YERMÜK SAVAŞI

Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusunun Yermük’te Bizanslılarla yaptığı muhârebe. Hazret-i Ebû Bekr, Hâlid bin Velîd’i Irak’ın fethiyle görevlendirdikten sonra, Şam ve civârı için de ayrı bir ordu hazırlığına başladı. Hicretin 12. yılının sonlarına doğru Amr bin Âs, Yezid bin Ebî Süfyan, Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Şurabbil bin Hasene gibi dört büyük komutan seçti. Bu komutanların her biri savaş alanına istedikleri yoldan gidecekti.

Bizans İmparatoru Heraklius, İslâm ordusunun Şam’a yürüdüğünü haber alınca Humus’a gelerek savaş hazırlığına başladı. İslâm ordularını dört komutanın idâre edeceğini öğrenince onlarla ayrı ayrı savaşacağını düşünerek memnun oldu. Çünkü her birliğin karşısına birkaç kat fazla askerle çıkacak kadar sayı üstünlüğüne sâhipti. Bizanslıların niyetini öğrenen İslâm komutanları aralarında mektupla istişâre ettiler. Amr bin Âs “Ayrılıktan zaaf, birlikten kuvvet doğar.” prensibinden hareketle tek cephede savaşmalarının uygun olacağını belirtti. Onun bu görüşünü diğer komutanlar da benimsediler ve durumu hazret-i Ebû Bekr’e bildirdiler. Hazret-i Ebû Bekr, görüşün muvafık olduğunu belirtip savaş yeri olarak Yermük’ü seçmelerini istedi.

Müslümanların Yermük’te toplandığını duyan Heraklius da komutanlarına haber göndererek orada toplanmalarını emretti. Hıristiyan ordusu 240.000 kişiden mürekkepti. Bu sırada hazret-i Ebû Bekr Irak’ta kesin zafer kazanan Hâlid bin Velîd hazretlerine de Yermük’teki orduya katılmasını emretti. Hâlid bin Velîd’in emrindeki kuvvetlerle Yermük’te orduya katılmasından sonra İslâm askerinin sayısı 46.000’e ulaştı.

Hâlid bin Velîd savaş alanına girdiğinde, İslâm ordusunun dört ayrı komutanın idâresinde yan yana, fakat ayrı ayrı cephede savaşa hazırlandığını gördü. Bizans ordusunun tam bir savaş düzeni içinde ve İslâm askerlerinin parçalarını birbirinden ayırmak ve öldürücü darbeyi vurmak üzere ustaca dizildiğini anladı. Öteki dört komutanla bir araya geldiklerinde onlara şöyle dedi:

“Bu savaş bir ölüm kalım meselesidir. Böyle bir günde övünme, büyüklük taslama kimseye yakışmaz. Allah rızâsı için savaşıyoruz. Savaşta ihlâstan ayrılmayalım. Bu savaş geleceği tâyin edecek, başarılı olursak, yarın da zafer bizimdir. Yenilirsek bir daha kendimize gelemeyiz. Yanlış bir savaş düzeni kurmuşsunuz. Hazret-i Ebû Bekr böyle yaptığınızı bilse mâni olur. Her komutan kendi birliğini değil, bütün İslâm ordusunu idâre etsin ve bu sıra ile olsun. Bugün biriniz, yarın diğeriniz orduya komuta etsin. İlk günü bana bırakın.” dedi.

Hâlid bin Velîd’in askerî dehâsını bilen komutanlar onun sözlerini severek kabul ettiler.

Hâlid bin Velîd, orduyu görülmemiş bir savaş düzenine soktu. Birlikleri her biri biner kişiden mürekkep 38 kerdûsa (bölük) ayırdı. Merkezde on sekiz kerdûs, sağda ve solda onar kerdûs bıraktı. Merkezi Ebû Ubeyde, sağ kanadı Amr bin Âs ve Şurahbil, sol kanadı da Yezid bin Ebî Süfyan komutasına verdi. Ebû Süfyan bin Harb yaptığı konuşmalarla askerin moralini yükseltiyordu. Savaş başlayacağı sırada bir asker Hâlid bin Velîd’e yaklaşarak; “Şu düşman askerine bak, ne kadar çok.” dedi. Hâlid bin Velîd ona; “Savaşı çok olan değil, bilen kazanır. Allahü teâlânın yardımı bize yeter.” diye cevap verdi.

Yermük Harbi, târihte eşine ender rastlanan çarpışmalara ve kahramanlıklara sahne oldu. Hâlid bin Velîd, birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti. Öyle ki, bir ara kendisini Bizans süvarileriyle piyâdelerin arasında buldu. Bu âni taarruz karşısında düşman şaşkına döndü. Bizans atları, ürküp savaş alanının dışında dar bir geçide doğru kaçmaya başladılar. Fırsatı değerlendiren İslâm birlikleri Bizans piyâdelerinin üzerine toplu olarak hücuma geçtiler. Bu hücum onlara ölüm darbesi oldu. Vakusa Vâdisine doğru gerilemeye başlayan Bizans askerleri birbirlerini çiğneyerek derin hendeklere döküldüler. Kaynakların ifâdelerine göre hendeklerde 120.000 Bizanslı öldü. Ayrıca savaş sırasında ölenler de az değildi. Savaş gece geç saatlere kadar sürdü. Bizans karargahı Müslümanların eline geçti.

İslâm askerlerinden şehit olanların sayısı ise 3000 civarındaydı. Yaralıların sayısı ise oldukça fazlaydı. Bu savaşta İslâm kadınları da geri hizmetlerde cansiperâne çalıştılar. Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan imparator Heraklius, ikâmet ettiği Humus’tan uzaklaşırken; “Elvedâ sana Suriye, ebediyen elvedâ!” diyordu. Gerçekten de bu savaşla birlikte Irak, Şam ve Suriye tamâmiyle Müslümanların eline geçmiş oldu.

