görevinden istifâ eden Ali Tanrıyar’ın yerine 26 Ekim 1984’te İçişleri Bakanı olarak tâyin edildi. 29 Kasım 1987 seçimlerinde tekrar milletvekili ve 24 Aralık 1987’de TBMM başkanlığına seçildi. 11 Eylül 1989’da TBMM başkanlığı seçimini ikinci defâ kazandı. 31 Ekim 1989’da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal tarafından 9 Kasım 1989’da başbakanlığa tâyin edildi. 17 Haziran 1991’de yapılan ANAP Genel Başkanlığı seçimini kaybedince başbakanlıktan istifâ etti. 20 Ekim 1991’de yapılan milletvekilliği erken seçimlerinde tekrar ANAP’tan Erzincan milletvekili oldu.

YILDIRIM BÂYEZÎD HAN

Osmanlı pâdişâhlarının dördüncüsü. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr, annesi Gülçiçek Hâtundur. 1360’ta doğdu. Küçük yaştan îtibâren zamânın en mümtaz âlimlerinden din ve fen ilimlerini tahsil etti. Değerli kumandanlardan sevk ve idâre dersleri aldı. 1381 yılında devlet idâresini öğrenmesi için Kütahya’ya vâli tâyin edildi. 1389’da yapılan BirinciKosova Savaşına katılarak büyük kahramanlık gösterdi. Savaş sonunda babası Sultan Murâd’ın şehâdeti üzerine tahta çıktı. Cesâret ve gözü pekliğiyle ün yaptığından kendisine “Yıldırım” lakabı verilmiştir.

Tahta geçtikten sonra ilk olarak Sırbistan işlerini düzene koydu. Bu sırada saltanat değişikliğinden faydalanmak isteyen Karamanoğulları ve diğer Anadolu beyliklerinin Osmanlılara âit yerleri tahribe başlamaları üzerine, Yıldırım Bâyezîd güçlü bir orduyla 1389 kışında harekete geçti. Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşe ve Hamid beylikleri topraklarını ülkesine kattı. Bundan sonra adına yaraşır bir hızla Karaman ülkesine girdi ve Konya’yı muhâsara etti. Karamanoğlu Çarşamba Suyu sınır olmak şartıyla anlaşmak zorunda kaldı. Denizciliğe de önem veren Yıldırım Bâyezîd Han, 1390 sonbaharında Sakız ve Eğriboz adalarıyle Ege Denizindeki Venedik kıyılarına seferler düzenledi.

Yıldırım Bâyezîd Anadolu’dayken Eflak Kralı Mirça, Osmanlı sınırını geçerek Karinâbâd’a kadar olan bölgede yağmalama hareketinde bulunmuştu. Sefer dönüşünde hemen Rumeli’ye geçen Pâdişâh, Edirne’de kuvvetlerini toparladı ve Niğbolu ile Silistre’den Eflak içlerine akıncılar gönderdi. Bu kuvvetler Mirça’yı yakalayarak Bursa’ya gönderdiler. Mirça, her sene Osmanlı hazînesine 3000 duka altın vermek ve Macarlar üzerine yapılacak seferlerde Osmanlı ordusuna yardım etmek kaydıyla serbest bırakıldı. Yıldırım Bâyezîd bundan sonra Macarlarla ittifak kurmaya çalışan Bizanslılar üzerine yürüdü ve 1391’de İstanbul’u muhâsara altına aldı. Yedi aylık bir kuşatmadan sonra şehirde bir Türk mahallesi kurulması, bir câmi yapılması ve yıllık verginin arttırılması şartlarıyla antlaşma imzâlandı.

Yıldırım Bâyezîd 1392’de yeniden Anadolu üzerine yürüdü. Bu harekât sırasında Candaroğullarının Kastamonu şûbesi, 1392 ilkbaharında ele geçti. Bu arada Bâyezîd’in oğullarından Şehzâde Çelebi Mehmed Amasya’yı; Süleymân Çelebi ise Tırnova, Silistre, Niğbolu ve Vidin’i zaptettiler.

