VÜCUT

Alm. Seim, Existenz, Leib, Körper, Fr. Corps, İng. Existence, body. İnsan, hayvan ve bitkilerin hücre, doku, organ ve sistem topluluğundan ibâret maddî yapısı. Vücutta yapıtaşı hücredir. Vücut hücreleri birbirleriyle birleşerek doku (nesc) meydana gelir. Çeşitli cinsten dokular birleşince uzuvlar (organlar), organların bir araya gelmesinden cihâzlar (sistemler) meydana gelir. Ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı bugüne kadar bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm’dir. Bir kesme şeker içinde 250 milyon hücre yaşayabilir. Bir insan vücûdunda ortalama 30 trilyon hücre vardır. Bu hücrelerin çalışabilmesi gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bunlardan biri bozulursa, insan vücûdu çalışamaz durur. Allahü teâlâ, bu sayısız düzenleri yaratarak beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun içindeki ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina süresiz çalışmayıp, aşınarak, yıpranarak çürüğe ayrılır. Bu genel kânundur. Vücut makinası da bu kânuna uyarak, yıpranarak çürüğe ayrılır.

İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri bu üç kaynaktan hâsıl olur. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılır. Vücûdun ortalama % 64’ü sudur; % 20’si protein, % 10’u yağ, % 5’i mâdenî tuzlar, % 1’i karbonhidratlardan ibârettir.

Eşref-i mahlûk olarak yaratılan insanoğlunun vücûdu, sayısız odalardan meydana gelmiş muazzam bir binâ gibidir. Bu muazzam binâda çeşitli fabrikalar vardır.

Vücut binâsında bir gıdâ deposu, alarm tertibâtı, kalorifer tesisleri, işitme cihâzları, hazır kuvvet, askerî üsler, radarlar, odalar arasında mu’azzam yollar, modern taşıma vâsıtaları, yemekhâneler, kanalizasyon şebekeleri, rasathâneler, çöpçüler, kabristan gibi lüzumlu her teşkilât mevcuttur.

Vücûdumuzda, bizim haberimiz bile olmadan bir ömür boyu muntazaman cereyan eden öyle hâdiseler, işler vardır ki, bunlar, bugün geliştirilen en modern cihazların yapabildiği işlerle mukâyese dahi edilemez. Meselâ vücuttaki taşımacılık işleri, dolaşım sistemi tarafından yapılmakta, dağıtım ve ulaştırma işleri o kadar mükemmel yürütülmektedir ki, vücut içinde ulaşmadığı bir nokta kalmaz. Gâyet intizamlı ve uyum içinde çalışırlar. Dolaşım sisteminin merkezi kalptir. Kalbin muntazam çalışmasıyla kan, damarlar vâsıtasıyle en ücrâ köşelere kadar ulaşır.

Vücûttaki kanın, hücrelerde lüzumlu gıdâ maddelerini sağlamak, gıdâların enerji hâline gelmesine yarayan oksijeni hücrelere sevk etmek, vücûda dışarıdan girmeye çalışan düşmanlara, hastalık mikroplarına karşı vücûdu korumak, hücrelerde biriken kirli artıkları çeşitli kanallarla dışarı atmak, vücut ısısını ayarlamak gibi çeşitli vazîfeleri vardır. Kalbin pompaladığı kan atardamarlar vâsıtasıyle vücûda dağılır ve kılcal damarlarla dokulara kadar ulaşır.

Böylece kandaki besin ve oksijen lüzûmu kadar dokulara verilmiş olur. Burada besin maddesi “Oksijen” tarafından yakılır. Açığa çıkan enerjiyle vücut makinası çalışır. Bu yanmanın hâsıl ettiği sıcaklık 37°C’dir. Buna karşılık hücrelerde biriken “Artık maddeler” ve “Karbondioksit” toplardamarlarla dışarı atılır. Bu işler muntazaman olmazsa, hücreler gıdâsız ve oksijensiz kalır, hücre faaliyeti neticesinde meydana gelen artık maddeler dışarı atılamaz, her yer çöplük hâlini alır. Görüldüğü gibi herhangi bir sistemdeki bir ârıza birçok rahatsızlıklara sebep olmaktadır.

Vücûda alınan gıdâların enerji hâline gelebilmesi için yakılması gerekir. Bunun için lüzûmlu olan oksijenin alınıp hücrelerdeki “yanma” hâdisesinden sonra karbondioksidin atılması lâzımdır. Oksijen, teneffüs edilen hava ile alınır. Teneffüsle alınan oksijen temiz olmalıdır. Hava burundan girerken, “filtre” vazîfesini gören kıllar vardır.

Akciğerde kanın temizlenmesi için vazîfe gören hava, dışarı çıkarken de nefes borusundaki telleri titreştirmek sûretiyle “Ses”in teşekkülünü temin eder. İçeri giren temiz hava ile dışarı çıkan hava karşılaştıkları hâlde birbirini kirletmiyor ve birbirleri ile karışmıyor.

İnsan vücûdu aynı zamanda muazzam bir laboratuardır. Yalnız nefes alıp vermek bile, muazzam bir kimyevî hâdisedir. Havadan alınan oksijen vücutta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı atılmaktadır. Vücûdun mikrop ve gazlara karşı mühim kapısı, nefes yollarıdır. Ağız ve burun boşluğunu ciğerlere birleştiren 15 santimetrelik hava borusu (trake)nun yukarı ucu gırtlak (hançere)tır. Burada hava borusu ses iplikleri vâsıtasıyla daralmış, bir ince yarık hâline gelmiştir. Toz, balık kılçığı ve tahriş edici gazların tesiriyle kendiliğinden kapanır. İnsan arzu etse de, klor, amonyak ve diğer zehirli gazları teneffüs edemez. Hava borusu göğüs boşluğunda, yarım milimetre inceliğinde, 25 milyon kadar ince kollara ayrılır. Her son kolun ucu kese gibi şişkindir. Bu hava kesecikleri, kollar ucunda üzüm salkımına benzer. Bu hava keseciklerinin hepsine “Akciğer” denir. Akciğerde, kalpten gelen kan damarları da kollara ayrılır. Ayrıla ayrıla nihâyet ciğerde 400 milyon kapiller meydana gelir. Bu kapiller, hava keseciklerini sarar. Gaz basıncından dolayı, kandaki karbondioksit (CO2)in fazlası, hava kesesine ve kesedeki oksijen de kapillere, yâni kana geçer. Bu gaz mübâdelesi bir sâniyede vukû bulur. Bir insanın akciğerlerinden dakikada yatarken 8, otururken 16, yürürken 24, koşarken 50 litre hava geçer.

