YENİ OSMANLILAR

(Bkz. Jön Türkler)

YENİ ZELANDA

DEVLETİN ADI

Yeni Zelanda

BAŞŞEHRİ

Wellington

NÜFÛSU

3.481.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

 270.534 km2

RESMÎ DÎNİ

Angalikan, Katolik, Metodist, Presbiteryan

DİLİ

İngilizce, Maorice

PARA BİRİMİ

Yeni Zelanda doları

Güneybatı Pasifik Okyanusunda, iki büyük ada ve birçok küçük adalar üzerinde kurulmuş, 34°25’-47°17’ güney enlemleri ve 166°27’-178°35’ doğu boylamları arasında yer alan bir güney yarım küre ülkesi.

Târihi

Yeni Zelanda adalarına ilk yerleşenler 1500 yıl önce Doğu Pasifik Okyanusu adalarından gelen Maorilerdir. Maoriler, bir Polinezya grubu kavimdir. Maorilerin adalara yerleşmesi 14. yüzyıla kadar devam etti. Yeni Zelanda’ya ilk ulaşan Avrupalı, Danimarkalı Abel Tasman’dır. Tasman 1642’de buraya geldi. Bundan sonra İngiltereli Kaptan James Cook 1769’da Ülkenin kıyılarını dolaştı. Bu târihten sonra ülke İngiltere’nin kontrolü altına girdi. 1840 ve 1860 yıllarında yerlilerle birçok çatışmalar oldu. Maoro harpleri 1870 yılında tamâmen kesildi. Böylece adalar İngiltere’nin kolonileri arasına girdi. Yeni Zelanda kolonisi 1907 yılında, İngiliz Milletler Cemiyeti içerisinde bir dominyon oldu.

Birinci Dünyâ Harbinin patlak vermesiyle, Yeni Zelanda, İngiltere yanında savaşa katıldı. Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerden kurulmuş ANZAC (Australian and New Zealand Army Corps) Kolorduları Çanakkale’de Osmanlı ordusu karşısında bozguna uğradı. 17.000 ölü ve 50.000 yaralı ile kaçmak zorunda kaldı. Yeni Zelanda birlikleri İkinci Dünyâ Harbi esnâsında Alman (1942) ve İtalyan (1944) ordularına karşı da savaşarak hezimete uğradı.

İkinci Dünyâ Harbinden sonra 1951 yılında ABD ve Avustralya ile karşılıklı Güvenlik Antlaşması imzâlayan Yeni Zelanda hükümeti Kore, Malezya ve Vietnam karışıklıklarına asker gönderdi. İngiltere’nin desteğiyle Singapur ve Malezya’ya birliklerini yerleştirdi. Böylece kısmen bölgenin kontrolü Yeni Zelanda ve İngiltere tarafından sağlanmış oldu. Yeni Zelanda, İngiltere’ye bağlı monarşik bir idâreyle yönetilir.

Fizikî Yapı

Yeni Zelanda güneybatı Pasifik Okyanusunda biri kuzeyde diğeri güneyde olmak üzere iki büyük adadan meydana gelmiştir. Civardaki küçük adalar da dâhil toplam yüzölçümü 267.844 km2dir. En yakın komşusu olan Avustralya’nın 1930 km kadar doğusunda kalır.

Yaklaşık olarak bir dikdörtgene benzeyen Güney Adasının güneybatı ucundan kuzeydoğu ucuna olan mesâfesi aşağı yukarı 800 km’dir.

Adanın batısını boydan boya Güney Alp Dağları örtmüştür. Güney Alplerin en yüksek tepesi olan Cook Dağı yaklaşık 3764 m’lik yüksekliğiyle ülkenin de en yüksek noktasıdır. Dağlar kıyıdan 32 km kadar içerdedir. Güney Alplerin üzerinde yaklaşık 16 tâne tepe vardır. Bunların en alçağı 3048 m civârındadır. Alplerin doğu yamaçlarında birçok buzul göl bulunur. Bunlardan Tasman, Fox ve Josef buzulları en genişleridir. Ülkede birçok irili ufaklı göl ve nehir mevcuttur. En geniş göl Te Anau’dur. Yaklaşık 344 km2 olup, uzunluğu 61 km ve genişliği 10 km’dir. Güney Adasındaki başlıca büyük nehirler: Rakaia, Waimakariri ve Clutha’dır. Batı kıyılarında yeralan fiyordlar ve şelâleler ülke manzarasına ayrı bir özellik katmaktadır. Dünyânın dördüncü büyük şelâlesi Sutherland da buradadır. Alplerin doğusu adanın doğu kıyısına kadar uzanan Canterbury yaylası ile kaplıdır. Foveaux Boğazıyla Güney Adasından ayrılan Stewart Adası yaklaşık 1700 km mesâfededir.