1394’te Selânik ve Yenişehir’i (Mora) de alan Osmanlı orduları, Teselya ve Arnavutluk’a kadar ilerlediler. Bâyezîd Han, İstanbul’un birinci muhâsarasından sonra imparatorun şehirde bir Müslüman mahallesi tesisi, bir câmi inşâsı ve bir kâdı bulundurulması husûsundaki vâdini yerine getirmemesi üzerine, şehri ikinci defâ kuşattı. 1395 yılındaki bu kuşatma, yaz boyunca devâm etti. Bu sırada Yunanistan’dan Tırhala, Domasia ve Patros şehirleri alındı. İstanbul Muhâsarası Balkanlarda büyük bir Haçlı ordusu hazırlandığı haberi üzerine kaldırıldı. Macar kralının propagandası ve papanın tahrikleri netîcesinde bir Haçlı ordusu kuruldu. Mevcûdu 100.000’den fazla olan bu Haçlı ordusu, Tuna’yı geçerek Vidin, Orsova ve Rahova şehirlerini ele geçirerek Doğan Beyin müdâfaa ettiği Niğbolu’yu muhâsara etti. Ancak Edirne’den yola çıkarak sür’atle gelen Sultan Bâyezîd, Haçlı ordusunu Niğbolu Kalesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül 1396). Esir edilen ve fidye karşılığı serbest bırakıldıktan sonra Pâdişâh’a karşı bir daha savaşmamaya yemin eden Avrupalı asilzâdeler ve şövalyelere Yıldırım Bâyezîd Han şöyle diyordu:

“Ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum. Gidiniz, ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanma imkânı sağlamış olursunuz. Zîrâ ben, Allahü teâlânın dînini yaymak ve O’nun rızâsına kavuşmak için dünyâya gelmişim.”

Niğbolu Zaferinden sonra, Bâyezîd, İstanbul Boğazının en dar yerinde Anadolu tarafında “Güzelcehisarı” (Anadolu Hisarı) inşâ ettirdi. İstanbul 1397’de yeniden muhâsara edildi ve muhâsara sırasında Yunanistan ve Anadolu üzerine seferler yapıldı. Teselya ve Yenişehir’i aldıktan sonra hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan Orta Yunanistan’a giren Yıldırım Bâyezîd bölgedeki bâzı dükalıkları fethederek geri döndü. Turhan Beyi Mora içlerine akınlar yapmakla görevlendirdi. Bunun neticesinde Yunan Despotu Teodoros eskisi gibi Osmanlı hâkimiyetini tanımayı ve vergi vermeyi kabul etti.

Diğer taraftan Niğbolu Savaşı esnâsında Karamanoğulları Ankara’yı basıp, Sarı Timurtaş’ı esir almışlardı. Bu sebeple Bâyezîd Han, Yunan meselesini hallettikten sonra Karaman ülkesi üzerine sefere çıktı. 1397’de Akçay Ovasında yapılan savaşta Karaman kuvvetleri büyük bir bozguna uğradı. Konya ve Lârende (Karaman) Osmanlılar eline geçti.

Yıldırım Bâyezîd 1398 ilkbaharında Samsun üzerine yürüdü ve Müslüman Samsun’u aldı. Böylece Osmanlı sınırı Karadeniz havâlisinde Trabzon İmparatorluğu sınırına dayandı. 1398 sonlarında Kâdı Burhâneddîn, Akkoyunlu hükümdârı Karayülük Osman’a mağlup olmuştu. Bunun üzerine Bâyezîd şehzâdelerinden birini Sivas’a göndererek burayı zaptettirdi. Böylece Tokat, Kayseri, Niksar, Şarkikarahisar, Kırşehir ve Aksaray şehirleri Osmanlı ülkesine katıldı. Bâyezîd Dulkadiroğullarından Elbistan’ı aldıktan sonra Memlûklerin elindeki Malatya, Divriği ve Besni gibi şehirleri de sınırları içine kattı. Böylece Osmanlı sınırı Fırat kıyılarına kadar dayandı.

Bu arada Bizanslılar Hıristiyan devletlerden yardım istemişler ve Türklere baskı yapmaya başlamışlardı. Boğaziçi ve İzmit Körfezi kıyılarını vurmaları üzerine Bâyezîd 1400 baharında İstanbul’u dördüncü defâ kuşattı. Bu kuşatma diğer kuşatmalardan daha şiddetliydi. Ancak Doğu’da Tîmûr tehlikesi ortaya çıkınca kuşatmaya son verilmek zorunda kalındı (1402).

