YÂKÛB KADRİ KARAOSMANOĞLU

Türk edebiyatında tanınmış bir roman yazarı. 1888’deKahire’de doğdu. Manisa ve Aydın dolaylarında yaşamış Karaosmanoğlu soyundan gelmektedir. Altı yaşındayken âilesiyle berâber geldiği Manisa’da ilk öğrenimini gördü. 1903’te başladığı İzmir İdâdîsini bitirmeden âilesiyle yine Mısır’a döndü. Orada İskenderiye Firerler Fransız Mektebinde okudu, sonra İsviçre Lisesine gitti. 1908’de İstanbul’a gelip yerleşti.

Fecr-i Âtî topluluğuna katıldı. Mekteb-i Hukukta üçüncü sınıfa kadar okudu. 1912’de vereme yakalandı. 1916 yılında tedâvi için İsviçre’ye gitti. Bir aralık edebiyat ve felsefe öğretmenliği yaptı. Mondros Mütârekesinden sonra Millî Mücâdeleyi destekleyerek 1921’deAnadolu’ya geçti. Cumhûriyetten sonra Mardin (1923-1931) ve Manisa (1931-1934) milletvekilliği yaptı. Tîran, Prag, Lahey, Tahran ve Bern elçiliklerinde bulundu (1934-1954). 1960’tan sonra Kurucu Meclis üyesi ve 1961’de Manisa mebusu seçildi. Son yıllarında hâtıralarını kaleme aldı. 13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü. İstanbul-BeşiktaşYahyâEfendi Mezarlığına defnedildi.

Öğrenimi düzenli olmayan Yâkûb Kadri, hiçbir okuldan diploma alamadı. Edebî kültürünü okuduğu eserlerden edindi.

Yâkûb Kadri, 1909’dan 1915’e kadar ilk yazılarında, bir Fecr-i Âtîci olarak Servet-i Fûnun dil ve üslûbuna özenmiş, çok terkipli, süslü olarak yazmıştır. 1915’ten sonra Ziyâ Gökalp’ın sâdeleşme prensiplerini benimseyerek her yeni çıkan eserini biraz daha duru dille yazdı. Cümleleri uzun, sağlam, bol mecazlı ve esrarlıdır. Ahenkli cümleleri vardır. Bunu sağlamak için de yapmacıklığa kaçtığı olmuştur. Cümlelerinde asıl göze çarpan husus çok sıfat kullanmasıdır. “ve, ki” bağlaçlarını çok kullanır. Yazılarında Fransızca kelimeler çoktur. Bol bol mecaz, süslü, örtülü ve işitilmemiş sözler bulma ve bilhassa hayvanlara dayanan teşbihler yapma merakı üslûbunun bir başka özelliğidir.

Yâkûb Kadri, nesir yazarı olarak daha başarılı eserler vermiştir. Edebiyata ilk defâ küçük hikâye ile başladı. Sonra roman yazdı. Mensur şiir, tiyatro, deneme, makâle, hâtıra, monografi, hikâye ve roman tarzında eserler verdi. Hikâyelerinde İstanbul dışına çıkan ilk yazardır. Mısır, Batı Anadolu bunlara çevre teşkil eder. Kurtuluş Savaşı devrine âit düşman zulümleri ve yıkık, yanık yurdumuzla cephede Mehmetçik ve cephe gerisinde dul, yetim, ihtiyar kişiler, hikâyelerinin çoğuna konu olmuştur. Yazarın romanını besleyen kaynaklar, kendi özel hayâtı, duygu, fikir ve hâtıraları ile milletimizin geçirdiği târih dönemleri ve büyük hâdiselerdir. Kişilerin dış görünüşlerine değer vermez. Bunları birkaç tasvirle geçiştirir. Bâzan önemli bir kıyâfet, çehre ve vücut özelliğini yakalayarak ruh tahliline girer. Hep bir hayal, fikir ve umut peşinde koşan kahramanlar, kötü bir hakîkatle karşılaştıklarında üzülürler. Yazar eserlerinde hep karamsar kişileri seçmiştir.

Yâkûb Kadri için, kuvvetli bir hikâye ve roman yazarı demek yerinde olur. İlk romanı da 1922’de yayınlanan Kiralık Konak’tır. Yâkûb Kadri’nin diğer yazarlardan daha çok ilgi toplayan tanınmış romanları Nur Baba ile Yaban’dır.

Yaban’ında, Birinci Cihan Harbinde sakatlanmış olan bir subayın, kendi emirerinin köyünde kaldığı sıralardaki duygularını; Ankara isimli romanında ise İstiklâl Mücâdelesinden sonra Ankara’nın gelecek zamanlarını ve Cumhûriyetin 20. yıldönümüne kadar olan Ankara’yı anlatır. Ancak bunlardan birincisinde Anadolu insanına karşı küçümseyici bir bakışa yer verir.

Yazarın ilk eserleri arasında bulunan bâzı küçük ve büyük hikâyeleri de Bir Serencam isimli kitabında toplandı. Bunlar yazarın Mısır’da geçen çocukluk hâtıralarından yankılar taşıyan uzun ve romantik hikâyelerdir. Garp gözüyle şarkın kabataslak bir tablosu hâlinde düzenlenen mektup şeklindeki nesirleri de Alp Dağlarından isimli eserindedir. İkdam Gazetesi’nde neşrettiği millî mücâdele devrine âit makâleleri Ergenekon isimli bir ciltlik kitabındadır. Bu eserlerde yazarın millî hassasiyeti daha iyi ve daha açık şekilde görülür.

Mensur şiirleri: Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940).