Cook Boğazından yaklaşık 22 km kuzeyde Kuzey Adası bulunur. Tahminen 114.489 km2 bir alana sâhiptir. Adanın ortasından Tongariro, Ngauruhoe ve Ruapehu adlarındaki faal volkanik dağlar bulunmaktadır. Batı kıyısındaysa yaklaşık 2400 m yüksekliğindeki Egmont Dağı da faal bir volkanik dağdır. Bu dağın kuzeyinde dev mağaralar vardır. Tabiî olarak kireçtaşlarından meydana gelmişlerdir. Adanın Rotorua bölgesinde ve civârındaki sıcak su kaynakları sürekli gaz ve buhar çıkarırlar. Öyle ki, nehirden tutulan balık biraz ilerdeki kaynağa daldırılıp pişirilebilir. Adanın bu bölgesi soğuk ve sıcak mevsimleri aynı anda üzerinde bulundurur. Kuzey Adasının termal ve volkanik bölgelerinde Taupo Gölü yaklaşık olarak 616 km2dir. Ülkenin en uzun nehri Waikato kuzeyde Taupo Gölüne doğru akar ve yaklaşık 425 km uzunluğundadır. Adadaki mevcut ovalar genellikle fazla yüksek değildir. Bunlardan Taranaki, Manawatu ve Wairarapa ovaları en genişleridir. Doğu kıyılarında bulunan Plenty, Hawkes ve Poverty körfezleri birer tabiî limandır.

Yeni Zelanda’nın Stewart Adasından başka birçok irili ufaklı adaları mevcuttur. Bunlardan başlıcaları Chatham, Campbell, Kermadec, Snares, Auckland, Antipodes, Baunty, Niue ve Tokelau adalarıdır.

İklim

Sıcak ve nemli Pasifik havası ve değişen Antarktika havası kuru, Avusturalya kıta havasıyla karışmak sûretiyle, Yeni Zelanda üzerine alçak-basınç ve yüksek basınç hava akımlarının gelmesine sebep olurlar. Okyanus içinde yer alması sebebiyle, Yeni Zelanda aşırı sıcaklık farklarına ve yaz kuraklığına mâruzdur. Auckland bölgesinde ortalama sıcaklık 16°C iken Güney Adasında invercargill civârında 10°C kadardır. Pasifik Okyanusu ve mevcut tabiî kaynaklar ülke iklimine önemli ölçüde tesir etmektedir.

Ülkenin batı kıyısı, doğu kıyısına göre daha çok yağış alır. Meselâ Kuzey Adasında batı kıyısında bulunan New Plymauth bölgesi yaklaşık yılda 142 gün yağış alır ve ortalama yağış miktarı 1565 mm’dir. Aynı enlemde yer alan Napier bölgesi ise doğu kıyısında olup, Ortalama 780 mm yağış alır. Yağış süresi ise 92 gün kadardır.

Yeni Zelanda ekvatorun güneyinde yer aldığı için Kuzey Yarımküreye göre mevsimler farklı geçer. Kuzeyde yaz sıcaklığı insanı bunaltırken, Yeni Zelanda’da kayak yapılır.

Tabiî Kaynakları

Yeni Zelanda topraklarının yarısına yakın bir bölümü yeşil alanlarla örtülüdür. Sâdece dörtte bir kadar arâzi kayalık ve çoraktır. Geri kalan alanlar ormanlarla kaplıdır.

Nehirler, göller ve tabiî gaz ve buhar kaynakları ülke için çok önemlidir. Nehirler çok kısa ve çok hareketlidir. Göllerle birlikte önemli elektrik kaynaklarını teşkil ederler. Ülkenin en büyük hidroelektrik santralı Manapouri Gölü üzerinde olup, bir milyon kilowatlık kapasitededir. Bu santral sâyesinde Avustralya’dan gelen boksit filizinden alüminyum elde edilir. Yeni Zelanda yeraltı kaynakları bakımından zengin bir ülkedir. Kömür, kireçtaşı, altın, petrol, tabiî gaz ve demir başlıca minerallerdir.

Ülkenin ormanları diğer önemli bir tabiî kaynaktır. Dünyâda pek eşine rastlanmayan cinste ağaçlarla doludur. Bunlardan en meşhuru Yeni Zelanda’ya mahsus Kauri ağacıdır. Bu ormanlar birçok hayvan ve çeşit çeşit cinste kuşlarla doludur. Bunlardan uçması olmayan, kısa gagalı kiwo kuşu, Yeni Zelanda’nın sembolüdür. Ülkede en çok koyun ve sığır yetiştirilir. Bütün boş yeşil sahalar hayvancılığa ayrılmıştır. Ülkede bol miktarda kırmızı geyik yaşar.

