VEYSEL KARÂNÎ
Tâbiînin büyüklerinden. İsmi, Üveys bin Âmir’dir. Yemen’in Karn köyünde doğduğu için Karnî ismiyle de bilinir. Memleketimizde Veysel Karânî diye meşhur olmuştur. Doğum târihi belli değildir. 657 (H.37)de Sıffîn Muhârebesinde şehit edildi.
Yemen’in Karn beldesinde doğup büyüyen Üveys-i Karnî, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sağlığında Müslüman olmasına rağmen onu göremediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimizin medhine mazhar olup, Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Peygamber efendimizin zamânında Medîne-i münevvereye gelmedi. Yazılan evliyâ tezkirelerinde ekseriyâ Câfer-i Sâdık’tan (rahmetullahi aleyh) sonra ikinci olarak zikredilir.
Sevgili Peygamberimizin risâletini duyan Üveys-i Karnî Müslüman oldu. Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. İhtiyâr, âmâ ve hasta olan annesini çok sevdiği ve ona çok bağlı olduğu için onu hasta hâlinde bırakıp Medîne-i münevvereye sevgili Peygamberimizi görmeye gidemedi. Onu görmeyi çok arzu ettiği için, annesinden defâlarca izin istedi. Annesi kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Yemen’de deve güderek geçimini temin eden ve sâde bir hayât yaşayan Üveys-i Karnî’nin hasta, âmâ ve ihtiyâr bir annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse alır, onun da yarısını ihtiyaç sâhiplerine sadaka olarak verir, fakirlerden de ücret almazdı. Gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirir, kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona mecnûn gözüyle bakardı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. Bir defâsında; “Üveys-i Karnî ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Bir başka zaman da; “Kıyâmette Allahü teâlâ, Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” ve; “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebîa ve Mudâr kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah bu kimdir?” dediler. “Allah’ın kullarından biri” buyurdu. “Biz hepimiz kullarız, ismi nedir?” dediler. “Üveys!” buyurdu. “Nerelidir?” dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. “O sizi gördü mü?” dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. “Hayret size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin.” dediler. “İki sebepten; biri hâllerine mağluptur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyâr bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Biz onu görür müyüz?” diye sordular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Ali’ye de; “Siz onu görürsünüz. Bedeni kıllıdır. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktârı beyazlık vardır. Bu, baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu. Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca da; “Hırkanızı kime verelim?” dediler. “Üveys-i Karnî’ye verin.” buyurdu.
Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuşan, bir an bile Rabbini unutmayan, her hâli ve sözüyle insanlara nasîhat veren Üveys-i Karnî, Peygamberimizin vefâtından sonra Mekke’de hac vazifesini yapıp Medîne’ye geldi. Resûlullah efendimizin türbesini görünce kendinden geçerek bayılıp düştü. Ayılınca beni buradan götürün. Resûlullah’ın medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz diyerek tekrar memleketi olan Yemen’e döndü. Bir müddet orada yaşadıktan sonra Basra tarafına gitti.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında kendilerine emânet olarak bırakılan hırka-i saâdeti, Üveys-i Karnî’ye vermek üzere hazret-i Ömer ve hazret-i Ali Kûfe’ye geldiler. Onun olduğu yere gittiler. Namaz kıldığını gördüler. Namazı bitip selâm verince, hazret-i Ömer kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sorunca; “Üveys!” diye cevap verdi. Sağ elini göstermesini isteyince, gösterdi. Peygamber efendimizin bildirdiği işâretin olduğunu gören Ömer radıyallahü anh; “Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderdi ve “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet etti.” buyurdu.
Hazret-i Ömer’in bu sözleri üzerine Üveys-i Karnî; “Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur. Bu vasiyet başkasına âit olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys! Aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasıflarını belirtti.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Hırka-i şerîfi hürmetle alan Üveys-i Karnî onu öptü, kokladı ve yüzüne-gözüne sürdü. Sonra da; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrılarak biraz ileride hırkayı hürmetle yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî! Peygamber efendimiz bu fakîr ve âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” diye yalvararak gözyaşı döktü ve; “İlâhî! Bütün ümmet-i Muhammed’i bana bağışlamadığın müddetçe bu hırkayı giymeyeceğim.” diye niyâzda bulundu. “Şu kadarını sana bağışlamış bulunuyorum, hırkayı giy!” diye gâipten bir ses gelince; “Hepsini isterim yâ Rabbî!” dedi. Bu hâldeyken hazret-i Ömer ile hazret-i Ali, Üveys-i Karnî’nin yanına vardılar. Üveys-i Karnî ah çekerek onlara; “Niçin geldiniz? Gelmemiş olsaydınız bütün ümmet-i Muhammed’i Allahü teâlâ benim için bağışlamadıkça hırkayı giymeyecektim.” dedi ve hırkayı giydi. “Şu hırkanın yüzü suyu hürmetine, Muhammed ümmetinden Rebîa ve Mudar kabîlelerinin koyun sürülerinin kılları adedince kimse bağışlanmıştır.” dedi.
