YAHYÂ KEMÂL BEYATLI

Yirminci yüzyıl Türk Edebiyatının şâir ve yazarlarından. 1884’te Üsküp’te doğdu. İlk öğrenimini Üsküp’te yaptı. Selânik İdâdîsinde başladığı orta öğrenimini 1902’de geldiği İstanbul Vefâ İdâdîsinde tamamladı. İkinci Sultan Abdülhamîd Han devrinde Jön Türkler cereyânına kapılarak, 1903’te Paris’e kaçtı. Orada Meaux Kolejinde Fransızcasını ilerlettikten sonra Siyâsal Bilgiler Fakültesine girdi. Dokuz yıl kaldığı Paris’ten döndükten sonra Darüşşafaka’da târih ve edebiyat öğretmenliği, Dârülfünun’da çeşitli dersler okuttu. Bu vazifelerini sürdürürken çeşitli gazetelerde “Süleyman Sâdi” mahlasıyla makâleleri çıktı. Türk Ocağındaki konferans ve sohbetleriyle sanat, târih ve milliyetçilik üstündeki yeni fikirlerini aydın çevrelere benimsetti. Şiirlerini ilk defâ Birinci Dünyâ Harbi sıralarında Ziya Gökalp’in çıkardığı Yeni Mecmua’da neşretmeye başladı. Birkaç şiiriyle çok geniş bir şöhret kazandı. Mütâreke yıllarında bâzı gençlerle berâber Dergâh dergisini çıkardı. İki yıl kadar süren bu dergide şiir ve makâleleri yayınlandı. Mütâreke yıllarında ve Anadolu Kurtuluş Mücâdelesi yıllarında bu hareketi destekleyen ve değerlendiren, güçlü ve cesâret dolu yazılarıyla milliyetçi gençliğin lideri durumuna geçti. Ankara’ya geçip Hâkimiyet-i Milliye gazetesine başyazar oldu. Lozan’a giden Türk heyetine müşâvir sıfatıyla katıldı. Lozan’dan döndükten sonra birkaç dönem, Urfa, Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul’dan milletvekili seçildi. Varşova, Madrit, Lizbon elçiliklerinde bulundu. Bir yıl Pakistan Büyükelçiliğinde bulunduktan sonra emekliliğini isteyerek, yurda döndü. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefât etti. Ertesi gün vasiyeti üzerine Rumelihisarı Mezarlığına gömüldü.

Yahyâ Kemâl, yetişme tarzı, kültürü, tesirleri ve her hâli Türk olan davranışlarıyla millî şahsiyetlerimizden biridir.

Paris’te Siyâsal Bilgiler Fakültesinde derslerini tâkip ettiği Albert Sorel’in kuvvetli tesiri altında kalarak Türk târihini incelemeye başladı. Jean Moréas, Baudelaire, Verlaine gibi Fransız şâirlerinin edebî mülâhazalarını iyi kavradı.Paris’e gidişi bir kaçış olduğu halde orada, bilhassa Jön Türkler tarafından organize edilen siyâsî faaliyetlere katılmayarak sanat çevrelerinde kendini yetiştirdi. Bu yıllarda, İstanbul’da parlayıp sönen Servet-i Fünûn şiiri tesirinden kendini kurtardı. Klâsik divan şiirini ve konularını batı şiirindeki bütünlük anlayışıyla millî bir ses ve yeni bir üslupla ele aldı.

Avrupa dönüşü Yeni Mecmua’da, “Bulunmuş Sahifeler” başlığıyla yayınladığı gazeller ve şarkılarla tanındı. Bu neo-klâsik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı târih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sâde dille yazdıklarında da şâirin Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür. Millî değerlerimize dayanmayan Batı taklitçiliğinin olamıyacağını bunun için de şiir ve yazılarıyla hiç gösterişe kapılmadan millî sanatı kurmaya çalıştı. Onda târih, vatan, millet ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir. Osmanlı medeniyeti yüzyıllar boyu en güzel eserlerini İstanbul’da vücûda getirdiği için, İstanbul, Boğaziçi ve tabiat güzellikleri sevgisinin yanısıra, târih değerlerine de şiirlerinde yer verir. Duygu, düşünce ve hayâli ustalıkla kaynaştıran şâir, pekçoğunda hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz ve ölümden alır. Şiirde iç ahengi her şeyden üstün tutmuştur. Ona göre ahenk, veznin bittiği yerde başlar. Bütün şiirlerini bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü, aruzla yazmıştır. Yalnız “Ok” şiiri hece vezniyledir.

Ana dilimize olan sevgisini“Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” mısrasıyle anlatan Yahyâ Kemâl, söylediğimiz lisan dediği İstanbul Türkçesine bağlıdır.

Şiirde olduğu gibi nesirde de yerli yersiz mecazlardan arınmış; duygu ve şiir yüklü, her cümlesiyle fikri bir adım daha ileriye götüren yepyeni bir nesir üslûbuna sâhiptir.