Yeni Zelanda’da mevcut yeraltı buhar kaynakları çok önemli bir gelir kaynağıdır. Bu buharlar ile türbünler çevrilmek sûretiyle, elektrik enerjisi üretimi arttırılmıştır. Dünyâda sâdece İtalya, İzlanda, Meksika ve Japonya’da mevcut bulunan tabiî buharlı elektrik santrallarının bir benzeri de Yeni Zelan’dadaki Wairakei santralıdır.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Yeni Zelanda’nın yaklaşık 3.481.000 olan nüfûsunun çoğu gençtir. Nüfus yoğunluğu 13 kişi kadardır. Yeni Zelanda nüfûsunu esas olarak iki tip insan grubu meydana getirir. Bunlardan birincisi yerli Maori halkıdır. Diğeri ise, ülkeye sonradan gelmiş bulunan Avrupalı beyazlardır. Bugün bu ayırım pek fark edilemeyecek seviyededir. Avrupalılar umûmiyetle İngiliz, İrlanda veya İskoç kökenlidir. Önceleri Maori nüfûsu pek fazlaydı. Fakat adalardaki İngilizlerin kolonileştirme siyâseti sonunda yerli mevcudu azaldı. Çoğu savaşlarda öldü. Bu arada Rusya, Polonya, Almanya, Vietnam ve Şili’den birçok sürgüne gelen veya kaçarak yerleşenler de nüfûsun bir bölümünü meydana getirmektedir.

Nüfûsun % 83’üne yakın bir bölümü şehir hayâtı yaşar. Kırlarda yaşayanlar ise genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşır.

Halkın maddî refah seviyesi yüksek durumdadır. Her çeşit kara, su ve deniz sporları herkes tarafından yapılabilmektedir.

Resmî dil İngilizcedir, Maori lisanı ise unutulmamış olup, hâlen konuşulmaktadır. Çok az da olsa Çince ve Hintçe konuşan gruplar vardır. Yeni Zelanda’nın din yapısı da tıpkı etnik yapısı gibi karışıktır.Nüfûsun % 55’inden fazlası Protestandır. Ayrıca Angalikan, Katolik, Yahûdî, yerli inanışlara mensup kişiler mevcuttur. İslâmiyet ülkede yeni tanınmış olup, hızla yayılmaktadır.

Ülkenin eğitim düzeyi çok yüksektir. Okuma-yazma bilenlerin oranı hemen hemen % 99’a ulaşır. 6-15 yaş arası mecburi öğrenime tâbidir. Dünyâda en çok gazete basılan ülkelerden biridir. Her bin kişiden 400’ü gazete satın almaktadır.

Siyâsî Hayat

Yeni Zelanda bir parlamenter-demokratik monarşi idâreye sâhiptir. Resmî devlet başkanı İngiltere Kraliçesidir. Kraliçeyi, ülkede genel bir vâli temsil etmektedir. Hükümet başkanı aynı zamanda Mâliye Bakanlığı görevini de sürdürür.

İdârî olarak dört ile üç kazâya, 132 nâhiyeye ve 96 köye ayrılmıştır. Ülkenin anayasası mevcut değildir. Ülke parlamentosu 96 üyeden meydana gelir. Meclis üç yılda bir yeniden seçilir. Başbakan ve hükümet kabinesi meclis içinden çıkar.

Ekonomi

Yeni Zelanda genellikle yumuşak bir iklime ve az fakat verimli topraklara sâhiptir. Bu yüzden ülke bir “tarım” ülkesi kabul edilir. Buğday, arpa ve yulaf en önemli tarım ürünleridir. Hayvancılık oldukça gelişmiştir. Koyun ve sığır yetiştiriciliği bakımından dünyânın sayılı ülkelerinden biridir. Yaklaşık olarak 9 milyon hektarlık çayır ve otlak alanlar bu alanın gelişmesinde önemli bir rol oynar. Bu yüzden ülkede et ve süt endüstrisi çok gelişmiştir.

Ülke endüstri bakımından da gelişmiştir. İngiltere ile olan ticârî münâsebetleri endüstri sektörünün kontrolünü İngiltere’ye vermiş durumdadır. Başlıca endüstri alanları gıdâ, tekstil, kâğıt, çelik, petrol, petrol ürünleri ve alüminyumdur. Ülke nüfûsunun % 35’ine yakın bir bölümü endüstri ve ticâret alanında çalışmaktadır.

Ülke etrafı tamâmen okyanus ile çevrilmiştir. Bu yüzden balıkçılık çok önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Kılıçbalığı ve tonbalığı bol miktarda avlanmaktadır. Ayrıca balina avcılığı da yapılmaktadır.

Orman ürünleri ülkenin diğer önemli bir gelir kaynağıdır. Ormanlardaki mevcut ağaçlar dünyâda nâdir yetişen ağaçlardır. Hemen hemen hepsinin kerestesi çok kıymetlidir. Daha çok kauri, sedir ve kozalaklı ağaçlar mevcuttur. Ormanlarda yetişen çeşitli cinsteki süs kuşları önemli bir ihraç maddesidir.

Yeni Zelanda’da mâdencilik endüstrisi bir hayli gelişmiş durumdadır. En çok kömür ve tabiî gaz elde edilmektedir. Petrol ülke ihtiyâcının sâdece % 3’ünü karşılayacak durumdadır. Geri kalan ihtiyacı için dışarıya bağlıdır. Avustralya’dan ithal edilen boksit cevherinden alüminyum elde edilir. Yeni Zelanda çok zengin nehir, göl ve tabiî kaynaklara sâhiptir. Bu yüzden hidroelektrik santrallarının sayısı ve kapasitesi oldukça fazladır. Cook Boğazında inşâ edilmiş sualtı kanalları sâyesinde Güney Adasında elde edilen her çeşit enerji Kuzey Adasına ulaştırılır.