Üveys-i Karnî’ye (Veysel Karânî) hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârındaki İrisân beylerine kadar geldi ve 1618’de Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmiini yaptırdı. Her sene Ramazan ayında halka ziyâret ettirilmektedir.
Veysel Karânî rahmetullahi aleyh bu Hırka-i şerîfi aldıktan sonra bilinmez yerlere gitti. Hazret-i Ömer’in dâveti üzerine bir ara Medîne’ye gelen Üveys-i Karnî çok hürmet gördü. Daha sonra Basra’ya gidip insanlardan uzak bir hayat yaşadı. İnsanların gözlerinden uzak, tanınmaz ve bilinmez yerlere gitti. Pek az kimse onunla karşılaşıp sohbet etti. Onunla karşılaşıp sohbet eden Herem bin Hayyan nasihat isteyince buyurdu ki:
“Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günâhın küçüklüğüne değil, onunla olan isyânının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük bilirsen, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi.
“Bir nasîhatta daha bulun.” dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü. Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâm öldüler. Halîfesi Ebû Bekr öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer! Ah Ömer!” dedi.
“Allah sana rahmet eylesin hazret-i Ömer ölmemiştir.” dedim. “Allahü teâlâ onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi ve devâm etti: “Ben ve sen ölülerdeniz.”
Salevât-ı şerîfe okuyup kısa bir duâ yaptı ve; “Vasiyetim şudur ki: Allah’ın kitâbını ve onda bildirilen Sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) elden bırakma. Ölümü bir an unutma. Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasîhat et. Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir an ayrılma ki, dînini kaybedersin de haberin olmaz. Cehennem’e düşersin.” dedi.
Birkaç duâ daha ettikten sonra; “Git Herem bin Hayyân! Bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni. Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de bu taraftan gideyim.” dedi ve birbirinden ayrıldılar.
Hazret-i Ömer’in halîfeliği devrinden sonra Osman’ın (radıyallahü anh) halîfeliği zamânında da insanlardan uzak, Allahü teâlâya ibâdet ederek yaşayan Veysel Karânî, hazret-i Ali’nin halîfeliği zamânına da yetişti. Ömrünün sonuna doğru Emîr-ül-müminîn hazret-i Ali’nin huzûruna geldi. Ona tâbi olarak Sıffîn Muhârebesine katıldı ve bu muhârebede şehit oldu. Anadolu’ya hiç gelmedi.
Ömrünü Allahü teâlâya ibâdet etmekle ve zühdle geçiren Veysel Karânî, geceleri hiç uyumazdı. Bir gece, “Bu gece kıyâm gecesidir.” der; diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.”; öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” der; bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi secde ile geçirirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbîh sünnettir. Bunu yapmamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir.” derdi.
Kendisine; “Namazda huşû nedir?” dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine “Nasılsın?” dediler; “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. “İş nasıldır?” dediler. “Ah! Yolun uzaklığından, azıksızlıktan, ah!” dedi.
Bir zât, Veysel Karânî’yi ziyârete gitti. Ona hitâben; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?” dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” “Evet bilirim.” “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri bilme. Bu yetişir.”“Yâ Üveys! Bir nasîhat daha söyle.” “Allahü teâlâ seni bilir mi?”“Evet bilir.”“Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfîdir.” buyurdu.
Veysel Karânî bir defâsında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü günün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyun kendisine doğru geldi ve ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al!” dedi. Altını almak için elini uzatınca, koyun altını eline bıraktı ve kayboldu.
Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”
“Ey insan! Bu fânî hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma!Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.”
“Yüksekliği aradım, tevâzûda buldum Başkanlık aradım, halka nasîhatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Râhatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”
Osmanlı edip, şâir ve târih yazarlarından. Asıl ismi Üveys ibni Mehmed’dir. Alaşehirli Kadı Mehmed’in oğlu olup, 1561’de Alaşehir’de doğdu. Mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Kâdı tâyin edildi. Mısır, Anadolu, Rumeli ve Üsküp’te çok bulunduğundan “Üskübî” lakabı verildi.