Ömrü cihâd etmekle geçen Hâlid bin Velîd hazretleri ömrünün son günlerinde şehit olamamanın üzüntüsü içinde eski günleri yâd ederken bir ara yanındakilere; “Ahhh! Yermük günü... İnsan kanlarının vâdide sel gibi aktığı Yermük! Şiddetli bir yağışın olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhâcirlerden kurulu akıncı birliğinde baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah! Yermük Harbi... 3000 yiğitle, 100.000 kâfire karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdu. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muhârebedir. Bundan sonra daha nice savaşlar birbirini tâkip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin. Şimdi kendimi at kişnemeleri arasında Allah Allah nidâlarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisinde hissediyorum. Vallâhi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim!” demiştir.

Yermük zaferinden sonra İslâm ordusu, çeşitli bölgelere ayrıldılar. Amr bin Âs komutasında bir kısım birlikler Filistin tarafının fethine yöneldiler. Bu sırada Heraklius’un ana bir kardeşi Artabun isimli zâlim birisi burada vâliydi. Topladığı ordu yüz binleri aşıyordu. Amr bin Âs çeşitli taktikler uyguladıysa da netice alamadı. Sonunda Ecnadin’de iki ordu karşılaştı. Amr bin Âs kendinden sayıca üstün bu Bizans kuvvetlerini büyük bir hezîmete uğrattı. Neticede Filistin ve civârı kolayca fethedildi. Bâzı kaynaklarda Ecnadin zaferinin Yermük’ten önce olduğu da zikr edilmektedir.

YERSOMUNU

(Bkz. Siklamen)

YESEVİYYE

Ahmed Yesevî’nin ve talebelerinin tasavvufta tâkip ettikleri yol, tarîkat. Ahmed Yesevî hazretlerinin Yesî beldesinden olmasına nispetle onun yoluna Yeseviyye adı verilmiştir.

Yeseviyye yolunun kurucusu olan Ahmed Yesevî hazretleri Pir-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultân, Hâce Ahmed ve Kul Hâce Ahmed gibi lakablarla meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. Yesî’de doğmuş, 1194 (H.590) senesinde Yesî’de vefât etmiştir. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.

Ahmed Yesevî hazretleri ilk zamanlar Arslan Baba’nın derslerinde ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Arslan Baba’nın vefâtından sonra Buhârâ’ya giderek Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî’ye talebe oldu. Ondan icâzet ve hilâfet aldı. Onun vefâtından sonra bir müddet Buhârâ’da kalıp talebe yetiştirdi. Daha sonra Yesî’ye döndü ve talebe yetiştirmeye devam etti. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm’e yayıldı. Tasavvuftaki yoluna Yeseviyye adı verildi. Yeseviyye yolu önce Seyhûn çevresinde, Taşkent ve civârında tutundu. Daha sonra Harezm dolaylarında yayıldı ve Mâverâünnehr’de kuvvetlendi. Ahmed Yesevî hazretlerinin sohbetlerinde yetişen herbiri birer evliyâ olan Yesevî dervişleri bu yolu Horasan, Âzerbaycan, Hicaz ve Anadolu taraflarına yaydılar.

Bunlar gittikleri yerlerde güzel ahlâk ve hoş sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette saâdetlerine, kurtuluşlarına vesile oldular.

Yeseviyye yolunun tarikat silsilesi hazret-i Ebû Bekr vâsıtasıyla Sevgili Peygamberimize ulaşmaktadır. Bu silsile şöyledir: Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekir radıyallahü anh, Selmân-ı Fârisî radıyallahü anh, Kâsım bin Muhammed, Câfer-i Sâdık, Bâyezid-i Bistâmî, Ebü’l-Hasan Harkânî, Ebû Ali Fârmedî, Yûsuf-i Hemedânî, Ahmed Yesevî (rahmetullahi aleyhim).

Yeseviyye yolu Ahmed Yesevî hazretlerinden sonra da devam etti. Yeseviyye yolundan, başka tarîkatler ortaya çıktı. Hacı Bektaş-ı Velî’nin yolu olan hakîkî Bektâşîlik Yeseviyye’nin kollarındandır.

Yeseviyye yolunda bulunan kimselerin dikkat etmesi gereken edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği hocasının, talebelerin hepsinden faziletli olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. 2) Talebe gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itaatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği, bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağır başlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli hocasının rızâsızlığına sebep olabilir. Onun rızâsızlığı ise silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyle Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun bu hal hüsrâna sebep olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan bağlılık ve teslimiyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak bir işâretiyle bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hal ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini sözlerini ve nasihatlerini dikkatle tâkip etmeli, uymakta gevşeklik yapmamalıdır. 10) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta olan hocası için her fedâkârlığa hâzır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.

Yeseviyye yolunda umûmî olarak uyulması gereken hususlar ise şunlardır: Bu yolda şeyh olan kimse, din ve tasavvuf ilimlerini iyi bilmeli, yumuşak huylu ve sabırlı olmalı, ihlâslı olmalı, Allahü teâlânın rızâsını kazanma ve O’na yaklaşma gayreti içinde olmalıdır. Bu yolda bulunan kimseler cömert ve tam doğru olmalı, tam bir tevekkül ve derinliğine tefekkür içinde olmalıdır. Gece gündüz Allahü teâlâya ve rızâsına kavuşma şevki içinde olmalıdır. Allahü teâlâdan çok korkmalı, fakat ümidini kesmemelidir. Devamlı zikir etmelidir.

Devamlı abdestli bulunmalı, seherlerde uyanık olmalı ve namazları cemâatle kılmaya dikkat etmelidir. İbâdet ederken Hakk’ın huzûrunda olduğunu düşünmeli, devamlı olarak Allahü teâlâyı zikr etmeli ve sâlih kimselerle berâber bulunmalıdır.