Yeni Zelanda’da deniz, hava ve demiryolu ulaşımı oldukça gelişmiş durumdadır. Auckland, Wellington, Tauranga, Dunedin ve Whangarei limanları ülkenin ekonomisini üzerinde taşıyan limanlardır. Auckland, Christchurch ve Wellington şehirlerinde üç tâne milletlerarası hava alanı mevcuttur. Cook Boğazı üzerinden feribot, denizkayağı ve sualtı kanal ulaştırması yapılmaktadır.

Yeni Zelanda daha çok İngiltere, Avustralya, ABD, Japonya ve Uzak Doğu ülkeleriyle ticârî münâsebetlerde bulunur. Et, süt, yün, kürk, deri ve balık en önemli ihraç ürünleridir. Ayrıca kereste, çeşitli cinste hayvanlar, meyve, konserve ve canlı hayvan ihrâcâtı da yapılır. Buna karşılık boksit, demir, çelik, petrol, petrol ürünleri, plastik eşyâlar, otomobil ve makine satın almaktadır.

Turizm, Yeni Zelanda için önemli bir gelir kaynağıdır. Dağ sporları özellikle kayak ve su sporları en önemli turizm kaynaklarıdır. Ülkenin tabiî gaz kaynakları, göller ve kıyıları tabiat manzarasına ayrı bir güzellik katmakta ve her yıl çok sayıda turist çekmektedir.

YENİÇERİLER

Alm. Janitscharen, Fr. Janissaire, İng. The Janissary Corps. Osmanlı Devletinde pâdişâhın şahsına bağlı kapıkulu ocaklarının piyâde sınıfı. Eyâletlerdeki topraklı veya timarlı sipâhilerle diğer eyâlet kuvvetlerinden tamâmen ayrı olarak Osmanlı devlet merkezinde pâdişâhların şahıslarına bağlı kapıkulu denilen yaya ve atlı maaşlı askerler vardı (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Kapıkullarının en meşhur sınıfı “Yeniçeri Ocağı” idi.

Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, dâimî bir orduya ihtiyaç duyuldu. Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi. Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gâzinin oğlu Şehzâde Süleymân Paşanın başlattığı rivâyet edilmektedir. Yine rivâyete göre, kuruluşu sırasında Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin duâsını alan bu ordu, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı.

Orhan Beyin vefâtından sonra yerine geçen Sultan Birinci Murâd Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halil, devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilatını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı. Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu. İslâm hukûkunda, harpte elde edilen esir ve ganîmetlerin beşte birinin beytülmâle âit olması hükmüne dayanılarak Pençik Kânunu çıkarıldı. Bu kânunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesâbına ve asker ihtiyacına göre acemi oğlanı olarak alındı. Daha sonra Devşirme Kânûnu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebaası olan Hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kânun Anadolu’daki Hıristiyan tebaaya da uygulandı (Bkz. Devşirme). Tespit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi. Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabullerine çıkma veya kapıya çıkma adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları umûmiyetle sekiz yılda bir yapılırdı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve yeniçeri ağasına sunulurdu.(Bkz. Acemi Ocağı)

Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin nefer alındı. Bunların her yüz kişisinin başına Yayabaşı adıyla bir kumandan tâyin olundu. Ocak, 15. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemâat adı verilen bir sınıftan ibâretken Fâtih Sultan Mehmed zamânından îtibâren “sekban bölüğü”nün de kurulmasıyla iki sınıf hâline getirildi. 16. asır başlarında ise “ağa bölükleri” denilen üçüncü bir sınıf daha teşkil edildi. Bu üç sınıf toplam 196 ortadan meydana geliyordu. Bunun 101’i cemâatli, 61’i bölüklü, 34’ü sekban ortasıydı. Cemâat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar İstanbul’da otururlar, pâdişâhın merâsim günlerinde maiyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara “solaklar” denirdi. Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da sancak-ı şerîfin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Sekban ortaları ise, pâdişâhın av mâiyetiydi.

Osmanlı pâdişâhlarının eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırdı. İstanbul civârındaki mîrî çiftliklerin muhâfazası onlara bırakılmıştı. İstanbul’da bulunan cemâat ve bölük ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişiyle vazifeliydiler. Her semt bir ortanın emrine verilmişti. Her semtte kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı.

Her yeniçeri ortasının nişân denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe mensup olduğunun işâreti olarak İmâm-ı A’zam bayrağı denilirdi. Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına, “İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da, “Ve yensurekellahü nasran azîzâ” âyet-i kerîmesinin işlendiği bir sancaktı. Ordugâhta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merâsimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye Başbayrakdar denilirdi. Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı. Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı.

Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muâvini, Vekilharç ünvânlı bir idâre memuru ve bayraktâr’ı, vardı. Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muâvinine başkarakollukçu denilirdi.

