YAVUZ SULTAN SELİM HAN
Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu, İslâm halifelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın oğlu olup, annesi Dulkadirli âilesinden Âişe Hâtundur. 1470 yılında Amasya’da doğdu. Şehzâdeliğinde, devrin âlimlerinden mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Arap, Fars dilleriyle yüksek din ve fen ilimlerini öğrendi. Askerî sevk ve idâre ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için şehzâdeliğinde Trabzon Vâliliğine gönderildi.
Trabzon’da başlayan devlet idâreciliğinde, pehlivan yapılı vücûdu, devrin silâhlarını kullanmadaki mahâreti, Müslümanlara hayranlık ve rahatlık, düşmanlara korku ve dehşet verdi. İdâreciliğini Trabzon dışına da taşırarak, Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapan âsileri tâkip ettirdi. Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. 1508 Kütayis Seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeriyle on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldu. Diğer taraftan Şah İsmâil’in Doğu Anadolu’da artan ve Akdeniz sâhilleriyle İç Anadolu içlerine ve Rumeli’ye kadar varan propagandasına karşı, gâyet şiddetli tedbirler aldı. Şah İsmâil’in gâyesi ve propagandasının neticesini iyi tespit ettiğinden, daha köklü tedbirler alınması gerektiğini teşhis etti. Vâlilik selâhiyetiyle bütün ülkede, Şâh İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçilemeyeceğini bildiğinden, şehzâdeler meselesinden faydalanarak, Osmanlı tahtına namzed oldu. Babası İkinci Bâyezîd Han hayatta olmasına rağmen, Şehzâde Ahmed ve Korkud Osmanlı Sultanı olmak için faaliyetlerde bulunduğundan, Şehzâde Selim de harekete geçti. Uzun mücâdelelerden sonra, 24 Nisan 1512 târihinde, Osmanlı Sultanı olup, babası İkinci Bâyezîd Hanı yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimetoka’ya, büyük hürmet göstererek maiyetiyle berâber yolcu etti. Babası 26 Mayıs 1512 târihinde yolda vefât edince, cenâzesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına türbe yaptırıp, buraya defnettirdi.
Sultan Selim Han, tahta geçtikten sonra 1512 ve 1513 yıllarında iç meseleleri halletti. Ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizi faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Sâfevî devletine karşı sefere çıkmadan batı, kuzeybatı ve güney hudutlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devâmını teyid eden antlaşmalar imzâladı.
Bu sırada Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun Nehrine kadar hududunu genişleten Şah İsmail, sünnî Özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halifeleri vâsıtasıyla Osmanlı hudutları içinde yaşayan Şiîleri kendisine bağlıyor ve fırsat buldukça da isyanlar çıkartıyordu.
Şah İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyordu. Bunun için İran’da kurulan Şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Devletini tehdit etmesine ve batıya karşı açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmasına son vermek emelindeydi. Bu sebeple daha önceki Osmanlı sultanlarının Avrupa fütuhâtını doğuya çevirdi. Bu sâyede İslâm âlemini birleştirmek, Anadolu Türklüğü ile Orta Asya’yı birbirine yaklaştırmakla Asya ve Afrika’daki devletlerin Osmanlı hâkimiyetine girmesi mümkün olacaktı. Yavuz SultanSelim Han topladığı olağanüstü dîvânda, Şah İsmail’in yaptığı saldırıları bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra İran’a sefere karar verildi.
Sefer hazırlığı esnâsında, şehzâdeliğinden beri tespit ettirdiği bozguncuları, memleket aleyhinde çalışanları sürgün, hapis ve gerekli olan cezâlarla cezâlandırdı. Sultan Selim Hanın âsi, hâin ve ahlaksızları Anadolu ve Rumeli’den temizlemesi, Türkiye’nin birlik ve berâberliği, ülke bütünlüğü için çok yerinde isâbetli bir karar oldu. Bu arada sefer hazırlıklarını tamamlayan Yavuz, 20 Nisan 1514’te Üsküdar’a geçerek orduyu hümâyun ile İran Seferine çıktı. Anadolu’dan takviye kuvvetleri alınarak ilerlendi. Şah İsmail, yiğitlik harcı olan er meydanına dâvet edildi. Meydana çıkmayınca, Sâfevî topraklarına girildi. Şahın, Sultan Selim Hana karşı ülkesini müdâfaa etmemesi üzerine ikinci bir nâme gönderildi. Bu nâmede; Osmanlı ordusunun uzun bir yoldan gelip epeyden beri muhârebe için ordu aramasına rağmen meydana çıkan olmadığı, pâdişâhların ellerindeki memleketlerin nikâhlıları olduğu, erkek ve yiğit olanın onu nâmahreme dokundurtmayacağından bahsedilerek, miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giymesi tavsiye edildi. Kadın elbiselerinden hırka, şal ve çarşaf gönderildi. Osmanlı ordusunun aylardır yolda bulunması, sefer güzergâhını Sâfevîler çekilirken tahrip etmesi, Şah İsmâil’in ajanlarının faaliyetleri, Yeniçeriler arasında hoşnutsuzlukların çıkmasına sebep oldu. Sultan Selim Han sefer bozguncularına, meselenin gâyet hassas olduğu bu safhasında aldığı kesin ve kararlı tedbirle mâni oldu. Çadırına ok atacak kadar ileri gidildiğinde askere verdiği nutuk, harp psikolojisinin şaheserlerindendir. Bu nutukla; hedefe daha varılmadığını, seferden aslâ dönülmeyeceğini, cihad için çıkılan bu seferden hâtunlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın gelmesini isteyip, tek başına da olsa gideceğini, bütün heybet ve azâmetini göstererek, gür sesiyle söyledi. Sultan Selim Hanın nutku asker arasında çok tesirli oldu ve ordu onu tâkip etti. Bu arada Sâfevî ordusunun ÇaldıranOvasında olduğu haberi alındı. Çaldıran’da mevzii alındı. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu ile İran Şahı İsmail-i Sâfevî kumandasındaki Sâfevî ordusu, 23 Temmuz 1514 târihinde Çaldıran Ovasında muhârebeye tutuştu. Çaldıran Ovasında yapılan meydan muhârebesi, Osmanlı zaferiyle neticelendi. Şah İsmâil-i Sâfevî tahtını, tacını ve hanımını muhârebe meydanında bırakarak, kaçtı (Bkz. Çaldıran Muhârebesi). Sâfevî başşehri Tebriz’e kadar ilerlendi. Şah İsmâil, İran içlerine kaçtı. Sultan Selim Han, Tebriz’e girip, şehirde kaldı. Tebriz’de Cumâ selâmlığı yapıp, hutbeyi aslına uygun olarak, dört halîfeyi zikrettirerek, adına okuttu. Tebriz’deki âlim, sanat erbâbı, tüccar âilelerini İstanbul’a gönderdi.