Yeseviyye yolunda bulunan kimse şu hususlara da dikkat etmelidir: Arzû ve istekle misâfir beklemeli, misâfir ne kadar çok olursa ganîmet bilmeli, misâfirin fazla kalmasını temin etmeli, her arzusunu yerine getirmelidir. Bağlı bulunduğu hocasına ve Ahmed Yesevî hazretlerine duâ etmelidir. Bu yolda bulunan kimse, tevâzû sâhibi olup kendini herkesten aşağı görmeli âlimlerin ve velîlerin huzûrunda iki dizi üstüne çöküp tevâzû ve edeple oturmalı, onların meclisinde izinsiz konuşmamalıdır.

Yeseviyye yolunda esas olan zikri hafî (gizli zikir)dir ve zikr-i erre adıyla meşhurdur. Zikr edenin hançeresinden bıçkı sesine benzer bir ses çıktığı için bu isim verilmiştir.

Tarîkatler başlıca iki kısımdır. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr’den gelmiş olup mürşidlerinin (kurucu hocalarının) adına göre Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, hakîkî olan Bektâşiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i müceddidiyye ve Hâlidiyye gibi isimler almışlardır. İkincisi ise hazret-i Ali’den oniki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunlardan sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Mârûf-ı Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhur velîlerin ismi verilerek kollara ayrılmıştır. Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa’diyye, Rıfâiyye, Ebû Ali Rodbârî yolundan Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye ve Bedeviyye yolları meydana gelmiştir.

YEŞİL CÂMİ (Bursa)

Osmanlı pâdişâhı Sultan Çelebi Mehmed’in Bursa’da inşâ ettirdiği, yeşil renkteki çinileriyle meşhur câmi.

Sultan Çelebi Mehmed, Fetret Devrine son vererek devlette birliği temin etti. Sonra memleketin ve özellikle başşehir olan Bursa’nın imârına başladı. Bu maksatla Bursa’da 1415 senesinde bir câmi inşa ettirmeye karar verdi. Yapılacak câmiye Hacıİvaz ibni Ahi Bâyezîd mîmar olarak tâyin edildi. Ancak câminin inşâsı bitmeden Sultan Çelebi Mehmed (1413-1421) vefât etti. İnşaatı oğlu İkinci Murâd Han (1421-1451) tamamlattı.

Kesme taştan inşâ edilen ve zâviyeli câmiler sınıfına giren bu câmi, alt ve üst katlarında birçok odaya sâhiptir. Zâviyeli câmilerin en önemli özelliği olan yan mekanlarının; kâdı mahkemeleri, devlet dâireleri veya medrese olarak kullanıldığı bilinmektedir. 1552’den sonra, bâzı önemli tâmirler geçiren Yeşil Câmi, en önemli tâmirini 1855 zelzelesinden sonra 1862 senesinde görmüştür.

Câminin süslemeleri Nakkaş Ali bin İlyas Ali’nin emrinde çalışan Mehmed Mecnun ve Tebrizli bir usta tarafından yapılmıştır. Erken Osmanlı devri süslemesinin en zengin örneği bu câmide görülmektedir. Câmi, ismini aldığı yeşil çinilerle ve her yeri çeşitli desenlerle bezenmiştir. Bu özelliğiyle erken Osmanlı mîmârîsinin en zengin örneğidir. Câminin tamâmında, motiflerindeki kompozisyon birliği bütün süslemenin aynı atölyenin eseri olduğuna bir işârettir. Süslemedeki diğer bir özellik, çok kaliteli aynı desenlerin çini, taş, alçı, ahşap ve kalem işlerinde tekrar edilmesidir.

Daha sonra inşâ ettirilen Selâtin Câmilerine göre küçük ölçülerde yaptırılan bu eser, zaman içinde gördüğü tâmirlerle büyük değişikliklere uğramıştır. Zamanla dökülen ve çalınan çinilerin yerine yenileri konulamamıştır.

YEŞİL CÂMİ (İznik)

Osmanlı devrinde yapılan ilk câmilerden. Adını minâresinde bulunan yeşil renkli çinilerden almaktadır. Çandarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa tarafından 1378 yılında inşaası başlatıldı. Onun aynı yılda ölümü üzerine oğlu Ali Paşa 1392’de tamamladı. Mîmarlığını Hacı Mûsâ adlı bir Türk mîmârı yaptı. Eser, mekânı tek kubbe altında toplama esâsına dayanan Osmanlı câmi mîmârisinin ilk uygulamalarındandır.

Oldukça derin ve yanlara doğru da ikişer kemerle açılan üç gözlü son cemâat yeri, yüksek sekizgen kasnak üzerine tutulmuş dilimli bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbenin iki yanında aynalı tonozlar vardır.

Câminin son cemâat mahallinden büyük kubbeyle örtülü kısmına geçilen giriş bölümü, son cemâat yerinin bir tekrarı gibi yanlarda aynalı tonoz, ortada iri dilimlerle yivlenmiş sağır fenerli bir kubbe ile örtülüdür. Giriş kapısı ile büyük kubbe arasında kalan bu ara bölüm sebebiyle câmi, Osmanlı mîmârisinde tek kubbeli câmi stilinden büyük ve merkezî kubbeli Selâtin câmilerine giden inkişâfın ilk basamağı sayılır.

Aşağı yukarı yarım küre olan ana kubbeye geçiş, prizmatik üçgenlerle sağlanır. 11 metre çapındaki kubbe bir kasnak üzerine oturmaktadır. Câminin duvarları içten ve dıştan mermer levhalarla kaplıdır.

Câminin son cemâat yerinde bulunan mermer şebekeler orijinal olmayıp, inşâ edilmiştir. Selçuklu mîmârisi etkisinin çok görüldüğü binâda, giriş kapısını çevreleyen mukarnaslar, bu tesirlerin eseridir. Mîmârisinde yer alan çinilerde yeşilin yanında sarı, firuze ve mor renkler de kullanılmıştır.

Mihrap mermer olup sâde bir işlemeye sâhiptir. Köşe sütûnlu mukarnas nişli, geometrik geçmeli rumî ve palmelerle süslüdür. Câmide kullanılan bütün sütunlar ve başlıklar orijinaldir.