Yeniçeriler başlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi.

Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopcalı bir çeşit çizmeydi. Zâbitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi. Ocak zâbitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma kullanırlardı.

Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri büyük kazanları vardı. Harpte kazânın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazânın etrâfında otururlardı. İsyân ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar, büyük törenle ihtilâlin idâre edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak; hükûmete karşı ayaklanmak, isyân etmek demekti.

İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar Şehzâde Câmiinin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’ndaydı. Her iki kışla da geniş bir avlunun etrâfını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında, OrtaCâmii denilen bir mescit vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantılar hep bu câmilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi.

Yeniçeri ocağı neferlerine ulûfe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile berâber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlıklar ve hizmetler karşılığı da ulûfeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara terakkî denirdi. Bu sûretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harplerde “serdengeçti”, yâni “fedâi” yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı. Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyunda düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitlere mevacib denirdi. Neferlerin ulûfesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.

Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıydı. Yeniçeri ağaları, 16. yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itâatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, pâdişâhın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tâyin edilmeye başlandı. On sekizinci asırdan îtibâren yine ocaktan tâyin edildiler. Yeniçeri ağaları Süleymâniye’de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa dîvânının reîsiydi. Dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, vezîr rütbesine hâiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı. Pâdişâhın cumâ namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle berâber selâmlıkta bulunurdu. Sefer sırasında da pâdişâhın koruyucusu ve has askeriydiler. Aynı zamanda İstanbul’un en büyük zâbıta âmiriydi. Ağalık alâmeti iki tuğ olup bayrağı beyazdı. Yeniçeri ağası sefere çıktığında yerine sekbanbaşı bakardı. Yeniçeri ağaları terfi ettirilecekleri zaman, beylerbeyi ve kaptan paşa olurlardı.

Yeniçeri ağasının muâvinine kul kethüdâsı, kethüdâ bey veya kahyâ bey adları verilirdi. Nefer sayısı 400-500 olan, pâdişâhın av köpeklerine bakmakla vazîfeli bulunan yeniçeri cemâat ortalarından 64. ortanın kumandanına zağarcıbaşı denirdi. Sekson denilen ve bâzan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71. ortanın kumandanına seksoncu veya samsuncubaşı adı verilirdi. Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68. ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi. Pâdişâhın cumâ namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda pâdişâhın atının yanısıra yürürlerdi. En kıdemlisine başhaseki denirdi. Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş, bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağa denirdi. Dîvânda yeniçeri ağasına hitâben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi. Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüdâ ağa denirdi. Kethüdâ bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi. Yeniçeri ocağına bağlı sanatkârlarla îmâlâthânelerin de en büyük âmiriydi. 101 cemâat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denirdi. Diğerlerine de yayabaşı denirdi. Vazîfeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazîne bekçliği, zahîre tedâriki, kâdılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhâfızlığıy yapmaktı. Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa; 60, 61, 62 ve 63. cemâat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi. Cemâat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imâmlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imâmı, bu ortaya da imâm ortası denirdi. Beş vakit namazda ağa kapısındaki câmide yeniçeri ağasına imâmlık ederdi. Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazîfeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi. Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi. İçlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar derece terfî ederek boşluğu doldururdu.

Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik tâliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.

Suç işleyen yeniçeri ancak kendi ortası neferleri huzûrunda ve kendi koğuşunda cezâlandırılırdı. Ocaktan kovulmaya keçe külah etmek denilirdi. Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi. Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde bir ortadan öbürüne geçmeye semer devirmek denilirdi. Suçlu yeniçeri merâsimle ihtar edilir, hapsedilir, kale hizmetiyle sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi. Îdâma mahkûm edilen bir yeniçeri evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak sûretiyle îdâm edilirdi.

Bir yeniçeriye îdâm hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi. Bir odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezâsı verebilirdi. Yeniçerilerin 15. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları 10.000, Kânûnî Sultan Süleymân’ın vefâtı sırasında da 12.000 dolaylarındaydı. Bu sayı Sultan Üçüncü Mehmed Han zamânında 45.000’e kadar yükseldi. Dördüncü Murâd Han zamânında ocak mevcudu tekrar düşürüldüyse de 17. yüzyılın sonunda 80.000’i bulan ocak mevcudu 19. yüzyılın başından îtibâren 100.000’i geçmiştir.