Sultan Selim Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için, kışı Âzerbaycan’daki Karabağ’da geçirmek istedi. Başşehirden çok uzakta bulunulması bâzı devlet adamları ve askerlerin hoşnutsuzluğuna sebep olunca, Amasya’yâ hareket etti. Amasya’da fesatçıları cezâlandırdı. Doğu ve güney hudutlarının emniyet altına alınması gerekiyordu. Çaldıran’da gayret gösteren Bıyıklı Mehmed Ağaya Bayburt, Erzincan ile Kiğı’nın beylerbeyiliği verilip, âsilerin elindeki Kemah Kalesini muhâsara etmekle vazifelendirdi. Sultan Selim Han da 1515 Mayıs ayında Kemah’a geldi. Pâdişâhın da muhâsaraya katılmasıyla, Kemah muhâfızı 19 Mayıs 1515 târihinde kaleyi Osmanlılara teslim etmek zorunda kaldı.
Mısır Memlûkleri ve İran Sâfevîleri ile Osmanlıya karşı münâsebetleri tespit edilen Dulkadiroğulları Beyliğinin de Anadolu’nun birlik ve berâberliği için Osmanlı ülkesine katılması gerekiyordu. Sultan Selim Han, Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşayı 409.000 kişilik kuvvetle Dulkadirli ülkesinin zaptına gönderdi. Osmanlı kuvetleri, Göksun Muhârebesi ve Turna (Nurhak) Dağı harekâtında Dulkadirli Alâüddevle ve ordusunu mağlup etti. Alâüddevle ve oğulları öldürülerek, ordusu bozuldu. Dulkadirli ülkesi bütünüyle fethedildi. Dulkadir memleketi başta Maraş ve Elbistan olmak üzere bir sancak hâline getirilerek Şehsuvaroğlu Ali Beye verildi. Bu savaşta büyük hizmetleri görülen Hadım Sinan Paşa da veziriâzamlığa tâyin edildi. Dulkadirli topraklarının Osmanlıya katılmasıyla, Mısır Memlûkleri ile hudut komşusu olması Osmanlı-Memlûk münâsebetlerini gerginleştirdi. Doğu ve güneydeki fetihlere devam edilerek ÇaldıranZaferinden sonra Osmanlı hizmetine giren; Doğu Anadolu’da çok hürmet edilen meşhur âlim, târihçi ve yazarlardan İdris-i Bitlisî Osmanlı nüfûzunu bölgede hâkim kılmak için çalışmaya başladı. Bıyıklı Mehmed Paşa, Diyarbekir’i zapt etmekle vazifelendirildi. Diyarbekir, bölgenin merkezi durumunda büyük bir şehir olup, müstahkem kalesi vardı. Şehir ve suru ile muhâfazasında bulundurulan kuvvet miktarı, Sâfevîlerin batı hududunda set vazifesi görmekteydi. Bıyıklı Mehmed Paşa, 1515’te Diyarbekir’e karşı harekete geçerek, şehri muhâsara altına aldı. Sâfevîli muhâfız Karahan, Osmanlının şiddetli muhâsarasına dayanamayıp, şehri terk ederek, Mardin tarafına çekildi. 19 eylül 1515 târihinde, Diyarbekir’in merkezi olan Âmid kalesi fethedildi. Mardin’e sığınan Sâfevîli kuvvetler de, meşhur âlim İdris-i Bitlisi’nin nüfûzuyla bölgeden atıldı. Safevîli Karahan, Ekim ayında Koçhisar mevkiinde yapılan muhârebede öldürüldü. Osmanlının askerî kuvveti, İdris-i Bitlisî’nin mânevî tesiriyle, beylerinin çoğu Sünnî olan bölge Osmanlı hâkimiyetini tanıdı. Çaldıran Zaferi sonrasında, Doğu ve Güney harekâtıyla; Harput, Silvan, Bitlis, Hısnkeyfâ, Diyarbekir, Urfa, Mardin, Cezîre’den Rakkâ’ya kadar olan Kuzeydoğu bölgeleri ile Musul havâlisi Osmanlı idâresine alındı.
Sultan Selim Han, 1514 baharında çıktığı İran Seferinden 1515 yazında döndü. Sefer dönüşünde İstanbul’da devletin idârî, siyâsî, askerî, sosyal, iktisâdî ve ticârî meselelerinin halline başladı. Sefer esnâsında meydana gelen hâdiseleri bütünüyle tetkik ve tahkik ettirdi. Devlet adamlarını tek tek huzûruna çağırıp, hâdiselerin sebep ve suçlularını tespit etti. Yeniçeriler, suçlarını anlayıp, “Hepimiz günâhkarız!” diyerek, pâdişâhtan af istediler. Hâdiseleri kökünden hâlletmeye azimli olan pâdişâh, tahkikâtı derinleştirerek suçluları tespit etti. Hâdiselerden Kazasker Tâcizâde Câfer Çelebi, İkinci Vezir İskender Paşa ve Ocaktan Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa suçlu bulunarak, huzûra çağrıldı. Bizzat Câfer Çelebi’ye:
“İslâm askerini itaatsizliğe ve isyana tahrik edenin cezâsı nedir?” diye fetvâ istedi.
O da:
“Eğer sâbit olursa cezâsı îdâmdır.” deyince:
“Senin fesadın, bence gerek lâhikan ve gerek sâbıkan sâbittir ve kendi hakkındaki fetvâyı kendin verdin.” diyerek suçluları Dîvân-ı hümâyûn önünde îdâm ettirdi.
Pîrî Mehmed Paşayı yeni bir donanma ve tersâne inşâ ettirmekle vazifelendirdi. Sultan SelimHan, istikâmetini gizli tuttuğu sefer için ordu ve donanma hazırlattı. Seferin tekrar İran’a olduğu tahmin edilmekteyse de, donanmanın hazırlanışından denizde kıyısı olan Mısır Memlûkleri ihtimâlini kuvvetlendirmekteydi. Osmanlı-Memlûk münâsebetleri Şah İsmail ve Dulkadirli meselesinden çıktı. Sultan Selim Hanın, buna rağmen, ikinci sünnî devletin Haçlılara ve İran Sâfevîlerine karşı ortak mücâdele etmesi gerektiğini belirten temasları oluyordu. Sultan Selim Han, 1516 baharında veziriâzam Sinan Paşayı 40.000 kişilik bir kuvvetle Maraş üzerinden Fırat tarafına sevk etti. Veziriâzam Sinan Paşa, Fırat Nehrini geçip, Diyarbekir’e gitmeye memur olduğunu huduttaki Memlûk beylerine bildirdi. Fırat Nehrini geçmek için izin istedi. Memlûkler, Suriye hudûdunda kuvvet bulundurduklarından, Osmanlı talebini reddettiler. Sultan Selim Hana durum bildirildi. Sinan Paşanın Memlûk hudûduna gelmesi üzerine, Mısır Sultanı Kansu Gûri de 50.000 kişilik bir kuvvetle Şam’a geldi. Mısır Sultanının durumu Sultan Selim Hana arz edildi. Kansu Gûri’nin Şah İsmâil-i Sâfevî ile ittifakı ihtimâline karşı, güney hudûdundan ve gerisinden daha da emin olmak için Mısır Seferine karar verildi.
Müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken, buna mâni olmak isteyen bir İslâm hükümdarına karşı ne yapmak lâzım geldiğini âlimlere sordu. Âlimler, sefer açılabileceğini bildirdiler. Hilâfeti de himâye eden Memlûklere karşı sefer için fetvâ alınıp harp etmek meşrulaşınca, kendi kumandasındaki kuvvetlerin Kayseri’de toplanmasını emretti. Ayrıca Rumeli Kâdıaskeri Zeyrekzâde Rükneddîn ile ümerâdan Karaca Paşayı Kansu Gûri’ye elçi gönderdi. Osmanlı elçisi, Mısır Memlûk Sultanından, İran üzerine hareketle oraları bozgunculardan temizleyeceğini ve kendisine hayır duâ edilmesini istiyordu. Kansu Gûri, Osmanlıların Dulkadirli topraklarının zaptını uygun karşılamadığından, eçlileri önce hapsettirdiyse de, sonra serbest bırakıp, Sultan Selim Hana yüz kantar şeker ve büyük kutularla helva gönderdi. Sultan Selim Han, 1516 Haziranında Mısır Seferine çıkıp, Osmanlı Donanması da Suriye sâhillerine gönderildi. Sultan Selim Han, Mısır elçisi Moğolbay’ı ülkesine geri gönderirken:
“Efendine söyle, Mercidâbık’ta karşıma çıksın.” dedi.
Memlûk Sultanı Kansu Gûri, yanında Abbâsî Halîfesi Üçüncü Mütevekkil olduğu halde Mercidâbık’a geldi. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu da, Mercidâbık’a gelip, Kansu Gûri kumandasındaki Memlûk ordusu ile, 24 Ağustos 1516 târihinde muhârebeye tutuştular (Bkz. Mercidâbık Meydan Muhârebesi). Muhârebe Osmanlıların üstün harp gücü ve teknik imkânlarıyla zaferle sonuçlandı. Son Abbâsî Halîfesi Üçüncü Mütevekkil Sultan Selim Hanın yanına getirilip, çok hürmet gösterildi.
Suriye Osmanlı hâkimiyetine geçti. Suriyeliler, Osmanlı adâlet ve Müsâmahalarını iyi takdir ettiklerinden halk ve kale muhâfızları şehirlerin anahtarlarını SultanSelim Hana kolayca teslim ettiler. Sultan Selim Han; Halep, Hama, Humus ve Şam şehirlerine girdi. Üç ay kadar Şam’da kaldı. Memlûk Sultanı Kansu Gûri, Mercidâbık Muhârebesi sonrasında vefât ettiğinden, Mısır Kölemenleri de Tomanbay’ı sultanlığa getirmişlerdi. Sultan Selim Han, Tomanbay’a Osmanlı hâkimiyetini tanıması şartıyla, antlaşma teklifi için iki elçi gönderdi. Osmanlı elçileri, Sultan Tomanbay’ın arzusu dışında, Kölemenlerce öldürüldü. Sultan Selim Han, Osmanlı elçilerinin katledilmesini harp sebebi saydı.
15 Aralık 1516 târihinde Şam’dan Mısır Seferine çıktı. Mısır’ın merkezi Kâhire’ye ulaşmak için Sina Çölünü geçmek gerekiyordu. Eski fâtihlerin bütün teşebbüslerine rağmen, kurak ve çorak çölün geçilmesi imkânsız gibi olduğundan vezir Hüseyin Paşa başta olmak üzere Mısır Seferine îtiraz edildi. Sultan Selim Han îtirazları susturmak, ordu bozanlığın önüne geçmek için, Vezir Hüseyin Paşayı, îdâm ettirdi. Osmanlı ordusu Sina Çölünü günde ortalama otuz kilometre yürüyüşle bir haftada geçerek, harp târihinde rekor yaptı. Sina Çölünü geçerken şu vak’a o târihten beri menkıbe olarak anlatılır:
Sina Çölünde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş çoraklık, ıssızlık ve kum fırtınası vardı. Pâdişâh, devlet adamları ve süvâriler ata binmiş hâlde çölde ilerlerken SultanSelim Han bir ara atından iner. Sultanın piyâde yürüyüşüne geçmesiyle, bütün devlet adamları ve süvâriler attan inerler. Başta Sultan Selim Han ve bütün ordu kurak ve çorak Sina Çölünde piyâde yürüyüşü yaparlar. Ordu harap ve bîtab bir hâle gelir. Fakat, Sultan Selim Han, büyük bir edeb ve hûşu içinde yürümektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azâmetinden sıyrılıp, sâkin ve edeple buyurur ki:
“Önümüzde, fahri kâinat Resûlullah efendimiz hazret-i Muhammed yürümükteyken at üstünde gitmekten hayâ ederim.”
Sina Çölünü geçerken yağmur da yağıp, kolayca Mısır’a ulaşırlar.
21 Ocak 1517 târihinde Kahire’ye çok yakın Birk-ül-Hac mevkiinde konaklandı. 22 Ocak 1517 günü Kâhire yakınlarındaki Ridâniye’de Osmanlı-Memlûk muhârebesi başladı. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu, Tomanbay kumandasındaki Memlûk ordusuna karşı Ridâniye’de zafer kazandı (Bkz. Ridâniye Meydan Muhârebesi). Memlûk Sultanı Tomanbay, Kahire’den çekildi. Sultan Selim Han, Kahire’ye 15 Şubat 1517 târihinde parlak bir merâsimle girdi. 20 Şubat Cumâ günü Melik Müeyyed Câmiinde okunan hutbede kendisi için söylenen “Hâkim-ül-Haremeyn-iş-Şerifeyn” ünvânını kabul etmedi. Mübârek makamlara hürmeten ünvânındaki “Hâkim” kelimesi yerine hizmetçi mânâsındaki “Hâdim”i getirtip, “Hâdim-ül-Haremeyn-iş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medîne’nin Hizmetçisi) ünvânını aldı. Bunu belirtmek için de sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç taktı.
Sultan Selim Han, 1516 Ağustosundan beri yanında bulunan son Abbâsî Halifesi, Üçüncü Abdülazîz el-Mütevekkil-al-Allah Muhammed’in rızâsı, Kâhire’den Osmanlı merkezine gönderilen Câmi’ül-Ezher Medresesi âlimleri ve İstanbul’daki âlimlerin meclisinde ittifakla varılan kararla, Osmanlı pâdişâhlarına Sultanlık ünvânı ile berâber, İslâm âleminin etrâfında toplandığı“Hilâfet” makâmı da verildi.
