YAZMA
Alm. Manuscript (n), Handschrift, Fr. Manuscrit (m), İng. Manuscript. Herhangi bir yazı basma âletiyle basılmamış olup, özel mürekkep ve kalemle çoğu defâ yine özel işlenmiş kâğıtlara yazılarak meydana getirilen, ilmî, fennî, edebî eserler. Deyim “el yazması eser, yazma eser” olarak da kullanılır. Taş, kiremit, tuğla, deri gibi şeyler üzerine yazılan yazılar, mektuplar, fermanlar, imtiyaznâme ve diğer şeyler de elle yazılmış olmakla berâber, bunlara genellikle el yazması denilmez. El yazmasına “kol yazması” da denir.
İlk el yazmaları papirus, daha sonra da parşömen üzerine yazıldı. Bunlar iki ucundan birer sopaya tutturularak rulo şeklinde saklanır ve metin yukarıdan aşağıya iki sütun hâlinde yazılırdı. Bugünkü kitapların ilk biçimi olan dörde katlanmış sahifeler (kodeks) üstüne yazı yazılması 3 ve 4. yüzyıllarda ortaya çıktı. Eski çağda kitapları köleler veya âzâtlılar çoğaltırdı. Ortaçağda kitap yazma işi manastırlardaki keşişlerin elinde kaldı. 13. yüzyıldan sonra manastırların yerini müstensih atelyeleri aldı. Bâzı devirlerde, parşömenin az ve pahalı olması sebebiyle yazılı yapraklar silinerek, başka metinler yazıldı.
Kâğıdı önce Çinliler, daha sonra Türkler kullandı. Türklerden Araplar öğrendi ve Endülüs Emevîleri vâsıtasıyla Batıya geçti. 11 ve 13. yüzyıllarda kâğıt, Batıda iyice yayılmıştı. Fakat parşömen hâlâ gözdeydi. Bu arada el yazmalarının altın ve gümüşle süslenmesine de başlandı. Başlıklar ve minyatürler için daha çok altın kullanıldı. Minyatür ve tezhip, ortaçağ boyunca batıda olduğu gibi doğuda da büyük gelişme gösterdi. Kitapların elle yazılarak çoğaltılması, 15. yüzyılda matbaanın bulunmasına kadar devam etti. Osmanlı Devletinde matbaanın kullanılması daha geç târihlere rastladığı (1728) ve o zamanki müstensihlerin ve hattatların çokluğu sebebiyle, başlıbaşına bir sanat dalı ve meslek olan elle kitap çoğaltma işi 19. yüzyıla kadar devam etti.
İslâm kültür ve medeniyeti içinde başlıbaşına bir sanat dalı olarak gelişen el yazması sanatı, yüzbinlerce ilmî, fennî, edebî, eserlerin ortaya konmasını sağladı. Şimdi bu eserler, dünyâ kütüphânelerini süslemekte ve ilim âlemini aydınlatmaktadır.
El yazması eserlerin kesin sayısı henüz bilinmiyor. En güzel ve nefis nümûneleri, Osmanlılar devrinde ortaya kondu. Çoğu İstanbul Kütüphânelerinde muhâfaza edilmektedir. Ne yazık ki, bir çoğu da yurt dışına kaçırılmış, yabancılara satılmıştır. Yabancı kültürlerin İslâm ülkelerini istilâ etmeleri, Müslümanların dinlerini ve an’anelerini tahrip ettiği gibi, nice sanat dallarını da köreltti. Tabiatıyla, ehli ve erbâbı azalan sanat ve meslekler de eski verimliliğini kaybetti. Bu sebeple el yazması sanatı yeryüzünde sayılı birkaç hattatın elinde kaldı.
El yazması eserler gâyet güzel yazılarla yazılıp, sahifeleri tezhiplerle süslenirdi. Kâğıdı, mürekkebi, kalem tekniği ve yazı çeşitleri başlıbaşına birkaç ilim dalı ve meslek olarak gelişti. İslâm âleminde, Kur’ân-ı kerîme karşı gösterilen büyük hürmet, cilt ve yazı(hat) sanatının gelişmesinde büyük rol oynadı. Bu sebeple çok büyük hattatlar yetişti. İcâzeti (diploması) olan hattatlar, yenilerini yetiştirerek bu sanatın günümüze kadar devâmını sağladılar. Müstakîmzâde Süleyman Sâdeddîn Efendi, Tuhfe-i Hattâtin adlı eserinde, bu sanatın meşhur büyüklerini tanıtmaktadır. İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl İnal Bey de Son Hattatlar adlı iki ciltlik kitabında, son hattaları tanıtmaktadır. Hemen hemen bütün dünyâ kütüphânelerini süsleyen yazma eserlerimiz nice hattatların göz ve gönül nûru, ömür sermâyesidir. Her kütüphânede basma kitaplardan ayrı olarak el yazması eserlerin saklanıp, tasnif edildiği, îtinâ ile korunduğu bölümler vardır. Nüshası nâdir olan el yazması eserler daha îtinâ ile korunur. Gerektiğinde fotokopisi çıkarılarak, yâhut mikrofilm tekniğiyle çoğaltılarak araştırmacıların istifâdesine sunulur. Böylece nâdir ve orijinal eserler muhâfaza edilerek gelecek nesillere ulaştırılır.
Yazma kitap, zahmetli ve uzun süren bir çalışmanın sonunda ortaya çıktığı için hem Batı, hem de doğu medeniyetlerinde çok kıymetli sayılırdı. Kitaplar çoğu zaman altınla ve değerli taşlarla bezeli kapaklarla ciltlenerek kıymetleri daha da artardı. Ayrıca kitabın içine minyatürler ilâve edilir ve sahifeleri tezhiplenerek zenginleştirilirdi. Yazma eserlerin ciltlenmesinde deri kullanılırdı. Klasik bir ciltte dört kısım bulunurdu. Üst kapak, alt kapak, sertab ve miklab. Üst kapak, kitabın önünde bulunur ve sırtla alt (arka) kapağa bağlanır. Sertab, miklapla alt kapak arasındadır. Sertab, kitap kapandığı zaman sayfaların kenarlarını örten parça olup, alt kapakla berâber hareket eder. Miklab, sertaba bağlı olan ve okunmakta olan yerin kaybolmaması için sahifelerin arasına konulan parçadır. Cilt kapaklarının dış yüzünde kapağın tam ortasında “şemse” denilen tezyinat bulunurdu. Bâzan kapağın çevresi de tezyinatlı olurdu (Bkz. Cilt). Kıymetli el yazmalarının cildi de çok sanatkarâne olurdu.