Yeniçeri ocağı 16. asrın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun tâlimli, mükemmel bir yaya kuvveti olup, savaşlarda vurucu güç durumundaydı. Osmanlı Devletinin asıl askerî gücünü meydana getiren timarlı sipâhilerin ehemmiyetini kaybettiği 16. yüzyıl sonlarında yeniçeri ocağına, Devşirme Kânunu’na aykırı olarak, yabancı efrad alınması ve ocak mevcudunun arttırılması yoluna gidildi. Böylece tâlimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmesiyle bu askerî teşkilât doğrudan siyâsete katılan, devlet adamlarını tâyin veya azlettiren, pâdişâhları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet hâline geldi. Birinci Ahmed Handan îtibâren Osmanlı pâdişâhlarının ilerleme hamleleri veya disiplinli modern ordular kurma teşebbüsleri dâhilî ve hâricî düşmanlar tarafından hep yeniçeri ocağı kullanılmak sûretiyle baltalandı. Düzeltilmesi için, her türlü fedâkarlıkta bulunulan ancak yola gelmeyen ocak, Sultan İkinci Mahmûd devrinde 15 Haziran 1826’da kaldırıldı. Hâdise tarihe “Vak’a-i Hayriyye” olarak geçti. (Bkz. Vak’a-i Hayriyye)

YENİŞEHİRLİ ABDULLAH EFENDİ

Osmanlılar zamânında yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İstanbul’da ilk olarak kurulan matbaanın kurulmasına fetvâ veren, elli yedinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Abdullah olup, Çatalcalı Ali Efendinin soyundandır. Doğum târihi bilinmemektedir. Yenişehir’de doğdu. 1744 senesinde İstanbul’da vefât etti.

İlk tahsilini Yenişehir’de yaptıktan sonra İstanbul’a geldi. Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Yapılan imtihanı kazanarak müderris oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yapıp talebe yetiştirdi. En sonunda Süleymâniye Dâr-ül-hadîs müderrisliğine ulaştı. Hanefî fıkhında özel ihtisas kazanıp kâdılık mesleğine geçti. Mevleviyyet derecesiyle fetvâ emini oldu. Haleb ve Bursa kâdılıklarında bulundu. 1714 senesinde Mora Seferine İstanbul kâdılığı pâyesiyle ordu kâdısı olarak katıldı. 1716 senesinde Anadolu Kazaskerliğine, bir müddet sonra da Rumeli Kazaskerliğine getirildi. Bundan sonra Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından şeyhülislâmlığa getirildi. Dâmâd İbrâhim Paşayla iyi anlaşıp hizmette bulundu. Pâdişâhın ihsânlarına kavuştu. Zamânındaki birtakım kültür ve yenilik faâliyetlerine ön ayak oldu. İbrâhim Müteferrika tarafından kurulan matbaanın kurulmasıyla ilgili fetvâyı verdi. Bu matbaanın kurulmasıyla ilgili fetvâsı şöyledir:

“Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim, dese, bu kimsenin, böyle kitap basmasına dînimiz izin verir mi?” Abdullah Efendi cevâbında:

“Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, kâğıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda kitap elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Fâideli bir iş olduğundan dînimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir iş olur.” buyurdu.

Yenişehirli Abdullah Efendinin bu fetvâsı, İslâm dîninin ilmî, fennî ve teknik gelişmeleri teşvik ettiğini göstermekte, “İslâmiyet bizi geri bıraktı, ilmî ve teknik gelişmelere mâni oldu.” diyerek gençliği târihinden, dîninden ve îmânından soğutmak isteyen din düşmanlarının çirkin iftirâlarına cevap teşkil etmektedir.

Şeyhülislâmlık vazîfesini üstün bir liyâkatle yürüten Yenişehirli Abdullah Efendi, 1730 senesinde bu vazîfeden alınıp Bozcaada’ya gönderildi. Oradan da hac vazîfesini yapmak üzere Hicâz’a gitti. Hac vazîfesini yerine getirip Peygamber efendimizin mübârek kabrini ziyâret etti ve İstanbul’a döndü. Bir müddet İstanbul dışındaki çiftliğinde kaldıktan sonra Kanlıca’daki evinde istirahat edip ibâdetle meşgul oldu. 1744 (H.1156) senesinde Kanlıca’daki evinde vefât etti. Kanlıca İskender Paşa Câmi bahçesine defnedildi.

Yenişehirli Abdullah Efendinin Behçet-ül-Fetavâ adlı fetvâ kitabı pek kıymetlidir.

YENİŞEHİRLİ AVNÎ

On dokuzuncu asır divan şâirlerinden. 1826 senesinde Rumeli’de bulunan Yenişehir’de doğdu. Bekr Paşanın oğludur.

Husûsî tahsil görerek yetişti. Arabî ve Fârisî öğrendi. Edebiyatla meşgul oldu. Abdurrahmân Sâmi Paşa Vidin vâlisi olunca, Avnî Beyi kâtiplik vazîfesiyle yanına aldı. Abdurrahmân Sâmi Paşa, Avnî’nin yetişmesi, ilminin artması için gereken bütün yardımı yaptı. Bilhassa Mesnevî’yi bizzat öğretti. Avnî Bey daha sonra İstanbul’a gelerek Beşiktaş Mevlevihânesi ŞeyhiNazif Dedeye intisap etti. Kızı ile evlenerek dâmâdı oldu. Bağdat ve Gelibolu’da çeşitli vazîfelerde çalıştıktan sonra, İstanbul Bidâyet Mahkemesi âzâsı oldu. 1883 senesinde Üsküdâr’da vefât etti. Kabri, Eyüb’te Bahriye Mevlevîhânesi Mezarlığındadır.