Sultan Selim Hanın kazandığı Ridâniye Zaferi ile; Mısır, Arabistan Yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçti. Kızıldeniz’e ve Hind Okyanusuna inilip, Kuzey Afrika hâkimiyet yolu açılarak Osmanlı hududu Atlas Okyanusuna dayandırıldı. Venedikliler Memlûklere verdikleri, Kıbrıs Adasının haracını Osmanlılara göndermeye başladılar. Hicaz ve Orta Doğudaki mübârek makamlar Osmanlı hizmetine açıldı. Mübârek emânetler İstanbul’a getirtilerek, İstanbul şereflendi. Buralar nâdide eserlerle süslendi. Sultan Selim Han, 4 Haziran 1516’da çıktığı MısırSeferinden 10 Eylül 1517’de Kahire’den hareket ederek, 25 Temmuz 1518’de İstanbul’a döndü. İstanbul dönüşü Şam’a uğrayıp, kabrini yaptırdığı büyük İslâm âlimi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbe ve câmiini merâsimle açtı. Muhyiddîn-i Arabî’nin türbedarı firâsetle Sultan Selim Hanın çok yaşamayacağını da söyledi.
Sultan Selim Han, Mısır Seferi dönüşü, İstanbul’dan Edirne’ye geldi. Avrupa devletlerinden Macaristan ve Venedik, eski sulh antlaşmalarını yenilemek, İspanya da Osmanlı Devletiyle dostâne münâsebetlerde bulunmak istediler. SultanSelim Han, Osmanlı Devleti, bütün İslâm âlemi için büyük tehlike arz eden Sâfevîli Şah İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçmek için, Avrupa devletleriyle antlaşmaları yeniledi.
Safevîli Şah İsmâil’in kumandasındaki İran ordusu, Osmanlılar ile meydan muhârebesi yapmak cesâreti gösteremiyordu. Böyle olmasına rağmen Sâfevîli propagandacılar, Osmanlı ülkesinde faaliyet göstererek, âsi taraftarlar bulup, bunları isyana hazırladılar. Bunlardan Bozoklu Şeyh Celâl, Kalender kıyâfetinde Turhal’a gidip bir mağarada riyâkârca münzevî hayat yaşadı. Çevresinde propaganda yapıp, câhil kimseleri etrâfında topladı. Yakında Mehdî yâhut Mesih geleceğini söyleyip, kendini Mehdî îlân etti. Mehdîliği îlânıyla berâber, etrâfında toplanan 20.000 süvâri ve piyâdeden meydana gelen silâhlı kuvvet kurdu. “Şâh Velî” ünvânı alıp, saltanatını îlân ederek, çevrede istilâ hareketine başladı. Bozoklu Celâl, Turhal’dan Ankara’ya yürüdü. Sultan Selim Han, isyânın üzerinde hassâsiyetle durup, müdâhale ettirdi. RumeliBeylerbeyi Ferhad Paşa ve Maraş Vâlisi Şehsuvar oğlu Ali Bey isyanı bastırmakla vazifelendirildi.Şehsuvaroğlu âcilen âsiler üzerine kuvvet sevk etti. Âsi Celâl, üzerine kuvvet sevk edilmesi üzerine, Şah İsmâil tarafına kaçarken Erzincan Akşehiri’nde yakalanıp, taraftarları ile birlikte öldürüldü. Bundan sonra, Râfizî isyanlarına “Celâlî Vak’ası” denildi.
On altıncı yüzyılda Osmanlı kara ordusu, dünyânın en büyük ordusuydu. Sultan Selim Han, kara askerine verdiği önemi donanmaya da verdi. İstanbul’da ilk tersânenin yapımını 1515 yılında başlatıp, 1516’da bitirdi. Gelibolu’daki büyük tersâne, Sultan Selim Han devrinde önemini korudu. Mısır’dayken, Memlûkler zamânında Kızıldeniz’de donanma kumandanı olan Selman Reis, huzûra gelince, Osmanlı hizmetine alındı. Cezayir hâkimi Barbaros Hayreddîn de Sultan Selim Hana elçi gönderip, yardım istedi. Barbaros’un Osmanlı hizmetine girmesiyle, Akdeniz Türk Gölü olma yoluna girdi. Donanma faaliyetini tamamlayan Yavuz, devrin büyük âlimi Kemâl Paşazâde’ye niyetinin feth-i Efrenciye, yâni Avrupa olduğunu bildirmişti. Ancak yüce Hakan’ın yine Eyyûb Sultan Türbesini ziyâretle başladığı bu seferine yakalandığı amansız şirpençe hastalığı mâni oldu.
Çorlu’da başhekim nezâretinde tedâvi gördü. İki ay hasta yatıp, 22 Eylül 1520 târihinde Cumâ akşamı Osmanlı karargâhının bulunduğu Çorlu’nun Sırt Köyünde vefât etti.Vefât etmeden bir müddet önce yanında bulunan Hasan Can; “Sultanım Allah’ı hatırlamak zamânıdır.” deyince Yavuz Sultan Selim Han:
“Lala, Lala bunca zamandan beri bizi kiminle biliyordun. Cenâb-ıHakk’a teveccühümüzde bir kusur mu gördün?” buyurmuş ve Yâsin-i şerîf okumasını istemişti.
Kendisi de onunla birlikte okurken rûhunu teslim etmiştir.
Cenâzesi İstanbul’a getirilip inşaatını başlattığı SultanSelim Câmii yanına defnedildi. Yerine Osmanlı Sultanı olan oğlu Sultan Süleyman Han tarafından câmi tamamlanıp, kabri üstüne türbe de yapıldı.
Sultan Selim Hanın Sandukasının üstünde büyük âlim Ahmed ibni Kemâl Paşanın kaftanı örtülüdür. Örtünün konması meşhur rivâyette şöyle anlatılır: Sultan Selim Han MısırSeferini tamamlayıp, Kahire’den Şam’a dönerken, yolda, o sırada Anadolu Kâdıaskerliği vazifesini yapan Ahmed ibni Kemâl Paşazâdeyi yanına çağırdı. Sohbet ederek giderlerken, İbn-i Kemâl’in atı birdenbire bir su çukuruna bastığı için Sultan Selim Hanın üstü başı ıslanıp, kaftanı çamur oldu. İbn-i Kemâl Paşa telâşa düşünce, azametiyle meşhur olan Sultan Selim Han; “Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!” deyip, sırtından kaftanı çıkarıp, saklattı.
Doğu Anadolu, Kuzey Irak, Lübnan, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ın fethiyle Osmanlı Hânedanına Halifelik makâmını ve mübârek emânetleri kazandıran Sultan Selim Han, sekiz buçuk yılda devleti iki kat büyüttü.