El yazmalarında genellikle âhârlı kâğıt kullanılırdı. Âhâr; kâğıdın pütürlü yüzeyini düzelttiğinden, kamış kalemin çok rahat hareket etmesini, yanlış yazılan yerlerin kolaylıkla silinmesini temin eder ve kâğıda dayanıklılık sağlardı. Osmanlılarda daha çok Hint âbâdîsi, Çin ve Venedik kâğıtları tercih edilirdi. Daha sonraları Avrupa’dan getirilen Fligranlı ve su yollu kâğıtlar kullanıldı. Sonra bizde de kâğıtçılık gelişince, kendi kâğıtlarımız kullanılmaya başlandı. Yazmalarda sayfa numarası bulunmaz, bunlara sonradan varak numarası verilmiştir. Her yaprak (varak); a (ön) yüzü ve b (arka) yüzünden ibârettir. Yazmalarda formalar 10 yapraktan meydana gelirdi. Genellikle sağdaki sayfanın en altına soldaki sayfanın ilk kelimesi yazılarak, yaprakların birbirini tâkip etmesi sağlanırdı. Buna yaka, pâyende, çoban, müşir, rakabe, muvâsıla ve reddadiye gibi isimler verilirdi.
Çizgisiz olan kâğıtlara düzgün bir şekilde yazı yazabilmek için, bir karton üzerine münâsip aralıklarla ince iplikler, bunların da sağına ve soluna yukarıdan aşağıya doğru birer iplik gerilir, buna “mıstar” denirdi. Yazılacak kâğıt mıstar üzerine konur ve bastırılırsa, ip kâğıtta çizgiler hâlinde iz bırakırdı. En çok kullanılan kâğıtlar nohudî, yâni nohut renginde olanlardı. Yazının dört kenarına “cetvel” adı verilen çizgiler çizilirdi. Kitabın kıymetine göre bu cedvellerin sayısı artar ve bâzan iki çizgi arası altın yaldızla doldurulurdu. Bâzan el yazması eserlerin sahife kenarlarına notlar, eklemeler, şerhler ve hâşiyeler yazılır, buna “derkenar” veya “hâmiş” denilirdi. Yazıda beziryağı isinden yapılmış mürekkep kullanılırdı.
Yazma kitapta, ciltten sonra ara kapak (iç kapak) gelir. Bunu içindekiler kısmı tâkip eder. İçindekiler kısmı yoksa metnin başladığı yaprak iç kapak adını alır. Eğer bu sayfa (yaprağın ön yüzü) süslü ise “zahriye” adı verilir. Zahriyelerde yazar ve kitap adı ile bâzan hangi kütüphâneye âit olduğu yazılıdır. İç kapağın ön (a) yüzünde zahriye denilen süsleme yoksa, bu sahîfede yazar ve kitap adından başka temellük kaydı denilen, yâni kitabın kime âit olduğunu, kimden satın alındığını bildiren kayıtlar vardır. Bu kayıtlar mühür şeklinde de olabilir. Yine bu sahifede fevârid adı verilen; doğum ölüm, azil, yangın, zelzele önemli hâdiseler ve şiirler şeklinde rastlanan küçük notlar vardır. Bâzı yazmalarda da vakf kaydı bulunur. Bunlar vakfedilmiş eserler olup, alınıp satılması yasaktır. Yazma kitapta asıl metin zahriyenin arka yüzünde (b yüzü) başlar. Hattat elinden çıkan el yazmalarının ilk sahifesi süslemeli olur ve serlevha veya mihrabiye adıyla anılır. Dikdörtgen veya üçgen şeklindeki bu süslemeli serlevhada besmele veya kitabın adı yer alır.
Metin, Besmele ile başlar. Bunu Allahü teâlâya hamd olsun anlamına gelen “hamdele” kısmı tâkip eder. Bundan sonra Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem), Ehl-i beyti ve Eshâbını selâmlayan ve hürmet dolu olan salvele kısmı gelir. Daha sonra günümüz kitaplarındaki önsöz ve giriş yerine geçen, mukaddime, dibâce veya sebeb-i telif bölümü yer alır. Bu bölümde yazar adı ve kitap adı belirtilir, zamânın sultanına sitâyiş yapılır. Yâni dîne, ilme, fenne yaptığı hizmetleri övülür. Ondan sonra eserin konusu, yazılış gâyesi, eserin ne zaman nerede ve kimin için yazıldığı belirtilir. Ayrıca kitabın hangi kaynaklardan faydalanarak yazıldığı da gösterilir.
Dîvân, mesnevî, gibi manzum eserlerde yazar kendi adından bir münâsebetle bahseder ki, buna “mahlas” denir. Bâzı kitaplarda yazar adı bulunmayabilir. Bu durumda bibliyografik kaynaklardan faydalanılır. Genellikle 15. yüzyıldan sonra yazılan eserlerde, içindekiler veya fihrist, dibâce kısmında verilmiştir. Yazma kitap “hâtime” adı verilen bir sonuçla bitirilir. Hâtimenin sonunda “ferâğ kaydı”na rastlanırsa, bu kayıt, eserin bizzat müellif veya musannif tarafından yazıldığını, kısaca müellif hattı olduğunu gösterir. Müellif burada kitabı yazdığı yeri ve târihi belirtir, kısa bir duâ ile sözlerine son verir. Ferâğ kaydından başka yazmaların çoğunda rastlanan “ketebe” ve “istinsah” kayıtları vardır. Bu kayıtlar müstensihe âit olup, müstensihin adını, eserin adını, yazıldığı yeri ve târihi bildirirler.
Orijinal eserlere “tasnif” ve yazarına “musannif” denilir. Çeşitli eserlerden faydalanılarak yazılan eserlere “telif”, yazarına da “müellif” denir. Başkalarının eserlerini kâğıda geçiren, kitap hâline getiren kâtip ve hattatlara da “müstensih” ve bu işe de “istinsâh” denilir. Kitabı her zaman usta bir hattatın yazması şart değildir. Bu işte, üstat sayılan hattatlar dışında ikinci derecede hattatlar da çalışırdı. Abbâsîler döneminde kitap kopya eden hattatlara “varrâk” adı verilirdi. Görüldüğü gibi, yazmalarda rastlanan bu düzen, günümüz kitaplarında oldukça değişiktir. Üstelik yazmalardaki bu düzen, kitabın konusuna ve türüne göre de değişiklikler gösterir.