Yahyâ Kemâl Beyatlı şiirlerini, makâle ve hikâyelerini sağlığında kitaplara toplamamış; eserleri dergilerde, birçok gazetelerde dağınık kalmıştı. Ölümünden sonra dostları ve talebeleri tarafından bir “Yahyâ Kemâl’i Sevenler Cemiyeti” kurulduğu gibi, İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı bir de Yahyâ Kemâl Enstitüsü ve Müzesi açıldı (1961). Hakkında yayınlanmış kitapların sayısı on beşi geçer.

Usta bir şiir yapısına ve kelime işçiliğine sâhip olan Yahyâ Kemâl, yüzyılımızın en başarılı Türk şâirlerindendir.

Eserleri: Kendi Gök Kubbemiz (1961-1963), Eski Şiirin Rüzgâriyle (1962), Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyâsî Hikâyeler (1968), Siyâsî veEdebî Portreler (1968).

YAHYÂ MUAMMER MEZÛRÎ İMÂDÎ

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Bağdat’ta yaşayan evliyâdan ve fıkıh âlimlerinden. Büyük evliyâ Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinin büyüklerindendir. Doğum ve vefât târihi kesin olarak belli değildir. 1834 (H.1250)te yüz yaşlarında vefât edip Bağdat’ta Abdülkâdir-i Geylânî’nin kabri yakınlarına defnedildi.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayan Yahyâ Mezûrî, Bağdat’ta Seyyid Âsım Hayderî ve Sâlih Hayderî gibi âlimlerden âlet ilimlerini ve din ilimlerini öğrendi. Zamânının ilimlerinde söz sâhibi oldu. Bilhassa fıkıh ilminde pek yüksek ihtisas sâhibi oldu Müctehid âlimlerin ictihadları arasında tercih yapabilecek ilmî dereceye ulaştı. Irak bölgesindeki âlimler suâllerini ve müşkillerini ondan öğrenip hallettiler. Daha sonra Süleymâniye şehrine giderek büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriyle karşılaşıp ona talebe oldu.

Yahyâ Muammer Mezûrî’nin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriyle karşılaşması şöyle oldu:

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Hindistan’a gidip Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden aldığı feyzlerle Irak’a dönünce, daha önce müderrislik yaptığı Süleymâniye şehrine gitti. Oradaki âlimler kendisinin sözlerini yanlış anlayıp îtirâz ettiler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretlerinin derin ilmi ve güzel sözleri karşısında da tutunamadılar. En büyükleri olarak bildikleri Yahyâ Mezûrî’ye bir mektup yazarak, Süleymâniye’ye çağırdılar. Yahyâ Mezûrî atına binip Süleymâniye’ye doğru gelirken Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini imtihan için içinden çıkılması zor olan bâzı sorular hazırladı. Süleymâniye’ye gelince Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhına gitti. Ona gelmesi için haber gönderenler de berâberindeydiler. Yahyâ Mezûrî hazırladığı soruları sormaya hazırlandığı sırada, Mevlânâ Hâlid hazretleri:

İlimde birçok müşkiller vardır. Bunlardan bâzısı şunlardır ve cevâbı şöyledir.” diyerek Yahyâ Mezûrî’nin sormak istediği bütün sorulara cevap verdi.

“Âlim âlimi anlar” sözü gereğince Yahyâ Mezûrî rahmetullahi aleyh, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilimdeki üstünlüğünü, tasavvuftaki yüksek derecesini anlayıp teslim oldu. Talebeliğe kabul edilmesini istedi. Daha önce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine îtirâz eden kişiler de yaptıklarına pişman oldular. Birçokları gelip Mevlânâ Hâlid hazretlerine talebe oldular.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri talebeliğe kabul ettiği Yahyâ Muammer Mezûrî hazretlerini kısa bir müddet içinde tasavvufun inceliklerine ulaştırdı. Yahyâ Mezûrî’yi çok seven Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hazretleri, talebesi olduğu hâlde ona akran muâmelesi yapardı. Yahyâ Mezûrî de Mevlânâ Hâlid hazretlerinin meclisinde kendisini hizmetçi kabul etmekten zevk alırdı. Takvâda, güzel ahlâkta, edepte ve hayâda insanı hayrete düşürecek derecede olan Yahyâ Mezûrî, fıkıh ilminde tercih derecesindeydi. Tevâzû sâhibiydi. Çamaşır yıkamakta ve ekmek pişirmekte hanımına yardım ederdi. Yaklaşık yüz senelik bir ömür sürdükten sonra Bağdat’ta vefât etti. Âlimlerin büyüklerinden Molla Hüseyin bin Molla Câmi cenâzesini yıkadı. Cenâze namazını büyük âlim Abdurrahmân Ruzbehânî kıldırdı. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbesi civârında defnedildi.

Yahyâ Muammer Mezûrî hazretleri; İbn-i Âbidîn, İbrâhim Fasîh Hayderî ve oğullarını da kendisi gibi âlim ve velî olarak yetiştirdi. Abdullah, Selim ve Mustafa adlarındaki oğullarının üçü de âlim ve Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sevenlerindendiler.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, halîfesi Yahyâ Mezûrî ile mektuplaşır, ona nasîhatlerde bulunurlardı.