SultanSelim Han devrin meşhur âlimlerinden, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ile ilmî sohbet edip, ona hürmet gösterirdi. Sofiyye-i âliyyenin büyük âlimi Muhyiddîn-i Arabî’nin Şam’daki kabr-i şerîfini tespit ettirip yanına câmi, türbe, imâret yaptırdı. Seferlerinde evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin türbesini ziyâret ederdi. Ehl-i sünnete çok hizmet edip, İslâm âlemi için büyük tehlike olan Sâfevîli Şah İsmail’in ideolojisinin yayılmasını önleyerek İran’da mahsur bıraktı. Çok heybetli olup, azâmetinden çevresindekiler titrediği hâlde, âlimlere, halkına karşı tevâzu sâhibiydi. Devamlı; “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.” buyururdu. Çok mütevâzi olup, sâde giyinirdi. Muhteşem Osmanlı Devletinin en son din olan, İslâm âleminin lideri olmasına rağmen Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklandığından debdebe ve şaşaadan uzak hayat sürerdi. Bir defâsında oğlu Şehzâde Süleyman çok süslü bir elbiseyle huzûruna girince; “Süleyman annen ne giysin!” diyerek sitem etmişti. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilip, edebiyat, târih ve coğrafyaya da meraklıydı. Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Farsça Dîvân’ı Almanya’da yayınlanmıştır.
Alm. Feder (f), Fr. Ressort (m), İng. Spring. Belirli bir kuvvet altında bir dereceye kadar büyük elastik şekil değişikliği gösteren, kuvvet kaldırılınca kısmen veya tamâmen eski vaziyetini alan mekanik enerji biriktirme elemanı. Yük altında şekil değişikliği esnâsında yaylar bir deformasyon (şekil değişikliği) enerjisi biriktirirler, boşalma sırasında bu enerjinin büyük bir kısmını geri verirler. Teknolojide yaylar şu maksatlar için kullanılır.
Kuvvet ölçmek; dinamometre ve kantarlarda olduğu gibi. Kuvvet uygulamak veya bir hareketi kontrol etmek. Kavramalarda veya frenlerde kavrama ve fren kuvvetlerini hâsıl etmek. Patlamalı motorlarda subapların kapanmasını temin etmek, kam sisteminde kam ile çubuk arasındaki irtibatı sağlamak vs.
Bâzı sistemlerin frekanslarını değiştirmek. Darbe ile meydana gelen kuvvetlerin şiddetini azaltmak. Taşıt makinalarında olduğu gibi sönümleme görevi yapmak. Biriktirilen enerjiyi bir hareketi meydana getirmek için harcamak, yâni motor görevini yapmak. Mekanik saatlerde olduğu gibi.
Yayların sınıflandırılması:
a) Ana zorlanmaya göre: Burulma, eğilme, çekme ve basma yayları.
b) Yayın dış şekline göre: Silindirik, konik, helisel çubuk, spiral, disk, yaprak, bilezik yaylar.
c) Yay telinin kesitine göre: Dairesel ve dikdörtgen kesitli.
d) Yüklenme şekline göre: Çekme ve basma kuvveti ile zorlanan yaylar.
Teknolojide genellikle birçok yaylardan meydana gelen yay sistemleri kullanılır. Sebebi, kullanma hacimlerinin sınırlı olması tek yaydan daha güçlü olması ve istenen şartların elde edilmesidir.
Prensip olarak sistemin rijitliği yayların bağlanış şekline göre tâyin edilir. Bağlantı şekli paralel veya seri olabilir.
Paralel bağlantıda şekil değişiklikleri birbirine eşittir:
Dytop= Dy1= Dy2=...
Toplam kuvvet ise her bir yayın direnci kuvvetinin toplamına eşittir:
Ftop= F1 + F2 +...
Sistemin yay sâbiti: ktop:
ktop= k1 + k2 + ...’e eşittir.
Yayların seri bağlanması hâlinde:
Ftop= F1= F2=.......
Toplam deformasyon Dytop= Dy1 + Dy2 +...
Yay sâbiti ise 1/kt= 1/k1 + 1/k2 + ... olur.
Alm. Bogen (m), Fr. Arc (m), İng. Bow. Ok atmak için kullanılan bir âlet. Kavs veya kabza da denir. Ateşli silâhlar bulunmazdan önce savaşların önemli silâhı olan ok, yayların sağlam, kullanışlı olmasına göre isâbetli olurdu. Yayın yapımı uzun bir emek mahsulü olduğu kadar ince bir sanatın da ifâdesiydi. İyi bir yayın yapımı çok sabır ister ve yıllarca sürerdi. Türk yayları 110-140 cm uzunluğunda, 300-360 gr ağırlığında olurdu. Ağaç, kemik, sinir ve tutkal yay yapımında kullanılan esas maddelerdir. Yapımda kullanılan ağaçların en kıymetlisi akça ağaç ve kızılcık ağacı sürgünleridir. Yayın önemli bir parçası kemik, öküz veya manda boynuzundan yapılırdı. Yaya gerilen ve atış hızı sağlayan sinir ise öküzün, bilek ve dizi arasından çıkartılırdı.
Türklerde yay yapımına çok önem verilirdi. Sanatkârâne yapılanlar altın ve yaldızla tezyin edilirdi. Süslemelerin bir köşesine yapan ustanın adı ile yapım târihi konurdu. Bilhassa askerî müzelerimizde eski târihlerde kullanılan çeşitli yay örnekleri pekçoktur.
Yaylar yapılışına göre tımanlı veya sağınlı; kullanılma sahalarına göre de tirgeş, menzil, peşrev (pişrev), kepaze, hedef ve savaş yayları gibi çeşitleri vardır, Yaylarla yapılan ok atış mesâfelerine “geze”, atışı yapana da “kemankeş” denirdi.
Alm. Wels, Fr. Glane, İng. Sheat fish. Familyası: Yayınbalığıgiller (Siluridae). Yaşadığı yerler: Avrupa ve Anadolu’da; göl ve nehirlerde. Diğer türleri Amerika, Afrika ve Asya’nın tatlı sularında. Özellikleri: 5 metre boyunda. Vücûdu uzun, pulsuz ve kaygandır. Ömrü: 100 yıl kadar. Çeşitleri: Yayın (silurus glanis), köpek yayını (Amiurus nebulosus), zırhlı yayın (Callichtis asper), elektrikli yayın (Malopterurus electricus) türleri iyi bilinmektedir.