Türkiye kütüphânelerinde 400.000’in üstünde yazma kitap bulunmaktadır. Kütüphânelerdeki yazmaların ayrıntılı katalogları hazırlanıp yayınlanmaktadır. El yazması eserlerimiz, özellikle İstanbul, Bursa, Konya, Manisa, Kayseri, Edirne, Erzurum gibi eski ilim ve kültür merkezlerindeki kitaplıklarda, şahısların özel kitaplıklarında bulunmakta olup, yerli ve yabancı araştırmacıları hayran bırakmaktadır.
(Bkz. Elyazması Eserler)
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın, bulundukları seddin arkasından çıkıp yeryüzüne dağılacak olan iki kötü millet. Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in soyundandırlar. Müslüman değildirler. İnsanları öldürür, etrâflarına zarar verirler, ekinleri telef ederlerdi. O sırada Asya ve Avrupa kıtalarına Peygamber veya evliyâdan olan Zülkarneyn hâkimdi. Asya’nın kuzey doğusundaki Türklerin ricâsı üzerine Ye’cüc ve Me’cüc kavminin kötülüklerine mâni olmak için büyük bir duvar yaptı. Bu sed, iki dağ arasında, altı kilometre uzunluğunda, yirmi beş metre genişlik ve yüz metre yükseklikteydi. Taş ve demirden yapılmıştı. Bugün bilinen Çin Seddi başkadır. Ye’cüc ve Me’cüc sed arkasında kaldı. Sedden dışarı kalanlar Türklerdir.
Bu seddin yapılışına dâir Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyrulmaktadır: “Nihâyet Zülkarneyn (aleyhisselâm) İki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde hemen hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla) “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc bu yerde (katil, tahrip, zirâati telef etmek sûretiyle) fesat çıkarıyorlar. Sana masrafını versek, bizimle onlar arasına bir sed yapıversen de dışarı çıkmasalar?” dediler.” (Kehf sûresi: 94)
Zülkarneyn dedi ki: Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidâr (kuvvet, mal), sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Haydin, bedenî kuvvetimizle ve lâzım olan âletlerle bana yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir mâni (engel) yapayım. (Kehf sûresi: 95)
Bana demir parçaları getirin. O iki dağın arası demir kütleleriyle doldurulup, dağlar birbirine müsâvî (eşit) hâle geldiği vakit, körükleyin, dedi. Demir ateş gibi olunca, bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim, dedi. (Kehf sûresi: 96)
Artık onu (seddi) ne aşabildiler, ne de delebildiler. (Kehf sûresi: 97)
Arkeolojik araştırmalar, yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan, nasıl iki kişiden meydana geldiyse, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinmiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları düşünülebilir.
Ye’cüc ve Me’cüc, kıyâmetin kopmasına yakın bir zamanda bulundukları seddin arkasından çıkacaklardır.
Kur’ân-ı kerîmde, Enbiyâ sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ye’cüc ve Me’cüc seddi yıkıp, her yüksek tepeden (süratle) çıkarlar, saldırırlar.”
Sahîh-i Müslim ismindeki hadis kitabında Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu bildirilmektedir:
Cenâb-ı Hak, Ye’cüc ve Me’cüc’ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edeceklerdir. Bu sûretle öncüleri Taberiye Gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Sonra gelenler de oradan geçecekler ve; vaktiyle burada çok su varmış, diyeceklerdir. (Bu sırada yeryüzüne tekrar gelen) Nebiyyullah (Allahü teâlânın peygamberi) Îsâ ve eshâbı (berâberindekiler), Tûr Dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhâsaranın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bugünkü paranızla yüz dinârdan daha makbul olacak. Bunun üzerine nebiyyullah Îsâ ve eshâbı, onların belâsından kurtulmak için Allahü teâlâya yalvarırlar. Allahü teâlâ onların duâsını kabul edip, Ye’cüc ve Me’cüc kabîlesinin enselerine, nugaf denilen küçük kurtçukları musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allahü teâlânın kudretiyle tek bir nefes gibi, bir anda helâk olurlar. Sonra Îsâ ve eshâbı, Tûr Dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Îsâ ve eshâbı, yine Allahü teâlâya yalvarırlar; cenâb-ı Hak, Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp Allahü teâlânın dilediği yere atarlar. Sonra cenâb-ı Hak, pekçok yağmur indirir ki, hiçbir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamaz. O yağmur, bütün yeryüzünü tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir. Sonra yeryüzüne: Meyvelerini bitir. Evvelki gibi feyz ve bereket ver, diye emrolunur. İşte o gün bir cemâat, tek nardan yiyip doydukları gibi, onun kabuğu ile de gölgelenirler. Mer’aya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin de sütleri bereketli olur. Öyle ki sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemâati, sığırınki bir kabîleyi, koyunun sütü de yakın akrabâdan bir cemâati doyurur. İşte bunlar, böylece bolluk içinde huzurlu bir hayat geçirirken, Allahü teâlâ hoş bir rüzgâr gönderir. Bu latîf rüzgâr onları koltuklarından tuttuğu hâlde, her mümin ve Müslümanın rûhları kabz olunur. Ortada en şerli insanlar kalır. O zaman da birbirleriyle boğuşurlar. Merkepler gibi halkın huzûrunda alenen zinâ ederler. İşte bu fenâ kimseler üzerine de kıyâmet kopar.
Ye’cüc ve Me’cüc Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde bildirildiği için, her Müslümanın bunu olduğu gibi kabul etmesi, inanması lâzımdır.
Avrupa’da yedi yıl süren iki ayrı savaş. 1563-1570 ile 1756-1763 yılları arasında oldu.
1563-1570 yıllarındaki Yediyıl Savaşları; Lübeck, Danimarka ve Polonya’dan meydana gelen ittifakın İsveç ile mücâdelesidir. Bu savaşların sonunda İsveç yenildi. Yediyıl Savaşları sonunda Stettin Antlaşması imzâlandı. İsveç, Gotland’ı kaybetti. Narva Nehrinde deniz ulaşımında trafik serbestiyetini kabul etti.
1756-1763 yıllarındaki Yediyıl Savaşları; Prusya, İngiltere ile Avusturya, Fransa ve müttefikleri arasında oldu. Avusturya verâset savaşlarının devâmı olup, sömürgecilik ve iktisâdî sebeplerle çıktı. Yediyıl Savaşları, karada Almanya’da, denizlerde ve sömürgelerde yapıldı. Prusya, İngiltere’nin yardımı ile 1757 Kasımında Rossbach’ta Fransa’yı; sonra Avusturya ve müttefiki Rusya’yı da yendi. Prusya ile Avusturya, 1763 yılında Saksonya’daki Hubertsburg kasabasında yaptıkları antlaşmayla aralarındaki savaşa son verdiler. Prusya güçlenip, önemli bir devlet hâline geldi. Alman birliği meydana gelmesine sebep oldu. Paris Antlaşması ile de; İngiltere, Fransa’dan Kanada’yı, Louisiana bölgesinin Mississippi doğusundaki kısmını, Antil Adalarının birkaçını, Senegal’deki üslerini aldı. Fransa, İspanya’ya Orleans’ı ve Louisiana’nın diğer kısmını verdi. İngiliz sömürgeciliği çok gelişti.