YEŞİL KERTENKELE (Lacerta viridis)

Alm. Smaragdeideechse, Fr. Lézardvert, İng. Green Lizard. Familyası: Özkertenkelegiller (Lacertidae). Yaşadığı yerler: Doğu Akdeniz memleketlerinde. Özellikleri: Uzunluğu 30-50 cm kadardır. Yeşil renginden dolayı, otlar ve yapraklar arasında kolay fark edilmez. Çeşitleri: Tek türdür.

Özkertenkelegiller familyasının yeşil renkli bir türü. Çoğunlukla tarlalarda, çayırlıklarda, orman kıyısındaki çalılıklarda rastlanır. Yeşil rengi, bitkiler arasında rahatça gizlenme imkânı sağlar. Bitkiler arasında bulunan bir yeşil kertenkelenin varlığı, ancak otların ve yaprakların kıpırdamasından anlaşılabilir. Memleketimizin kuzey kesimlerindekiler 30, güneydekiler 50 cm uzunluğa ulaşır. Boyunun üçte ikisini kuyruğu teşkil eder. Çok uzun kuyruğundan dolayı ince yapılı görülürse de, aslında tıknaz vücutludur. İri olmalarına rağmen bu türün bireyleri hızlılıklarıyla ünlüdürler. Gelişkin bacaklarında beşer parmak bulunur. Kuyrukları tutulunca, hemen kopar. Bir süre sonra yenisi sürer.

Yeşil kertenkele, diğer türler gibi etçildir. Solucan, böcek, böcek kurtçukları, akrep, çokbacaklılar ve başka küçük yaratıklarla beslenir. Dilleri çatallıdır. Böcekleri yakalamak için, yapışkan tükrükle bulanmış dillerini hızla ileriye fırlatıp geri çekerler. Ağızlarındaki sivri küçük dişler de avlarını yakalamada etkilidir. Halk arasında yaygın olan, yılanlara zehir verme olayının aslı yoktur. Ağızlarında zehir bezleri ve zehir dişleri bulunmaz. Bâzen yılan tarafından avlanarak, baş kısmından yutulan yeşil kertenkeleler görüldüğünden, bu yanlış düşünce yayılmıştır.

Yumurtlayarak çoğalırlar. Türün her iki cinsiyeti de yeşil renklidir. Ayrıca erkeklerin boğazında belirgin mavi veya sarımtrak bir leke mevcuttur. Dişilerde de beyaz ve kestâne rengi noktacıklardan oluşan iki çizgi uzanır. Koklama sinirleri, dilin ve damağın üzerinde bulunur. Dillerini sık sık dışarı çıkartarak ağızlarına aldıkları havayla koku alırlar.

YEŞİL TÜRBE

Bursa’da Sultan Çelebi Mehmed’in kabrinin bulunduğu meşhur türbe. Sekizgen plânlı ve kubbeli bir yapı olan türbede, Çelebi Sultan Mehmed’den başka kızı Selçuk Hâtun, kardeşleri Hafsa Hâtun, Ayşe Hâtun, Mahmûd, Yûsuf, Mustafa, ebesi Daya Hatun’un sandukaları mevcuttur. Türbenin bahçesinde ise; Hoca Sâdeddîn Efendinin babası Hasan Can ile Aziz Ahmed Paşa medfundur.

Türbeye dışarıya taşan portaldeki kapıdan girilir. Girişin iki yanında çiçekli çinilerin süslediği iki mihrap vardır. Ceviz ağacından ve hendesi tezyinatla süslü kapıyı Tebrizli Ali bin Hacı Ahmed isimli bir usta yapmıştır.

Yeşil Türbenin iç duvarları, yerden üç metreye kadar yükselen, altıgen yeşil çinilerle süslenmiştir. Zamanla yerinden düşen bu çinilerin yerine 19. asırda firûze renkli çiniler konulmuştur. Türbenin dış cephesi de firûze renkli çinilerle süslüdür. Pencerelerin çerçevelerinde kıvrık dal ve çiçek motifleri bulunur. Pencere alınlıklarında ise firûze renkli dallarla süslü, kenarları mâvi konturlu celî sülüs yazılar bulunan kitâbeler mevcuttur.

Türbeye girince iki basamaklı sekizgen bir setin üzerinde, Sultan Çelebi Mehmed’in sandukası bulunur. Kitâbesi altın yaldızla yazılmış olan sanduka yeşil çinilerle bezenmiştir.

Yine türbenin içinde bulunan mihrab bir sanat şaheseridir. Kenarları küçük sütuncuklarla süslü olup, mihrap bir mukarnasla tamamlanmaktadır. Mihrap beşli bir süs kemeriyle çerçevelenir. Bunun da üzerinde kûfî hatla yazılmış bir kitâbe bulunur. Mihrap üç çerçeve ile çevrilidir ve burada mâvi renkli kabartma nesih hatla bir âyet-i kerîme bulunmaktadır. Mihrap çinilerini Yeşil Caminin çini ustası Mehmed Mecnun yapmıştır.

Çini, türbenin tek süsleme unsuru olup, binânın her tarafını kaplamaktadır. 1855’te yıkılan kubbenin kalem işleriyle kaplı olması muhtemeldir. Vitrayların (Birbirine bağlı kurşun bölmelerden meydana gelen renkli camlı bölmeler) da tâmir gördüğü, ancak asıllarına uygun oldukları sanılmaktadır.

YEŞİLAY

Alm. Grüner Halbmond (m), Fr. Croissant Vert (m), İng. The Green Crescent. Alkol ve uyuşturucu maddelerle mücâdele eden teşkilât.