Bâyezîd’in hükümdârlıklarına son verdiği beyler Tîmûr’un yanına giderek Bâyezîd aleyhine propaganda yapmaktaydılar. Bu sırada Tîmûr Handan kaçan Karakoyunlu ve Celâyir beyleri de Yıldırım Bâyezîd’i Tîmûr’a karşı tahrik ediyorlardı. Bu tahrikler ve Tîmûr’un Osmanlılara âit Sivas’ı zaptetmesi, netîcede iki büyük Türk hâkânını Ankara’da karşı karşıya getirdi.Çubuk Ovasında yapılan ve çok şiddetli geçen muhârebe sonunda Osmanlı ordusu mağlûbiyete uğrarken, Yıldırım Bâyezîd de esir düştü (28 Temmuz 1402). Esâret zilletini çekemeyen Yıldırım Bâyezîd Han yedi ay kadar sonra kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefât etti (1403). Tîmûr Han ölüm haberini alınca; “Yazık oldu, büyük bir mücâhidi kaybettik.” demekten kendini alamadı.

Yıldırım Bâyezîd, çevik, atılgan, cesûr, zamânının hâdiselerini kavramış iyi bir kumandan ve iyi bir sultandı. Âni olaylar karşısında soğukkanlılığını muhâfaza ederek karârını verir ve ordusunu süratle istediği yere sevk ederdi. Bu yüzden düşmanları çok ihtiyatlı davranırlardı. Ömrünü cepheden cepheye koşmakla geçirmiş Türklüğün ve İslâmiyetin Rumeli’de yerleşmesini sağlamıştır.

Adâleti çok meşhurdu. Hergün belirli bir zamanda herkesin kendisini görebileceği bir yere gelir ve dört bir yandan gelen tebeasının şikâyet ve arzûlarını dinler, haksızlığa uğrayanların haklarını derhal iâde ederdi. Kâdıların hükümlerine kesinlikle karışmaz ve kimseyi de karıştırmazdı. Âlimlerin sohbetlerinde bulunur, onların Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini canla başla kabul ederdi. Evliyâya çok hürmette bulunurdu. Osmanlı topraklarının her tarafında ilim yuvaları kurdu. Memleketin her tarafında câmi, mescit, dârüşşifâ, medrese, imâret ve misâfirhâneler yaptırdı. Bunlardan en meşhuru Bursa’da yaptırdığı Ulu Câmidir. Ayrıca bütün bu imâretler için geniş vakıflar kurdu.

YILDIZ

Alm. Stern (m), Fr. Etoile (f) astre (m), İng. Star. Güneş gibi kendiliğinden ışık, ısı ve diğer elektromanyetik radyasyonları yayan ve uzayda galaksiler hâlinde gruplanmış çok sayıdaki büyük gök cisimlerinden biri. İçerisindeki termonükleer reaksiyonlardan meydana gelen çeşitli enerjiler ve sıcaklık saçan, kor hâlinde bir gaz kütlesidir. Yıldızlar ve galaksi olarak adlandırılan yıldız toplulukları uzayın apartman bloklarını meydana getirirler. (Bkz. Astronomi, Kozmoloji)

Açık ve aysız bir gecede şehir ışıklarının ulaşamadığı ıssız yerlerden semâya bakıldığında gökyüzünün sonsuz sayıda yıldızlarla kaplı olduğu görülür. Aslında bu sayı sanıldığından gâyet azdır. Bütün semâdaki yıldızların sayısı çıplak gözle bakıldığında 6000’i geçmez. Tek bir sefer bakıldığında ise kişi, bunun ancak yarısı kadarını görebilir. Çıplak gözle ve teleskopla görülebilen bütün bu yıldızlar, bir yıldız topluluğu olan Samanyolu Galaksisine bağlıdırlar. Uzayda daha nice galâksiler vardır. Bizim galâksimizde 200 milyar yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Bizden başka da takriben 100 milyar galâksi vardır.

Yıldızların görülebilen bir karakteristik özelliği, onları güneş sisteminin beş gezegeni olan Merkür, Venüs, Mars, Jupiter ve Satürn’den ayırır. Gezegenler durgun bir ışıkla gözükürlerken, yıldızlar devamlı parıldarlar. Parıldama yıldızların Dünyâya olan mesâfelerinin uzaklığı ve atmosferin yoğunluğunun ortaya getirdiği bir olaydır. Bunun anlamı da yıldızların dünyâya olan çok fazla uzaklıklarından dolayı büyük diskler hâlinde değil de çok küçük ışık kaynakları hâlinde görüldükleridir. Gezegenler dünyâya yakın olduklarından disk hâlinde gözükürler. Atmosferdeki yoğunluk değişiklikleri yıldız ve gezegenlerden gelen ışıkların kırılmasına ve yansımasına sebep olur, böylece parıltılı görüntüleri meydana getirmiş olurlar. Yıldızlar ışık kaynakları olduklarından parlıyor gözükürler. Gezegenlerse disk olduklarından üzerlerindeki noktaların parıltıları yok olur, duru bir ışığa sâhip olurlar. Ufukta gözüken gezegenlerse daha yoğun atmosferle kaplı olduklarından parlar gibi gözükürler.