Alm. Schloss (n), der Sieben Türme, Fr. Châateau (m), des Sept- Tours, İng. Castle of the Seven Towers. İstanbul surlarının Haliç’ten gelen kısmı ile Marmara surlarının birleştiği yere verilen isim. İlk inşası muhtemelen Bizans İmparatoru Birinci Theodosius zamânına rastlar. İmparator, savaşlardan dönüşte şehre giriş olarak kullanılan bu kısma bir zafer takı inşâ ettirdi. Daha sonra Üçüncü Theodosius devrinde, Marmara’dan gelecek saldırılara karşı deniz surlarının yapılmasıyla zafer takı, kapı hâline getirildi. İkinci Theodosius, Atilla’ya yenildikten sonra surlara bir duvar daha yaptırmış ve böylelikle imparatorların seferden dönüşte büyük bir kibirle girdikleri kapı, savunma gâyesiyle kullanılmaya başlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra şehrin îmârına büyük ehemmiyet veren Fâtih Sultan Mehmed Han, surların bu kısmını tâmir ettirerek, buraya üç kule daha yaptırdı. 1457’de inşâ edilen bu kulelerle, semte ismini veren Yedikule meydana gelmiş oldu.
Zaman içinde birçok tabiî âfetlere mâruz kalan Yedikule Hisarındaki Kuzey Kulesi, 17. asırda yıkıldıktan sonra yenisi inşâ edilmedi. “ÜçüncüAhmed kulesi” ise, adı geçen pâdişâh zamânında bir zelzelede büyük hasar gördüyse de Sultan Üçüncü Osman (1754-1757) devrinde tâmir edildi.
Topkapı Sarayı İç Hazinesinde yer kalmadığından Kânûnî Sultan Süleyman Han, devlet hazinesinin bir kısmını Yedikule’ye naklettirdi. Hisara hazîneyi koruyan askerlerin yatmaları için bir koğuş ve câmi inşâ edildi. Devlet hazinesi, Yedikule’de Sultan Üçüncü Murâd Han devrine kadar kaldı. Hazinenin buradan nakliyle hisar, bâzı devlet adamları ve meşhur şahsiyetlerin hapsedildiği bir hapishâne durumuna geldi.
Amerika Birleşik Devletlerinde Charles Taze Russel tarafından 1872’de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan misyoner teşkilâtına verilen ad.
Teşkilâtın kurulduğu yıllardaki ismi “Zions Watch Tower Bibel and Tract Society of Penssylvania” (Siyon Gözetleme Kulesi Pensilvanya Bilimsel Araştırma Cemiyeti) olarak îlân edildi. 1896 târihinde teşkilâtın adı değiştirilerek Watch Tower Bible and Tract Society (Gözetleme Kulesi İncil Araştırma Cemiyeti) oldu ve teşkilâtın merkezi Penssylvania’dan Brookyln’e taşındı. Charles Taze Russel’den sonra teşkilâtın başına geçen Joseph Franklin Rutherford hakîki tanrının Yehova (Yahova) olduğunu ileri sürerek teşkilâtın adının Yehova Şâhitleri olmasını benimsedi. Rutherford banda aldığı vaazlarını dernek üyelerine dağıtarak propagandalarının yapılmasını teşvik etti. Dernek üyeleri ses bantlarını kapıların önünde dinleterek yeni üyeler ve yandaşlar kazanmaya çalıştılar. New York’ta Brooklyn’deki merkezden idâre edilen derneğin başına Rutherford’dan sonra Nathan Homer Knorr geçti. Knorr yeni liderler ve misyonerler yetiştirmek üzere Gilead’da, Watch Tower Kitab-ı Mukaddes okulunu kurdu. Teşkilâtın bütün kitap ve makâlelerinin imzâsız yayınlanması prensibini getirdi. Knorr önderliğindeki teşkilât üyeleri Kitab-ı Mukaddese yeni yorumlar yaptılar. Knorr’dan sonra Frederick W. Franz teşkilât başkanı oldu.
Diğer Hıristiyanlardan ve Yahûdîlerden farklı inanışlara sâhip olan Yehova Şahitleri teşkilâtı gün geçtikçe genişledi. Amerika Birleşik Devletleri dışındaki diğer ülkelerde de merkezler ve şûbeler açıldı. Gizli ve kendilerine has metodlarla propaganda yapan Yehova Şâhitleri 1917-1928 seneleri arasında öğrettikleri hususlarda ve inançlarında 148 kadar değişiklik yaptılar. Karmakarışık bir inanç sistemi hâline gelen Yehovacılık, gerçek Hıristiyanlık iddiası ile ortaya çıkmasına ve Yahûdîlikle Hıristiyanlık karması gibi görünmesine rağmen onlardan tamâmen farklı bir inanış haline geldi. Yehova Şâhitleri kendilerini “Yeni Millet” kabul ettiler. Bu sebepten hiçbir milletin bayrak ve sancağını benimsemedikleri gibi kendilerinden başka bütün milletleri ve toplulukları şeytanın askerleri olarak kabul ettiler. Kendi teşkilâtları içinde papaz, kilise veya kilise topluluğu gibi terimleri kullanmaktan kaçındılar. Kiliseler Birliği hareketine de katılmadılar. İkinci Dünyâ Savaşı yıllarında Almanya ve öteki mihver devletlerinin yanında bâzı Müttefik Devletler de Yehova Şâhitlerinin faâliyetlerini yasakladılar. Yeni bağımsızlığına kavuşmuş olan ve daha çok milliyetçilik duygusuna sâhip olan diğer devletler de Yehova Şâhitlerine karşı baskı uyguladılar. Daha sonra ABD mahkemelerinde açılan çeşitli dâvâlar sonunda Yehova Şâhitleri görüşlerini ve inançlarını açıklama hakkını elde ettiler. Pekçok ülkede açılan dâvâlar neticesinde Yehova Şâhitlerinin çalışmaları Kânûnî bir statüye bağlandı. 1950’den sonra Türkiye’de de faâliyet göstermeye başlayan Yehova Şâhitleri hakkında birçok kânûnî soruşturma dâvâları açıldı. Ancak dâvâların hepsi beraatla netîcelendi. 1960’larda yargıtay kararlarıyla bu akımın ayrı bir inanç olduğu hükme bağlandı.