Yayınbalığıgiller (Siluridae) familyasından, göl ve nehirlerde yaşayan bir balık. Zeytûnî renkte, açık benekli, pulsuz kaygan bir vücut yapısına sâhiptir. Ağzı dikkati çekecek kadar büyük, kuvvetli testere gibi dişleri vardır. Dilinde de kesici tırtıklar mevcuttur. Dişleri, vücûda girecek yiyeceği içeriye gönderecek fakat dışarı bırakmayacak biçimde içe doğru kıvrıntılıdır. Sırtında ve karnında toplam beş adet yüzgeci vardır. Sırt ve yan yüzgeçleri küçük veya yoktur. Çok uzun olan anal yüzgeçleri kuyrukla birleşir. Tehlikeyi seziş kâbiliyeti diğer tatlı su balıklarına oranla yüksektir. Yayınbalığı çoğu zaman su dibinde çamura yatarak avını bekler. Ağız çevresinde üç çift bıyığı vardır. Bir çifti üst çenede, iki çifti de alt çenede yer alır. Çamura gömüldüğünde çevresinde olup bitenleri bunlarla algılar. Avının yaklaştığını üst çenesindeki iki adet bıyığı ile hisseder. Besin bulmada bıyıklarını kullandıklarından kedibalığı olarak da adlandırılırlar. Yayınbalığı çok oburdur. Uzun ömürlü olup, 100 yıl kadar yaşayabilir.
Yayınbalığı ABD’de göllerde özel olarak yetiştirilir Alabalıktan sonra eti en lezzetli balıktır. Etinde kılçık olmaması ve kemiğinin ufak olması da ayrı bir özelliğidir. Hava keselerinden balık tutkalı îmâl edilir. Mayıs ve haziranda yumurtlamak için sazlık ve durgun su kenarlarına gelirler. Erkek hem yumurtalara hem de yavrulara bekçilik yapar.
Türkiye’de Sakarya Nehrinde, İznik, Manyas Apolyont ve Çıldır göllerinde yetiştirilmektedir. Yayınbalığı 5 metreye kadar büyüyebilir. Bunların ağırlıkları 300 kg, 1 metre boyundakiler 10 kg olabilir. Yayınbalığının ızgarası iyi olur.
Alm. Hochebene (f), Platedu (n), Fr. Plateau (m), İng. (High) plateau. Yüksek yerlerdeki derin akarsu vâdileriyle yarılmış düzlükler hâlinde bir coğrafik yeryüzü şekli. Yükseklikleri beş yüz metreden birkaç bin metreye kadar çıkabilir. Meselâ memleketimizdeki Erzurum-Kars yaylasının yüksekliği 2000 metre civarında (1800 m) olmasına rağmen Orta Asya’da bulunan Pamir Yaylasının yüksekliği 4000 m civarındadır.
Yaylayı parçalayarak bir ağ gibi saran akarsu vâdileri arasında kalan düz veya az eğimli yayla parçaları, vâdilerin derinleşerek ve yayılarak genişlemesiyle daralır ve yayla dağlık-tepelik bir şekil alır.
Yaylaların meydana gelişleri değişik şekillerde olur. Bâzı yaylalar, volkanlardan püsküren lavların meydana getirdiği tabakaların akarsular tarafından yarılmasıyla ortaya çıkar. Bu tip yaylalara Kuzey Amerika’da rastlanır. Diğer bir şekil ise aşınma neticesinde deniz seviyesine kadar alçalan düzlüklerin jeolojik hareketlerle tekrar yükselerek akarsular tarafından yarılmasıdır. Bâzıları ise dağlar arasında meydana gelmiş olan geniş yatay düzlüklerin yine akarsu vâdilerince yarılarak parçalanmasıyla ortaya çıkar.
Yayla, coğrafik bir yüzey şekli olması yanında memleketimizde değişik mânâlarda da kullanılır. Meselâ yazın hayvan otlatmak için çıkılan dağlık ve ormanlık bölgelerdeki yüksek, düz, otluk yerlere yayla dendiği gibi; dinlenme, tâtil yapma gâyesiyle çıkılan yüksek yerlere, hattâ şehir gibi yerleşim yerlerindeki yüksek kısımlarda bulunan mahallelere bile yayla adı verilir. Şehir ve köylere göre daha serin ve yağışlı olan bu tip yaylalar hayvancılığın gelişmesinde büyük fayda sağladığı gibi, bu yerlerde yaşayan ahaliye ekonomik destek de sağlar. Memleketimizde sayılamayacak kadar çok olan bu yaylaların dinlenme, turizm gâyesiyle kullanılan ve mahalle niteliğinde olanları turizm tâtil köyleri hâline gelmekte hattâ geçici yerleşim yeri olmaktan çıkıp dâimî ikâmetgâh yerleri olmaktadır.
Türkiye’nin hemen hemen bütün bölgelerinde yaylalara rastlamak mümkündür. Giresun-Akçalı köyü Tarsus-Namrun, İskenderun-Soğukoluk ve Belen, Kemaliye-Sarıçiçek ve Munzur, Artvin-Kafkasör, Ordu-Çambaşı, Kaş-Gömbe, Mersin-Fındıklıpınar, Kadirli-Maksutoğlu, Muğla-Karabağ yaylaları ülkemizin meşhur yaylalarındandır.
Alm. Sommer, Fr. Été, İng. Summer. En sıcak mevsimdir. Kuzey yarım kürede günlerin en uzun olduğu günden başlar, gece ve gündüzün eşit olmasına kadar devâm eder. Dünyâ ısıyı depo ettiği için en sıcak günler genellikle yaklaşık iki ay sonra ortaya çıkar. Kuzey yarım kürede 22 Haziran ile 22 Eylül arasında, güney yarım kürede ise 22 Aralık ile 21 Mart arasındadır.
Yaz mevsiminde, tabiatın bütün güzelliklerinden faydalanma imkânı bulunur. İnsanın sağlığına büyük faydası bulunan ve kemiklerin gelişmesi için lâzım olan D vitamini, güneş ışınlarından alınır. İnsanın cildine ve bâzı hastalıkların şifâsı olan deniz suyu ve deniz kumundan faydalanılır. Güneş banyoları romatizmalar için çok faydalıdır. Güneşin tatlı, kuvvetli ışınları birçok hastalıkları yok eder ve iyileştirir. Meyvelerin, sebzelerin ekserisi bu mevsimde yetişir. İnsan gıdâsının büyük bir kısmını tutan; buğday, arpa, mısır ve yulaf gibi hububatlar bu mevsimde toplanır ve ambarlanır. Bu mevsimde arâziler gelecek ekim dönemine hazırlanır.
Yazın aşırı ve kavurucu sıcaklığından da sakınmak lâzımdır. Uzun süre başı açık kalmak, aşırı güneş banyosu yapmak, cilt ve insan sağlığı için çok tehlikelidir. Serinletici içecekler içmede de aşırı gidilmemelidir. Bu mevsimde yiyecek ve içeceklerin yanında giyeceklere de dikkat etmek lâzımdır. Yazın ter emici, rutûbeti çekici giyecekler tercih edilip, naylon ve buna benzer giyecekler giyilmemelidir.