Birinci Dünyâ Harbinden sonra yurdumuzu işgal eden düşmanlar Türk varlığını içten çökertmek için çârelere başvurdular. Gemilerle getirdikleri alkolü fazla içkileri bilhassa gençlere ulaşacak şekilde dağıttılar. Ülkemizde kısa bir zaman sonra içki ve uyuşturucu madde alışkanlığı bir salgın hâlini aldı. Bilhassa yurt müdâfaasında faal unsuru olan gençlerimize ulaştırıyorlardı. Bunun üzerine 1919 yılında Şeyhülislâm İbrâhim Efendi, Doktor Mazhar Osman ve arkadaşları önceleri gizli olarak “Alkol ve Uyuşturucu Maddelerle Mücâdele” teşkilâtını kurdular. Daha sonra bu kurucular, merkezi İstanbul olmak üzere 5 Mart 1920’de “Hilâl-i Ahdar” (Yeşilay) adıyla cemiyeti resmen kurdular. Cemiyetin adı bir süre sonra Yeşil Hilâl, son bir değişiklikle de “Yeşilay” oldu. 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla “Kamu yararına” diğer deyimiyle “Amme menfaatine Hâdim” dernek arasına katıldı. 1946’da Millî Eğitim Bakanlığı okullara bir genelge göndererek toplumla ilgili çalışmalar arasında Yeşilay Kolunun bulunmasını mecbur etti.

Yeşilay Cemiyeti; ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde içki, uyuşturucu madde ve sigara tüketimini, devlet organlarıyla da işbirliği yaparak asgarîye indirmeye çalışır. Bu gâyeyi gerçekleştirebilmek için, konferanslar, radyo-televizyon konuşmaları, geziler, sergiler, kurs ve seminerler tertipler. Kitap, dergi ve makâleler neşreder. Kültür ve sanat çalışmaları yapar. Alkol ve uyuşturucu düşkünlerinin tedâvisinde yardımcı olur. Okul ve kurumlarda yapılacak çalışmaların doküman, video, kaset, afiş ve pankart ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Alkollü içki ve uyuşturucu maddelerin zararlarına karşı mücâdele yolunda gerekli tedbir ve kararların alınmasını temin için hükümet ve yetkili merciler nezdinde teşebbüslerde bulunur. Kendi konularında bölgesel çalışmalar yapmak üzere şûbeler açar. Bu çalışmalarında bilhassa ülkemizin geleceği olan gençlerimizin uyarılması, korunması konusunu ön plânda tutar.

Yeşilay Cemiyetinin çalışmaları neticesinde, 1920-1924 yıllarında alkollü içki kullanmaya karşı Men-i Müskirât Kânunu çıkarıldı. Cumhûriyetin ilk yıllarında ve sonraki dönemlerde beyaz (uyuşturucu) îmâlât ve kulanımına karşı ciddî tedbirler alındı. 1982 Anayasası’na içki ve uyuşturucu kullanımına karşı alınacak tedbirlerle ilgili 58. madde konuldu. Birayı alkollü içki sayan 3023 sayılı kânun kabul edildi. Uyuşturucu karışımı ilâçlar konusunda yeşil ve kırmızı reçete uygulaması getirildi. Trafikte alkollü araç kullanımını önleyici tedbirler artırıldı. Sağlık dersleri proğramına Yeşilay konuları konuldu ve okullarda Yeşilay kolları kurulması mecburi hâle getirildi.

Yeşilay Cemiyeti; kapalı yerlerde, nakil araçlarında sigara içimini ve sigara reklâmlarının yasaklayacak kânunun çıkarılması, Anayasa’nın 58. maddesinden sorumlu Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık kurulması, Millî Eğitimde haftada 1-2 saatlik mecbûri ders konulması, trafikte alkole kesin yasak getirilmesi, ithal içki ve sigaraya yasak getirilmesi, ülkede alkol ve sigara kullanımını azaltıcı kânûnî ve eğitimle ilgili tedbirler alınması, uyuşturucu kültürünün önlenmesi için radyo ve TV’ye ve Millî Eğitime mecbûri tedbirlerin getirilmesi, kamu yararına çalışan Yeşilaya yeterli devlet desteğinin sağlanması için çalışmalarını sürdürmektedir.

Yeşilayın Genel Merkezi İstanbul’da olmak üzere yurt sathında 20 şûbesi ve 16 temsilciliği vardır (1994). 1924’ten bu yana sürekli olarak aylık Yeşilay adında bir dergi çıkarmaktadır. 1953’ten beri her yılın 1-8 Mart günleri arası Yeşilay Haftası olarak değerlendirilip, alkolizm ve uyuşturucuların zararları bütün yayın organlarıyla halka anlatılmaktadır. Yeşilay, her yıl 200 civârında konferans ve seminer tertiplemekte, 500.000 dolayında doküman dağıtımı yapmaktadır. Cemiyetin bütün bu çalışmaları, bağışlar, üye âidatları ve Genel Merkez İşhanının gelirleriyle yürütülmektedir.

YEŞİLIRMAK

Karadeniz’e dökülen, Türkiye’nin önemli akarsularından biri. Sivas’ın kuzeydoğusundaki Kösedağı (2812 m)ndan doğar. Kelkit ve Çekerek ırmaklarını alarak büyür. Uzunluğu 519 km, yağış alanı toplamı 36.000 km2dir.

Batıya doğru akan ırmak, Turhal’dan sonra dar bir boğazdan geçerek Amasya’ya uzanır. Yanlardan gelen kollarla beslendikten sonra geniş bir boğazdan Canik Dağlarını geçer. Daha ileride suların derin ve hızlı aktığı dar bir boğazdan geçtikten sonra Çarşamba Ovasına ulaşır. Bu ova Yeşilırmak’ın binlerce yıldır getirdiği alüvyonların meydana getirdiği bir deltadır. Irmak Civaburnu yakınlarında Karadeniz’e dökülür.

Yeşilırmak üzerinde Türkiye’nin en büyük barajlarından olan Hasan Uğurlu Barajı ile Tokat’ın Almus ilçesi yakınındaki Almus Barajı kurulmuştur.