Veysî, edebiyat türlerinden inşâda meşhur eserler verdi. İnşânın en büyük mümessilidir. Münşilerin pîrî kabul edilir. Kelime ve gruplarını kâfiyelendirerek bir iç ahenk, aynı mânâdaki kelimeleri yan yana kullanarak nesri süslerdi. Kuvvetli bir şâir olup, Dîvân yazmıştır. Hicvi çok kuvvetlidir. Siyer-i Veysî denilen Dürret-üt-Tac fi Sîreti Sâhib-il-Mi’rac, Habnâme-i Veysî de denilen Habnâme ve Münşeat adlı eserleri vardır. Veysî, Üsküp’te 15 Ağustos 1628’de vefât etti; kabri buradadır.
Alm. Versmass, Silbenmass (n), Fr. Mètre (m), İng. Meter. Edebiyatta mısraların düzenini sağlayan ölçülere verilen ad. Her dilin kendi öz benliğinden doğan bir ahenk ölçüsüdür. Kelime anlamı tartı, düzen olan vezin; bir manzumenin bütün mısraları arasında bir ahenk bir uyum sağlama yoludur.
Yazılı Türk Edebiyatında ilk vezinli söyleyiş, Göktürk kitâbelerine Yollug Tegin’in yazdığı şu mısralardır:
Yigirmi kün olurup
Bu taşka bu tamga kop
Yollug Tegin bitidim
Bu mısraların üçü de toplam 7 hece tutan sözlerle söylenmiştir. Türkler, edebiyat târihinde bu uyumu heceler düzenine ve sayısına göre sağladılar. Buna Hece vezni denmektedir. (Bkz. Hece Vezni)
Bâzı dillerde hecelerin sesleri ne denk ne de eşittir. Bu dillerde heceler ya uzun, ya kısa, bâzan çok uzun ve çok kısa olabilir. Hecelerin sesi denk olmayan böyle dillerde âhenk, heceleri saymakla sağlanamaz. Böyle dillerde âhenk, uzun ve kısa hecelerin seslerine göre tertiplenmiş kalıplarla sağlanır. Aruz vezinleri böyle ses kalıpları ile tertiplenmiştir (Bkz. Aruz). Nazımda hecelerin seslerine göre gelişen vezin, yalnız aruz vezni değildir. Meselâ bir kısım Avrupa dillerinde böyle ses kalıplarına, yâhut hecelerin seslerine ve vurgularına göre âhenkleşmiş vezinler vardır. Bunun sebebi, bu dillerde çok kere iki hece yerini tutacak kadar uzun, bâzan uzun sesli heceler bulunmasıdır. Âhenkleri, hecelerinin vurgulu, vurgusuz, uzun veya kısa oluşları gibi ses ölçüleriyle sağlanan vezinlere ritmik (rythmique) vezinler denir.
Bir ara hece vezni çağdaş Türk şiirinde tamâmen yerleşmişse de kısa bir süre sonra “serbest vezin” veya vezinsiz şiir geleneği kurulmuştur. Bugün Türk şâirlerinin bir kısmı vezinsiz şiir yazmaktadır. Bu arada heceyle hattâ aruzla yazanlar da vardır.
Osmanlı Devletinde askerî ve idârî sâhalarda geniş selâhiyetlere sâhip en üst derecedeki memurlara verilen ünvân. Vezir kelimesi, lügatta “yardımcı” mânâsına gelmekte olup, devlet başkanı olan pâdişâhın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdârlıkla ilgili meselelerde görüş ve tedbiriyle ona yardımcı olan kimsedir. Vezirlerde, doğruluk, sabır, metânet ve yücelik gibi dört haslet bulunurdu.
Vezirliğe ilk ihtiyaç duyan, hazret-i Mûsâ olmuş ve cenâb-ı Hak’tan kendisine kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yardımcı istemişti. Sevgili Peygamberimizin de başta hazret-i Ebû Bekr olmak üzere vezirleri, yâni yardımcıları vardı. Vezir ünvânı ilk defâ Abbâsî Devletinde, daha sonraları da çeşitli İslâm devletlerinde kullanılmaya başlandı. Büyük Selçuklu, İlhanlı, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da bu ünvânı kullandılar.