Alm. Sommerschlaf, Fr. Estivation, İng. Estivation. Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bâzı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme hâlinde geçirmesi. Ağustos gibi aşırı sıcak aylarda tabiata bir sessizlik çöker. Bu sessizliğin sebebi, yaz uykusuna yatan hayvanlardan ileri gelir. Birçok hayvanın kış soğuğundan kaçmak için kış uykusuna (hibernasyon) yattığı bilinmektedir. Bunun bir eşi de yazın uzun, sıcak ve kurak ortamından kaçmak mânâsına gelen yaz uykusudur. Bâzı çöl salyangozları, aşırı sıcaklarda kabuklarına çekilip dinlenirler. Kabuklarıyla dışarısı arasında kalın bir zar tabakası örerek su kaybını önlerler. Yer kurtları küçük odacıklarında birbirlerine sarılarak yumak oluştururlar.
Sıcak bölgelerde yaşayan her hayvan yaz uykusuna yatmaz. Yaz uykusuna yatanların vücut fonksiyonları çok azalmış bir tempoda devâm eder.
Yaz mevsiminin aşırı sıcak ayları, bâzı canlılar için atlatılması zor günlerdir. Baharda ötüşen kuşların sesini yaz sıcaklarında duymak hayli zordur. Tüneklerinde gagalarını açarak serinlerler. Hayvanların bir kısmı sıcaktan korunmak için kovuklarına kapanarak enerji sarfiyatını azaltmaya çalışırlar. Dünyâdaki bâzı hayvanlar da kıtlık sebebiyle uzun bir yaz uykusuna girerler. Bu uykucuların arasında mikroskobik olanlar da vardır.
Zor şartlar altında yaz uykusuna yatan hayvanlar arasında; timsahlar, tropik bölgelerde yaşayan bâzı tatlı su balıkları, çamurgolyan balığı, salyangozlar, kurbağalar sıralanabilir.
Ağustos günlerinde, dallar ve yapraklar altında kendilerini kamufle etmiş, kaskatı kesilerek toprağa yapışmış kurbağalara rastlamak mümkündür. Kendilerini kurumuş bataklıklara canlı canlı gömenler de vardır. Bataklık kazıldığında bunlara rastlamak mümkündür. Böyle bir kurbağa alınıp bir akvaryuma bırakıldığında kısa bir zaman içinde tekrar canlanıp yüzmeye başlar. Ancak yüzüşü, bahar aylarındaki gibi enerjik değildir. Hiç ses çıkarmadan yavaş yavaş yüzer. Hattâ arka bacakları çimdiklense bile vıraklamaz.
Yaz sessizliğini bozanlar ise bâzı böceklerdir. Yeşil çekirgelerin, ağustos böceklerinin sesi, boğucu sıcaklıkta tarlaları inletir. Bu ayda böcek boldur. Böcekler, diğer canlılardan daha çok ısıya dayanıklıdır. Yiyeceklerindeki nemden başka pek suya ihtiyaç duymazlar. Bu bakımdan ağustos tam bir böcek ayıdır.
Hayvanların bir kısmı tam bir yaz uykusuna yatmaz. Ara sıra kovuklarında uyanırlar. Çizgili sincap kısmî bir uykucudur. Kütüğün altındaki toprak inini yapraklarla döşeyerek kendine bir yatak hazırlar ve üstünde uykuya dalar. Isıyı geçirmeyen serin toprak altında besine ihtiyacı yoktur. Uyku süresince vücût ısısı düşer. 2-3 hafta uykuda kalır. Şâyet yumuşak toprak açılarak yatak odasına ulaşılacak olursa, uykuda yakalanabilir. Derisine dokunulduğunda, vücûdunun soğuk olduğu hissedilir. Fakat tam bir yaz uykucusu olmadığından, dokunmayla tatlı uykusundan uyanacak ve rahatsız edildiğinden acı acı çığlıklar atacaktır.
Yer sincabı, çizgili sincaptan daha fazla uykucudur. Gerçek bir yaz uykusuna yatar. Bir şubat günü yer sincabının kovuğu faaliyet içinde sarsılır. Bu altın sarısı hayvan havayı çığlıklarla doldurur. Bacakları telaşla koşuşur. Ağustos ayında ise kovuğu, terk edilmiş bir çöl şehri kadar sâkindir. Dikkatlice toprağı eşeleyerek, düzgünce açılmış tünelden yer sincabının tabanı çimle döşenmiş yatak odasına ulaşılabilir. Çizgili sincabın tersine bu hayvan dokunulduğunda uyanmaz. Kafası aşağı bükülmüş, kuyruğu kulaklarına kadar kıvrılmış, vücûdu tostoparlak bir vaziyettedir. Bu canlı kürk torbasına dokunulduğunda bir hayat emâresi fark edilmez.
Afrika’nın akciğerli balıklarının da yaz uykusu meşhurdur. Nehir suları kuruyunca balçığa gömülerek uyuşuk hâlde suların tekrar gelmesini beklerler. Nehirler veya göller kuruduğu zaman dip çamurunda kendileri için bir oyuk açarlar. Etraflarında su geçirmez bir koza örerek bir mevsim kadar veya daha fazla bir zaman için derin bir uykuya dalarlar. Kozalarında akciğer solunumu sâyesinde kurak mevsimi atlatırlar. Sularda solungaç solunumu yapan bu ilgi çekici balıklar ihtiyâç duydukları böyle zamanlarda akciğer solunumu yaparlar. Çift solunumlu mânâsında “Dipnoi” olarak da bilinirler. Çamurun arasından geçen bir delik vâsıtasıyla oksijen ikmali yaparlar. Bu balıklar yaz uykusundayken kendi kas dokularının bir kısmını gerekli enerji için harcar. Kendi dokusunu besin olarak absorbe etmesi sonucu 3 cm’lik bir boy kaybı olur Avustralya’nın Burnett ve Mary Irmağındaki “Akciğerli baramunda”, Afrika’nın “Senegal balçık balığı”, “Nil balçık balığı”, Güney Amerika’nın “Karamaru” balıkları hep yaz uykusuna yatan akciğerli balıklardır. (Bkz. Akciğerli Balıklar)
Alm. Registrierkasse (f), Fr. Caisse (f), enregistreuse, İng. Cash register. Satış merkezlerinde satılan malın cinsini, miktarını fiyatını, vergilendirme ve indirimini otomatik olarak kaydeden ve bunları fatura şeklinde bir kağıda yazan tuşlu, hafızalı hesaplayıcı para kasası. İlk yazar kasa 1879 senesinde Amerikalı James Ritty tarafından gemi şaft devir sayacının çalışması esas alınarak yapılmıştır. Yazar kasa bir saat gibi çalışıyor ve akrep ibresi doları, yelkovan ibresi de sent miktarını gösteriyordu. Yazar kasanın yapılmasında ilk düşünce kasaya giren para ile satılan malın karşılaştırmasını yaparak kasiyerleri kontrol etmekti. Mekanik olan ilk yazar kasalar birçok dişli, kol, pin, kam, bağlantı parçalarından meydana gelmekteydi. Mekanik yazar kasalarda tuşa basıldığı vakit miktar gösterge kadranında okunur, bu miktar bir kâğıt üzerine yazılır, peş peşe yapılan ilave miktarları toplanarak netice elde edilir ve sonunda kasa açılırdı. Bu çalışma şekli bir otomobilin kilometre gösterge ve sayıcısından hemen hemen farksızdır. Mekanik yazar kasalar çok yer işgâl etmesi, hareketli kısımlarının çok olmasından dolayı arıza yapması sebebi ile yerini bilgisayarlı çok daha üstün kabiliyetlere haiz elektronik yazar kasalara bırakmaktadır. Bununla berâber dünyâ üzerinde milyonlarca mekanik yazar kasa hâlâ görev yapmaktadır.