Astronomlar, dünyâya çok uzak olan yıldızların uzaklıklarını anlamaya yarayan bir metod geliştirmişlerdir. Yıldızlara âit mesâfeler, bunları güneş sistemindeki en uzun mesâfelerle karşılaştırarak elde edilir. Işığın sâniyede 299.776 km yol aldığından faydalanarak en uzak gezegen olan Plüton’dan yansıyan ışığın Dünyâya beş saatte varabileceği hesaplanmıştır. Fakat uzay o kadar büyüktür ki, ışığın yıldızlardan gelme süresi gün ve ay’la değil ancak senelerle ölçülebilir. Işığın bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri’den bizim güneş sistemimize erişme süresi dört yıldan fazla bir zaman alır. Bir ışık ışınının Samanyolu Galaksisinin bir ucundan öbürüne erişmesi için 100.000 sene lâzımdır. Bu zamânı bir galaksiden diğerine olarak hesapladığımızda ise karşımıza milyonlarca ışık yılı gibi bir müddet çıkmaktadır. Meselâ galaksimize en yakın komşu galaksi olan Andromeda’nın bizden uzaklığı yaklaşık 2.000.000 ışık yılıdır.

Yıldızların renkleri sıcaklık derecelerine bağlı olarak değişir. Bâzıları devamlı aynı parlaklıkta kalırken bâzılarının parlaklıkları zaman zaman değişir. Tek, yalnız olan yıldızlar var olduğu gibi ikili-üçlü gruplar hâlinde olan yıldızlar da vardır.

Güneş, parlaklık bakımından orta halli bir yıldızdır. Diğer bâzı yıldızlar güneşten 100.000, 1.000.000 kat daha parlak oldukları halde Dünyâya Güneş kadar yakın olmadıklarından dolayı güneş kadar parlamazlar.

Samanyolundaki en parlak yıldızlar ise Güneş’imizden yaklaşık 5.000.000 defâ daha parlaktırlar. Ne var ki, bu derece parlak yıldızlar oldukça enderdir. Samanyolundaki yıldızların büyük bir çoğunluğu yıldızlar âilesinden “kızıl cüce” adı ile bilinen ve az parlak olan yıldızlardan meydana gelmiştir. Kızıl cücelerin en tanınmışlarından biri olan Barnard Yıldızı bizden 5.9 ışık yılı ötede olup Güneş’ten 2300 kez daha sönüktür. Yıldızlar bizden o kadar uzaktırlar ki, onların birbirlerine olan mesâfeleri bize hep aynı görünür.

Aslında yıldızların hareketleri birbirlerine ve güneş sisteminden alınan referans kıymetlere göre değerlendirilir.

Dünyânın birçok yerine yerleştirilmiş olan dev teleskoplarla yıldızların gökyüzü haritasındaki koordinatları hassas bir şekilde tâkip edilir. Belirli zamanlarda yıldızın pozisyonu her sene kontrol edilir ve yıldızın açısal yer değiştirmesi veya düzgün hareketi tespit edilir. Fakat bu genellikle gözle fark edilemeyecek kadar az, meselâ 2000 senede çapının bir buçuk katı kadar bir mesâfedir. Uzaktan bir girdabı andıran galaksimizde Güneş Sistemi ve yakınındaki Yıldızlar Galaksi Merkezi etrâfında sâniyede 250 km’lik bir hızla Kuğu Takımyıldızı yönünde savrulmaktadır. Güneşin galaksi merkezi etrâfındaki bir tam dolanma hareketi 200.000.000 yıl sürmektedir. Bu süreye “galaktik yıl” denir. Yıldızların bundan başka “parallax” denilen hareketleri vardır. Bu hareketleri ölçmek için de Parallax ölçümleri denilen özel bir ölçme sistemi kullanılır. Parallax; yıldızın Dünyâdan görülen yönüyle güneşten görülen arasındaki en büyük açısal mesâfesidir.