Osmanlılarda vezirlik müessesesi ilk defâ, Orhan Gâzi zamânında (1324-1362) kurulan dîvân teşkîlâtının başına vezir ünvânıyla bir zâtın getirilmesiyle teşekkül etti. İlk vezir ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâaddîn Paşa olup, bunu yine aynı sınıftan Ahmed Paşa bin Mahmûd, Hacı Paşa ve Sinâneddîn Yûsuf Paşa tâkip ettiler. Yûsuf Paşa, Orhan Gâzinin son ve Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın ilk vezîriydi. Onun vefâtından sonra Sultan Murâd, Çandarlı Kara Halîl’i vezârete getirmiştir.
Orhan Gâzi zamânında tek vezir olup, dîvân; vezir, kâdı ve hükümdâr olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyordu. Devletin büyümesi ve işlerin artması üzerine, vezirleri de arttırmak îcâb etti. Böylece sayıları artan vezirlerden biri vezîriâzam ismiyle baş vezir tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) zamânından îtibâren vezîriâzam yerine sadrâzam ünvânı kullanılmaya başlandı. (Bkz. Sadrâzam)
Vezirlik rütbesine yükselebilmek için mükemmel hizmet etme, iktidâr ve ehliyet sâhibi olma özellikleri aranırdı. Mîr-i mîrân da denilen bir beylerbeyinin vezir olabilmesi için, sancakbeyliğiyle eyâletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra Rumeli beylerbeyi olması lâzımdı. Ancak oradan vezirliğe geçebilirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân zamânının sonuna kadar merkezdeki vezir adedi dörtten yukarı çıkmamıştı. Bundan sonra artarak yediye kadar çıktı. Sonradan vezir adedi daha da artınca, kubbe vezirliğinden hâriç olarak bâzı mühim eyâletlere (Bağdat, Budin, Yemen gibi) vâli olarak vezirler gönderildi. Daha sonra bu da kâfi gelmediğinden eyâletler parçalandı ve birkaç sancak birleştirilip bir vezire verildi.
Vezirliğe tâyin edilenler evvelâ pâdişâh huzûrunda ve sonra da sadrâzam tarafından kabullerinde hil’at giyerlerdi. Bundan sonra vezir tâyin edilen zâtın vezâret menşûr veya berâtı reîsülküttâb; nişân-ı hümâyûn takımı da nişancı tarafından alınarak konağına götürülürdü. Bu hizmetlerinden dolayı yeni vezir; reis efendiye, nişancı, mîr-i âlem ve çavuşbaşıya kânûnen muayyen ve münâsip hediyeler verirdi.
Kubbe vezirleri dîvân toplantıları sırasında vezîriâzamın sağında otururlardı. Dîvân-ı hümâyûnda işler çok olduğu zaman kubbe vezirleri vezîriâzamın izniyle tuğra çekerek nişancıya yardım ederlerdi.
Kubbe vezirleri zaman zaman serasker veya serdâr ünvâniyle sefere memur edilirlerdi. Böyle durumda maiyetine kapıkulu askerinden münâsip miktarda yeniçeri, cebeci, topçu ve süvârî askeri verilirdi. Ayrıca mâlî işlerini görmek üzere bir defterdâr veya defterdâr makâmında bir hazîne kâtibi bulunur ve kendi tezkirecisi de reîsülküttâb vazîfesi görürdü.
Serdâr vezir hareketinden îtibâren dîvân kurar, dâvâ dinlerdi. Maiyetindeki vazîfe sâhipleriyle gideceği mıntıkalardaki azl ve tâyin husûsunda selâhiyeti vardı. Dönüşünde yaptığı işler hakkında dîvân-ı hümâyûna bilgi verirdi.
Yine vezirler bir vazîfeyle taşraya çıktıklarında, eyâletine gidinceye kadar yol üzerinde dâvâlara bakmak ve karar almak selâhiyetine sâhiptiler. Aynı durum İstanbul’a dönen vezirler için de geçerliydi. Ancak, kendisi bir vezîrin eyâletine uğrarsa orada dâvânın hâllini ona havâle ederdi.
Vezirler gelir bakımından büyük imkânlara sâhip olup, bunların başlıca gelir kaynaklarını kendilerine tahsis edilen haslar teşkil ederdi. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre; bir vezîrin haslarının yıllık geliri 1.200.000 akçeydi. Bunlar diğer Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi ganîmetlerden de pay alırlardı. Vezir, kendi hasının her beş bin akçelik geliri için sefere bir cebelü asker götürmeye mecburdu.