YAK (Bos grunniens)

Alm. Jak, Fr. Yack, İng. Yak. Familyası: Boynuzlugiller (Bovidae). Yaşadığı yerler: Yüksek Tibet yaylalarında. Özellikleri: Sırtı bir nevi hörgüçlü, uzun kıllı bir sığırdır. “Tibet sığırı” da denir. Yabânilerin rengi siyahımtraktır. Boynuzları 90 cm’ye ulaşır. Ömrü: 25 yıl kadar. Çeşitleri: Yaşayan tek türüdür. Yabâniler evcil soylardan daha iri ve güçlüdür.

Tibetin yaylalarında yaşayan iri ve uzun tüylü bir sığır. Tibet öküzü olarak da bilinir. Sırtında hörgüce benzer bir yükseklik vardır. Kuyruk ve yanlarındaki tüyleri hemen hemen yere değecek kadar uzundur. Yabânî olanları dünyânın en yüksek ve ıssız olan Tibet yaylalarının 6000 metre yüksekliğine kadar çıkarlar. Bacakları kısa fakat güçlüdür. En tehlikeli dağ yollarında rahatça dolaşırlar. Erkeğin yüksekliği 190 cm’yi bulur. Ağırlığı 720 kg gelenleri vardır. Evcil olanları biraz daha küçüktür. Evcil yak, tehlikeli dağ geçitlerinde en iyi bir yük ve çekim hayvanıdır. Etinden, derisinden, kılından ve sütünden de istifâde edilir. Kuyruğunun uzun tüyleri, eskiden mızrakların ucuna tuğ ve atların boğazlarına katar (tüylü gerdan) olarak takılırdı. Yumuşak olan tüylerinden peruk dahi yapılabilmektedir. Yabâni yakların erkekleri 3-5 bireylik gruplar hâlinde, dişilerse yavrularla berâber 20-200 başlık sürüler hâlinde dolaşırlar. Üreme devrelerinde erkekler arasında şiddetli döğüşler olur.

Her erkek sürüden ayırdığı 4-5 dişiyle berâber dolaşır. Çiftleşme sonbaharda olur. Yavrular 10 ay kadar sonra tâze otların bol olduğu nisan ve haziran aylarında doğarlar. Her dişi tek yavru doğurur ve bir yıl kadar yavrusuna bakar. 25 yıl kadar yaşarlar.

YAKALAMA

Alm. Festnahme (f), Fr. Détention (f), Préventive, İng. Arresting. Sanığın, hiçbir hâkim kararı olmadan hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran en ağır koruma tedbiri. Cezâ Mahkemeleri Usûlü Kânunu’nda bu müessese “muvakkat yakalama” olarak geçmektedir.

Yakalama, kişi hürriyetini kısıtlayan en ağır bir koruma tedbiri olduğu için, şartlarını Anayasa ve kânunlar açıkça tespit etmiştir (Anayasa mad. 19).

Yakalama, sanık durumuna girmemiş, bir suç işlemiş olduğu şüphesi altındaki kimsenin yargılama makâmı önüne götürülmek üzere hürriyetinin sınırlandırılmasıdır. Yakalama bir kimsenin tutuklanması gâyesiyle yapılır.

Yakalama yapabilenler: Suçlu zannı ile kaçan kişiyi duruma göre savcı, kolluk âmiri, kolluk memuru ve herkes yapabilir. Herkesin yakalama yapabilmesi için ilk şart suçun “meşhût” olması yâni suçun alenen işlendiğinin görülmesi gerekir. Ayrıca, suç işleyen kişinin kaçma ihtimâli olması veya hüviyetinin tespiti imkânı bulunmamasıdır. Bu şartların hepsi bir arada bulunmadığı takdirde herkes yakalama yapamayacaktır. Meselâ, bir kimse başkasının çantasını kapıp kaçmaya başlasa onu herkes yakalayabilir. Fakat birkaç gün sonra çantası çalınan o kişi kendi çantasını hırsızın elinde gördüğünde, suç artık “meçhul suç” olmaktan çıktığı için şüpheli şahsı yakalayamayacaktır. Çünkü meçhul suç durumunda deliller çok tâzedir, fâilin çoğu defâ inkâra mecali yoktur. Halbuki meşhût suç olmayan durumlarda karışıklık ihtimâli her zaman vardır.

Herkesin yakalama yapmadığı durumlarda savcı ve kolluk âmiri yakalamaya yetkilidir. Bu durumlarda yakalama, müzekkereli veya müzekkeresiz olmaktadır. Müzekkereli yakalama durumunda kişi cezâevinden veya muhâfızların elinden kaçmıştır. Bu durumda, gerek savcılık, gerekse kolluk idâresi bu kişi hakkında yakalama müzekkeresi çıkarır. Yâni yakalama emri yayınlar (CMUK mad. 131). Bu emre göre kişi yakalanır. Müzekkeresiz yakalama durumunda herkesi yakalaması için gerekli şartlar hâsıl olmamıştır. Fakat ilgilinin kaçma ihtimâli kuvvetlidir. Meselâ ağır cezâyı gerektiren bir suç işleme durumunda fâilin kaçacağı farz edilir. Bu durumda herkes yakalayamaz, fakat kolluk kuvvetlerinin savcılıktan yakalama emri çıkarmaya zamanı yoksa ilgili kişiyi müzekkeresiz olarak yakalayabilir.