YEŞİM

Alm. Jade (f), Fr. Jade (m), İng. Jade. Asırlar boyunca mücevherât ve küçük heykel yapımında kullanılmış, en çok yeşil renkte bulunan sert, kıymetli taş. En kıymetlileri zümrüt yeşimi ve Burma yeşimidir.

İki tür yeşimden biri sodyum alüminyum silikat, diğeri ise kalsiyum magnezyum demir silikattır. Yeşim tabiatta küçük parçalar hâlinde bulunur. En çok yeşil ve tonları renge sâhip olması yanında, mücevher olarak kullanıldığında siyah, gri, kırmızı, mâvi renkleri yeşime özel adlar kazandırır. Dünyâ üzerinde en zengin yeşim yatakları Burma, Çin, Yeni Zelanda ve Meksika’da bulunur. Hotan, Yarkent, Türkistan ve Baykal Gölü yakınlarında eskiden beri yeşim elde edilmektedir. Müzelerde yeşimden yapılmış Çin, Buda, Aztek küçük heykel ve sanat eserleri sergilenmektedir.

Yeşim’in bir sanat ham maddesi olarak kullanılması onun birbirine sıkı kenetlenmiş kristal yapısından ileri gelir. Bu özelliği, yeşime çok ince oyma işçiliği yapılmasına imkân sağlar. Mermerden çok sert olduğu için iklim şartlarına dayanıklıdır.

Yeşim, M.Ö. 880 senesinde Çin’de kullanılmaya başlamıştır. En çok insan kafası, hayvan, ağaç, mobilya gibi heykelcikler yapımında kullanılmıştır. ABD yüklü paralar ödeyerek Çin’den satın aldığı yeşim heykelcikleri müzelerinde saklamaktadır.

YETİM

Alm. Waise, Fr. Arphelin, İng. Orphan. Babası ölmüş çocuk. Yetim, “tek kalma” anlamına gelen yetem kelimesinden alınmıştır. Babasından ayrı ve tek kaldığı için yetim denilmiştir. Hukukta; babasının ölümünden sonra doğan çocuk evlilik içinde doğan bir çocuğun bütün mîrâs haklarından faydalanır. İslâm dîninde yetimlik, büluğa ermekle (evlenecek yaşa gelmekle) sona erer. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: “Yetimin malına, büluğ çağına ve rüşdüne varıncaya kadar, (muhâfaza etmek, arttırmak gibi) en güzel olanından başka bir sûretle yaklaşmayın.” (En’âm sûresi: 152)

Hazret-i Ali de; “Büluğa erdikten sonra yetimlik kalkar.” buyurmuştur.

Yetim malını muhâfaza etmek vâcibdir. Eğer yetimin velîsi zengin ise, o maldan ihtiyâç için hiçbir harcamada bulunamaz. Yetim velîsinin yetimin faydasına olan tasarrufu yapması müstehabdır (iyidir). Kur’ân-ı kerîmde meâlen bildirildiği üzere: “Yetimlere (büluğ çağına ve rüşdüne erince) mallarını verin.”(Nisâ sûresi: 2) buyrulmuştur.

İslâmiyette yetime ikrâmda bulunmak çok sevaptır. Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan Müslümanlar, miskînlere, yetimlere, esirlere, borçlulara yardım ederler. İnsanlar içinde yakın alâkaya ve yardıma en çok muhtâç olanlar, yetim ve öksüzlerdir. Bunların himâyesi Müslümanların başta gelen vazîfelerindendir. Öksüz ve yetimler, Allahü teâlânın kullarına emânetidir. Yakınlarından başlamak üzere bütün Müslümanlara bu emâneti korumak vazîfe verilmiştir. Bu görevi yerine getirenler, Allahü teâlânın ve O’nun sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâmın rızâsına kavuşmuş olur.

Yetimler hakkında Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yetim işlerine bakan kimse, ister yetimin akrabâsından olsun, ister yabancılardan olsun, benimle o, Cennet’te şu iki parmak gibi bulunacağız.” Peygamberimiz bunu söylerken, orta parmağı ile şehâdet parmağını biraz açarak göstermiştir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yetimlerin mallarını gaspeden ve onlara haksızlık edenler hakkında buyurdu ki:

(Mîrâca götürüldüğüm gece) Baktım, dudakları deve dudaklarına benzeyen bir topluluğun yanındaydım. Başlarında bulunan biri, bunların dudaklarını tutuyor ağızlarına ateşten bir taş parçası koyuyor. Ağızlarından atılan bu taş, aşağılardan çıkıyor. Bunların feryatları çok fazla oluyor. Cebrâil’e (aleyhisselâm) bunların kim olduğunu sordum: “Bunlar yetimlerin mallarını zulüm ve haksızlık ile yiyenlerdir.” dedi.

Yetimleri gözetmek ve korumak aynı zamanda Peygamber efendimize karşı olan bir borçtur. Çünkü Peygamberimiz de hem yetim hem de öksüz olarak büyümüştür.

Yetim ile ilgili hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Bir kimse, merhâmetle yetimin başını okşasa, elini üstünde gezdirdiği her kıl için bir kötülüğü siler. Her kıl için bir derecesini arttırır.

Ben iki zayıfın, yetim ile kadının hakkına tecâvüz etmeyi yasaklıyorum.

Yetim dövüldüğü zaman, ağlamasından dolayı arş-ı a’lâ titrer ve Allahü teâlâ meleklerine: “Ey meleklerim! Babası vefât eden yetimi kim ağlattı?” buyurur.

YEZÎD

Emevî halîfelerinin ikincisi. Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Muâviye’nin oğludur. 646 (H.26)da Şam’da doğdu. Babası Suriye Vâlisiyken doğan Yezîd vâlilik konağında büyüdü. Babasının halîfeliği sırasında iki defâ hac emirliği ve Bizans’a karşı yapılan gazâlarda kumandanlık yaptı. Hazret-i Muâviye 670 (H.50) senesinde onu, emrine verdiği bir ordu ile İstanbul’u fethetmeye gönderdi. Başta Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî olmak üzere Eshâb-ı kirâmdan bâzıları İstanbul Kuşatmasında şehit oldular. Neticede Bizans’tan her sene vergi almak şartıyla sulh yapıldı.