Tiyatroları: Nirvana (1909), Veda (1909), Sağanak (yayınlanmamıştır) ve Mağara (1933).

Denemeleri: Miss Chalfrin’in Albümü (1926), Alp Dağlarından (1942).

Hâtıraları: Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda (1958), Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları (1969), Politika’da 45 Yıl (1968).

Hikâyeleri: Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), Millî Savaş Hikâyeleri (1947).

Romanları: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1924), Bir Sürgün (1937), Panaroma (1953), Hep O Şarkı (1956)dır.

YÂKUT

Alm. Jakute (m), Jakutin (f), Fr. Rubis (m), İng. Ruby. Alüminyum oksitin (Al2O3) bir mineral şekli olan korundumdan meydana gelen kırmızı renkli, şeffaf, kıymetli taş. Yâkutun mavi renkteki korundum türüne safir (gökyakut) ismi verilmiştir. Elmastan sonra en sert taştır. Yâkutun kristal yapısı rombohedral sisteminde olup, içerisinde çatlak gözükmemesine rağmen çok düzgün bir şekilde kesilebilir. Renkleri kırmızının tonları ve hattâ mordur. En kıymetli olanları güvercin kanı renginde olanlardır.

Yâkut çok nâdir olarak rastlanan mineraldir. En çok Burma’da bulunur. Yâkuta, kireçtaşı, granit ve yâkut toprağı diye adlandırılan yerlerde rastlanır. Burma’dan başka Afganistan, Seylan, Hindistan, Kamboçya, Tayland ve Tanzanya’da da çıkarılmaktadır.

Divan Edebiyatında benzetmelere, mazmunlara konu olan yâkutun en kıymetlisine “yâkut-ı Gürgâni” denir. Güneş ışınları nereye dik vurursa, oradaki mâdenin çok kıymetli olacağı inancı vardır ki Gürgân yâkutu böyledir. Meselâ, Bedehşân’da çıkarılan la’l taşına da “la’l-i Bedehşân” adı verilir.

Yâkut ve safir sun’î yoldan aslına çok yakın özelliklerde elde edilebilmektedir. Yâkut’un çok küçük parçalarının da sıkıştırılmasından daha büyük parçalar elde edilebilir. Sun’î olarak elde edilen yâkutların içi incelendiğinde tabiî olanda bulunmayan mikroskobik kabarcıklar ve oyuklara rastlanır. Sentetik olarak elde edilen yâkut ve safir ışıkla birlikte ultroviyole ışınını ve kızılötesi ışınını da yansıtmadan geçirdiği için optik sanâyinde, ısıya dayanıklı cam yapımında, çeşitli ilmî ve teknik cihazlarda kullanılır.

Yâkutun târihî önemi de vardır. Hindistan, Çin ve Orta Asya’da Türkler kama, kılıç ve diğer silâhlarını zümrüt ve yâkutla süslemişlerdir. Osmanlı Devletinde de hanımların küpe, toka, broş, gerdanlık gibi ziynet eşyâlarında yâkut dâimâ birinci sırayı almıştır.

YÂKÛT HAMEVÎ

On ikinci yüzyılın sonunda ve on üçüncü yüzyılın başında yaşamış olan coğrafyacı, seyyâh. İsmi Yâkût, künyesi Ebû Abdullah, lakabı ise Şihâbüddîn’dir. Asker bin Ebî Nasr İbrâhim el-Hamevî adlı bir tüccârın terbiyesinde büyüdüğü için Hamevî ismiyle meşhur olmuştur. Rum bir âilenin çocuğu olduğundan Rûmî diye de tanınır. Doğum yeri, kesin olarak bilinmemektedir. 1168’de doğdu. 1229’da Halep’te öldü.

Esir olarak Bağdât’a getirilip satılan Yâkût-ı Hamevî bir tüccar olanAsker bin Ebî Nasr İbrâhim el-Hâmevî’nin yanında kaldı. Bağdat’taki ilmî cemiyetlere katıldı. Ticâret için birkaç defâ Amman, Kîş gibi yerlere gitti. Güzel yazı yazmasını bildiği için geçimini temin için ücretle kitap istinsah etti (yazdı). Mesleği sebebiyle birçok kitapları inceleme fırsatı buldu ve geniş bilgi sâhibi oldu. Fakat eline geçen Eshâb-ı kirâma düşmanlıkla ilgili Hâriciyye fırkasına âit kitapları okuyup onların etkisinde kaldı. Hârîcilerin bozuk fikirlerinin yayılması için çalıştı. Şam, Haleb, Musul ve Erbil’e gitti. Bozuk fikirleri sebebiyle gittiği yerlerde tutunamadığı için Horasan’a kaçtı. Horasan’ın Merv şehrinde bir müddet kaldı.

Gittiği yerlerde birçok seyâhat notları derledi. Bu notlarından ve kütüphânelerdeki eserlerden istifâde ederek Mu’cem-ül-Büldân adlı eserini yazdı. Daha sonra Nesâ, Hârezm ve Mâverâünnehr taraflarına gitti. Ortaya çıkan Moğol yağması ve zulmünden kaçarak Musul’a geldi. Bir müddet Musul’da kaldıktan sonra Haleb’e geçti. Bir müddet sonra tekrar Musul’a döndü. Daha önce yazmağa başladığı coğrafî eserini bitirdi. Sonra Mısır’a gitti. En son olarak Haleb’e döndü. Coğrafî tercümelerini gözden geçirmekle meşgulken 1229 senesinde öldü.