Kalp, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Vücut fabrikasının çalışma merkezidir. Kalbin kasılması, yumruk sıkmak gibi, basit bir sıkışma değildir. Kanın hareketi istikâmetinde giderek kalbin ucunda nihâyetlenen bir titreşim dalgası şeklindedir. Sâniyenin altıda biri kadar süren bir aralıkla tekerrür eder. Bu tekerrürler, kalp faaliyetinin nizam ve ahengidir. Her organ, her makina gibi kalp de dinlenmeye ihtiyâç gösterir. Kalp, çalışırken dinlenecek şekilde yaratılmıştır. Her kasılıp gevşedikten sora sâniyenin altıda biri kadar istirahate geçer. Kalbimiz, günde 100.000 defâ çarpar; 100.000 defâ, bir sâniyenin altıda biri kadar zaman istirâhat eder. Yâni günde beş saate yakın dinlenir. Ortalama bir insan ömrü altmış sene kabul edilirse, böyle bir insanın kalbi, 12 sene kadar istirâhatte kalır. Kalp, her çarpışında 100 cm3 kan çekerek, günde damarlara 10.000 litre kan gönderir. Buna göre kalp, her darbesinde, bir kilo ağırlığı yarım metreye kaldıracak kadar iş yapmaktadır. Bir insan, kendi kalbinin kuvvetiyle işlemekte olan bir asansörle, bir saatte yerden bir apartmanın beşinci katına çıkabilecektir. Yani insan kalbi 1/375 beygir kuvvetinde bir motordur. Parmaklar, diğer kolun başparmak hizâsına konursa, nabız atması duyulur. Nabız atması, bize kalbin çarpmasını gösterir.

Nabzın dakikadaki adedi vücûdun kan ihtiyacına tâbidir. İnsanda ortalama dakikada 75’tir. Birkaç aylık çocuk kalbi büyüklerinkinin iki misli çarpar. Kalp, bir otomobil gibi olmayıp, bir elektron motoru gibidir. Kanda erimiş tuzlardan biri olan potasyum atomu radyoaktiftir. Bir insanda toplam otuz gram potasyum vardır. Hergün bir milyar elektron neşreder. Kalbin giriş kapısında bir sinir makinası vardır. Bu makina tıpkı bayram yerlerinde çocukların atış tecrübelerinde, mermi hedefe isâbet edince, hedef olan cisimde hareket meydana geldiği gibi, bir elektron isâbetiyle, kalbi harekete getirir.

Kalpten çıkan kan, damarlarla, vücûdun her tarafına dağılır. Bu damarlar çok sağlamdır. Kalbe bağlı epher damarı (aort), yirmi atmosfer basınca mukâvemet eder. Lokomotifler, 10-16 atmosferlik buhar tazyikiyle işlediğinden, yanmaktan korunabildiği taktirde bu damarlarla lokomotif boruları yapılabilecektir. Damarlar, kalpten uzaklaştıkça dallara ayrılır. Yâni incelir. En ince damarlara şa’rî damar (kapiller) denir. Kapiller bir kıldan elli defa daha incedir. İğne kalınlığındaki bir et parçasında bin kapiller vardır. Bir insanda, elli kilo adale bulunduğuna göre, kapiller adedi kolay hesap edilebilir. Her kapiller, ortalama yarım milimetre uzunluğundadır. İnsandaki bütün kapiller uçuca konursa, dünyâyı dört defâ saracak bir boru elde edilir. Her birinin ağız genişliği yanyana getirilirse 60.000 m2 bir satıh meydana gelir. Aorttan ve bütün kapillerden aynı zamanda geçen kan miktarı eşittir. Çünkü, aorttaki kan birkaç metre süratle aktığı hâlde etrafta sürat azalarak, kapillerde hemen hemen sıfır olur. Kan, yarım milimetre uzunluğundaki kapillerden bir sâniyede geçer. Bu bir sâniye içinde gaz mübâdelesi vukû bulur. Kan, kalp içinden 1,5 sâniyede geçer. 5-7 sâniyede ciğerleri dolaşır. Beyni 5 sâniyede, elleri, ayakları 18 sâniyede dolaşır. Bir kan hücresi, yirmi dört saatte, 3000 defâ kalpten vücûda gönderilir. İş esnâsında veya ateşli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti azalınca, kan sürati iki misline kadar artar.

Bir insanda beş-altı litre kan bulunur. Kanının üçte biri giden kimse tehlikesiz yaşayabilir. Kan suyuna plazma denir. Plazma içinde alyuvarlar (eritrosit; hemati) ve akyuvarlar (lökosit) yüzer. Bundan başka fibrinojen denilen azotlu bir madde, erimiş hâlde bulunur. Kesilen yerden çıkan kandaki fibrinojen, iplikler hâlinde pıhtılaşır. Bu pıhtıya fibrin denir. Fibrin, kan akmasını durdurur. Fibrin çökelirken, kandaki alyuvarlar da, pıhtı içine çökelir. Bir milimetreküp kanda, 5 milyon hemati vardır. Alyuvarlar oksijen nakli ile görevlidir. Bu alyuvarlar kemik iliğinden hâsıl olur. Otuz-kırk gün çalıştıktan sonra, ihtiyar olurlar. İhtiyar eritrositleri, dalak, kandan alarak öldürür. Lökositler, kanın polis memurları gibidir. Sağlam bir insanın bir milimetreküp kanında 6000 ile 8000 arası lökosit vardır. Vücûda mikrop girince sayıları artar. Vücûda girmeyi başaran düşman mikroplarını zararsız hâle getirirler. Hastalık mikroplarının zehirli ve öldürücü tesirlerine karşı, imhâ edici salgılarla vücûda mukâvemet kazandırırlar. Bir damla kandaki lökosit sayısından, vücutta mikrop kavgası olup olmadığı anlaşılır.