Muâviye radıyallahü anh vefâtına yakın, çok hastalandı. Vefât edeceğini anlayınca oğlu Yezîd’i yanına çağırttı. Yezîd yanına gelince; “Herkesin muayyen bir eceli vardır. İnsanın eceli geldiği zaman Allahü teâlâ onu aslâ geciktirmez. Her nefis ölümü tadacaktır. Artık ölümüm yaklaştı. Bütün emir ve hüküm Allahü teâlânındır.” buyurdu. Yezîd bu arada; “Babacığım! Senden sonra kim halîfe olacak?” diye sordu. Hazret-i Muâviye; “Sen olacaksın. Fakat söyleyeceklerimi iyi dinle. Sana şunları tavsiye ederim. Maiyetinde olanlara ve halka iyi muâmele et. Çünkü melikler yarın kıyâmet gününde Allahü teâlânın huzûrunda Cennet ile Cehennem arasında bulunan bir köprü üzerinde hesap vermek için dururlar. Allahü teâlâ dünyâdaki adâleti sebebiyle dilediğini Cennet’e kor, dilediğini de dünyâdaki haksızlık ve zulmü sebebiyle Cehennem’e atar. Ey oğlum! İnsanları huzûrunda üç kısma ayır. Senden büyük olanları baban yerinde kabul et, küçükleri çocukların yerine koy, orta durumda olanları da kardeşin say. Oğlum! Maiyetine adâletle muâmele et. Bütün işlerinde Allahü teâlâdan kork.

Ey oğlum! Hazret-i Hüseyin, çocukları, kardeşleri, kardeşlerinin çocukları, bütün akrabâsı ve Hâşimoğullarını sana ısrarla tavsiye ederim. Ey Yezîd! Hüseyin radıyallahü anh ile istişâre etmeden, halk hakkında hiçbir iş yapma. Senin yanında onun emrinden daha yüksek emir, onun elinden daha yüksek el olmasın. Onsuz ve onun çoluk çocuğu olmadan bir şey yeme ve içme. Ondan ve onun çoluk çocuğundan önce kimseyi giydirme. Ey oğlum! Biz sâdece onun babasının ve dedesinin köleleriyiz. Ey oğlum! Bir harcama yaparsan yarısı Hüseyin radıyallahü anh için olsun. Onun üzülmesinden ve kızmasından çok sakın. Onun gazâbı Allahü teâlânın ve Resûlünün sana gazab etmesine sebep olur. Çünkü onun dedesi Resûlullah efendimiz önce gelenler ve sonra gelenler hakkında şefaat edecektir. Onun babası Ali bin Ebî Tâlib kerremallahü vecheh kıyâmet gününde Kevser Havuzunun suyundan dağıtacaktır.Liva-i Hamd onun elindedir. Annesi Fâtımat-üz-Zehrâ radıyallahü anhâ kadınların efendisidir. Büyük annesi Hadîce-i Kübrâ’dır. Onlar bu dîne hizmet ettiler, yardımcı oldular. Allahü teâlâ onlar sebebiyle bizi doğru yola iletti. Ey oğlum! Öyleyse onların gazâbından pekçok sakın. Çünkü onların gazâbı, Allahü teâlâ ve Resûlünün gazâbına sebep olur. Onlara ve çoluk çocuğuna herkesin iyilik etmelerini tavsiye et. Onları râzı et. Hazret-i Hüseyin, çoluk çocuğu, akrabâları ve Benî Hâşim hakkında ileri gitme. Eğer böyle yapıp onları gazaplandırırsan senden dünyâda ve âhirette uzak olurum. Kıyâmet günü Cehennem’de mücrimlerle berâber haşrolunursun.” buyurdu. Bunları dinleyen Yezîd; “Bana yaptığın bütün tavsiyelerine uyacağıma söz veriyorum.” dedi.

Hazret-i Muâviye, oğlu Yezîd’i kendine veliaht tâyin edip vefât ettikten sonra Yezîd 679 (H.60) senesinde halîfe oldu. Halîfe olduktan bir sene sonra Kerbelâ Fâciası vukû buldu. İbn-i Mercane ve İbn-i Sümeyye künyeleriyle tanınan Ubeydullah bin Ziyâd, hazret-i Hüseyin’i şehit ettirdi. Kûfelilerden 30.000 kişi hazret-i Hüseyin’e seni halîfe seçtik diyerek Mekke’den Kûfe’ye dâvet ettiler. Kûfe’ye doğru hareket edip Kerbelâ’ya gelince, Kûfe Vâlisi Ubeydullah bin Ziyâd hazret-i Hüseyin’e karşı birlik gönderdi. Bunun üzerine hazret-i Hüseyin; “Geri dönerim.” dedi. İbn-i Ziyâd; “Yezîd’e bîat etsin öyle gitsin. Bîat etmezse su vermeyin.” dedi. Hazret-i Hüseyin, kendisine düşmanlık etmelerine sebep olmamak için Yezîd’e bîat etmedi. Bunun üzerine Ömer bin Sa’d, askerlerini üzerine sürdü. 680 (H.61) senesi Muharrem ayının onuncu günü hazret-i Hüseyin yetmiş kişi ile birlikte şehit edildi.