Yaşı îtibâriyle hizmet yapamayacak bir dereceye gelen veyâhut uzun tecrübelerle idârî ve askerî aczi anlaşılan bir vezir, tekâüd edilerek kendisine geçinebilecek kadar tekâüd hasları veya bir mahallin mukâtaasından veya başka bir yerden muayyen bir para verilirdi.
Vezirler hakkında şikâyet olur ve hakkındaki şüpheler sâbit olursa, kendisinden vezirlik alâmetleri ve rütbeleri alınarak belli bir mahalde ikâmete mecbûr tutulurlardı. Eğer halka zulüm ettikleri duyulursa, muhâkeme edilerek cezâlandırılırlardı.
Kalabalık maiyetlere sâhip olan vezirlerin emirleri altında en az üç yüz kişi bulunurdu. Kapı halkı denilen bu maiyetin kalabalığı vezîrin derecesini gösteren bir ölçüydü.
Her vezîrin dokuz kat mehterhânesi vardı. Fakat bu mehterhânede pâdişâhlık alâmeti olan kös bulunmazdı.
(Bkz. Sadrâzam)
İtalya’nın Napoli Körfezi ve doğu tarafında yer alan 1200 metre yüksekliğinde hakikî bir volkan dağı. Vezüv aktif bir yanardağ olup, zaman zaman buhar, duman, lâv fışkırtır. Lav kraterinin çapı 1200 metredir. Vezüv’ün daha önceleri kuzeydoğusunda rastlayan Monte Somma Yanardağı olarak faaliyet gösterdiği yapılan kazı ve incelemelerden anlaşılmıştır. Bu eski yanardağın kraterinin çapı 16 kilometreyi bulmaktadır.
Vezüv Yanardağı sönmüş bir volkan dağıyken M.S. 79 senesinde bir anda kırmızı lâvlarla kaplanmıştır. Vezüv Yanardağının bu âni faaliyete geçişi ile Pompei ve Herculaneum şehirleri lâvlar altında kalmıştır. Pompei’de yapılan kazılarda insan, hayvan, bitki ve yapılar yer yer açığa çıkarılmıştır.
Vezüv zaman zaman aktif yanardağ hâline geçmiştir. 203, 472, 512, 685, 993, 1036, 1139, 1560 senelerinde de faaliyete geçen Vezüv 1631 senesinde büyük bir patlamayla yine etrâfına lâvlar saçmıştır. Vezüv 1794, 1872, 1906 senelerinde de volkanik faaliyetini göstermiştir. 3 Haziran 1929 günü Vezüv’ün tekrar faaliyeti çok âni olmuş, binlerce ton taş parçaları infilâk neticesinde çevreye dağılmış, krater ağzı açılarak lâvlar çevreye yayılmaya başlamıştır. Krater ağzında patlamalar devam ederken kül bulutunun taşıdığı elektrik yükleri arasında kuvvetli şimşek patlamaları görülmüştür. Vezüv’ün en son faaliyete geçişi İkinci Dünyâ Savaşında İtalya’nın işgâl edildiği günlerde 18 Mart 1944 günüdür.
Alm. Gewissensfreiheit (f), Fr. Liberté de conscience, İng. Freedom of conscience. Kişinin bizzat kendi davranışlarında rahatça düşünme ve bir karara varma serbestliği. Vicdan, insanı kanaat ve amme (kamu) iktidarından uzaklaştırmak demek olan, insanın içindeki hâdiseler değildir. İnsanın dışını içinden böylece ayırmak, bugünkü felsefî ve psikolojik bilgilere göre mümkün değildir.
Vicdan hürriyeti; her şeyden önce insanın, vicdanının özel dünyâsı üzerinde mutlak bir şahsiyet hakkı, bu sâhaya her türlü müdâhaleyi yasaklama hakkı içinde yer alır. Bu sebeple hiç kimse kanaat ve düşüncesini açıklamaya zorlanamaz. Bu açıklamayı temin etmeye yönelik her türlü teşebbüs tehditle, maddî zarar vermekle, ilâçlarla veya hipnotizma yolu ile olsun kesinlikle kabul edilemez ve istisnâsız yasaktır. İnsan, vicdan hakkındaki meselelerde “susmak” hakkına sâhiptir.
Vicdan hürriyeti çerçevesinde, hiç kimseye kendi dînî veya felsefî kanaati hakkında soru sorulamaması prensibi de vardır. Fakat soru sorulan kişinin veya bir başka şahsın hukûkî statüsü o kişinin açıklama yapmasına bağlı ise, bu hususa âit olmak üzere ilgili kişiye sorular sorulabilir. Meselâ, dînî fiillerden dolayı mahkûmiyete yâhut harp hizmetini yerine getirmekten kaçınması hâlinde verilecek cezâ için ilgiliye suâl sorulması gibi. Ancak suâl sorulan, cevaptan kaçınmakta serbesttir. Şüphesiz o kişi, susmasından doğan netîcelere katlanmak zorundadır.