Akyuvarlar da kemik iliğinden meydana gelir. Bunların lenfosit denilen çeşitleri, lenfa bezlerinde hâsıl olur. Hastalığın cinsine göre lökosit ve lenfosit artışları başka başkadır. Bir yarada bulunan irin, akyuvar ölülerinin yığınıdır. Bunlar mikrop savaşında ölmüştür. İçinde akyuvar bulunup, alyuvar bulunmadığı için sarı renk alan lenf sistemi, vücûda giren mikropları lenf düğümlerinde tutarak zararsız hâle getirir. Lenf düğümleri akyuvar îmâl eder. Ayrıca ikinci bir bakteri hücûmuna karşı koymasına yardımcı olan bâzı proteinler îmâl eder. Aynı zamanda sindirilen yağları toplar, damarlara ulaştırır. Kanda bunun gibi çeşitli hayâtî faaliyetler cereyan etmekte, kimyevî hâdiseler vukû bulmaktadır.

Kanın içinde al ve akyuvarlardan başka kanın pıhtılaşmasında görev alan “trombositler” de mevcuttur. Bir milimetreküp kanda 200.000-300.000 kadar “trombosit” denen, çok küçük tânecikler vardır. Bunlar da kemik iliğinde hâsıl olur. Trombositler kan çıkan yerde yığılarak, kanın pıhtılaşmasını kolaylaştırır. Kanın ömrü 102 gündür. Yâni 102 gün sonra, insanın kanı tamâmen değişir.

Sindirim sistemi, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan yiyecek ve içecekler, mîde ve barsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra vücûda faydalı kısmı ince barsaklarda süzülerek kana karışır. Gıdâların “posa” kısmı kalın barsak vâsıtasıyle, kan ve hücrelerdeki gıdâ artıkları ve vücûda zararlı maddelerse böbrekler vâsıtasıyle süzülerek dışarı atılır. Bu muazzam işlem, otomatik olarak ve çok düzenli bir şekilde yapılır. Bu iki temizleme vâsıtası olmasaydı, vücût pislik içinde kalır, uzuvlar zehirlenir, üstelik yeni gıdâ alma imkânı da olmazdı.

Vücûdun en büyük bezi olan “karaciğer”, 400’den fazla vazîfesi bulunan bir fabrika, bir erzak deposudur. İnce barsakta emilerek kana karışan “gıdâlar”, “vitaminler” karaciğerde “depo” edilir. İhtiyaç hâlinde, vücûda yarayışlı hâle getirilerek, lâzım olan yerlere gönderilir.

Sindirim sisteminin kapıcısı durumunda olan “dil” ağızdaki lokmaları çevirerek sindirime yardımcı olur, tad alır ve konuşurken telâffuzda kullanılır. Cenâb-ı Hakkın dilde yarattığı husûsiyetlerle gıdâların tadları bilinmekte, zararlı, faydalı ayrılmaktadır. Gıdâların kokuları dildeki tad alma husûsiyetini artırmakta ve “iştah” meydana getirmektedir. Bu iştah sâyesinde gıdâ alma işi külfet değil, bir lezzet olmaktadır.

Organların hareketi “kaslar” sayesinde olmaktadır. Sinirler kasları, kaslar da uzuvları harekete geçirmektedir. Kasılma esnâsında harcanan enerji, kaslarda depo hâlinde bulunan glikozdan temin edilmektedir. Oksijen azaldıkça kasta laktik asit çoğalır. Laktik asitin çoğalması kasın “yorulması” demektir. Dinlenirken aldığımız oksijenin laktik asitle birleşmesinden meydana gelen enerji, kas hücrelerinde depolanır. Ölen kimsenin kaskatı kesilmesi oksijensizlikten, yâni ölüm hâlinde kaslarda fazla miktarda “laktik asit” birikmesindendir.

Dışarıdan gelen darbelere reaksiyon gösteren iskelet kaslarından başka, isteğimiz dışında çalışan “düz kaslar”da vardır. Meselâ mîde ve barsak kasları düz kaslardandır. Kalp kası çizgili kas olmasına rağmen isteğimiz dışında çalışır. Eklem kasları gibi isteğimizle çalışsaydı, ufak bir ihmâl neticesinde kalbimiz duruverirdi. Uyurken çalıştıracak birisine ihtiyâç olurdu.

Habersizce ayağımıza bir diken batsa, vücûdumuzu saran telefon şebekesine benzer sinir sistemi sâyesinde haberdar oluruz. Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana geliyor. Beyin, beş duyu faaliyetinin merkezidir. Hâfıza, zekâ, bilgi, düşünme gibi hareketler beyin tarafından idâre edilir. Beyin aynı zamanda uzuvların ve kasların muntazam çalışmasını sağlar. Beynin altındaki omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayâtî faaliyetleri idâre eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvların ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idâre eder. Bir ikâzın, “nöron” denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü, elektrik akımına benzer. Felç hâlinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar isteğimizle hareket etmez.

Vücuttaki kemikler, en hassas ölçüler içinde irili ufaklı yaratılmıştır. Kemikler, vücûda dayanak sağlar. Çeşitli uzuvları korur, kasların irtibatını sağlar, vücûdun hareketi için lüzûmludur. Otuz üç omurdan meydana gelen omurga, vücûdun ana direğidir. “Omurga” aynı zamanda omuriliğin zedelenmesine mâni olur. Omurilik zedelenirse felç ve sakatlık meydana gelir. Bu bakımdan Allahü teâlâ, onu, üç tabaka sağlam zarlar içinde muhâfaza etmiş, en dışını da kolay kolay tahrip olmayan omurga ile kapatmıştır.

İnsan yürüdükçe birbirine sürten omurların aşınmaması için conta vazîfesini gören “kıkırdaklar” mevcuttur. Vücûdun taşınması gibi mühim bir vazîfesi bulunan kemikler, sağlam olduğu kadar, elâstikiyet sağlayacak şekilde yaratılmıştır.

El, kol, bacak ve parmak gibi kemikler eklemler sâyesinde oynar, hareket eder. Her eklemin hareket kâbiliyeti, o uzvun ihtiyâcı nispetinde yaratılmıştır. Omuz eklemiyle dirsek eklemi aynı değildir.

Vücûdumuzu örten “deri” dokunma, vücut sıcaklığını koruma, vücûdu dış tesirlerden koruma, soğuk ve sıcaktan koruma gibi vazîfeler görmektedir. Deride kıl ve tırnaklar vardır. Sakal, kaş ve saçlar aynı keratin dokusundan meydana geldiği hâlde kaşlar, belli bir boydan fazla uzamazlar. Kirpiklerimiz devamlı uzasaydı görmemiz zorlaşır, her zaman bunları kısaltmak îcâb ederdi. Canlı hücrelerden cansız kıllar meydana getiren Rabbimiz sonsuz hikmet sâhibidir. Eğer bu kıllar canlı olsaydı traş olurken çok acı duyardık. Kezâ, tırnaklarımız da öyledir.