Elektronik yazar kasalar merkezi bilgisayarlarla da irtibatlanarak aynı zamanda çeşitli satış merkezlerindeki satılan mal stok seviyelerinin stok kontrolcular tarafından anlaşılmasına da yardımcı olurlar. Merkezî bilgisayar çıkışlarından satış merkezlerinde eksilen mal yerine ayrıca talep edilmeden mal sevki yapılarak talebin çok olduğu yere arz hızlandırılarak ticârete hareket kazandırılmış olur.
Elektronik yazar kasalar vergi oranlarını, indirimleri otomatik olarak hesapladığı gibi kredi kartlarındaki numaraları da tanıyarak alıcı bankadaki hesabına borç kaydetmek sûretiyle hesâbı görmekte böylece lüzumsuz yere paranın elde dolaşmasını önlemiş olmaktadır. Elektronik yazar kasalarda geliştirilen bir kolaylık da malın üzerine kodlanmış işâretlerin kasa optik hassas elemanı ile okunması ve herhangi bir tuşa basmaksızın kayıt ve fatura verebilmesidir. Bu kodlu işâretler malın cinsini, stok numarasını, fiyatını ve daha birçok özelliğini tanıtmak için kullanılır.
Optik okuma elemanlı elektronik yazar kasalarla işlem tuşlu elektronik kasalara nazaran on misli süratle yapılır. Ayrıca insan faktörü tamâmen ortadan kalktığı için hatâ yapma oranı büyük ölçüde azalmış hattâ hiç kalmamıştır.
Otomatik yazar kasaların firmalara stok kontrol, fiyat analizleri kasa hesaplarını yapmada sağladığı kolaylıklar yanında vergi miktaralrını da kendiliğinden hesapladığı için büyük muhâsebe işlemlerine gerek kalmaz.
Alm. Schreiben (n), Fr. Ecriture (f), İng. Writing. Konuşma dışındaki muhâbereye imkân sağlayan belli mânâlara sâhip işâret ve şekillerden meydana gelmiş insan gözüne hitap eden ifâde vâsıtası. Şekil ve işâretler taş, metal, papirüs, kâğıt üzerine çizilir. Yazı yalnız insanlara mahsus bir muhâbere cinsidir. Hayvanların çoğu sesle birbiriyle anlaşırlar. Fakat hiçbir hayvan yazı yazamaz ve okuyamaz.
Yazı, zamana ve yere bağlı olmaksızın bir fikrin insanlara aktarılması için zarûrîdir (Bkz. Lenguistik). Konuşma, el veya yüz işâretleriyle yapılan muhâbere şekli o an için geçerli olup, daha sonra yine tekrar edilmesi îcâb eder. İnsanların doğruyu bulmasına yardımcı olmak üzere Cenâb-ı Hak tarafından gönderilen Peygamberlerin çoğuna bilgiler yazılı olarak gönderilmiştir. Dört büyük peygambere gönderilen Zebur, Tevrât, İncîl ve Kur’ân-ı kerîm böyledir. İlk olarak kalemle yazı yazan ve insanlara öğreten İdris aleyhisselâmdır. Eski Yunanlıların yazı öğrendikleri Hermes, İdris aleyhisselâmın yazdığı kitaplardan aldığı bilgileri kendisine mal ederek anlatmıştı. Eski Yunanlılar taşkınlık yaparak Hermes’i kendilerine tanrı kabul etmişlerdir. Eski Sümer, Mısır, Bablil yazıları, Eski Çin yazıları hep aynı şekilde doğmuştur.
Arkeologların yaptığı kazılardan yazının kelimelerle ifâde edilişinin ilk olarak M.Ö. 3000 senelerinde Sümerlere âit olduğu ileri sürülmüştü. Halbuki M.Ö. 20.000 senelerinden kalma Fransa’nın güneyindeki bir mağarada ayı, inek, öküz resimleri bulunmuştur. Zaman zaman insanların bulundukları kültür ve medeniyet seviyesine paralel olarak yazı şekillerinde de gelişme olduğu muhakkaktır. İlk yazılar Âdem aleyhisselâm tarafından kayalar, kerpiçler üzerine çiviyle yazılmıştır. Bunlar, Süryânî, İbrânî ve Arabî lisanla idi.
Yazı, târih boyunca kullanılış şekillerine göre birçok sınıfa ayrılır. Bunlar resimlerle ifâde (ikonografi); konuyu seri haldeki resimlerle anlatan (ideografi); kısmen resim, kısmen fonetik ifâde (analitik sistem); sesin grafik şeklini ifâde eden yazı(fonetik sistem); hecelerin ayrı ayrı sembollerle ifâdesi (heceleme) ve sesli sessiz 20-40 harften meydana gelen (alfabe) yazılarıdır. (Bkz. Alfabe)
Türkler bugüne kadar çeşitli yazıları kullanmışlardır. Bunlar sırası ile Göktürk, Uygur, Arap ve Lâtin alfabeleridir. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra 10. asırdan, 20. asra kadar Arap alfabesini kabul etmişlerdir. Bütün ilim eserleri Arapça yazıldığı için Arapça ilim lisanı olmuş ve yazılar bu dilde yazılmıştır. Önce devletin yazısı Uygur yazısıyken Arapçanın çok mükemmel bir lisan olduğunu anlayan İslâm Türk âlimleri, diğer İslâm topluluklarıyla sürekli bir ilişki kurmak için devletin resmî yazışma dilinin de Arapça olmasını teklif etmişlerdir. Uzun seneler Arapça ve Uygurca yazılar birlikte kullanılarak nesillerin örf ve âdetlerinin, teknik ve bilgilerininin birbirlerine intikâli sağlanmıştır. Türkler Arap alfabesini kendilerine mâl edercesine kabul ederek kullanmışlar ve hat denilen bir yazı sanatı meydana çıkarmışlardır (Bkz. Hat). Hat sanatı ile yazılmış binlerce yazı kitaplarda, tablolar hâlinde binâlarda mevcuttur. Bin seneyi aşkın Türk târihi Arap harfleriyle yazılı ve arşivlerde saklıdır.
Arap alfabesiyle yazılan yazı sağdan sola doğrudur. Lâtin alfabesinde yazı soldan sağa; Çin ve Japon alfabesinde yukarıdan aşağıya doğrudur.
(Bkz. Daktilo)