Yakalanan kişi hakkında yapılması gereken işlemler: Yakalanan kişiye yakalama sebepleri “yazılı olarak ve hemen bildirilecektir” (Anayasa mad. 19/5). Benzer hüküm Cezâ Muhâkemeleri Usûlü Kânunu’nda da mevcuttur (mad. 128/1). Yakalanan kişi, yakalama yerine en yakın mahkemeye götürülmesi için gerekli süre hâriç en geç 24 saat, toplu olarak işlenen suçlarda en geç 4 gün içinde hâkim önüne çıkarılır (CMUK 128). Bu süreler, olağanüstü hâl, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir. Yakalanan kişinin durumu, tahkikatın muhtevâ ve konusunun açığa çıkmasının sakıncalarının gerektirdiği kesin zorunluluklar dışında, yakınlarına derhal bildirilir.

Bu genel yakalama dışında özel yakalama durumları da vardır. Meselâ, sarhoşlar ve çevreyi rahatsız edenler polis tarafından âmirden emir almadan yakalanabilir (CMUK mad. 13). Bunlar 24 saat içinde hâkimin önüne çıkarılırlar. Bir başka özel yakalama durumu da olay yerinde görevine başlayan memura karşı gelme durumudur. Bu durumda polis karşı gelen kişiyi yakalayabilir. En fazla 24 saat gözaltında tutabilir (CMUK mad. 157).

Anayasa ve Cezâ Muhâkemeleri Usûlü Kânunu’nda (CMUK) belirtilen bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zararlar, devlet tarafından ödenir (Anayasa mad. 19/son). Bu konu 7.5.1964 târihli ve 466 sayılı “Kânundışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kânun” ile düzenlenmiştir.

YAKIOTU (Epilobium)

Alm. Weidenröschen (n), Fr. Epilobe (m), İng. Rose-bay. Familyası: Küpeçiçeğigiller (Denotheraceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu’da yaygındır.

Nemli yerlerde yetişen, pembe veya kırmızı renkli çiçekler açan bir veya iki yıllık otsu bir bitki. Çiçeğin taç ve çanak yaprakları dört parçalıdır. Tohumların tepesinde tüylerden meydana gelen bir kısım vardır. Memleketimizde 21 türü bulunmaktadır.

Kullanıldığı yerler: Bitki, şeker, tanen, yağ ve müsilajlar taşır. Bitkinin kökleri kabız edici ve yumuşatıcı olarak gargara hâlinde kullanılır. Yaprakları da çay yerine geçer.

YAKIT

Alm. Brennstoff (m), Heizmaterial (n), Fr. Carburant; combustible (m), İng. Fuel. Havada yanarak veya nükleer reaksiyonlarla ısı elde etmeye elverişli madde. Yakıtların çoğunluğu hava veya hava içerisindeki oksijenle yanabilen karbon türü maddeler ihtivâ eder. Uranyum gibi nükleer reaksiyonla ısı açığa çıkaran maddelerde hâdiseler daha farklıdır. İnsanlar daha rahat yaşıyabilmek için çeşitli yakıt cinsleri üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Yakıtlar ya doğrudan doğruya ısı elde etmek için veya bir kazanı ısıtmak üzere buhar kuvvetiyle veya bir motoru çalıştırarak mekanik enerjiyle iş yapmak için kullanılabilir.

Yakıtlar fizik yapılarına göre katı, sıvı, gaz; ısı açığa çıkarma kâbiliyetine göre de birkaç sınıfa ayrılır. Nükleer yakıtlar hâricindeki katı, sıvı, gaz yakıtlar genel olarak hidrojenin, oksijenin az da olsa kükürdün, fosforun karbonlu bileşikleridir. Yakıt içinde bulunan hidrojen, fosfor, kükürt, magnezyum kolayca oksijenden etkilenen elementlerdir. Bu elementlerin oksijenle, yüksek derecelere kadar oksitlenmesiyle yakıt yanmış olur. Yanma hâdisesi neticesinde karbondioksit, karbonmonoksit, su buharı ve ısı açığa çıkar. Buradan yakıtın kimyâsal bileşiminden elde edilebilecek ısı miktarı hesaplanabilir. Yakıtın kıymeti birim kütlesinin ürettiği ısı potansiyeline (kalori şiddeti) bağlıdır. Yakıtta bulunan yanmayan madde miktarı hem kalori değerine hem de kalori şiddetine tesir eder.

1. Katı yakıtlar:

Katı yakıtlar tabiî ve sun’î olmak üzere iki sınıftır. Bunlardan tabiî olanlar taş kömürü, linyit, ağaç ve kurutulmuş bitkilerdir. Sun’î olanlar ise tabiî yakıtların hava ile teması olmayan kapalı fırınlarda damıtılmasıyla elde edilir. Kok kömürü ve odun kömürü sun’î yakıt sınıfına girer. Sun’î yakıt elde edilirken yan ürün olarak gaz hâlinde yakıt ve zift elde edilir. Katı yakıtlardan bir kısmının bileşimleri tabloda görülmektedir.