Ayrıca vücutta bulunan “salgı bezleri”nin de birçok fonksiyonları vardır. Vücûdun düzenli çalışamamasından dolayı hastalıklar meydana gelir. Meselâ “hipofiz bezi” kan kaybını önler, büyüme hormonu salgılar, hücrelerin büyümesine ve çoğalmasına tesir eder. Vücûtta su dengesini korur. Düzenli çalışmaz, fazla hormon salgılarsa devlik hastalığı, az salgılarsa cücelik meydana gelir.

İnsan vücûdunda her türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyevî reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları tâmir eden, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi; mükemmel bir elektrik ağı, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, optik, ses alma basınç yapma ve ayarlama tertibatı; mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi de mevcuttur.

Eskiden Avrupalılar, “Bir insan vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için bir insan vücûdunun kıymeti beş-on liradan ibârettir.” derlerdi. Bugün Amerika üniversitelerinde yapılan hesaplar insanın vücûdunda durmadan meydana gelen kıymetli hormon ve enzimlerle birçok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Bir Amerikalı profesör, “Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmaya kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar, bunu yapmaya kâfi gelmez.” demiştir.

İnsan vücûdu muazzam incelikle ve hassas yaratılmıştır. Bununla birlikte çok sağlamdır. Her türlü iklime dayanır. Açlığa, aşırı üzüntülere ve yorgunluklara karşı da dayanıklıdır.

İnsan bedeni doğumundan îtibâren değişikliğe uğrayarak gelişir. Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır. Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fakat o, hep aynı insandır. Çünkü insan, rûh demektir. Beden değişiyor ise de rûh değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin şekli, doğmadan önce, rûh bedene bağlandığı sıralarda teşekkül eder. İnsan ölüp, çürüyünceye kadar hiç değişmez. 5000 yıllık mumyalarda aynen kaldıkları görülmüştür. Parmak ucundaki çizgilerden herbiri, yanyana dizilmiş deliklerden meydana gelmiştir. Her delikçikten ter sızmaktadır. İnsan birşeyi tutunca sızan ter o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri boyayan bir ilâç sürülünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görülür.

İnsanda, bütün bu maddî mükemmelliğin yanısıra anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, mânevî kudretler de bulunur. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır.

Bunlar, Yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerlerinde; “Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” buyuruyor.

Hadîs-i şerîfte de; “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyuruldu. O hâlde kendimizi, yaratılış gâyemizi bilmemiz lâzımdır.

WAGNER, (Wilhelm) Richard

Alman besteci ve yazar. 22 Mayıs 1813’te Leipzig’te doğdu ve 13 Şubat 1883’te Venedik’te öldü. Babasını küçük yaşta kaybetti. On yaşında Yunan târihine çalıştırıldı ve Yunan trajedisini öğrendi. Daha sonra müziğe karşı ilgisi arttı. 1830’da hazırladığı uvertürü Leipzig Operasında sahneye konulduğu vakit daha 16 yaşındaydı. Üniversite eğitimi sırasında ünlü müzik öğretmeni Weinlig’ten ders aldı. Tamâmen kendisini müziğe vererek Magdeburg Orkestrası Şefliğine tâyin edildi. Bu ana kadar hazırladığı müzik eserleri Die Hochzeit, Die Feen, Das Liebesverbot adlı libretto operalarıdır. 1836 ile 1838 arası Kraliyet Orkestrasında şef olarak çalıştı. İşini kaybedince 1839 ile 1842 seneleri arasında Fransa’ya giderek orada para kazanmak için müzik çalışmaları yaptı. Burada “Der Fliegende Holländer (Uçan Hollandalı) opera eserini hazırlayarak büyük üne kavuştu. 1843’te Dresden Operasında sahneye konulan bu eserinde ilk olarak ikinci melodik sesi denemiş, sesle saz arasında büyük bir yakınlık kurmuştur. Daha sonra Dresden’de 1845 senesinde “Tannhauser” operasını tamamladı. 1850 senesinde hazırladığı “Lohengrin” opera eseriyle ünlü virtöz bestecisi Franz Liszt tarafından oynatıldı. Bu târihten sonra Avrupa başşehirlerinde bir kral gibi karşılandı.

Wagner 1851 senesinde Opera ve Drama adlı felsefî bir kitap yazdı. 1860 ile 1882 seneleri arasında Die Meistersinger, Siegfried gibi birçok opera eseri hazırladı. Viyana, Petersburg, Moskova, Budapeşte, Münih, Berlin gibi büyük şehirlerde operaları oynatıldı. 1876 senesinde ABD’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü münâsebetiyle bestelediği “American centennial March” adlı eserine 5000 dolarlık mükâfat verildi.

WALESA, Lech

Demokrasinin Polonya’ya gelişini sağlayan işçi lideri ve Cumhurbaşkanı. 1943’te Popowo, Wroclaw yakınlarında doğdu. Bir marangozun oğludur. Kitleler karşısında olağanüstü etkileme gücü bulunan Walesa, bağımsız sendika hareketinin lideri olarak ülkesinde ve milletlerarası alanda ün kazandı ve 1983’te Nobel Barış Ödülünü aldı.

Yalnızca ilköğretim ve meslekî eğitim gördü. Önce makine, sonra Dobrzyn’de elektrik işçisi olarak çalıştı. 1967’de Gdansk’taki Lenin Tersânelerine elektrikle ilgili montajcı olarak girdi. 1970’te Gdansk’ta gösteri yapan işçilerin üzerine, polisin ateş açmasıyla başlayan kanlı hâdiselerden sonra, bağımsız sendika kurma mücâdelesine katıldı. Grev Komitesine üye oldu ve Aralık 1970’te tutuklandı. Tersânedeki resmî sendikanın temsilciliğini yaptığı 1976’da, yönetime, işçilerin bâzı isteklerini sundu. İstekleri yönetimce beğenilmediği, için işten atıldı.