Herhangi bir yıldızın gökteki parlaklığı onun hakîkî parlaklığı değildir. Zîrâ bâzı yıldızlar Güneş sistemine yakın olduklarından dolayı parlak, bâzıları da çok uzaklarda oldukları için sönük gözükürler. Yıldızların parlaklıkları, şimdiki parlaklık listelerine orantılıdır. Parlaklık bakımından birinci parlaklıkta olan yıldız ikinci parlaklıkta olan yıldızın 2.5 katı; ikinci parlaklıkta olan yıldız, üçüncü parlaklıktakinin 2,5 katı parlaklıktadır. Parlaklık derecesi bu şekilde devam eder. Buna göre birinci sıradaki yıldız altıncı sıradaki yıldızdan 2,5x2,5x2,5x2,5x2,5= 100 kat daha parlaktır.

Yıldızların bâzılarının diğerlerinden değişik renklere sâhip oldukları çıplak gözle bile bakıldığında görülmektedir. Yıldızlar arasındaki bu renk farkı aralarındaki büyüklük farkından ileri gelir.

Görülebilen bir yıldızın kesin büyüklüğü yıldızın parlaklığından istifâde edilerek anlaşılır. Bu iş için fotoelektrik fotometre kullanılır. Teleskopun odağına tespit edilen bu âlet bir diyagram vâsıtasıyla yıldızın ışığının içeri girmesini ve gerekli ölçümlerin yapılmasını sağlar. Yıldızlara âit parlaklık farkları bilinen bir parlaklıktaki yıldızla mukâyese edilerek büyüklüğü hakkında hesap yolu ile neticeye gidilir.

Mutlak büyüklük: Herhangi bir yıldızın dünyâdan belirli standart bir uzaklıkta bulunduğu sıradaki parlaklığıdır. Bu standart mesâfe 32,6 ışık yılı olarak belirlenmiştir. Mesâfenin seçilen bu rakam olmasının sebebi gözüken parlaklıkla hakîkî parlaklığı eşdeğer yapmaktadır. Bir yıldızın parlaklığı ölçülür, gözüken parlaklığı da bilinirse bunun hakiki parlaklığını hesaplamak mümkün olur.

Yıldız tayfları: Yıldızlardan gelen ışıklar prizmalar vâsıtasıyla spektroskopta dalga boylarına ayrılarak sonuçta elde edilen tayftan yıldızın fizikî yapısı hakkında geniş bilgi elde edilebilir.

Görülebilen yıldızların büyük birçoğunluğundaki tayf değişiklikleri bunların atmosferlerindeki kimyâsal bileşimlerin farklılıklarının sonucu değil, atmosferlerindeki farklı fiziksel durumların ortaya koyduğu bir sonuçtur.

On dokuzuncu yüzyılda bâzı yıldızların mavi diğerlerinin kırmızı tayfları olduğu ortaya çıkınca, yıldızların tayflara göre sınıflandırılması gereği duyuldu. Tayf sınıfları alfabenin harfleriyle ifâde edildi. Başlıca sınıflar; O, B, A, F, G, K ve M sınıflarıdır.

O yıldızları; diğer sınıflar arasında en mavi olan yıldızlardır. Tayf parlak ve koyu çizgilerden teşekkül etmiştir. Yüzey sıcaklığı 35.000°C dir. Bu sınıftan bir örnek Eta Puppis yıldızıdır.

B yıldızları; mavimsi beyaz (BO) beyaz tayflıdır. (BO) yüzey sıcaklığı 25.000°C, (B9) 12.000°C’dir. Rigel B8 bu gruptan bir yıldızdır.

A yıldızları; beyaz yıldızlardır. Tayfları hidrojen çizgilerinden meydana gelir, yüzey sıcaklıkları 10.000°C civarındadır. Sirius Vega ve Altair yıldızları bu gruptandır.

F yıldızları; krem renklidirler. 7000°C civârında sıcaklıkları vardır. Procyon, Polaris yıldızları bu gruptandır. Polaris, kutup yıldızıdır.

G yıldızları; sarıdırlar. Tayflarında zayıf hidrojen ve bol miktarda metalik hatlar vardır. Yüzey sıcaklıkları 5000°C civârıdır. Capella ve Güneş bu gruptandırlar.