Avnî Bey, divan şiirinin bütün inceliklerine vâkıf fesâhat ve belâgatta mâhirdi. Gazel ve rübâîde fevkalâde mâhir bir şâirdi. Mevlevî tarîkatine bağlıydı.

Yenişehirli Avnî’nin yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Dîvân: Dâmâdı tarafından bastırıldı. 2) Mesnevî Tercümesi: Mesnevî’nin ilk üç cildinin mensur olarak Türkçeye çevrilmiş hâlidir. Tamamlanmamıştır. 3) Mir’at-ı Cünûn: Tamamlanmamış bir mesnevîdir. 4) Âteşgede: Şeyh Gâlib’in Hüsnü Aşk’ına nazîre olarak yazılmış bir mesnevî olup tamamlanmamıştır.

YERALTI SULARI

Alm. Grundwässer (n.pl.), Fr. Eaux (f-pl.) souferraines, İng. Subterranean waters. Yer altında biriken ve topraktaki boşlukları tamâmen doldurarak akan sular. Bunlar içme, kullanma, tarımda sulama, fabrikaların su ihtiyaçlarının temininde büyük önem taşırlar. Yağmur, kar, dolu olarak yeryüzüne düşen yağışlar, toprak, geçirimli taş delikleri, çatlak ve yarıklardan sızarak yer altında toplanarak yeraltı sularını meydana getirirler. Sızma, geçirimli topraklarda daha fazladır. Sular killi topraklar gibi sızdırmıyan tabakalara raslayınca toplanırlar. Genelde yer altında toplanan bu sular yerin üstünden dibe inmiş sulardır. Bunlara gün görmüş mânâsında “vodos sular” denir. Çok az olmakla birlikte çok derinlerde gazların ayrışması, oksijenle hidrojenin çeşitli şartlarda birleşmesiyle meydana gelen sular da vardır. Bunlara gün görmemiş mânâsında “juvenil sular” adı verilir. Yerin derinliklerinden gelen sıcak suların bu şekilde meydana gelip gelmediğini anlamak çok zordur.

Yeraltı suları, yeryüzünden içerlere doğru sızarlarken kimyâsal bâzı aşındırmalara sebep olur. Kayatuzu, jibs, kalker gibi yerlerde bu daha fazla olur. Sarkıt, dikit ve yeraltı mağaraları bu şekilde meydana gelirler. Ayrıca yeryüzünden sızan sular süzülürken geçtikleri yerdeki minerallerin durumuna ve kimyâsal değişmelere göre tat alırlar. Çeşitli sertlik derecelerindeki sular, menba suları hep böyle meydana gelirler.

Yeryüzünden sızarak toplanan yeraltı suları akış şekilleri durumları, beslenmeleri ve hareketleriyle ilgili olarak üç ana bölümde toplanırlar: 1) Serbest yüzeyli yeraltı suları, 2) Basınçlı su yüzeyli (artezyen) suları, 3) Kaya çatlakları içindeki yeraltı suları.

Yeraltı suları kuyuları ve menbâ (pınar)ları besler. Yeraltında çok yavaş bir hızla süzülerek hareket eder. Bu sebepten çoğu zaman berrak ve mikropsuz olur. Fakat, çevre kirlenmesinin arttığı günümüzde yeraltı suları da gelen kirli sular ve geçtiği kirli topraklar sebebiyle kirlenmektedir.

Yeraltında su taşıyan kumlu (geçirimli) tabakalara akifer (aquifer), killi (geçirimsiz) tabakalara da (aquiclude) adı verilir. Killerin boşluk oranı yüksek olmasına rağmen boşluk ve tâne boyutları çok küçük olduğundan sızdırmazlıkları mevcuttur. Yapışan su delikleri tıkar ve hadhezyan kuvveti su hareketini önler.

Yeraltı suları iktisatlı kullanılmalı ve yeraltından çekilen su yeraltını besleyen sudan fazla olmamalıdır. Yoksa bir müddet sonra bunlardan istifâde mümkün olmaz.

YERALTI ŞEHİRLERİ

Alm. Unterirlische Städte, Fr. Les cités souterraines, İng. Underground cities. İlk ve ortaçağlarda insanların sürekli savaşlar sırasında düşmandan korunmak için yeraltında oydukları şehirler.

Bilhassa Kapadokya adı verilen Nevşehir civârında bu yeraltı şehirlerinin meşhurları yer almaktadır. Bunlardan birisi Nevşehir’in 29 km güneyinde bulunan Derinkuyu yeraltı şehridir. Yedinci yüzyılda meydana gelen sürekli savaşlar sırasında güvenlik sebebiyle yöre halkının tehlike sırasında gizlenerek korunmak gâyesiyle meydana getirdikleri, şehir büyüklüğünde sığınaktır. Kapadokya yöresinde insan eliyle kolayca işlenebilen kayaların oyulmasıyla meydana getirilen Derinkuyu yeraltı şehri yedi katlıdır. En alt kat 85 m derinliğe kadar iner. Dıştan belirsiz dar bir kapı ile girilen yeraltı şehrinin katları eğimli ve basamaklı, dar koridorlarla birbirlerine bağlanmış, bu koridorlara giriş, gerektiğinde kapatılan yuvarlak taş kapılarla emniyet altına alınmıştır. Binlerce kişiyi barındırabilecek büyüklükte olan yeraltı şehrinde depo, mutfak, salon, sarnıçlar, hava bacaları gibi hayat için gerekli bölümler ve ibâdet yerleri vardır.