Eserleri:

1. Mu’cem-ül-Büldân: Harf sırasına göre yazılmış geniş bir coğrafya lügatidir. Sekiz ciltten meydana gelen bu eserin birinci cildinde beş bölümlük bir girişten sonra harf sırasına göre coğrafî isimleri anlatmaya başlamıştır. Sâdece, coğrafya lügati olmayan bu eserde, bilgi verilen beldenin kısa târihçesi, îmâr ve medeniyetteki yeri, orada yetişen meşhur âlimlerle ilgili bilgiler de yer almıştır. Türk târihinin ikinci çağı için önemli bir kaynak olan eserde, Oğuzların ve diğer Türk boylarının bulundukları yerlere dâir bilgiler de yer almaktadır. Eserde, tahkîk edilmeden konulan mevzûlar da vardır.

SeyyidMuhammed Emir el-Hancî bu esere Mu’cem-ül-Umrân adlı bir ciltlik zeyl yazmıştır. Bu ek eser de kitabın orijinaliyle birlikte basılmıştır. Mu’cem-ül-Buldân, Mısır’da zeyliyle berâber on cild hâlinde basılmıştır.

2. İrşâd-ül-Erîb ilâ Mârifet-il-Üdebâ: Mu’cem-ül-Üdebâ ve Tabakât-ül-Üdebâ adıyla da bilinen bu eser altı cilt hâlinde yayınlanmıştır. Alfabe sırasına göre tertip edilen eserde; gramerciler, filologlar, hattatlar, edipler, şâirler ve umûmî bir şekilde bütün âdab ile uğraşanların hâl tercümeleri verilmiştir.

3. Kitâb-ül-Mutetaf fil-Ensâb; Arapların şecerelerine dâirdir.

4. Kitâb-ül-Müşterek Vaz’an vel-Muhtelif Sak’an; coğrafyaya dâir bir eserdir.

5. Mu’cem-üş-Şuarâ; eski ve yeni Arap şâirlerinin hâl tercümeleri anlatılmıştır.

6. Kitâb’ul Mebde Vel-Meâd; târihe dâirdir.

7. Kitâb-üd-Düvel; 8. Kitâbu Ahbâr-il-Mütenebbî; 9. Unvânü Kitâb-il-Egânî; 10. Mecmû’u Kelâm-i Ebû Ali Fârisî bilinen diğer eserleridir.

Yâkût’un yazdığı bu eserler, orijinal olmayıp istinsah ettiği eserlerden derlemedir.

YÂKUT-I MUSTA’SIMÎ

Meşhur hattatlardan. İsmi, Yâkut bin Abdullah’tır. Künyesi Ebü’l-Mecd, lakabı Cemâleddîn’dir. Son Abbâsî halîfesi Musta’sım-billah’ın kölesi olduğu ve onun terbiyesinde yetiştiği için Musta’sımî diye de meşhurdur. Doğum târihi, kesin olarak bilinmemektedir. Amasya’da doğduğunu nakleden kaynaklar vardır. 1298 (H.698)de Bağdat’ta vefât etti.

Aslen Türk veya Rum asıllı bir köle olan Yâkut bin Abdullah, son Abbâsî halîfesi Musta’sım-billah tarafından satın alındı. Halîfenin himâyesinde ve terbiyesinde yetişen Yâkut el-Musta’sımî, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Bilhassa Arap dili ve edebiyâtı husûsunda ihtisâs sâhibi oldu. Abdülmü’min Safiyyüddîn Bağdâdî ve İbn-i Habîb gibi kimselerden hat sanatını (güzel yazı yazmayı) öğrendi. Eski hattatlardan İbn-i Mukle ve İbn-i Bevvâb gibi üstâdların eserlerini okuyup, inceleyerek kendisine has bir yazı stili geliştirdi. Güzel yazı yazmakla meşhurdu. Halîfeden çok yakınlık görüp, onun iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Hat sanatı üzerine pek kıymetli talebeler yetiştirdi. Bin kadar mushafı kendi el yazısıyla yazdı. Moğol hükümdârı Hülâgu’nun Bağdat’ı istilâsını gördü. Rivâyete göre Hülâgu Bağdat’a girdiği zaman bir minâreye gizlenen Yâkut, kan, ateş ve yağma ile dolu günleri burada yazı yazarak geçirmişti. Hattâ kâğıdı bittiği için yanında bulunan keten mendil üzerine yazı yazmıştı.

Hayâtının daha sonraki yılları hakkında açık ve kesin bilgi bulunmamakla birlikte, yazılarının ferağ kayıtlarından Bağdat’tan ayrılmadığı, bu sebeple Bağdat’ın bir müddet daha hat sanatının merkezi olarak devâm ettiği anlaşılmaktadır. Moğol istilâsından sonra tekrar îtibâra kavuşmuş olan Yâkut-ı Musta’sımî, bilhassa Alâaddîn el-Cüveynî ve kardeşi Şemseddîn el-Cüveynî gibi İlhanlı devlet adamlarının takdir ve iltifâtlarını kazandı. İbn-i Sînâ’nın tıbba dâir Şifâ adlı eserini bir cildde yazarak Hindistan melikine hediye edince kendisine iki yüz bin miskal altın verildi.

İyi bir edîb, şâir, fakîh ve fazîlet sâhibi olan Yâkut-ı Musta’sımî, 1298 (H.698)de, yüz yaşına yaklaşmış olduğu hâlde, Bağdat’ta vefât etti. İçinde kendi yazıları ve levhaları bulunan câminin kabristanına defnedildi.