Elektrik makinaları yapan bir fabrikada çalışmaya başladı. 1979’da bir gösteriye katıldığı için, bu işinden de çıkarıldı. 1980’de Lenin Tersânelerinde başlayan gösteriler sırasında, işçilere grev çağrısında bulundu ve bu hareketin lideri seçildi. Birkaç gün sonra istekleri kabul edildiyse de, diğer işyerlerinde çalışan işçileri de greve katmak ve dayanışma sağlamak amacıyla grevi sürdürme kararı aldı. Fabrikalararası Grev Komitesinin meydana gelmesinde öncülük etti. Genel grev sırasında Başbakan Birinci Yardımcısı Jagielski’yle resmi görüşmeleri yürüttü. Karşılıklı görüşmeler, 31Ağustos 1980’de, işçilere bağımsız ve hür sendika kurma, siyâsî ve dînî hürriyetlerin genişletilmesi ve ücretlerin artırılmasıyla sonuçlandı. Fabrikalararası Grev Komitesi, daha sonra Dayanışma adıyla bağımsız bir sendika olarak faâliyetlerine devâm etti.

Sendikanın başkanı olarak, devlet yöneticilerine bir takım reformlarını kabul ettirmeye çalışan Walesa, Ekim 1981’de hükûmetle, Sovyet tipi merkezî ekonomik sistem yerine, işçinin yönetime katılmasını sağlayan bir anlaşma yaptı. Fakat bu durum uzun sürmedi. Hükûmet 13 Aralık 1981’de sıkıyönetim îlân ederek Dayanışmayı yasaklayınca, Walesa ve sendikanın diğer ileri gelenleri tutuklanarak, Varşova yakınlarında gözetim altına alındı. Walesa ve arkadaşlarının, gizliden yaptırdıkları bâzı direniş hareketleri pek etkili olmadı. Dayanışmanın çeşitli seçimlerde yaptıkları boykot çağrıları da pek destek görmedi. Walesa, 14 Kasım 1982’de serbest bırakılmasına rağmen 27 Nisan 1983’te işinin başına dönebildi.

Koyu bir Katolik olan Walesa, 1983 Haziranında Papa İkinci Jean Paul’ün ülkeyi ziyâreti sırasında onunla görüştü. Pâris Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi tarafından, Walesa’ya fahri doktorluk pâyesi verildi.

1985’te hükûmetin, Dayanışma Sendikasına karşı olan sert tutumu yumuşamaya başladı. 1987’de halk oylamasıyla kabul edilen siyâsî ve ekonomik reformların güçlükle yürütülmesi; Nisan 1988’de yeni bir işçi grev dalgasının yükselmesine yol açtı. Hükûmet, çok geçmeden Walesa ve Dayanışmanın ileri gelenleriyle görüşmek zorunda kaldı. Kânûnen serbest hâle gelen Dayanışmanın, diğer muhâlefetin de desteğini almasıyla siyâsî bir lider durumuna getirilen Walesa, Demokrasi kapısının açılmasında önemli bir rol oynadı. Haziran 1989’da yapılan demokratik seçimlerde milletvekili seçildi. Böylece Dayanışma, iktidâra ortak oldu. Hükümetin icrâatlarını tenkit eden Walesa, Kasım 1990’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Mazowiecki’ye karşı adaylığını koydu ve devlet başkanı oldu.

WASHİNGTON

ABD’nin başşehri. Tam ismi Washington, D. C. dir. District of Columbia ile aynı alanı kaplar. Washington şehrinin nüfûsu 600.000’in üzerindedir. Metropollerle birlikte nüfûsu 3.500.000 civârındadır. Washington, Potomac Nehri kıyısında, nehir üzerinde yapılan taşımacılığın başlangıç noktasında yer alır. Kuzeydoğusunda Maryland, güneybatısında da Virginia eyâletleri bulunur.

Washington, idâre merkezi olarak plânlanıp kurulan az sayıdaki başşehirden biridir. Şehrin ilk plânını Fransız askeri mîmar L’Enfant yaptı. 1791’de tamamlanan plânın temel unsurlarını Capitol, Mall adlı mesire yeri ve sonradan Beyaz Saray olarak isimlendirilen mâlikane teşkil ediyordu. Plânda şehrin merkezinde Capitol ile Beyaz Sarayın bulunması ve birbirlerini dik açıyla kesen caddelerin bu iki binâdan başlayarak şehrin dört bir yanına dağılması öngörülmüştü.

Şehirdeki resmî binâların çoğu Capitol ile Beyaz Saray arasında uzanan ve Federal Üçgen olarak bilinen bölgede toplanmıştır.

Washington’da çoğu devlet adamlarına veya savaş kahramanlarına âit 300’den fazla heykel veya âbide vardır. Bunların en meşhurları Mall olarak bilinen bölgede, Capitol’ün batısında yer alan Washington Anıtı ile bu anıtın güneyindeki Jefferson ve batısındaki Lincoln anıtlarıdır.

Şehrin kuzeybatı ucunda yer alan ve Maryland banliyölerine doğru sokulan semtte genellikle orta sınıftan kişilere âit evler bulunur. Şehrin batısında yer alan ve Potomac Nehrine bakan Georgetown, Washington’ın en eski ve en iyi semtidir. Bu semtlerde yabancı elçilik binâlarıyla büyük kiliseler, özel kulüpler ve güzel evler yer alır.

Şehir nüfûsunun büyük bölümü federal hükümete âit kuruluşlarda çalışır. Şehrin ikinci mühim gelir kaynağı da turizmdir. Diğer ekonomik unsurların şehrin ekonomisi içindeki payı çok düşüktür.

Washington, yirminci asrın ortalarında bir “federal şehir” olmaktan çıkıp ülkenin  önde gelen haberleşme merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. Şehirde ayrıca pekçok millî şirket ve kuruluşun merkezi vardır. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünyâ Bankasının (IBRD) varlığı, milletlerarası ticâret ve finans ilişkilerinde eşgüdüm sağlayan bir merkez olarak şehrin önemini daha da arttırmaktadır.

Washington’da şehiriçi ulaşım, Washington Metropoliten Alanı Taşımacılık idâresi tarafından işletilen tren, metro ve otobüslerle sağlanır.

Washington, ülkedeki federal yönetim birimi statüsüne sâhip tek şehirdir. Yönetim biçimi pekçok merhaleden geçerek şimdiki yönetim şeklini almıştır. 1973’te belediye başkanının ve şehir konseyi üyelerinin dört yılda bir yapılan seçimlerle belirlenmesi karara bağlandı. Ayrıca şehir konseyinin üye sayısı 13 olarak tespit edildi ve belediye başkanı ile şehir konseyinin yetkileri genişletildi.