Muhtevâ Yüzdeleri

Yakıt Cinsi

Karbon (C)

Hidrojen (H2)

Oksijen (O2)

Kükürt (S)

Azot (N)

Kül

Odun

48.05 

6.0

43.5

0.0

0.5

1.5

Linyit

67.0

5.1

19.5

1.0

1.1

6.3

Taşkömürü

90.0

2.5

2.5

0.5

0.5

4.0

Kok kömürü

85.8

0.6

0.6

1.0

1.2

9.9

Taşkömürü 1.093°C de havasız olarak ısıtılıp arıtılırsa kok, zift ve gaz elde edilir. Metalurjide metallerin eritilmesinde çok kullanılır. Taşkömürü 593°C de arıtılırsa elde edilen kok ev ısıtmalarında dumansız olduğu için çok elverişlidir. Taşkömüründe nem oranı % 3’tür. Linyit kömürü tortu kömürüyle taşkömürü arasında yer alan % 60 nem ihtivâ eden koyu kahverengi veya siyah renkte bilhassa termik santrallarda kullanılmaya elverişli katı yakıttır. Linyit, içerisindeki nem miktarını kaybederse kalori değeri düşer.

Taşkömürü, linyit ve diğer katı yakıtların tozlarının bir kalıba sıkıştırılmasıyla yuvarlak veya prizmalar hâlindeki biriket kömürü elde edilir. Toz hâline gelmiş veya getirilmiş katı yakıtları yakmanın bir yolu da yanma odasına toz hâlinde püskürtmektir. Pulvarize kömür denilen bu yakıt sıvı yakıtlar gibi çok çabuk oksitlenme imkânına sâhip olduğu için yanma verimi yüksektir.

Odun kömürü odunun kapalı bir yerde içten yakılmasıyla elde edilir. Odun kömürünün kalori değeri yüksektir. Yakıldıktan sonra zehirsiz ve dumansız olduğu için ev ısıtmasında, çok kullanılır. Odun kömürü, barut, renk ve nem alıcı maddeler, ısı izolasyon maddesi gibi birçok madde îmâlâtında kullanılır.

2. Sıvı Yakıtlar:

Sıvı yakıtların kaynağı petroldür. Petrol, yüzlerce hidrokarbon bileşiklerinden meydana gelmiştir. Ham petrolün % 84’ü karbon, % 11,5’i hidrojen, % 4,5’i oksijen ve diğer elementlerdir. Petrolün damıtılmasıyla gazyağı benzin, mazot, ağır yakıt gibi sıvı yakıtlar elde edilir (Bkz. Petrol). Sıvı yakıtlarda kalori değeri yakıtın özgül ağırlığıyla alâkalıdır. Özgül ağırlığı yüksek olan sıvı yakıtların kalori değeri de yüksektir.

Sıvı yakıtlar kullanma maksadına uygun olarak seçilirler. Seçimde sıvı yakıtın kalori değeri, akışkanlığı, kaynama noktası, parlama noktası, ateş alma noktası, içerisinde ihtivâ ettiği kükürt, su gibi maddeler dikkate alınır. Sıvı yakıtlarda parlama noktası, belli atmosfer şartlarında bir yakıt üzerinden alev geçtiğinde buharlaşarak tutuşma istidadı gösterdiği harârettir. Ateş alma noktası ise parlama noktasından birkaç derece yukarıda yakıtın parladıktan sonra yanmaya devam edebileceği harârettir.

Sıvı yakıtlar, katı ve gaz hâlindeki yakıtların işlem görmesiyle sun’î olarak elde edilebilir. Katı yakıtların damıtılmasından elde edilen zift sıvı yakıt üretilmesinde de kullanılır. Bir ton kömürden yaklaşık olarak 100 litre sıvı yakıt elde edilir. Sıvı yakıt elde etmenin bir yolu da hidrojenle, karbonmonoksitin katalitik olarak reaksiyona sokulması sonucu sentez edilmesidir. Katalitör olarak kobalt nikel, rutenyum kullanılır. Katı yakıtlar yaklaşık 200 atmosfer basınç ve 500°C harârette molibdenyum sülfür, tungsten sülfür, amonyum sülfomolibdat katalizörlerinden biriyle hidrojenlenirse hidrojen yönünden zengin, kalori değeri daha yüksek sıvı yakıt elde edilmiş olur. Bu tür sıvı yakıt elde etme usûlü ilk olarak İkinci Dünyâ Savaşı esnâsında Almanya’da geliştirilmiştir. Bugün ABD Virginia eyâletinde kömürden sıvı yakıt elde eden büyük bir fabrika mevcuttur.

Petrolden elde edilen sıvı yakıtlar içten patlamalı motorlarda, gaz türbinlerinde; kömürden elde edilen sıvı yakıtlar ise püskürtülmek üzere buhar kazanlarında kullanılır. Sıvı yakıtlar kapladıkları yere göre katı yakıtlardan % 50 daha az yer işgal etmeleri ve % 30 daha hafif olmaları, kolay nakledilmeleri, hemen yanmaları, artık ve duman bırakmamaları sebebiyle daha avantajlıdır.