Bu bölgede yer alan diğer bir yeraltı şehri ise Nevşehir il merkezinin 20 km güneyinde yer alan Kaymaklı’daki yeraltı şehridir. Binlerce kişiyi uzun müddet barındırmaya ve gizlemeye elverşili olan 7-8 katlı yeraltı şehri volkanik tüfler içinde oyulmuştur. Havalandırma bacaları, birbirine bağlantılı odalar, mutfaklar, şarap mahzenleri, erzak depoları ve kiliseleri içinde bulunduran yeraltı şehri 6-10. yüzyıllar arasındaki baskın ve yağmalamalardan korunmak için yöre halkı tarafından sığınak olarak yapılmıştır. Her iki yeraltı şehri günümüzde ışıklandırılmış olup yerli ve yabancı turistler tarafından ziyâret edilmektedir.

YERÇİKİMİ

(Bkz. Ağırlık)

YEREBATAN SARAYI

İstanbul’da Sultanahmed Meydanında, Bizans devrinden kalma büyük su sarnıcı. Altıncı yüzyılda birinci Justinianus tarafından İstanbul’un su ihtiyacının karşılanması gâyesiyle inşâ ettirildi.

Sarnıcın suyu, buraya takriben 19 km uzaklıktaki Belgrad Ormanlarından, Cebeci köy kemeri vâsıtasıyla getiriliyordu. 140x70 metrelik bir alanı kaplayan sarnıcın yüksekliği 8 m olup, tavanı 336 tâne sütun üzerinde durmaktadır. Korent tarzı başlıkları olan sütunların toprak altı kısımları yoktur.

Zamânımızda 50-100 cm su bulunan sarnıçta sâdece yağmur suları birikmektedir. Önceleri tavanda bulunan delikler vâsıtasıyla çevrenin su ihtiyacı karşılanırken, şimdi yalnızca turistik bir binâ olarak kullanılmaktadır. 1946 senesinde bir giriş merdiveni ve giriş binâsı yapılan sarnıç, 1951’de ziyârete açılmıştır. 1985’te esaslı bir tâmirden sonra, suyun üzerine platform yapılarak 1987’de yeniden ziyârete açıldı.

YERELMASI (Helianthus tuberosus)

Alm. Topinambur (m. f), Erdschocke (f), Fr. Topinambour, hélianthe tubéreux (m), İng. Jerusalem artichoke, Canada potato. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Sebze bitkisi olarak yetiştirilir.

Toprak altında patates gibi yumruları olan bir sebze bitkisi. Vatanı Kuzey Amerika olmakla berâber Avrupa ve Türkiye’de sebze olarak yetiştirilir.

Kullanıldığı yerler: Besin maddesi olarak inulin ihtivâ eder. Besin değeri patatese yakındır. Karbonhidrat miktarının düşük olması sebebiyle şeker hastalarının kullanabileceği iyi bir besin kaynağıdır. Süt arttırıcı ve safra söktürücü etkisi de vardır. Haşlanarak sebze olarak yenir.

YERFISTIĞI (Arachis hypogaea)

Alm. Erdnuss (f), Fr. Arachide; cacahouete (f), İng. Peanut, earth nut, ground nut. Familyası: Baklagiller (Leqüminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege ve Akdeniz bölgesinde yetiştirilir.

Yazın sarı renkli çiçekler açan, 20-40 cm boyunda bir yıllık otsu bir bitki. Vatanı Brezilya’dır. Tropik ve Subtropik bölgelerde yetiştirilir. Bitkinin gövdesi tüylü, yaygın ve dallanmıştır. Yapraklar saplı ve yaprakçıklar eliptik şekilli ve koyu yeşil renkli ve tüylüdür. Çiçekler yaprakların koltuğunda 2-3’ü bir arada bulunur. Çiçekler solduktan sonra dişi organı olan ovaryum toprak altına girerek orada olgunlaşır. Böylece meyve toprak altında olgunlaşan sarımsı renkli üzeri ağımsı damarlı, bir ile üç boğumlu ve her boğumda bir tohum taşıyan açılmayan fındıksı bir meyvedir.

Kullanıldığı yerler: Yerfıstığı tohumları çok miktarda yağ (% 48 kadar) taşırlar. Ayrıca % 25 kadar protein ihtivâ ederler. Tohumları gıdâ ve çerez olarak kullanılır. Tohumlarının soğukta sıkılmasıyla elde edilen yağ yumuşatıcı ve merhem olarak kullanılır. Sıcakta sıkılan yağ ise sanâyide sabunculukta kullanılır.

YERMEŞESİ

(Bkz. Dalakotu)