Hat târihinin belli başlı dönüm noktalarından birini teşkil eden Yâkut-ı Musta’sımî, kendinden öncekilerle sonrakiler arasında halka vazifesi görmüştür. Hat sanatı târihinde muhtelif yönlerden gelen nehirlerin tekrar çeşitli kollara ayrılmak üzere birleştiği durulma noktası gibi olan Yâkut-ı Musta’sımî, kendinden önce gelen hattatların eserlerinden ve zamânındaki üstadlardan istifâde ederek şöhret bulmuştur.

Daha hayattayken hat sanatındaki kudretini kabul ettirmiş, şöhretiyle birlikte, tesiri de yayılmış ve haklı olarak, Kıblet-ül-küttâb (kâtiplerin yâni hattatların kıblesi) diye anılmıştır. İbn-i Mukle ve İbn-ül-Bevvâb gibi hattatların bildirdiği yazı kâidelerine bağlı kalmakla birlikte kendine has yenilikler geliştirmiştir. Altı yazı stilinde de üstâd derecesinde hattatlar yetiştirmiştir. Müstekimzâde Silsilet-ül-Hattâtîn adlı kitabında Menâkıb-ı Hünerverân yazarı Âlî Efendiden faydalanarak Yâkut’un çeşitli yazı stillerinde üstâd olan talebelerini şöyle sıralamıştır.

1. Abdullah es-Sayrafî (Nesih üstâdı),

2. Ergun bin Abdullah (Muhakkak üstâdı),

3. Yahyâ Sofî (Sülüs üstâdı),

4. Mübârek Şâh Kutb (Tevki üstâdı),

5. Mübârek Şâh Süyûtî (Reyhânî üstâdı),

6. Şeyh Ahmed Sühreverdî (Rik’a üstâdı).

Kendisiyle birlikte bu altı büyük talebesi hat sâhasında; üstâdan-ı seb’a, yâni yedi üstâd olarak anılır.

Yâkut-ı Musta’sımî’nin günümüze kadar gelen eserlerinin çoğu Kur’ân-ı kerîm yazmasıdır. Kur’ân-ı kerîmden başka küçük hadîs-i şerîf mecmûaları da yazmış olan Yâkut, küçük kısa dîvânlar, şiir mecmûaları, manzum ve mensur sözlerden derlenmiş, risâleler de yazmıştır. Bu çalışmalarından bilinenleri; Esrâr-ül-Hükemâ, Ahbâr ve Eş’âr ve Nevâdir ve Fiker ve Hikem ve Vasâyâ-i Müntehaba, Âdâb ve Hikem ve Ahbâr ve Âsâr ve Fiker ve Eş’âr-i Müntehaba, Risâle fil-Hatt gibi eserlerdir.

Yâkut-ı Musta’sımî’nin 1296 (H.696)’da istinsah ettiği Meşâriku’l-Envâr adlı kitap, İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya bölümü 899 numarada kayıtlıdır.

Kendisinden önceki hat sanatıyla kendisinden sonraki hat sanatı için bir köprü özelliğinde olan Yâkut el-Musta’sımî, hat sanatıyla ilgili yeni bir mekteb kurmuş, Osmanlı devri hattatlarına da ışık tutmuştur.

YÂKUTİYE MEDRESESİ

İlhanlı Vâlisi Hoca Cemâleddîn’in Sultan Olcaytu ve Bulgan Hâtun adına Erzurum’da yaptırdığı medrese. 1310 yılında yaptırılan medresenin orta bölümü, dört pâye üzerine iki tonoz ve aralarında mukarnaslı, ortası açık bir çapraz tonozla örtülüdür. Çifte Minârenin tesiri açıkça görülür. Yaklaşık 25x34 m ebadında, dikdörtgen plânlı ve kesme taştan olan binânın orta bölüme açılan üç eyvanı vardır. Doğu yanında bulunan baş eyvanın iki yanında sivri beşik tonozla örtülü birer büyük oda mevcuttur. Soldaki odadan bir merdivenle baş eyvana dışardan bitişik olan kümbete çıkılır. Medresenin mescidi sağ yan eyvandadır. Diğer taç kapılı medreselerin aksine minâreler, taç kapı üzerinde olmayıp, köşe kuleleri üzerinde iki taraftan cepheyi kavramaktadır. Sağdaki minâre, şerefe altına kadar ayakta kalmış, soldaki minâre ise beden duvarının biraz üstüne kadar yükselebilmiştir. Yukarısı belki yıkılmış, belki de hiç yapılmamıştır. Portalin iki dış yanına hurma ağacının tepesine başı sağa veya sola dönük kartal, alta da simetrik olarak karşılıklı birer aslan figürü işlenmiştir.

YAKUTLAR

Sibirya’nın kuzeydoğusunda yaşayan bir Türk boyu. Sahalar adıyla da bilinen Yakutların Gulıganlar (Kurıkanlar)la Tunguzların karışmasından meydana geldiği tahmin edilmektedir. Kurıkanların, 7. yüzyılda Çin sarayına hediyeler verdikleri, Göktürk Devletini ikinci defâ kuran İlteriş Kağana karşı çıktıkları bilinmektedir. Yakutlar 10. yüzyıldan sonra Moğol istilâları yüzünden yurtlarını terk ederek Selenga Irmağının aşağı kıyılarında, Angara ve Lena ırmaklarının yukarı bölgelerine göçtüler.

On yedinci asrın başlarında Ruslar Asya’yı ele geçirme tasavvurlarını gerçekleştirmek üzere Yakutların ülkesine girmeye başladılar. 1620-1630 yılları arasında tamâmen işgâl ettiler. Yakutlar zaman zaman ayaklandılar ise de, bir netice elde edemediler. Bu târihten sonra Yakutların büyük çoğunluğu Rusların etkisiyle Hıristiyanlaştı. Buna rağmen Şâmânî inançlarını da  devam ettirmişlerdir.