Kurulmuş makina gibi merkezden gelen fikir ve düşüncelerin propagandasını yapan Yehova Şâhitlerinin hepsi aynı şeyi anlatırlar. Tatlı okşayıcı dillerle bilhassa Müslüman yavrularını aldatmaya, kendi gâyelerine hizmet ettirmeye çalışırlar. Telefon rehberlerinden aldıkları adreslere broşürler, risâleler, gönderirler. Şık, süslü giyinmiş güzel kızları kapı kapı dolaştırarak evlere, iş yerlerine bu risâleleri bıraktırırlar. Müslümanlar, dinlerinin esaslarını çok iyi bildiklerinden bunların saçma, mesnetsiz yalanlarına kanmamaktadır. Propagandalarını çok sayıda kitap, broşür ve vaazla yürüten Yehova Şâhitleri Krallık salonları denen kiliselerde toplanırlar. Râhip ve papazları yoksa da, toplanma merkezleri New York’ta (Brooklyn) olan vaizleri vardır. Teşkilâtın mahallî şûbe veya topluluklarına bağlı üyelerinin çoğu krallık yayımcısı olarak çalışır. Bunların haftada beş saati Krallık Salonu’ndaki toplantılara ayırması ve şartlar müsâit olunca kapı kapı gezerek inançlarını halka anlatması istenir.
Teşkilâta bağlı misyonerlerin bir kısmı yarım günlük işlerde çalışırlar ve ayda yüz saat dînî hizmetlerde bulunurlar. Bir kısım misyonerler ise bütün zamanlarını dernek çalışmalarına ayırırlar. Ücret karşılığında ayda en az 150 saat dernek için çalışırlar. Yehova Şâhitlerinin çalışmalarını başlıca üç kuruluş düzenlemektedir. Bunların en büyüğü Pennsylvania’da Russel tarafından kurulan Watch Tower Biblo and Tract Society, diğerleri aynı kuruluşun New York Şûbesiyle Uluslararası Kitab-ı Mukaddes Talebeleri Derneğidir. İki ayda yayımlanan Watchtower ve Awake dergileri başlıca yayın organlarıdır.
Dünyâdaki 216 ülkede faaliyet gösteren Yehova Şâhitlerinin sayısı 2.000.000 civârındadır. Türkiye’de ise 1000 kadar Yehova Şâhidi bulunmaktadır.
Teşkilâtı kuran Charles Taze Russel karakter yapısı, yaşayışı ile çok dikkat çeker. Söyledikleri ile yaptıkları tamâmen birbirine zıttır. Şöyle ki; evlâtlık kızı Rose Boly’ye tecâvüz ettiği için karısı Maria Francis tarafından mahkemeye verilmiş ve mahkemede suçunu îtirâf ederek hüküm giymiştir. Ayrıca kendisini çevresinde “Çok saygıdeğer bir çoban” olarak tanıttığı için Protestan Baptist Kilisesi Yesi C. Ross, onun “sahte bir çoban” olduğu hakkında bir broşür yayınladı ve bu sebepten mahkemelik oldular. Russel; kendisinin hiçbir din adamı tarafından takdis edilmemiş olduğunu mahkemede îtirâf etti. Mahkeme, Russel’in “yalan yere yemin eden” bir yalancı olduğuna dâir hüküm vermiştir.
Russel ayrıca, buğday satışında halkı dolandırdığından mahkemeye sevk edilmiş ve mahkûm olmuştur.
Çin’e ve Japonya’ya yaptığı seyâhatler sonunda oralarda ilk misyoner teşkilâtını kurduğunu iddiâ ettiğinden, kiliseler tarafından mahkemeye verilerek, mahkeme kayıtlarına; “Yalan yere propaganda yapan” kişi olarak geçmiştir.
Görünüşte hazret-i Îsâ’dan, Kitab-ı Mukaddesten bahs eden Yehova Şâhitleri gerçekte “dünyâ cenneti” inancını yaymak için Siyonizmin emrinde çalışmaktadırlar. Kitâb-ı Mukaddesin Yehova adını verdikleri tanrının kelâmı olduğunu, kendilerinin hazret-i Âdem’in oğlu olan Hâbil’den, hazret-i Îsâ’ya kadar süregelen uzun devredeki şâhitlerin son temsilcileri olduklarına inanırlar. Hazret-i Îsâ’nın Tanrı Yehova tarafından yer yüzünde Îsâ Krallığı adında bir din devleti kurmakla vazifelendirildiğine ve günahkârların hazret-i Îsâ aracılığıyla yeniden Tanrı Yehova’ya bağlanabileceğine inanırlar. Kurulacak olan Îsâ Krallığının 144.000 seçkin Yahûdî tarafından idâre edileceğine inanırlar. Cennete, Cehenneme ve öldükten sonra dirilmeye, meleklere, kazâ ve kadere, kıyâmete ve rûhun varlığına inanmazlar. Ölüm kişinin tamâmen yok olmasıdır derler. Yeryüzünde kurulacak Cennete hazret-i Îsâ’nın bu krallığı idâre edeceğine, Yehova Şâhitlerinin bu krallıkta yaşayıp hiç ölmeyeceklerine inanırlar. Ayrıca kehânette bulunarak, Şeytan ve Yehova arasında, Yehova’nın zaferiyle neticelenecek olan bir savaşın haberciliğini yaparlar. Dünyânın bu savaşta sağ kalanların mekânı olacağını söylerler. Suda vaftiz olurlar.
Millî ve mânevî değerleri inkâr ve insanlara “dünyâ cenneti” vâd etmeleri bakımından, Yehova Şâhitleri ile komünistler arasında tam bir benzerlik vardır.
Zinâ dışında herhangi bir sebeple boşanmaya ve kutsal metinlere aykırı olduğunu ileri sürerek kan nakline karşı çıkarlar. Asker olmayı ve bayrağı selâmlamayı reddederler.
Yehova Şâhitleri üç zümreye ayrılır. İlk zümre sâdıklar olup, bunlar 150.000 civârındadır. Geri kalanlar ise uşak ve hizmetçi mevkiindedirler. Teşkilâta yeni girenler üçüncü zümrede olmayı baştan kabul ederler.