Vicdan hürriyeti, din hürriyetinden farklıdır. Vicdan hürriyeti, bir kimsenin herhangi bir dîne, Allah’a inanması veya inanmaması anlamına geldiği halde; din hürriyeti, bir dîne inanan kimsenin o dînin emirlerini serbestçe ve korkusuzca yerine getirebilmesini garanti eden bir hürriyettir.
Literatürde ve tatbikatta genellikle vicdan hürriyeti; “Din ve Vicdan hürriyeti” şeklinde kullanılmaktadır. Her memlekette, din ve vicdan hürriyetinin, diğer hürriyetlere nazaran farklı bir yer işgâl ettiği görülür. Eğer bir memlekette hürriyetleri tahdit edici bir mevzuat varsa, bilhassa din ve vicdan hürriyetinin mâhiyetine uygun bir şekilde tatbik edilmemesinden dolayı insanlar ızdırap içinde yaşarlar. İnsanların kafalarındaki ve kalplerindeki ulvi olarak saydıkları değerlere bağlı kalmak ve onları tatbik etmek ihtiyaçları ve mecburiyetleri, din ve vicdan hürriyeti konusunda onlara geniş bir biçimde istifâde imkânı ve hakkının tanınmasını gerektirmektedir. Fakat vicdan hürriyeti herkese her istediğini, istediği şekilde yapmak serbestliğini vermez. Zîrâ sınırsız hürriyetin sonu zulüm ve istibdatla biter.
Liberal sistemi benimsemiş devletler Anayasalarında, din ve vicdan hürriyetini açıkça düzenlemişlerdir. Fakat totaliter devletlerde ve komünist ülkelerde din ve vicdan hürriyeti mevcut değildir.
Memleketimizde 1982 Anayasası ve önceki Anayasalar din ve vicdan hürriyetini açıkça düzenlemişlerdir. 1982 Anayasasının 24. maddesinde; “Herkes vicdan, dînî inanç ve kanaat hürriyetine sâhiptir... Kimse, ibâdete, dînî âyin ve merâsimlere katılmaya, dînî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” hükmü mevcuttur. (Bkz. Lâiklik)
İslâm dîninde vicdan hürriyeti: İslâm dîninde insanlar için asıl olan hürriyettir. Bütün insanlar dünyâya hür olarak gelirler. İslâmiyet, kâfirlerin İslâma dâvet edilmesini emrediyor, fakat onları zor kullanarak Müslüman yapmayı yasaklıyor. Allahü teâlâ, “Dinde zorlama yoktur.” emr-i ilahiyesiyle bu gerçeği Kur’ân-ı kerîmde haber veriyor. İslâmiyet gayri müslim vatandaşlara da iyi davranılmasını emretmiş. Onlara her türlü baskı ve istibdatı yasaklamıştır. Tıpkı, Müslümanların olduğu gibi, İslâmın adâletine sığınmış olan zımmîlerin (Hıristiyan ve Yahûdîlerin) de, can, mal, ibâdet, hakları mevcuttur. İslâm dîninde, bir Müslümanın hayat hakkı ne kadar mukaddes ise, gayri müslimlerin hakları da aynı ölçüde korunmuştur. Peygamber efendimiz bu hususta; “Kim zımmîlerden bir kişiyi öldürürse kokusu yetmiş senelik mesâfeye ulaştığı halde, yine de Cennet kokusunu alamaz.” buyurmuşlardır.
Dârü’l-İslâmda zımmîlerin kanı haramdır. Bir zımmîyi kasten öldüren bir Müslümana, kısas olarak ölüm cezâsı verilir. Asr-ı Saâdette, bir Müslüman, zımmîlerden birini öldürmüştü. Durum Peygamber efendimize haber verildiğinde kâtilin öldürülmesini emretti. Bu tatbikat, Dört Halife döneminde ve sonraki İslâm devletlerinde de aynen devam ettirilmiştir. Bu hususta binlerce hâdise mevcuttur.