İyi at yetiştirmeleriyle tanınan ve zengin insanlar olan Yakutlar, Rusların zulmü altında fakirleştiler. Yakutistan Çarlık Rusya’sında siyâsî suçluların sürgün edildiği bir ülke durumuna geldi. Diğer bölgelerden Rus nüfus göçürülerek Yakutistanda iskân edildi. Sürgünler, Yakut ülkesinde Batı kültürünü ve muhtariyet fikrini yaydılar. On dokuzuncu asırda kültürlü kimseler yetişti. 1900’lü yılların başından 1917 ihtilâline kadar bağımsızlık mücâdelelerine devam ettiler. 1920-1921’de kurulanYakut Millî Hükümeti, komünistlere karşı savaştı. Fakat Moskova’nın güçlü ordusu karşısında mağlup oldular. Ruslarla yapılan barış neticesinde Yakutistan Sovyet Sosyalist Muhtar Cumhûriyetini kurdular (1922). Fakat Ruslar, 3.062.000 km2yi bulan Yakutistan’ı kolonizatör Ruslarla iskan ederek Yakut nüfûzunun oranını devamlı düşürmektedirler. 1970 sayımına göre Yakutların nüfusu 602.000 idi. 1992’de 944.000’e yükselmiştir.

YALANCI AKASYA

(Bkz. Beyaz Salkım)

YALANCI SAFRAN

(Bkz. Aspir)

YALIÇAPKINI (Alcedo atthis)

Alm. Eisvogel, Fr. Martin-pecher, İng. Kingfisher. Familyası: Yalıçapkınıgiller (Alcedinidae). Yaşadığı yerler: Dünyânın her tarafında yayılmış olmakla berâber, çoğunlukla tropik bölgelerin göl, nehir ve deniz kenarlarında yaşar. Özellikleri: Sırtı mavimtrak yeşil, karnı pas renginde, 17 cm uzunlukta bir kuş. Kısa tombul vücûdunun yanında kafası iri, gagası düz ve uzundur. Balık ve böcek avlar. Çeşitleri: İki alt familyada toplam 87 türü bilinmektedir. Avrupa yalıçapkını, Kuşaklı yalıçapkını, Afrika dev yalıçapkını, İzmir yalıçapkını meşhurlarıdır.

Gökkuzgunumsular takımından bodur yapılı, uzunca gagalı bir kuş. Sırtının tüyleri gökmavisi olup, ışığın karşısında zümrüt yeşili gibi de parlar. Karın kısmı kızılımsı turuncu ile beyaz karışımıdır. Serçe iriliğinde bir kuştur. İri kafalı, düz ve uzun gagalıdır. Kuyruğu kısa, kanatları yuvarlak, bacakları kısa ve zayıftır. Yalıçapkınıgillerin iki altfamilyası vardır. Su kenarlarında yaşayan balıkçı türler “Alcedininae” altfamilyasındadır. Bunların gagaları uzun, dar ve sivri uçludur. Erkeklerde gaga tamâmen siyah, dişilerde ise alt gaga parçası kısmen pembedir. Küçük ve zayıf bacakları kırmızı renklidir. Yavrularda gaga ve ayaklar siyah renkli olur. Başlıca besinleri balık ve su böcekleridir.

Eşler hayat boyu birbirlerinden ayrılmazlar. Berâber avlanır ve bölgelerini savunurlar. Nehir kenarında, toprakta kazdıkları oyuk yuvalarda yaşarlar. Eşler yuva açmada gagaları ile toprağı kazar, ayakları ile dışarı atarlar. Bazan yuvanın giriş kanalı 40-100 cm uzunluğa ulaşır. Her yıl yeni bir yuva yaparlar. Kimi zaman eski yuvalarını da kullandıkları olur.

Her çift sulak yerlerde kendilerine bir avlanma bölgesi seçer. Diğer çiftler de buna karışmazlar. Bu sulak yerde yalıçapkını suyun üzerinde bir dala konarak akan nehir veya göldeki balıkları gözlemeye koyulur. Avını görünce de kafasının üzerine dik olarak suya dalar ve gagasının arasında bir balıkla çıkar. Dalına konduğunda balığın kafası yutulmuştur. Yalı çapkını avladığı balığın etini sindirdikten sonra kılçıklarını istifra eder. Yırtıcı kuşlar da yedikleri kuşların tüy ve kemiklerini tıpkı bu kuşlar gibi sonradan istifra ile mîdelerinden çıkarırlar. Bâzan yalıçapkını daha pratik olarak havada avını gözler ve suya havadan dalar. Bu uçuşlar sırasında kız böceklerini de avlar. Gerektiğinde örümcek, tetari ve yumuşakçaları da yediği olur. Suların donduğu kış aylarında, akarsu ağızlarına, tuzlu bataklıklara ve kayalık kıyılara göç ederler.