Yehova Şâhitleri kendi inanışları ve kurmayı hayâl ettikleri düzen dışında bütün dinlere, anayasalara, kânunlara, nizamlara, milletlere, bayrağa, sancağa, devlete ve askerliğe düşmandırlar. İsrâilde savaş aleyhtarlığı, sancak, bayrak, vatan, millet, millî marş, devlet, askerlik vb. düşmanlığı ile ilgili propaganda yapmazlar. Yehova Şâhitlerinin “1968 Yıllığı’nda İsrail’in “Altı Gün Savaşı”nda Araplara karşı zafer kazanmaları medh edilmekte, Arap devletlerinin sınırlarının açılması sebebiyle bu sınır bölgelerindeki Yehova Şâhitlerinin buluşup görüşmeleri sevinçle anlatılmaktadır.
Müstakil bir dîne sâhip olmayan, kendisini açıkça ortaya koymayan bu gizli teşkilât devletimizin hukûkî, siyâsî, iktisâdî ve sosyal nizamlarına tamâmen aykırı bir kuruluştur. Bu teşkilât mensupları İslâmiyetin ve Müslümanların da düşmanıdırlar.
Alm. Windmühle (f), Fr. Moulin (m), à vent, İng. Windmill. Enerji üretmek için rüzgâr gücünden faydalanarak çalışan büyük pervâneli çarklı makina. Çok eski zamanlardan beri yeldeğirmenleri, buğday öğütmek ve su pompalamak gibi işler için mekanik güç elde etmekte kullanılmıştır. Hollanda’da bulunan yeldeğirmenleri, karayı denizden ayırmak için su pompalamakla görevlidir. Yeldeğirmenleri gelişen ülkelerde hâlâ önemli güç kaynakları olmalarına rağmen endüstri bakımından gelişmiş ülkelerde az rolleri vardır. Elektrik enerji kaynağı olarak kullanılan ilk yeldeğirmeni 1890’da Danimarka’da yapılmıştı. Bu târihten sonra rüzgârla çalışan değirmenler küçük ev ve çiftliklere elektrik sağlamak için kullanılmışlardır.
Rüzgâr enerjisi kaynakları: Fosil yakıtlarının aksine rüzgârlar yenilenebilir enerji kaynaklarıdırlar. Yeldeğirmeninin model ve çalışması rüzgârın hızına, yönüne ve yüksekliğine bağlıdır. Rüzgârın ortalama saatteki hızı 29-40 km olan yerler yeldeğirmenleri için uygun yerlerdir. Saatte 8 km hızı olan hafif rüzgârlar ise yeldeğirmenini çalıştıramazlar. Güçlü rüzgârlar ve fırtınalar ise yeldeğirmeni çalışırken hasara uğratabilirler.
Yeldeğirmenleri genel olarak rüzgârla dönen bâzı parçalardan meydana gelmişlerdir. Başlıca iki çeşidi vardır. Bunlar; yatay eksenli ve dikey eksenli yeldeğirmenleridir.
Yeldeğirmeni gücü ve kullanışlılığı: Bir yeldeğirmenini döndüren rüzgârın gücü hızının küpü, yeldeğirmenini döndüren pervâne çapının karesi ve havanın yoğunluğu ile doğru orantılıdır. Küçük çaptaki rüzgâr güç sistemleri, elektrik ve mekanik güç sağlamak bakımından ekonomik önem taşırlar.
6 kilowattlık bir rüzgâr jeneratörü ortalama rüzgâr hızı 16 km (saatte) olduğu kabul edilirse ayda 325 kwh elektrik üretebilir. Bu da modern bir orta halli evin bütün elektrik ihtiyaçlarını karşılamaya yeter. Böyle bir sistem kurulduğunda rüzgâr olmadığı zamanlarda elektrik rüzgâr enerjisinin kimyâsal enerji olarak depolandığı akümülatörlerden sağlanır.
Büyük çaptaki yeldeğirmenleri birçok avantajları olduğu için çok tutulurlar Herhangi bir kirletme yapmazlar, çalışırken gürültü çıkarmazlar ve yakıta ihtiyaçları yoktur. Bu sebeplerden dolayı bu cins büyük sistemli yeldeğirmenleri Hollanda ve ABD gibi memleketlerde kullanılmaktadır. 1970’li yıllarda yeldeğirmenleri aracılığıyla elektrik üretimine ilgi arttı. Hâlâ ABD’de kurulan “rüzgâr çiftliklerinde” yedeğirmenleriyle elektrik üretimi yapılmaktadır.
İlk yeldeğirmenlerinin 7. yüzyılda İran’da, daha sonraları Çin’de kullanıldıkları ve sonraları da Avrupa’ya yayıldıkları eldeki belgelerden anlaşılmaktadır.
(Bkz. Yelkenli)
(Bkz. Su Sporları)
Alm. Segelschiff, Segelboot (n), Segler (m), Fr. Voillier (m), İng. Sailboat, sailing -ship. Rüzgâr gücünden faydalanıp yol almak üzere direklerine kalın bez gerilen su aracı, gemi. Gerilen beze yelken adı verilir. İnsanlar binlerce yıldır çeşitli vâsıtalar yaparak denizlerden, göllerden akarsulardan istifâde etmişlerdir. Nuh aleyhisselâmın tufanda, kendisine inananlarla gemiye binerek kurtulduğu ve bu geminin buharla işlediği Kur’ân-ı kerîmde zikredilmektedir.
İnsan kuvvetiyle yürüyen deniz araçlarına daha fazla sürat kazandırabilmek için rüzgârdan istifâde çâreleri arandı. Direkler arasına gerilen kalın bezler, rüzgârı arkadan alınca hız kendiliğinden arttı.
İlk önceleri yelkenler kare biçimindeyken, bunun yerine daha sonraları üçgen biçiminde yelkenler kullanılmaya başlandı. Çünkü kare yelkende (dört yakalı yelken) sâdece arkadan gelen rüzgârdan yararlanılabiliyordu. Üçgen yelkende (üç yakalı yelkende) ise her yönden gelen rüzgârdan istifâde etmek mümkün oluyordu. On dördüncü asırla 19. asır sonlarına kadar bütün dünyâ devletlerinin ticâret filosu ve donanması yelkenli gemilerden meydana gelmekteydi. Fakat bu gemiler rüzgârın yönüne göre hareket ettiğinden tam güvenilmediği için gemilerde kürekler bulunurdu. Bunları esirler çekerdi. Bu yelkenli gemiler 19. yüzyılın sonlarında yerini kömürle çalışan buharlı gemilere bıraktılar.
Günümüzde yelkenli gemilerden faydalanan ülkeler hâlen vardır. Fakat yelken, eski önemini kaybetmiştir. Ancak küçük yelkenli yatlar deniz gezintilerinde ve yarışlarda kullanılmaktadır. Bu yatların birçok çeşitleri ve motorla çalışanları vardır. İki kişilik küçük yelkenlilerin yanısıra boyu 12 m uzunluğunda olan büyük yelkenliler de kullanılmaktadır.