K yıldızları; portakal rengidirler. Güçlü metalik hatları, 4000°C civârı sıcaklıkları vardır. Arcturus, Aldebaran ve Pollux bu gruptandır.

M yıldızları; portakal rengi-kırmızı arasıdırlar. Yüzey sıcaklıkları 3200°C civârındadır. Mira Ceti, Betelgeux, Antares, Proxima Centauri bu gruptandır.

Hertzspung-Russel diyagramı: Bu diyagram Danimarkalı astronom Ejnar Hertzsprung ve Amerikalı astronom H.W.Russel tarafından bulunmuştur. Yıldızların parlaklıklarıyla tayflarının tiplerini karşılaştıran bu tablo vâsıtasıyla doğru sayılabilecek ortalama yıldız çapları ölçülür.

Yıldızlar tayflarına göre sıralandıkları gibi parlaklıklarına ve büyüklüklerine göre de ayrı ayrı sınıflandırılırlar. Büyüklüklerine göre sınıflandırıldıklarında iki ana grup yıldız ortaya çıkar. Bunlar dev ve cüce yıldızlardır. Aynı tayf sınıfında cüce ve dev yıldızları bir arada bulmak mümkündür.

En parlak dev yıldızların ağırlıkları güneşinkinin 50-75 katı, en sönük cüce yıldızların ağırlılarının ise güneşinkinin dörtte biri kadar olduğu tespit edilmiştir.

Yapılan basit hesaplamaların bir sonucu olarak dev yıldızların içlerindeki maddelerin bir birinin ürettiği enerjinin, sönük cüce yıldızların tamâmının ürettiği enerjinin 50.000 katı olduğu anlaşılmıştır.

Yukarıda anlatılan yıldızlardan başka değişik yıldız çeşitleri vardır. Bunlardan bâzıları beyaz cüceler (White dwarfs) nötron yıldızları, karadelikler (Pulsarlar) ve değişken yıldızlardır.

Hakikî parlaklıkları +11.5 olan beyaz cücelerin renkleri mavimsi beyazdır. Çapı dünyânınkinin 2,5 katı kadardır. Beyaz cüceler güneşin yakın çevresindeki 50 yıldızdan 20’sini meydana getiren yıldızlardır. Fakat hemen hemen görülemeyecek kadar sönüktürler.

Nötron yıldızlar, elektron ve protonları merkeze doğru sıkışarak yoğunlaşmış yıldızlardır. Pulsarlar da yoğun yıldızlar olup radyo dalgaları yayarlar. Karadelikleri ışık saçmayan çok yoğun yıldız kütlesidir. (Bkz. Karadelik)

Değişken yıldızlar: Bu yıldızlar zaman zaman parlayıp koyulaşan yıldızlardır. Şu anda 20.000 civârında çoğalan yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Değişken yıldızlar da kendi aralarında gruplara ayrılırlar. Bu ayrılıklar ışık değişiklikleri ve yıldızların fizikî tabiatlarından ileri gelmektedir.

Yıldızların enerjileri: Yıldızlar arasında birçok farklılıklar vardır, bunlar değişik özelliklerden kaynaklanırlar. Fakat yıldızların tamâmında temel enerji kaynağı aynıdır. Bu temel enerji kaynağı, hafif atomlardan, ağır atomlar meydana gelmesidir. Bu gibi termonükleer reaksiyonlarda ağırlık hemen hemen hiç azalmaz.

Güneş ve yıldızların enerjilerini nereden aldıkları ilim adamları için devamlı bir soru olmuştur. Enerjilerini maddelerin kimyevî yanmasından aldıkları öne sürülmüş, bu bir sonuç getirmeyince radyoaktif atomların bu enerjiyi meydana getirdiği öne sürülmüştür. Sonradan bunun da doğru olmadığı anlaşılmış ve 1920’lerde bu enerjiye, nükleer reaksiyonların meydana getirdiği maddenin değişmesinin sebep olduğu anlaşılmıştır.

Orta büyüklükte bir yıldız olan Güneşin yüzey sıcaklığı 6000°C olmakla beraber sıcaklık merkeze gittikçe artmakta ve merkezde 14-15.000.000 dereceyi bulmaktadır.

Güneşin içerisinde temel enerji üreten reaksiyonların var olduğu bir gerçektir. Bu reaksiyonlar hidrojen çekirdeği yâhut protonlar arasındaki çarpışmalardan meydana gelen Helyum çekirdeğidir.