Yezîd, babası hazret-i Muâviye’nin nasihatlerini unutmadı. Bunun için hazret-i Hüseyin’i Kûfe’ye çağırmadı, onu öldürmek için emir vermedi. Şehit edildiğini işitince ağladı ve hazret-i Hüseyin’e rahmet okudu. “Hüseyin bana gelseydi onu affederdim.” dedi. Haberi getiren Zübeyr’e müjde olarak bir şey vermedi. “Allah İbn-i Mercâne’ye lânet eylesin! Hüseyin’in istediklerini kabul etmeyip de onu katlettirdi. Böylece beni kötü tanıttı.” diye üzüntüsünü bildirdi. Hazret-i Hüseyin’in çocuklarını Kerbelâ’dan Şam’a getirdiler. Yezîd onları sarayına alıp çok hürmet ve ikramda bulundu. Yezîd’in sarayında, Yezîd’in âilesi hazret-i Hüseyin için üzülüp çok ağladılar. Yezîd İmâm-ı Hüseyin’in Ehl-i beytini kendi sarayına yerleştirdi. Çok ikramda bulundu. Sabah akşam yemeklerini İmâm-ı Zeynelâbidîn ile yedi. Onlar bir müddet Şam’da kaldıktan sonra Medîne’ye gitmek istediler.Yezîd onlara çok mal ve hayvan ile iki yüz altın verdi. Her ihtiyâcınızı her zaman bildirin, hemen gönderirim.” dedi. Nûmân bin Beşir’i beş yüz süvâri ile bunların emrine verdi. İzzet ve hürmetle Medîne’ye gönderdi. Zeynelâbidîn hazretleriyle vedâlaşırken de; “Allahü teâlâ İbn-i Mercâne’ye lânet etsin. Vallâhi ben olsaydım babanın her teklifini kabul ederdim. Allah’ın takdiri böyleymiş ne çâre. Her ne istersen bana yaz, hemen gönderirim.” dedi.

Hindistan âlimlerinden Mevlânâ Hâfız Hâkim Abdüşşekûr Mirzâpûrî, Şehâdet-i Hüseyin kitabında hazret-i Hüseyin’i Kûfe şehrindeki Şiîlerin şehit ettiklerini ve şehit eden Şemmer’in hazret-i Ali’nin askeri arasında, hazret-i Muâviye’ye karşı harp ettiğini vesikalarla ispat etmektedir.

Yezîd’in halîfeliği sırasında meydana gelen bir hâdise de 683 (H.63) senesinde vukû bulan Harre Savaşıdır.Kendisine bîat etmeyen Medînelilere Yezîd, önce bir heyet gönderdi. Heyeti dinlemeyip hapsetmeleri üzerine de Müslim bin Ukbe idâresinde bir ordu gönderdi. Bu ordu Medîne’ye yaklaşınca, Yezîd’e bîat etmelerini söyleyip üç gün mühlet verdi.Mühlet sonunda da kabul etmemeleri üzerine Medîne üzerine hücum edip, şehri yağmaladılar ve bîat etmeyenleri bîat ettirdiler.

Yezîd’in halîfeliği sırasında meydana gelen diğer bir hâdise de, o zaman Mekke’de halîfeliğini îlân etmiş olan Abdullah bin Zübeyr’in (radıyallahü anh) bulunduğu Mekke’nin kuşatılmasıdır. 683 (H.64)te vukû bulan bu kuşatma sırasında Yezîd’in öldüğü haberi geldi. Bunun üzerine kuşatma durduruldu.

Üç sene sekiz ay on dört gün halîfelik yapan Yezîd, 683 (H. 64) senesinde Şam’ın Havran köyünde vefât etti. Yezîd’in ölümünden sonra Şam’da oğlu İkinci Muâviye bin Yezîd’e, Mekke’de ve Hicaz’da ise Abdullah bin Zübeyr’e bîat edildi.

Yezîd’in halîfeliği sırasında Atlas Okyanusuna kadar ilerleyip; “Allah’ım eğer şu deniz önüme çıkmasaydı senin rızan için devam eder, geri dönmezdim.” diyen Ukbe bin Nâfî idâresindeki İslâm orduları Kuzey Afrika’nın tamâmını fethetti. Devletin savunma ve mâlî sistemlerinde yenilikler yapıldı. Bâzı Hıristiyan toplulukların vergileri hafifletildi.Sulama sistemleri geliştirildi.

Halîfeliği zamânında meydana gelen üç büyük fitne sebebiyle ismi Müslümanlarca kötü olarak anılan Yezîd, gerçekte Müslüman bir kimseydi.Namaz kılardı. İslâmiyete düşman değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde “Rabbünallah” yazılıydı.

YEZÎDÎLİK

Hazret-i Ali’ye düşman olanlar ve şeytana tapınanlar. Hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ile anlaştığı için Abdullah bin İbâd, hazret-i Ali’den ayrılarak Trablusgarb’a gitti. Kendilerinden başka herkesi dinsiz kabul eden İbâdiyye fırkasını kurdu. Bunlar hazret-i Ali ve Eshâb-ı kirâmın çoğunu dinsizlikle itham ettiler. Zamanla İbâdiye fırkası dörde ayrıldı. Bunlardan Yezid bin Enise’nin adamlarına “Yezîdi” denildi. Bunlar, Acemden bir peygamber gelecek, buna gökte yazılmış bir kitap inecek, Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkacak, yıldızlara tapınacak derler. Küçük büyük her günâhı işleyenin dinsiz olacağını söyelerler.

Yezîdîler şeytana tapınırlar. İblise melek ve tavus deyip, dertleri, belâları onun yarattığını söylerler. Şeytana söğeni öldürürler. Müslümanlardaki îmân ve ibâdetlerin hiçbiri bunlarda yoktur.

Irak’ın kuzeyindeki Sengal Dağlarının ortasındaki Ladeş Vâdisindeki Baadır köyünde bulunan ölülerini gidip dolaşmayı hac kabul ederler. Bunu eylül ayında yaparlar. Hergün güneş doğarken ona karşı durup, ilk ışık gelen toprağı öperler. Güneş batarken de ona yalvarırlar. Bu yaptıklarına namaz kılmak, ibâdet etmek derler. Bunların hazret-i Muâviye’nin oğlu Yezîd ile hiçbir alâkaları yoktur.

Yezîdîlerin okuma yazma öğrenmesi büyük günâhtır. Bunun için câhildirler. İlimden ve İslâmiyetten hiçbir haberleri yoktur. Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Âzerbaycan’da, Hindistan’da Yezîdîler vardır.