Osmanlılar zamânında donanmada kullanılan yelkenli gemilere kadırga ismi verilirdi. Bir kadırganın üç yelkeni vardı. Büyüğüne “cankurtaran” denilirdi. Bir kadırganın cankurtaran yelkeni 75 yaprak olup, 952 metre bezden yapılırdı. Orta yelken 671 metre bezden yapılıp, dâimâ kullanılan yelkendi. 544 metre bezden yapılan küçük yelken ise üç köşeliydi. Bu yelkenlerden başka her kadırgada “trinkete” denilen dört köşe küçük bir yelken bulunur ve 408 metre bezden yapılırdı.
Yelkenli çeşitlerinin bir çoğunun dip kısımlarında sert rüzgârların tesiriyle yana yattığı zaman devrilmemesi için yassı bir çıkıntı salma bulunur. Yelkenli bir teknenin rüzgârı alış yönüne göre hareketlerine çeşitli adlar verilir. Tam arkasından rüzgârı alarak ilerleyen yelkenliye “pupa”, yandan alarak gidene “apaz” gidiyor, denir. Yelkenli gemiler rüzgâr yönüne doğru yol alamaz. Fakat dümen ve yelkenleri gerektiği ustalıkla kullanmak şartı ile az veya çok yaklaşılabilir. Böylece zikzaklar yaparak rüzgârın içine doğru ilerlemesine yelkenli “orsa çekiyor” denir.
Günümüzde yelkenliler daha çok spor gâyesiyle kullanılmaktadır. Son yıllarda dev tankerlerde yakıttan tasarruf maksadıyla elektronik düzenle çalışan yelkenlerin kullanılması için bilhassa Japonya’da çeşitli araştırma ve denemeler yapılmaktadır.
Yelken sporu: Bu spor, deniz sporlarının en zevklisi ve en çok yapılanıdır. Yelken sporu küçüklü büyüklü çeşitli teknelerle yapılır. Milletlerarası Olimpiyat Komitesinin belirlediği ve günümüzde kullanılan tekneler şunlardır:
1) Finn; 4,5 m boyunda, tek kişilik olup, yelken alanı 10 m2dir. 2) 470; ikili bir dingi olup, 4,7 m boyundadır. 13 metrekarelik ana yelkene ek olarak 13 metrekarelik yardımcı balon yelken ve yelkeninin dışa sarkarak denge sağlamasına yarayan bir tropez vardır. 3) Flying Dutchman; 6.05 m boyunda olup, ana yelkeni 18.58 m2, balon yelkeni 17.5 metrekaredir. 4) Tornado; 6.1 m boyunda olup, iki kişiliktir. Yelken alanı 21.83 metrekaredir. 5) Star; 6.92 m boyunda, iki kişilik olup, yelken alanı 26.13 metrekaredir. 6) Soling; 8.15 m boyunda, üç kişiliktir. Yelken alanı 21.7 metrekaredir. Olimpiyat sınıfı teknelerin en büyüğüdür. 7) Winglider: 3.6 m boyunda olup, 6.5 metrekarelik yelken alanı vardır. Sörf tahtası ve üzerine dikilmiş 4.5 metrelik bir direkten meydana gelmiştir.
Bu sporu yapanların tekneyle ilgili teknik bilgilere sâhip olmaları gereklidir. Yelken sporu 19. yüzyılın ikinci yarısında yat sporunun gelişmesiyle başladı. Bu yatlarla denizlerde, göllerde ve akarsularda yelken yarışları düzenleniyordu. Bu spor daha sonraları gelişerek Olimpiyat Oyunlarında da yapılmaya başlandı. Her ülkede bu sporla ilgili bir federasyon bulunmaktadır.
Yurdumuzda Cumhûriyet sonrası gelişen yelken sporu Yelken Federasyonu kontrolünde faaliyetlerini sürdürmektedir. 1957 senesinden sonra bununla ilgili çeşitli klüpler kurulmuştur. Bugün yelken sporuyla uğraşan birçok spor kulübü vardır.
Yelken yarışları, yarışmacıların belirli bir yönde, çevresinden dolaşmaları gereken şamandıralarla tespit edilmiş bir güzergah üzerinde yapılır. Bu güzergâhın toplam uzunluğu 10 ile 20 mil arasında değişir. Yarışma yelken açmış olarak başlama usulüne göre, karadan veya bir gemiden top atışı veya bayrakla hareket işâreti verilir. Yarışmacıların uymak zorunda olduğu kurallar Milletlerarası Yat Federasyonu tarafından tespit edilmiştir.
Yelken yarışlarının puanlaması ise şöyledir: Birinci gelen “O”, ikinci 3, üçüncü 5, dördüncü 8, beşinci 10, altıncı 11, yedinci 13, sekizinci 14 gibi puan alır. Yarışı terk eden tekneler ise en son bitiren tekneden % 10 fazla puan alır.
Türk yelken sınıfları: Yurdumuzda genelde optimist, cadet, 380, 470, Finn, Laser ve Dragon sınıflarında yarışmalar düzenlenir. Bu sınıflarda Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Federasyon Kupaları ile Türkiye Birinciliği yarışmaları yapılır.
YELKOVANKUŞU (Puffinus puffinus)
Alm. Schwarzshnabel-Sturmtaucher, Fr. Puffin, İng. Shearwater. Familyası: Yelkovangiller (Puffinidae). Yaşadığı yerler: Kuluçka zamânı hâricinde okyanuslarda yaşar. Özellikleri: Martı büyüklüğünde, perde ayaklı, göçmen bir kuş. Küçük balık, yengeç, salyangoz yiyerek beslenir. Ömrü: 15 yıl kadar. Çeşitleri: 15 türü bilinmektedir. Karagagalı yelkovan (P. puffinus), sarıgagalı yelkovan (P. kuhlii) meşhurlarıdır.