Güneşte ve Güneşe yakın ağırlıkları olan yıldızlarda “Proton-proton birbirini etkileme” reaksiyonu vardır. Bu reaksiyondan başka ağır yıldızlarda aktif olan başka bir reaksiyon daha vardır. Sıcaklıkları 20.000.000 dereceyi bulan bu yıldızlarda “karbon devresi” adı verilen reaksiyon aktif haldedir. Bu devrede karbon atomunun geçen protonlarla hareket ettiği altı basamak vardır. İşlemin, yâni reaksiyonunun sonunda dört proton kullanılarak bir helyum çekirdeği meydana getirmiştir. Bunun ağırlığı “Proton birbirini etkileme” reaksiyonunda olduğu gibi, orijinal çekirdek ağırlığının 0.810’u kadar bir azalma gösterir. Bu azalan fark enerji olarak çevreye yayılır.

Karbon devresinin Güneşte de az miktarda olduğuna dâir çok kuvvetli olmayan deliller vardır.

Yıldızların ömrü: Aslında bir yıldızın yaşaması ve ölümü kütlesine bağlıdır. Ağır kütleli bir yıldız (yaklaşık 20 Güneş kütlesi) nükleer yakıtını hızlı kullanır ve hidrojenini çabucak tüketir. Hafif kütleli bir yıldız ise, başlangıçta çok az bir yakıta sâhip olmasına rağmen, bunu azar azar kullanır ve daha uzun bir süre yaşar. Bir yıldızın ömrü bizim kolayca değerlendiremeyeceğimiz kadar uzundur. Bu yüzden Güneşi bir kıyas unsuru olarak kullanabiliriz. Güneş yaklaşık olarak 10 milyar yıl yaşayacaktır. En ağır bir yıldız bu sürenin binde biri kadar bir sürede ömrünü sürdürecek çok hafif kütleli yıldızlar ise bu süreden 100 kat daha uzun bir süre yaşayacaklardır.

Ağır yıldızların ömrü şu safhalardan geçer: Milyarlarca yıl parlayarak merkezindeki hidrojeni tamâmen tüketen yıldız yoğun bir helyum koru ile kırmızı dev hâline gelmek için genişler. Sonunda bu genişleme yıldızın birkaç sâniye içinde tamâmı ile çökmesine ve çöken kordan yayılan bir enerji dalgası ile bir süpernova olarak patlamasına yol açar.

Süpernovanın çöken koru korkunç bir çekim kuvvetinin tesirinde gittikçe büzülerek sonunda düzenli radyo dalgaları gönderen bir nötron yıldızı hâline gelir. Buna aynı zamanda pulsar adı verilir. Bir nötron yıldızı yaklaşık 25 km çapındadır ve içindeki madde o kadar yoğundur ki nötron yıldızının toplu iğne başı büyüklüğündeki maddesi yaklaşık 1.000.000 ton ağırlığındadır. Nötron yıldızının çekimi yüzeyine inmeye çalışan bir astronotu parçalayacak ve atomlarına ayrıştıracak kadar güçlüdür.

Eğer çöken bir süpernovanın koru çok ağırsa (üç güneş kütlesinden daha ağır) yıldızın ömrü bir nötron yıldızı olarak son bulamaz. Kendi çekimi o kadar güçlüdür ki kor sonunda birkaç kilometre çapında akıl almaz bir yoğunluk ve çekim gücüne sâhip bir bölge hâline gelir. İçinden hiçbir şeyin, ışığın bile kaçamadığı bu bölgeye “karadelik” adı verilir.

Hafif yıldızlar ise kırmızı dev safhasından sonra dış gazlarını git gide kaybetmeye başlar. Zamanla etrâfında fazla yoğun olmayan bir gaz halkası yer alan basit bir gezegen gibi gözükür. Bu safhaya “gezegenimsi nebülöz sahfası” denir.

Yıldızın dış bölgeleri tamâmen yok olduktan sonra ancak çok sıcak küçük koru görebiliriz. Bu yalnızca güneş çapının yüzde biridir. Yâni dünyâ çok fazla büyük değildir ve yüksek sıcaklıktan dolayı yıldız beyaz bir renk almıştır. Bu yüzden bu cisimlere “beyaz cüce” adı verilmiştir. Beyaz cüceler çok küçük olduklarından gökyüzünde oldukça sönük gözükürler. Bu bir anlamda hafif yıldızın ömrünün sonu, yâni ölümü demektir.