Su kenarında 12-15 cm uzunluğundaki yuvasının bir köşesinde 6-8 yumurta yumurtlar. Eşler sırayla kuluçkaya yatarlar. Yalıçapkınlarının eşleşmesi ilgi çekicidir. Yuva yapımından sonra dişi kuş bir yere tüner. Kanatlarını sarkıtarak ötmeye başlar. Bu sırada erkek suya dalarak yakaladığı bir balığı eşine ikram eder. Çiftleşme, erkeğin dişisini beslemesinden sonra gerçekleşir. Kuluçka süresi 19-21 gündür. Yavrular iki hafta içinde tüylenir, üçüncü hafta sonunda uçabilirler. Avrupa’nın tek türü olan (alcedo atthis), Afrika ve Solomon Adalarının doğusunda da yaygındır. Serçe iriliğinde olup uzunluğu 17 cm’yi geçmez. Kuzey Amerika’da yaşayan “kuşaklı yalıçapkını” 33 cm uzunluğundadır. “Amazon yalıçapkını” 28 cm’dir. En iri tür, Afrika dev yalıçapkınıdır. Uzunluğu 45 cm’yi bulur.

Âilenin ikinci alt  familyası “Deceloniae”dir. Bunlar sudan uzaklarda yaşayan “orman yalı çapkınları”dır. Gagaları daha eğiktir. Suya fazla önem vermezler. Yuvalarını odun ve ağaç kovuklarında yaparlar. Orman yalıçapkınlarının bâzı türleri hiç su kenarlarına gitmezler. Böcek, küçük memeli ve sürüngenlerle beslenirler. Bir kısmı ise yiyecek bulamadıklarında derelere inerler ve küçük balıkları avlarlar. Bu alt âileden olan “İzmir yalıçapkını” yurdumuzun güney ve güneybatı kısımlarında rastlanan çok güzel renkli bir kuştur. Boyu 27 cm kadardır. Sırtı yeşil mavi parıltılıdır.

YALITKAN

Alm. Isolator, Nichtleiter (m), Fr. Isolant (m), İng. Insulator. Sesi, ısıyı ve elektrik akımını çevreye iletmemek maksadıyla kullanılan maddeler. Yalıtkanlar, ses, ısı ve elektrik enerjisinin çevreye yayılmadan, kayıpsız olarak muhâfazasına ve nakline yardımcı olurlar. Yalıtkanlar kullanma maksadına uygun olarak seçilir. Ses için iyi bir yalıtkan, elektrik akımı için uygun olmayabilir. Tatbikatta yalıtkanlar en çok elektrik konularında ve ısı üretme ve naklinde kullanılmaktadır.

Elektrikî yalıtkanlar: Elektrikî yalıtkandan beklenilen, iletken tarafından taşınan elektronların kayıp vermeden kullanılacağı cihaza ulaştırılmasıdır. Elektrikî yalıtkanlarda aranılan hususlar yalıtkanlık direnci (tecridiyet), dielektrik kuvvet, güç faktörü ve dielektrik sâbitidir. Bir iletkende elektrik akımı belli bir potansiyele (gerilim) akıtılıyorsa elektronların çevreye yayılmaması için yalıtkanlık direncinin yüksek olması lâzımdır.

İletken üzerindeki potansiyelin çevredeki daha düşük seviyedeki potansiyele elektron atlaması yapmaması için de dielektrik kuvveti yeterli olmalıdır. Bütün bu özelliklere rağmen yine bir miktar kayıp söz konusudur. Bu kayıpların düşük olması için, yalıtkan güç faktörünün düşük olması lâzımdır. Güç faktörü ısı ile orantılı olarak artar. Yalıtkanda istenilen bir husus da bünyesinde tutabildiği elektrik yükü (şarj) miktarıdır. Buna yalıtkanın dielektrik sâbiti denir.

İyi bir elektrikî yalıtkanda elektron akımını önleme yanında yüksek ve düşük ısıya, mekanik sarsıntılara, kimyevî maddelere, yağa, suya mukâvemet de mühimdir. Mika çok iyi bir elektrikî yalıtkandır ama kırılgandır. Teflon mükemmel bir yalıtkandır. Fakat çok pahalıdır. Yalıtkanlar seçilirken kullanma yerlerine göre özellikleri dikkate alınır. Dielektrik kuvveti 1000-5000 V arasında değişen, 100°C-250°C ısıya dayanıklı, her türlü kimyevî, mekanik sarsıntıya dayanıklı, su asit gibi sıvılar içinde çalışabilecek elektrik âletlerinde kullanılmaya elverişli silikonlu, epoksili, fenolik, polietilenli, asfalt türü muhtelif özelliklerde vernikler yalıtkan olarak kullanılmaktadır. Yalıtkan malzeme olarak tatbikatta kâğıttan, poliester emdirilmiş pamuklu ve cam elyafı kumaşlardan, asbestostan ve ısıtıcı dirençlerde magnezyum oksitten de istifâde edilir. Bu iletken veya elektrik cihazında bâzan birkaç tür yalıtkan birlikte kullanılır. Mika, fiber levha, teflon yalıtkanlar daha ziyâde iletkenler arasında levha hâlinde bulunur.

Isı yalıtkanları: Termal yalıtkanların ana görevi ısı kaybını önlemektir. Bu tür yalıtkanlar dolgu ve yansıtıcı olmak üzere iki cinstir. Yalıtkan seçimi için cinsine, ısı miktarına, mekanik şartlara, işin ekonomisine bağlıdır.

Dolgu yalıtkanı olarak mâden talaşları, bitki lifleri, asbestosla karışık kalsiyum silikat, ateş tuğlası gibi maddeler kullanılabilir. Bunlar, aralarındaki hava boşlukları vâsıtasıyla ısı kayıplarına mâni olurlar.

Yansıtıcı yalıtkanlar umûmiyetle alüminyum ince levha, alüminyum kaplı kâğıt ve kumaş metaller üzerine parlaklık sağlayan bir kaplama metodu ile elde edilen malzeme olabilir. Bunlar ısıyı yansıttığı için arka taraflarına geçişe izin vermemiş olurlar.