İslâm dîni, gayri müslimlerin mal emniyetini de sağlamıştır. Zımmîlerin malları da, Müslümanların malları gibi haksız yere gasp olunamaz. Peygamber efendimiz bu hususta; “...Kim gönül rızâsı olmadan, onlardan birşey alırsa kıyâmet gününde ben mazlumların tarafını tutacağım.” buyurmuştur. Mısırlı Hıristiyan bir kadın, evinin bir kısmını yıkıp câmi arsasına kattığı için Amr ibni Âs’ı, zamânın halîfesi hazret-i Ömer’e şikâyet etti. Hazret-i Ömer, Âmr ibni Âs’tan sorduğunda, evin değerinden fazla para teklif ettiği halde kadının râzı olmadığını, neticede hazîneden kendisine bir miktar mal ayrılıp câmi yapımı için evini yıktırdığını söyledi. Hazret-i Ömer, buna İslâmiyetin izin vermediğini beyan ederek, yapılmış olan câminin Hıristiyan kadının arsasına taşan kısmının yıkılıp yeniden yapılmasını emretti.
İslâm dîni, bilhassa ibâdet hürriyeti konusunda tam bir vicdan hürriyeti vermiştir. Zımmîler, kendi yerleşme bölgelerinde istedikleri şekilde her türlü âyinleri, dînî merâsimleri yapabilirlerdi. Müslüman bir erkekle evlenmiş olan zımmî bir kadın, kendi dîni üzere yaşamaya devam edebilir. Onu kiliseye veya havraya gitmekten men etmek uygun görülmemiştir.
Azınlıkların ve zımmîlerin ibâdethâneleri, mâbetleri de can ve malları gibi korunmuştur. Harp yolu ile alınan yerlerin dışında, sulh yolu ile alınan yerlerde de zımmîlerin mâbetlerine, dinlerinde kutsal sayılan yerlerine kesinlikle dokunulmamıştır. Gayri müslimlerin medenî hakları da vicdan hürriyeti çerçevesindedir. Zımmîler, evlenme ve boşanma gibi konularda kendi dînî inançlarına göre serbestçe hareket edebilirler. Fakat Müslüman bir kız gayri müslimlerden bir erkekle aslâ evlenemez.
Zımmîlerin ikâmet ve seyâhat hakları da, vicdan hürriyeti çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bâzı istisnâlar ve zarûretler dışında zımmîler istedikleri yere yerleşebilirler ve istedikleri yerlere gidip gelebilirler. Gayri müslimlerin ve zımmîlerin, eğitim ve öğretim hakları da İslâm dîninde serbesttir. İslâm dînini öğrenmeye kesinlikle zorlanamazlar. Gerek kendilerine âit okullarda, gerekse devletin belli eğitim müesseselerinde kendi dinlerini tahsil etmek hak ve yetkisine sâhiptirler.
Zımmîlere bu kadar geniş hak ve hürriyet tanınması, İslâmiyetin vicdan hürriyeti konusunda oldukça hoşgörülü olduğunu göstermektedir.
Afrika’da ekvatorun güneyinde. Doğu Afrika Platosunun ortasındaki bir göl. Denizden yüksekliği 1115 m olan bu gölü, Uganda, Kenya ve Tonganika gibi ülkeler çevreler. Göl, 1858 yılında John Hanning Speke tarafından bulunmuştur. Tanganika ve Nyrea gibi dar ve derin Doğu Afrika göllerine nazaran Victoria Gölü sâdece 7 m derinlikte olup, batı sâhili hâriç diğer sâhilleri derince oyulmuştur. Gölün kıyı şeridi 2500 km’dir. 40.000 km’lik alanıyla Superior Gölünden sonra dünyânın ikinci büyük tatlı su gölüdür.
Üzerinde bulunan çok sayıdaki adalardan, Sese Adaları ve kalabalık insan yaşayan Ukerewe Adaları en önemlileridir. En büyük körfezleri, Kavirondo, Speke ve Emin Pasha körfezleridir. En önemli limanları Kisumuku (Kenya), Mwanza ve Bukaba (Tanganika), Bukutata ve Bell (Uganda) limanlarıdır.
Victoria Gölünü çevreleyen alan iyi sulanmakta olup, bu alanda büyük miktarda kahve, pamuk, şeker ve diğer yiyecek ürünleri üretilir. Bu civardaki nüfûsun yoğunluğu çok yüksektir. 200 çeşitten çok balık yaşayan Victoria Gölünün en önemli balığı Tilopia’dır.