Fırtına kuşları (Tubinares) takımından martı iriliğinde bir okyanus kuşu. 15 türü vardır. Hepsi iyi yüzücü ve çoğu dalıcıdır. Boyları 30-63 cm uzunluğundadır. Perde ayaklı göçmen kuşlardır. Sivri ve uzun kanatlarıyla uzun mesâfeler kat ederler Yalnız üreme dönemleri karaya çıkarlar. Uzun ve ucu çengelli gagaları boynuzsu plaklarla örtülüdür. Burun delikleri tüp şeklinde ayrık iki boru hâlinde dışarı açılır. Fırtına kuşları gibi mîdelerinden yağlı ağır kokulu bir madde salgılarlar. Bâzıları bunu yavrularını beslemede, bir kısmı ise düşmanlarına karşı kendilerini korumada kullanırlar. Tehlike ânında bu sıvıyı burun deliklerinden dışarı fışkırtırlar. Çoğunun sırtları gri, siyah, kahverengi ve karın altları beyazdır. Tamâmen siyah olan türler de vardır. Tüyleri sık ve su geçirmez özelliktedir. Çok uzaklara göç eden mükemmel uçuculardır. Yelkovankuşları uçarken su yüzeyine yakın uçar ve yüzeyde bulabildikleri küçük deniz hayvanlarını yerler.
Koloniler hâlinde açık adalarda ürerler. Kullanılmayan tavşan yuvalarını veya kendi açtıkları çukurları yuva olarak kullanırlar. Tek ve beyaz bir yumurta yumurtlarlar. Özellikle Avustralya adalarında büyük koloniler meydana getirirler. Erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatarlar. 50 gün içinde yumurta açılır. Yavru 12-14 hafta anne ve baba tarafından yuvada beslenir. Sonra yalnızlığa terk edilir. Yürüyemeyecek kadar irileşen yavru bir hafta zarfında zayıflayarak yuvadan ayrılır. Anne ve babasının uçtuğu yöne doğru uçmaya başlar. 3-4 yıl sonra içgüdüsü ile doğduğu yere döner. Yelkovan kuşlarının yön bulma kâbiliyetleri güçlüdür. Uçsuz bucaksız okyanuslar üzerinden uçarak yuvalarını şaşırmadan bulurlar.
Deney için alınan iki yelkovankuşundan biri Venedik’te (İtalya’da), diğeri Boston’da (ABD’de) serbest bırakıldı. İlki, 1300 km’lik yolu iki haftada aşarak yuvasına ulaştı. İkincisi ise 500 km’yi 12,5 günde alarak yuvasını buldu. Yelkovankuşları güney yarım küreye mahsus göçmen kuşlarıdır. Kuluçka zamânı hâricinde dâimâ denizde yaşarlar.
Rusya devlet ve siyâset adamı. 1931’de Sverdlovsk’ta doğdu. Rus kökenli bir çiftçinin oğludur. İnşaat mühendisliği öğrenimi gördükten sonra, bir inşaat işletmesinde idâreci olarak vazife aldı. 1861’de Sovyetler Birliği Komünist Partisine girdi. Parti içinde hızla yükselerek Sverdlovsk bölgesi parti birinci sekreterliğine getirildi. Mihail Gorbaçov’un Sovyetler Birliği devlet başkanı oluşundan hemen sonra Moskova’ya çağrıldı. Nisan 1985’te Komünist Partisi Merkez Komitesine seçildi. Ekim 1985’te de Moskova Parti Teşkilâtı Şefi oldu. Kısa zamanda kamuoyunun güvenini kazandı. Aynı zamanda Politbüro’ya da girdi. Yegor Ligaçev ile anlaşmazlığa düştü. 1987’de Gorbaçov tarafından görevden uzaklaştırıldı. Şubat 1988’de partiyle ilgili bütün yetkileri elinden alındı. İnşaat bakan yardımcılığına tâyin edildi.
Daha sonra Moskova’da halkın isteklerini dile getiren bir siyâsetçi olarak sivrildi. Mart 1989’da Moskova’da % 89,6 oranında oy alarak SSCB Halk temsilcileri Kongresine seçildi. Siyâsî ve ekonomik sahada çoğulculuğu savundu. Mayıs 1990’da Gorbaçov’un isteğine aykırı olarak Rusya Federasyonu Komünist Partisi başkanlığına getirildi. Haziran 1991’de Rusya Federasyonu başkanlığına seçildi. 19 Ağustos 1991 de SSCB başkanı Gorbaçov’a karşı sertlik yanlıları tarafından düzenlenen darbeyi şiddetle protesto etti. Darbecilere karşı halkı direnişe çağırdı. Moskova’da Beyaz Saray denen Rusya parlamento binâsına ulaşmayı başardı. Darbecileri suçlu ve hâin îlân ederek, ordu ve KGB içinde darbeye karşı çıkanların da yardımıyla Beyaz Saray’ı direnişin merkezine dönüştürdü. Siyâsî ustalığını göstererek Gorbaçov’un devlet başkanı olarak yeniden göreve dönmesini sağladı.
Darbenin başarısızlığa uğratılmasında ve Gorbaçov’un yeniden göreve dönmesinde en önemli rolü oynadı. Darbecilere karşı gösterdiği kararlı tutumuyla büyük bir prestij kazandı. Gorbaçov’un bâzı başarısızlıkları Yeltsin’i daha güçlü hâle getirdi. Gorbaçov’un göreve dönmesinden sonra Liderin kendisi olduğunu ortaya koydu. Anayasaya aykırı kararnâmeler çıkardı ve Gorbaçov’dan bağımsız uygulamalara girişti. Komünist partiyi yasakladı ve bütün parti mallarına el koydu.
Siyâsî reformların yanısıra, ekonomik konularda da reformlara giden Yeltsin, 2 Ocak 1992’de yürürlüğe girecek olan yüksek oranlı fiyat artışları husûsunda halktan ve parlamentodan destek istedi. Rusya parlamentosundan olağanüstü yetkiler aldı.
8 Aralık 1991’de Yeltsin ile Ukrayna ve Beyaz Rusya cumhûriyetlerinin devlet başkanları Bağımsız Devletler Topluluğunun (BDT) kuruluşunu îlân ettiler. 21 Aralıkta geri kalan 12 Cumhûriyetin 11’i de BDT’ye katıldı. Yeltsin Gorbaçov’la birlikte BDT’nin yıl sonunda Sovyetler Birliğinin yerini alacağını açıkladı. Ancak Gorbaçov 25 Aralık 1991’de devlet başkanlığı vazifesinden istifâ etti. Çok çabuk davranan Yeltsin, Gorbaçov’un Kremlin’deki ofisine taşındı. Ordunun komutasını eline aldı. Birleşmiş Milletlere Sovyetler Birliğinin Güvenlik Konseyindeki yerini Rusya Federasyonunun alacağını bildirdi. Nükleer füzelerle ilgili fırlatma şifrelerine el koydu. İdârede ABD’yi örnek alan Yeltsin başkanlık vazifesini de kendinde topladı. 1993 yılında Parlamentoyu asker kullanarak dağıttı. Seçimler yapıldı. Böylece Yeltsin konumunu daha da güçlendirdi.
(Bkz. Florya)