Isı yalıtkanların 0°C ile 3000°C arasında tatbikat sahası vardır. Düşük derecelerde sıvı hidrojen ve helyum ısı yalıtkanları ile çevrilmiş muhâfazalarda saklanır. Roket ve uzay araçlarında 3000°C üstünde ısı artışlarına karşı kapsül ve donanımları koruyucu yalıtkanlar vardır.

YALTA KONFERANSI

İkinci Dünyâ Harbi yıllarında toplanan meşhur konferanslardan. Kırım’da bulunan Yalta’da 4-11 Şubat 1945 târihinde toplandı. Bu konferansa ABD Başkanı Ruzvelt, İngiliz Başbakanı Çörçil ve Rus lideri Stalin katıldılar. Bu buluşmada, Almanya mağlup edildikten sonra, bu ülkenin geleceği husûsu görüşüldü. Yalta Konferansında Almanya’nın kesin mağlubiyete uğratılıp, işgâl edilmesi, Alman ordularnın dağıtılması ve askerî sanâyinin yokedilmesi, savaş tazminatı alınması, savaş suçlularının cezâlandırılması, Nazizmin ortadan kaldırılması ve Berlin’de kurulacak olan Kontrol Komisyonunun ülkeyi idâre etmesi kararlaştırıldı.

Konferansta Almanya’dan başka dünyâ meseleleri hakkında da kararlar alındı. Birleşmiş Milletlerin (BM) kurulması, bu konferansta kararlaştırıldı. Ayrıca BM’de oy verme meselesi de bir karara bağlandı. Savaş sonrasında Alman hâkimiyetinden kurtarılan devletlere her türlü yardımın yapılması ve buralarda demokratik görüşlü hükûmetlerin kurulması kararlaştırıldı. ABD ve İngiltere, sürgünde bulunan Polonya Hükümetini desteklemeyi bırakacaklardı.

Yalta Konferansında Türkiye’yi ilgilendiren Boğazlar meselesi üzerinde de duruldu. Stalin, Boğazlarla ilgili yapılmış olan Montrö Sözleşmesinin değiştirilmesini istedi. Bu isteğin ileriki toplantılarda görüşülmesine karar verildi. Birleşmiş Milletlere girebilmek için, 1 Mart 1945’ten önce Almanya’ya harp îlân edilmesi ve Birleşmiş Milletler Beyannâmesinin imzâlanması şartı getirildi. Bu durumda Türkiye’de 23 Şubat 1945’te Almanya’ya harp îlân etti. Fakat fiilî olarak harbe girilmedi.

YANARDAĞ

(Bkz. Volkan)

YANGIN

Alm. Brand (m), Feuerbrunst (f), Fr. Feu, incendie (m), İng. Fire, conflagration. Bir evin, bir mahallenin, bir köyün, bir ormanın veya büyük bir şeyin tutuşarak yanması. İnsanların başına gelen, deprem, su baskını, toprak kayması gibi elde olmayan sebeplere karşılık, yangınların çoğu, dikkatsizlik, tedbirsizlik ve ihmalden ileri gelmektedir.

Ateş bulunduğu târihten îtibâren insanlara birçok faydası olmuş, fakat kontrol edilememesi veya dikkatsizlik sonucu büyük yangın kazâlarına sebep olmuş olan bir maddedir.

Büyük maddî ve mânevî zararlara sebep olan yangın başlangıcının sebepleri pekçoktur. Son senelerdeki yangınların sebeplerinin başında, elektrik kontağı, tüpgaz, sigara, soba, baca ve patlayıcı maddeler gelmektedir. Tüpgazların dikkatsiz kullanılması yüzünden çıkan yangın ve patlamalar pekçok kimsenin ölümüne sebep olmaktadır. Daha çok yaz aylarında çıkan orman yangınları da ormanlarımızın azalmasına ve tabiat güzelliklerimizin yok olmasına sebep olmaktadır. Son on yılda meydana gelen yangınlarda yüzlerce insan ölmüş, trilyonlarca maddî zarar tespit edilmiştir (1994).

Yangın güvenlik tedbirleri:

1. Aktif yangın güvenlik tedbirleri: Portatif söndürücüler, binâ içi ve dışı yangın suyu devreleri, otomatik yangın söndürme sistemleri, infilak söndürme sistemleri.

2. Pasif yangın güvenlik tedbirleri: Yangın alarm ve erken uyarı sistemleri, yapı ile ilgili tedbirler, binâ tehlike ve kaçış imkânlarının plânlanması, tutuşabilirliği kontrol etme, kullanıcı davranışları sınırlama.

Yangından korunma çâreleri:

Dikkatli ve tedbirli olmakla yangından korunmak, büyük ölçüde insanların elindedir. Bunun için alınacak tedbirlerin bâzıları şunlardır:

1. Rastgele yerlere, sönmemiş sigara ve kibrit atmamalı ve sönmemiş bir şeyi kendi hâline bırakmamalıdır. Bilhassa, gece yatarken ve evi terk ederken soba, küllük, mangal, ocak ve lambaları kontrol edip söndürmelidir.

2. Pirize sokulmuş olan fırın, ütü, ocak, su ısıtıcısı gibi şeyleri kontrol edip fişleri çekilmelidir.

3. Bilhassa çocukların, kibrit, çakmak, soba, ütü, havagazı, tüp gibi tutuşturucu şeylerle oynamasına müsaade edilmemeli, evde çocukları yalnız bırakmamaya çalışmalıdır.