3. Gaz yakıtlar:

Katı, sıvı, bütün yakıtlar yanma hâdisesi olmadan önce gaz hâline dönerler. Gaz yakıtlar denilince normal atmosfer şartlarında gaz hâlinde bulunan yakıtlar anlaşılır. Bunlar hidrojen (H2), karbonmonoksit (CO), metan (CH4), etan (C2H6), etilen (C2H4), propan (C3H8), propilen (C3H6), bütan (C4H10), bütilen (C4H8), benzen (C4H6) ve asetilen (C2H2) gibi yanıcı gazların bir veya birkaçının karışımıdır. Kok gazı kömürünün arıtılmasından; fırın gazı, yüksek fırında pik demir elde edilirken; mavi gaz, kızgın karbon üzerine su buharı göndermekle; tabii gaz bilhassa petrol çıkan bölgelerde doğrudan doğruya elde edilir.

Gaz yakıtların katı ve sıvı yakıtlara nazaran nakliyesinin kolay, kullanmaya göre ısıveriminin yüksek olması, duman ve kül bırakmaması, ısı kontrolünü yapmaya elverişli olması gibi çok üstün özellikleri vardır.

4. Nükleer yakıtlar:

Nükleer yakıtlar, atom çekirdeğinin parçalanmasıyla (fizyon yoluyla) ısı enerjisi açığa çıkmasına müsait maddelerdir. Nükleer yakıtlardan elde edilen ısı enerjisi katı, sıvı ve gaz yakıtlar gibi alelâde oksitlenme şeklindeki yanmadan açığa çıkan ısı enerjisinden kat kat fazladır. Yarım kilo uranyum -235, yarım kilo taşkömüründen 2.600.000 defâ daha fazla ısı enerjisi üretebilir. (Bkz. Nükleer Enerji)

YAKIT PİLİ

Alm. Kraftstoffbatterie, Fr. Pileà combustible, İng. Combustible pile, fuel cell. Herhangi bir yakıtın kimyâsal enerjisini elektrik enerjisine dönüştüren cihaz. Yakıt pillerinin normal pillerden önemli bir farkı, elektrolit ve elektrotlarda herhangi bir değişikliğin meydana gelmemesidir. Yakıt pillerinde yakıt olarak hidrojen, karbonmonoksit, metanol, hidrazin ve bâzı hidrokarbonlar, yakıcı olarak da oksijen veya doğrudan hava kullanılır. Pilde elektrolit olarak 150°C’nin altındaki sıcaklıklarda derişik alkali veya asidik çözeltiler, yüksek sıcaklıklarda ise erimiş karbonatlar veya başka tuzlar kullanılır. Elektrot olarak da gözenekli metal veya karbon kullanılır.

ABD’nin uzaya gönderdiği insanlı araçlarda sıvı hidrojen ve oksijen kullanan yakıt pillerinden faydalanılarak elektrik enerjisi üretilmiştir. Yakıt pillerinin üzerindeki yoğun araştırmalara rağmen, ticâri nitelikli yakıt pilleri henüz geliştirilememiştir.

YÂKÛB

Türk ve İslâm devlet adamlarından, kumandanlarından, meşhurlarından onunun adı. İkişer Germiyanlı, Muvahhidîn; birer Akkoyunlu, Karahanlı, Keşmir, Merînî, Rüstemî, Saffârî hükümdarının adı Yâkûb idi. Germiyanlı Yâkûb Bey-I (1300-?), Yâkûb Bey-II (I. 1387-1390) (II: 1402-1429), Muvahidînli Yâkûb Yusuf-I (1163-1184), Yâkûb Yusuf-II (1214-1224), Akkoyunlu Yâkûb (1478-1490), Karahanlı Yâkûb (1089-1095) Keşmir Sultanı Yâkûb (1586-1589), Merînîli Yâkûb Yûsuf (1286-1307), Rüstemîli Yâkûb bin Eflak (897-901), Saffârîli Yâkûb bin Leys es-Saffâr (867-879) yıları arasında hükümdarlık yaptılar.

YÂKÛB ALEYHİSSELÂM

Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yâkûb olup İbrânicede Saffetullah, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrâil olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Benî İsrâil, yâni İsrâiloğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan Yahûdî adı verilmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden birçok peygamber geldi: Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ aleyhimüsselâm bunlardandır.

Yâkûb aleyhisselâm Şam’da veyaMedyen’de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocukluğu babasının yanında geçti. Babası İshâk aleyhisselâm, Yâkûb aleyhisselâm için; “Yâ Rabbî! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.” diye duâ etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu.

Yâkûb aleyhisselâm babasının vefâtından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leya ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şem’ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dînar isimli kızı doğdu. İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yûsuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu.

Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yâkûb aleyhisselâma Allahü teâlâdan Vahy gelip Ken’an diyârı ahâlisine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran’dan ayrılıp Ken’an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Bu sırada Yûsuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefât etti.

Yâkûb aleyhisselâm insanları Hak dîne ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve O’na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken’an diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti. Ken’an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı.

Yâkûb aleyhisselâm anneleri vefât etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yûsuf’u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yâkûb aleyhisselâmın özellikle hazret-i Yûsuf’a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yûsuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yâkûb aleyhisselâm oğluna ileride büyük nîmetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşerine anlatmamasını tavsiye etti.

Yâkûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları onu hased ettiler. Hazret-i Yûsuf’a berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacaklarını tespit edemediler.

Daha sonra kendi aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hîleye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; “Biz kırda yarış ederken, Yûsuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsuf’uma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur” dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu.

Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı. Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu. Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat ve refâh içinde yaşamasını sağladı.

Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yûsuf aleyhisselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bir tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ Mısır’a gidince Yûsuf aleyhisselâm kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasını ve bütün akrabâlarını da Mısır’a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı.

Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün akrabâsını alarak Mısır’a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i Yûsuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır’da yaşadı. İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti. Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîl-ür-Rahmân’da bulunan babası İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma, İshâk aleyhisselâma, Sâre vâlidemize ve Yâkûb aleyhisselâmâ âittir.

Yâkûb aleyhisselâm dedesi İbrâhim aleyhisselâma gönderilen kitaptaki (sahifelerdeki) emir ve yasakları insanlara tebliğ etti.

Yâkûb aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve sîret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selîm, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerîmde Yâkub aleyhisselâmın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, bitmeyen güzel bir sabra sâhip olduğu, seçkin ve hayırlı kimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır. Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:

1. Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem de geçen seneki kuzuları birden versin, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı.

2. Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı.

3. Hazret-i Yâkûb’un attığı şey, pek uzaklara giderdi. Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhârebe esnâsında Yehûda adlı oğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yâkûb işitip, bir dağ başından önceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlib geldi. Halbuki aralarında 360 km’lik mesâfe vardı.

4. Yâkûb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dîne dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak tanınmıştır.

5. Ken’an ahâlisini îmâna dâvet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe ve taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledikleri gibi olmuştur.

Yâkûb aleyhisselâmın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem’un, Lâvî, Yehûda, Zablun (Yâlun), İsâhar, Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yûsuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrâiloğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan Yehûdânın neslinden Dâvûd aleyhisselâm ve Benî İsrâil (İsrâiloğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeple İsrâiloğullarına genel olarak Yahûdî de denilmiştir. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yûsuf aleyhisselâmın neslindendir. Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen Tâlût da Bünyamin’in neslindendir.

Kur’ân-ı kerîmde Yûsuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âl-i İmrân sûresi 84-93; Nisâ sûresi 163; En’âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi 6, 49, 58’inci âyetlerinde Yâkûb aleyhisselâmdan ve fazîletlerinden bahsedilmektedir.

YÂKÛB HAN BÂDEVLET

Türkistan’ın Kâşgar emirlerinden. Muhammed Yâkûb Bey de denir. 1826’da Taşkent’te doğdu. Dînî ve millî terbiye ile yetiştirilip, eğitim ve öğretim gördü. Eniştesi Nur Muhammed’in himâye ve yardımlarıyla askerî makamlarda yükseldi. Binbaşıyken 1849’da Akmescid hâkimliğine tâyin edildi.1864 yılı sonunda, Cihangir Türe’nin oğlu Buzurk Han Töre başkanlığındaki heyetle Kâşgar’a gitti. Buzurk Han Töre,Kaşgar’da idareyi ele alınca, Yâkûb Bey idârede önemli vazifeler aldı. Yâkûb Bey, Buzurk Han Töre’nin idâredeki alâkasızlığından faydalanarak, askerî ve mülkî kadrolara hâkim oldu. Askerî faaliyetleri arttırıp, ordu kurdu. 1866’da Yenihisar, Yarkend ve Hotan’ı zaptetti. 1867’deKaşgar’a bütünüyle hâkim oldu. Çinliler ve Döngenlerle mücâdele etti. Hudutlarını, doğuda Börköl, Urumçi ve Kumul’a, batıda Pamir ve Isıkgöl havâlisine, kuzeyde Balkaş Gölü ve Altay Dağlarına, güneyde KaranlıkDağ ve Karakurum Dağlarına kadar genişletti. Buhara emiri Muzafferüddîn, Yâkûb Beye “Atalik Gâzi” ünvânını verdi.

Yâkûb Han, Doğu Türkistan’da istiklâlini îlân ettikten sonra müttefik ve destek aradı. 1872’de Osmanlı sultanı ve İslâm âleminin lideri Sultan Abdülazîz Hana yeğeni Seyid Yâkûb Han Töre başkanlığında bir heyet gönderdi. Osmanlı Devletinden destek, yardım, harp levâzımatı ve askerî mütehassıslar istedi. Talepleri kabul edildi. Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) beş askerî mütehassıs ve çok miktarda silâh ve harp levâzımatını Kaşgar’a gönderdi. Yâkûb Hana “Emirü’l-müslimin” ünvanı verildi. Yâkûb Han, Sultan Abdülazîz Han adına hutbe okutup, bastırdığı altın ve gümüş sikkelerde Osmanlı Sultanının ve halîfesinin adını yazdırdı. Rus Çarlığı ile 8 Haziran 1872’de beş maddelik ticâret antlaşması imzâlandı. Hindistan’daki İngiliz koloni idâresiyle de 2 Şubat 1874’te on iki maddelik antlaşma imzâlandı.