Afrika’da, Zambezi Nehri üzerinde, Zambia ve Zimbabve sınırlarının birleştiği noktada yeralan bir şelâle. Victoria Şelâlesi 16 ekim 1855’te David Liginstone tarafından keşfedilmiş ve isimlendirilmiştir. Keşiften sonra 1904 yılında şelâlenin altına demir ve karayolu köprüleri yapılmıştır. Bölgenin 12 km kuzeyine kurulan Living-stone kasabası ise, yüzyılımızda büyük gelişme göstermiştir. Şelâle turist çekmesi ve hidroelektrik enerji kaynağı olarak kullanılmasıyla Zimbabve’ye büyük iktisâdî faydalar getirmektedir.
Victoria Şelâlesi, yaklaşık 60 m yükseklikten büyük bir gürültüyle akar. Bu sırada suların çarparak püskürmesiyle geniş bir bulut meydana gelir. Genişliği yaklaşık 50 m’dir. Bölgedeki halkın konuştuğu Mokolulu lisanında Victoria Şelâlesine “gürüldeyen duman” mânâsına gelen “mosioatunya” denmektedir.
Alm. Videogerät (n), Fr. Vidéo (f), İng. Video. Görüntü sinyâlini bir banda kaydeden ve tekrar televizyon ekranında görüntülemeye yarayan araç. Vidyo kayıt, ses kaydına benzer şekilde banda alınır (Bkz. Teyp). Vidyo bandının bir yüzünde çok ince tâneli demiroksit tozları vardır. Vidyoda band bir makaradan diğerine sarılırken “kafa” olarak târif edilen bobin altından geçer. Vidyo sinyâli manyetik saha banda doğru yayılır. Band üzerindeki demiroksit zerreleri manyetik saha titreşimlerine göre yer değiştirirler. Vidyoda görüntü elde ederken, tamâmen ters işlemler meydana gelir. Ses bandında 20 ile 20.000 Hz olan sinyâl frekansı, video bandında 30 ile 4 MHz arasında değişir. Bu bakımdan videoda kafa ile band arasındaki mesâfe önem kazanır. Band geçiş hızı da çok önemlidir. Normal olarak bir vidyoda hava aralığını temin eden silikon dioksit cam tabakanın kalınlığı 850x10-9 cm’dir. Band geçiş hızı 19 cm/sn (71/2 inç/sn)dir. Bandın hızı kafanın duruşuna göre izafîdir. Kafa ekseni etrâfında döndüğü için band kafa altından hızlı geçmiş olur.
Televizyon stüdyo programlarının hemen hepsi vidyo kayıt olarak banda alınır. Vidyo yayınlarda görüntü çok net olduğu için canlı yayınlardaki görüntülerden fark edilemez Televizyon yayın istasyonlarında kullanılan bantlar 4 MHz’e kadar kayıt alabilecek özellikte ve 1 inç (2,54 cm) genişliktedir. Evlerde kullanılan bantlar daha ucuz ve 1/2 inç (1,26 cm) genişliktedir. Vidyo kayıtları monokromatik (siyah-beyaz) ve renkli olabilir.
Vidyo kayıt banttan başka plâk şeklindeki disklere de alınabilir. Vidyo kaydın kaliteli olabilmesi için diskin kayıt esnâsında hızlı dönmesi gerekir. 8 inçlik (20 cm) çapındaki diskin dönme hızı dakikada 1500 devirdir. Disk üzerindeki kayıt izleri ya mekanik bir iğneyle veya optik olarak lazer ışını ile alınır. Vidyo diskler, vidyo bantlardan daha ekonomiktir. Vidyo bantlara muhtelif zamanlarda kayıt imkânı bulunması banda ilgiyi arttırmaktadır.
Son zamanlarda ilektronik şirketleri videoları dijital olarak hazırlamaya çalışmaktadırlar. Dijital videoların, daha iyi resim kalitesi, birkaç proğramı aynı anda kaydedebilme ve kasetlerin görüntü ve ses kaybına uğramadan sınırsız kopyalanabilmesi gibi üstünlükleri olacaktır. Dijital sistemle video ebatları ve bantları küçülecektir. Dijital video kayıt sisteminde, büyük ölçekli bir bilgiyi küçük bir teybe kayıt etme imkânı da doğmaktadır. Dijital video sinyalini kaydetmek için bugünkü videolardaki teknoloji kullanılmaktadır. Kayıt kafasının bir tânesi belli bir açıda kayıt yaparken, başka bir kayıt, kayıt kafasının değişik bir açısıyla yapılabilmektedir. Böylece, teybe daha fazla bilgi kaydetme ve ses kaybının daha az olduğu görülmektedir.