4. Bacaları ve soba borularını sık sık temizlemelidir.

5. Yanan ocak ve soba gibi şeylerin yakınına parlayıcı ve yanıcı eşyâlar koymamalıdır.

6. Fırın, baca, elektrik ocağı, kalorifer kazanı gibi araçları, bunlardan iyi anlayan kimselere tâmir ettirmelidir.

7. Elektrik sigortaları, hat ve prizlerindeki arızaları ihmal etmeden tâmir ettirmelidir.

8. Tüpgaz ve doğal gaz kullanırken sızıntı olmamasına çok dikkat etmeli, kaçakların yanına katiyen ateşle yaklaşılmamalıdır. Tüpün başındaki kısım, sabun köpüğü ile kontrol edilmeden kullanılmamalıdır. (Bkz. Doğal Gaz)

9. Gaz sobalarına yakıt ikmâli yaparken sobamızı tamâmen söndürüp, iyice soğumasını beklemeliyiz.

Yangın söndürme:

Çıkan yangınları söndürmek için büyük yerleşim yerlerine itfâiye teşkilâtları kurulmuştur (Bkz. İtfâiye). Ayrıca, resmî dâireler, büyük işletmeler, taşıtlar kendi imkânları ile yangın söndürme tedbirleri alırlar.

Yeni başlamış olan yangını söndürmek daha kolaydır. Bunun için, korkuya, telaş ve heyecana kapılmadan müdâhale etmek lâzımdır. Bununla birlikte hemen çevreye ve ilgililere haber vermelidir. Önce çocuklar ve ihtiyarlar yangından uzaklaştırılıp zaman kaybetmeden ateşin hava ile teması önlenmelidir.

Küçük yangınları söndürmek için özel olarak hazırlanmış, içinde sodalı ve karbonatlı su olan yangın söndürme cihazları kullanılır. Taşıtlardaki yangın söndürücüler köpük saçarak ateşi söndürürler. Su, her zaman ateşi söndürmez. Hele, petrol mâmullerinin tutuşmasına karşı, su kullanmak daha tehlikelidir. Böyle bir yangının üzeri hemen örtülüp, hava alması önlenmelidir. Yangında, kapı ve pencereleri açarak, yangın yerinde hava akımını hızlandırmak doğru değildir. Şunu hiç unutmamalıdır ki, havasız kalan ateş hemen söner.

Ateş söndürülürken, çevresinde bulunan yanıcı ve parlayıcı eşyâlar oradan uzaklaştırılmalıdır. Yangın, elektrik kontağından çıkmışsa hemen sigortayı gevşetmeli, tüpgazdan çıktı ise, düğmesini kapatmaya çalışmalıdır. Yangın mahallinde bulunan tüpgaz, buradan uzaklaştırılacak eşyâların başında gelir.

Onbinlerce görevlinin çalışmakta olduğu New York, Londra ve Tokyo itfâiyeleri dünyânın en büyük itfâiye teşkilâtlarıdır. Eski devirlerde, yangın söndürme ve haberleşme araçları gelişmemiş olduğu için, yangınlar daha geniş alanlara yayılırdı. Dolayısıyle maddî ve mânevî birçok zararları olurdu. Son senelerde bu teşkilâtların gelişmesiyle, çıkan yangın adedi artmasına rağmen söndürme çalışmaları daha başarılı olmaktadır.

Büyük şehirlerde çıkan yangınlar, eskiden çok geniş bir alana yayılırdı. Meselâ İstanbul, 24 Temmuz 1660 Cumartesi günü târihinin en büyük yangın felâketine uğradı. Öyle ki 49 saat içinde şehrin üçte biri kül oldu. Yangın Unkapanı semtinde başlayarak, Topkapı Sarayı yönüne, Aksaray’dan surlara doğru ve Fâtih semtine yayıldı. Deniz kenarındaki surların tepesinden aşarak, Marmara kıyılarında bulunanların üzerine kıvılcımlar sıçradı. En az 4000 kişinin öldüğü bu yangında 80.000 ev kül oldu. Yangında su yolları kapandı ve fırınlar çalışmadığı için, halkın büyük bir kısmı aç ve susuz kaldı. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın büyük gayretleri ve yardımlarıyla iki ay içinde Anadolu’dan getirilen ustalarla yanan binâların yerlerine yenileri yaptırıldı. Bu yangında 360 câmi ve mescit, 40 hamam, 100 han ve kervansaray, 100 depo, yüzlerce konak, okul, medrese, tekke yanmıştı.

5 Eylül 1693’te AyazmaKapısında çıkan yangında; 18 câmi, 19 mescit, 17 ilkokul, 10 medrese ve tekke, 11 hamam, 12 fırın, 2517 ev, 1146 dükkan birçok han ve depo yandı.

7 Temmuz 1795 gecesi çıkan yangında İstanbul’un mal depoları büyük ticârethâneleri yandı. Uğranılan zarar tahmini olarak o zamanki Osmanlı Devletinin iki yıllık geliri kadardı.

1908, 1911, Mart ve 13 Haziran 1918’de çıkan dört yangın Sultanselim, Fâtih, Halıcılarda büyük zararlara sebep oldu. Harp içinde olan devlet bunların yerine hemen yenisini yaptıramadığından uzun yıllar yanık yerler öyle kaldı.

Dünyâ çapında önemli yangınlar ise; 1871’de ABD’nin Wisconsin Eyâleti Peshtigo şehrinde 1152 kişinin ölümüne sebep olan yangın ve yine ABD’de 1906’da San Fransisco’da çıkan yangında 28.000 binâ yanmış, 350 milyon dolarlık maddî hasar meydana gelmişti.