Washington’da dokuz üniversite ve yüksek okul vardır. Bunların başlıcaları bölgedeki en eski yüksek öğretim kurumu olan Georgetown Üniversitesi, 1860’larda siyahların tahsil göreceği bir yükseköğretim kurumu olarak açılan Howard Üniversitesi, George Washington Üniversitesi ve Amerikan Üniversitesidir.

İkinci Dünyâ Harbinden sonra bir kültür merkezi olarak da gelişmeye başlayan Washington’da bir seri müze, sanat galerisi, konser salonu ve kütüphâne bulunur. Şehirde ayrıca Smithsonian Institution’a bağlı pekçok müze ve araştırma kurumu vardır. Bunlardan Millî Tabiat Târihi Müzesi, antropoloji, biyoloji ve jeoloji alanında ülkenin önde gelen müzelerinden biridir.

Washington aynı zamanda geniş parkları ve yeşil alanlarıyla da tanınır. Yaklaşık 710 hektarlık bir alanı kaplayan Roch Creek Parkı, dünyânın, bir şehrin sınırları içinde kalan en geniş parkıdır.

Millî bir başşehir kurma fikrinin ilk defâ Haziran 1873’te Kongrenin Philadelphia’daki toplantısında ortaya atıldığı bilinmektedir. Şehrin kesin yerinin seçimi, ABD’nin ilk başkanı George Washington’a bırakılmıştı. Şehrin plânını çizme işi Fransız mîmar L’Enfant’a verildi. Eylül 1805’te Capitol’ün temelleri atıldı; aynı dönemde projesini İrlandalı Hoban’ın yaptığı Beyaz Sarayın yapım çalışmaları başladı. Ekim 1800’de hükümet dâireleri Philadelphia’dan Washington’a taşındı ve Başkan John Adams Beyaz Saraya yerleşti.

Washington, ülkenin öteki kesimlerine uzak kaldığı için, başlangıçta bir gelişme gösteremedi. 1808’de nüfûsu beş binin altındaydı. Şehir 1814’te İngiliz ordusunun bölgeyi işgâli üzerine boşaltıldı. Bu olay, ABD halkının Washington’ı başşehir olarak benimsemesinde tesirli oldu.

İç savaş sırasında ve sonrasında nüfusu hızla artan şehre iç savaştan sonra yaklaşık kırk bin azatlı köle yerleşti. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru şehirde bir yandan görkemli anıtlar inşâ edilirken bir yandan da fakir mahalleleri ortaya çıkmaya başladı. Washington, yüzyılımızda yerli ve yabancı turistlerin akın ettiği bir şehir hâline geldi.

WASHİNGTON, George

Amerika Birleşik Devletlerinin kurucusu ve ilk devlet başkanı. 22 Şubat 1732 senesinde doğmuş ve 14 Aralık 1799 senesinde Mount Vernon’da ölmüştür. Dedeleri 1657 senesinde İngiltere’den göç etmiştir. Gençliğinde Virginia bölgesinde bir mühendis yanında arâzi incelemesi yapmış, ağır tabiat şartlarına alışmıştır. Fransız ve yerlilerle savaşta İngilizlerle birlikte savaştı. İngilizlerle yakın münâsebetlerde bulunduğundan onların asıl niyetlerinin sömürgecilik olduğunu anladı ve onlardan nefret etmeye başladı. Çiftliğine çekilip tütün ve diğer ziraî işlerle uğraşmaya başlayınca İngilizlerin çiftçilerin mallarını yok pahasına alarak büyük kârlar elde ettiğini ve bu kârları asıl vatanları olan İngiltere’ye gönderdiklerini anladı.

1774 senesinde İngiltere ile kolonileri arasındaki münâsebetler oldukça gerginleşti. Washington o sene ısrarlar üzerine Virgina meclisi üyeliğine getirildi. 1776 senesinde Philadelphia şehrinde toplanan kongreye üye olarak katıldı. Kongre, Kurucu Meclis adı altında İngiliz mallarına karşı boykot veİngilizlere mal satmama kararı aldı. Şehir ve kasabalarda İngilizlere karşı açık mücâdele edilmesi kararlaştırıldı. İngilizlerle savaşın başlaması üzerine Amerikan kuvvetlerinin başkomutanı olarak göreve getirildi. Amerikan birlikleri düzensiz olmasına rağmen, bunlarla Boston’a girerek şehri teslim aldı. 1781 senesinden sonra daha önce İngilizler tarafından bu topraklardan atılan Fransızlar, Amerikan milliyetçi birliklerine yardım etmeye başladı. 1778 senesinde Fransız donanmasının bağımsızlık savaşında Amerikan kuvvetlerine yardımı savaşın gidişâtına çok tesir etti. Nihâyet 1782 senesinde ABD’nin bağımsızlığı İngilizler tarafından kabul edildi. 1789 senesinde ABD’nin ilk devlet başkanı olarak göreve başladı. 1792 senesinde ikinci defâ devlet başkanlığına seçildi.

Washington, devlet başkanı olarak yeni kurulan devletin temel politik yapısını düzene soktu. Devletin icrâ organlarını teşkilâtlandırarak faaliyete başlattı. İlk önce Savunma Bakanlığını, daha sonra Mâliye Bakanlığını kurdu. Bunları devlet bakanlıkları ve ulaştırma bakanlığı tâkip etti.Çalışmalarında dâimâ tam bir sistemi oturtmaya uğraşmıştır. Birleşik devletler arasında uygulanacak ekonomik tedbirleri kânunlar hâlinde tespit ederek merkezî hükümetin kontrolunda federe bir idâreyi esas almıştır. İngiliz, Fransız ve İspanyollarla yaptığı politik anlaşmalar, hukuk konusunda aldığı tedbirler, devletin temelleri üzerine yükselmesinde büyük rol oynamıştır. 1796 senesinde üçüncü defâ devlet başkanlığı seçimine aday gösterildi, yaptığı bir konuşma ile tecrübelerini dile getirip, tavsiyelerde bulunduktan sonra çiftliğine çekildi ve iki sene sonra orada öldü.