Yâkûb Hanın içte ve dışarda kuvvetlenmesi doğu komşusu Çinlileri çok telaşlandırdı. Tedbir almaya sevk etti. Çin’in Mançu hükümeti, 1877 baharında General Tso Tsung-t’ang ve General Liu Chin-t’ang kumandalarında büyük bir ordu gönderdi. Çinliler, doğuda Kumul ve Urumci’yi 1877 Nisanında işgâl edip, Kâşgar’a doğru ilerlemeye başladılar. Yâkûb Han, Mançu hükümetiyle antlaşma yapmak istedi. General Tso Tsung-t’ang’a elçilik heyeti gönderip, antlaşma isteğini bildirdi. Fakat, teklifi kabul edilmeden, suikasta uğradı.

Hotan hâkimi Niyaz Hâkim Beyle yardımcısı Aşur Bey tarafından Yâkûb Hana suikast tertiplendi. Suikastçılar, Yâkûb Hanın yâverine çok miktarda para vermek sûretiyle zehirlettiler. Yâkûb Beyin 1877’de şehit edilmesiyle Çinliler, Doğu Tirkistan’a tekrar hâkim oldu.

Yâkûb Han zekî, çalışkan ve faal bir şahsiyete sâhipti. Ülkesini ittifak sistemiyle kuvvetlendirip, kültür ve îmar faaliyetlerini de arttırdı. Adına altın ve gümüş sikke bastırdı. Devrin en büyük İslâm devleti ve halîfelik merkezine karşı dâimâ hürmetkâr ve dostâne hareket etti. Kâşgar’da 1872’de İdgâh Camiini yaptırdı.

YÂKÛB-İ ÇERHÎ

Evliyânın büyüklerinden. İnsanların îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik edenve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin on yedincisidir. İsmi, Yâkûb bin Osman bin Mahmûd’dur. Gazne’nin Çerh köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1447 (H.851) senesinde Hülfetû’da vefât etti. Burası, sınır köylerinden bir köy olup, kabri oradadır. Derin âlim, veliyy-i kâmil idi.

Yâkûb-i Çerhî, önce Hirat’a gidip, bir müddet ilim tahsil ettikten sonra Mısır’a gitti. Orada Zeynüddîn-i Hâfî ile birlikte, zamânının büyük âlimi Mevlânâ Şihâbüddîn Şirvânî’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetiştikten sonra tasavvufa yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetinde yetişti.

Hocası Alâüddîn-i Attâr’ın halîfesi olup, insanlara doğru yolu gösterdi. Onun en başta gelen talebesi ve halîfesi de Ubeydullah-i Ahrâr’dır. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin yazdığı, Tebâreke ve Amme CüzleriTefsîri ve Fârisî Risâle-i Ünsiyye adlı eserleri vardır. Bu eserleri Hindistan’da basılmıştır.

Yâkûb-i Çerhî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend MuhammedBuhârî hazretlerinin sohbetine kavuşmasını ve o büyük rehberden duyduklarının bir kısmını Farsça bir risâle hâlinde yazmış, bu risâlesinde o büyükler yolunun edep ve dîne bağlılıklarını hâlisâne bildirmiştir.

Buyurdu ki:

“İç temizliği; kalbin kin, çekememezlik (hased), insanlara düşmanlık, cimrilik gibi kötü sıfatlardan ve Allah sevgisinden başka her sevgiden temizlenmesi ve Allah sevgisi ile râhatlamaktan ibârettir. Kalp, kötü sıfatlardan temizlenip, iyi sıfatlarla süslenince, düzeltilmiş olur. Bu dünyânın kötülüklerinden, ancak sâlim, doğru kalple kurtulunabilir.”

“Bütün ibâdetlerden maksat; zikr, Allahü teâlâyı anmaktır, demişlerdir. Hak teâlâdan gâfil olunca, ibâdetlerden beklenen fayda hâsıl olmaz. Zikir de, ihlâssız olunca, beklenen faydayı vermez.”

“Her hâlde uyanık olmalıdır Yerken, yatarken, konuşurken, yürürken, alışveriş ederken, abdest alırken, namaz kılarken, Kur’ân-ı kerîm okurken, yazarken, ders ve vâz verirken, bir göz açıp kapayacak kadar, Hakk’tan gâfil olmamalıdır.”

“Birbirini inkâr etmeyen aynı yol erbâbının sohbetleri faydalıdır. Ama sohbet ve arkadaşlık haklarını gözetmelidir. Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı, kalbi o kadar temizler ki, uzun riyâzetlerle buna kavuşmak pek zordur.”

“Sohbetin sahîh, doğru olduğunun alâmeti, onda kulun kalbine Rahmânî ve Rabbânî feyzlerin gelmesi, Allahü teâlânın sevgisinden başka sevgilerin kalpten silinmesidir. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) birbirlerine; “Gelin bir miktar oturalım da îmân edelim.” derlerdi. Yâni berâber olup, Allah’tan başkasını unutup, hakîkî îmâna kavuşalım derlerdi. Allah adamları, yâni Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmanın, onlarla sohbet etmenin faydaları pekçoktur.”