WATERLOO MUHÂREBESİ

Birinci Napolyon’un son savaşı. Napolyon’un Rusya fâciası arkasından müttefiklere yenilmesi, tahttan ferâgat etmesine sebep olmuştu. Elbe Adasında ikâmete mecbur edilen Birinci Napolyon, burada yüz gün kaldıktan sonra kaçmayı başarmıştı. 20 Mart 1815’te Paris’e vararak imparatorluk görevine yeniden başlamıştı. Ancak müttefik Avrupa devletleri, Napolyon’un İmparatorluğunu kabul etmeyerek aralarında anlaştılar. Buna göre; teşkil edilen müttefik orduya İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya, Napolyon imparatorluktan uzaklaşıncaya kadar 150.000 kişilik kuvvet vereceklerdi. Bir müddet sonra toplam kuvveti 800.000’e çıkarmayı ve Paris’e doğru harekete geçmeyi kararlaştırdılar.

Napolyon, Avusturya ve Rus kuvvetlerinin gelmesinin zaman alacağından müttefiklerin toparlanmasına fırsat vermeden hareketi başlatmayı plânladı. Fransız ordusu, 120.000 asker ve 570 top ile 15 Haziran 1815’te Belçika hududunu geçti. Napolyon, Blücher kumandasındaki Prusya kuvvetlerini, 16 Haziran 1815’te Ligny Muhârebesinde yendi. Fakat, Prusya kuvvetlerini imhâ edemedi. Blücher, Waterloo yakınındaki Wawre’ye çekildi. Napolyon, Wellington kumandasındaki İngiliz kuvvetlerini yerinden sökemedi. Wellington, bölgenin keşfini yaptırdı. İngiliz kuvvetlerini Brüksel yolunun iki tarafına mevzii aldırdı. Wellington’un müdâfaa stratejisi; “Tek er kalıncaya kadar burada bulunmanızı emrediyorum!” emri esâsına dayanıyordu. İngiliz ve Prusya kuvvetlerinin mevcudu 220.000 asker ve 500 top kadardı. Müttefikler, Viyana Kongresinde alınan karara uygun kuvvet toplayamamışlardı. Bunda Napolyon’un âni hareketinin de payı vardı.

Waterloo Savaşı, 18 Haziran 1815 târihinde öğleye doğru başladı. Sabah şiddetli bir yağmurun yağması, Napolyon’un taarruzunu geciktirdi. Ligny Savaşında yenilen Blücher de Prusya kuvvetlerini Waterloo’ya getirdi. Muhârebe, karşılıklı taarruzla çok şiddetli geçip, her iki taraf da can siperâne muhârebe etti. Napolyon’un üst üste taarruzlarına ve taktiklerine, Wellington çok iyi müdâfaada bulunup, karşı taarruzu da eksik etmedi. İngiliz kuvvetleri yorulunca, Prusyalı süvârilerin taarruzu muhârebenin seyrini değiştirdi. Napolyon, emrindeki kuvvetleri, kanatlardaki kumandanların yardımına zamânında gönderemedi. Kanatlardaki Fransız kuvvetleri ilerlemişse de, takviye edilmediğinden, son hatları geçemedi. Prusyalıların tâze kuvvetlerle taarruzunun neticesinde, Fransızlar geriye çekildi. Prusyalıların amansız tâkibi, Napolyon’un geri çekilmesini bozgunla neticelendirdi. Fransızlar çok kayıp verdi. Müttefikler, zafer kazanmalarına rağmen; muhârebenin istikâmet değiştirmesi husûsunda Wellington’un söylediği; “Kaybedilen bir harpten sonraki en fecî şey, kazanılmış bir muhârebedir!” vecizesi, kayıplarının çokluğunu ve vaziyetlerinin fenâlığını gösterir. Napolyon’un yenilmesine sebep; taarruzun gecikmesiyle plânın tatbik edilmemesi, kumandanların zamânında emri yerine getirmemesi, değişen duruma uyulmaması, kumandanların yardım talebinin karşılanmaması, kendi zekâsına güvenip aklî hareket etmemesi ve Prusyalıların tâze kuvvetlerle taarruza geçmesidir.

Waterloo Muhârebesi; Fransızların yenilmesiyle neticelendiği gibi; Napolyon’un da sonunu getirdi. Napolyon’un Elbe’den kaçışından sonraki yüz günlük iktidarı hezimetle neticelendi. St. Helena Adasına götürüldü. Viyana Kongresi, 9 Temmuz 1815 târihinde imzâlanıp, Fransa’nın aleyhine olacak şekilde Avrupa kıtası ve sömürgeler büyük devletlerce paylaşıldı.

WATT

Fizikte güç birimi. Mekanikte, sâniyede bir joulelik (jül) iş yapan makinanın gücü bir Wattır.

1 Watt= 1 joule/sn

1 Joule= 107 erg olduğuna göre

1 Watt= 107 erg/sn

Elektrikte uçları arasına bir voltluk gerilim uygulandığında üzerinden bir amper akım geçiren rezistansın gücü bir Watt’tır.

1 Watt= 1 volt amper.

WATT, James

Modern buhar makinasının kâşifi. İskoçyalı olup, 19 Ocak 1736’da dünyâya geldi. 19 yaşındayken bir cihaz imâlatçısının yanında çalışmaya başladı. Daha sonra kendi başına işyeri açarak çalışmaya devam etti. Fakat izinsiz olduğu için işyeri kapatıldı. Üniversite Watt’a sâhip çıkarak onu laboratuarlarında cihaz yapması için işe aldı. Üniversite profesörleri Watt’ın kâbiliyetini fark ederek onu yetiştirmeye çalıştılar.

Watt ilk olarak 1705 senesinde Thomas Newcomen’in yaptığı buhar yoğunlaştırıcı silindir üzerinde çalışmalarına başladı. Bu çalışmalarında buharın, basıncın ve sıcaklığın tesirlerini deneylerle tespit etti. Deneylerde bulduğu önemli husus silindire giren buharın sıcaklığı kadar silindirin de sıcaklığının yüksek tutulması olmuştu. Daha önce yapılan buhar makinalarında silindir soğuk olduğu için buhar yoğunlaşıyor ve makina verimi düşüyordu. Bu prensiplerle ve hareketle Watt, dik hareketli buhar makinaları yapmaya başladı. 1781 senesinde ise dik hareketi döner hareket hâline çeviren buharlı makinayı yaptı. Bu buluşunu silindir içindeki pistonun hem alt hem üst kısmına buhar basıncı tatbik ederek iki yönlü kullanma imkânı tanıyan çift hareketli buhar makinası tâkip etti. Böylece makina güç kapasitesi iki kat artmış oluyordu. Buhar basıncını gösteren ilk buhar göstergesi de Watt tarafından yapılmıştır.

Watt yüksek basınçlı buhar sistemlerine geçişin hazırlayıcısı, termodinamik prensiplerin birçoğunun bulucusudur. Modern buhar türbinlerindeki devir kontrol regülatörü de Watt’ın ortaya çıkardığı kontrol prensibine göre çalışır. “Beygir gücü” ve “Watt” tâbirlerinin güç ifâdesi olarak kullanılması da Watt tarafından başlatılmıştır.

WEBER, Max

Alman sosyolog, ekonomici ve politik yazarı. 21 Nisan 1864 senesinde Erfurt’ta doğdu ve 14 Haziran 1920 senesinde Münih’te öldü. Hastalıklı geçen gençlik yıllarında üniversiteye ara vererek Münih’te bitirdi. Mesleğe başlar başlamaz sosyal târih konularına ağırlık vererek çalıştı. Bilhassa Romaİmparatorluğunun son zamanlarındaki sosyal problemleri inceledi. Weber, daha sonra sosyoloji konusundaki çalışmalarını daha da derinleştirerek devlet, ekonomi, hukuk, din yönünden sosyal meselelere ehemmiyet verdi.

Weber’in dikkatini çeken önemli bir sosyal konu İslâm devletlerinde kapitalizm ve rasyonalizmin batı devletlerine nazaran istihsâli zorlamada önemli bir unsur olmayışıdır.

Weber, politika ile de uğraşmıştır. Politikaya doğrudan doğruya girmemekle birlikte Birinci Dünyâ Harbi öncesi ve sonrası politik tavsiyeleriyle gazete sütunlarında oldukça tesirli olmuştur. Bismark ve William-II’nin bürokratik idâre şartlarını tenkit ederek Almanya’nın da ABD gibi radikal demokrasi kuralları içerisinde emeğe kıymet verme ve kuvvetli dış politika prensipleri üzerine idâresini savunmuştur.

Weber, sosyolojiyle uğraşan birçok sosyolog ve metodolojistleri tesir altında bırakan bir sosyologdur. Kalvenizm ve kapitalizmle ilgili teorisi büyük tartışmalara yol açmış ve bu konuda birçok yazı yazılmıştır.

WEGENER, Alfred Lother

Alman jeofizikçisi ve meteorolojisti. 1880’de Berlin’de doğdu ve 1930’da Grönland’da buzların arasında donarak öldü. Lindenberg Aeronotikal İnceleme Kurumu üyesi olarak havacılık ve meteorolojiyle ilgili konularda çalışmalar yaptı. 1906, 1912, 1929 ve 1930 senelerinde olmak üzere dört defâ kutuplara seyahata çıktı. Hamburg jeofizik ve meteoroloji profesörüydü.

Wegener atmosferin termodinamik özellikleri üzerinde uzun müddet inceleme çalışmaları yapmıştır. 1911 senesinde bu konuyla ilgili olarak Thermodynamik der Atmosphäre (Atmosferin Termodinamiği) isimli kitabını yazdı. Wegener’in bundan daha mühim çalışması kıtaların kayma teorisidir. Bu konuda da 1915 senesinde Die Estehung der Kontinente und Ozeane (Kıtaların ve Okyanusların Orijini) adlı kitabıdır. Bu teoriye göre başlangıçta dünyâ üzerindeki bütün kara parçaları bir bütündü. Karalar birbirinden ayrılarak parçalanmış ve bugünkü hâlini almıştır. Kıtaların kayması devam etmektedir. Wegener bunu Batı Afrika kıyıları ile güney Amerika’nın doğu kıyılarındaki kaya yapılarının benzerliğini göstermesiyle ispat etmeye çalışmıştır. Bu teori üzerindeki çalışmalar devam etmektedir.

WHO

(Bkz. Dünyâ Sağlık Teşkilâtı)

WOODWARD, Robert Burns

Amerikan sentetik organik kimyâ bilgini. Birçok kompleks organik bileşiğin sentezini yapması ve bunların yapılarını aydınlatmasıyla tanınmıştır.

Robert Woodward, 1917’de ABD’de Massachusetts eyâletinin Quincy kasabasında doğdu. Çocukluğunda diğer öğrencilerden üstün bir yanı yoktu. Ancak kimyâya büyük ilgi duyardı. Bu ilgisi gittikçe arttı. On altı yaşında Massachusetts Institute of Technology’ye (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) girdi. Burada kâbiliyetini gören üniversite idârecileri onun için özel bir laboratuar açtılar. Tahsilini üç yıl içinde tamamladı. Bir sene sonra Ph. D. (Philosophy Doctor) ünvanını aldı. M.I.T.’nin ümitlerini boşa çıkarmayan Woodward, ilk önemli araştırmasının neticesinde kinini sentezlemede muvaffak oldu. C20H24O2N2 formülünde, iki benzen halkası, bir üçlü halka, bir çift bağ, bir OH grubu ve bir metil eter bağından müteşekkil olan böylesine kompleks bir yapıyı aydınlatması dünyâ çapında tanınmasını sağladı.

İrili-ufaklı yüzlerce şahsî başarısının yanında ortak çalışmalara da ehemmiyet veren bir bilgindi. Bu tip çalışmalar neticesinde penisilin, terramisin, areomisin gibi birçok antibiyotiğin sentezlenebilmesi mümkün oldu. Yetiştirdiği yüzlerce ilim adamından birçoğu da kendisi gibi mühim sentezler yaptı. Bir ara amino asitlerin protein hâlinde polimerleşmeleri üzerinde çalıştı. Bu konuda bilinenlere ilâveler yaptı. İpek ve yüne çok benzeyen sentetik polimerler elde etmeye muvaffak oldu.

Woodward’ın başarıları, onun geniş bir kimyâ bilgisinin yanısıra üstün zekâsına ve çalışma gücüne sâhip olduğuna işâret etmektedir. Woodward, yetmişe yakın yaşına rağmen eskisi kadar olmasa da ilmî çalışmalarına devâm etti. 8 Temmuz 1979’da öldü.