VERÂSET
Alm. Erbschaft (f), Erbanfall (m), Erbe (n), Fr. Héritage (m), succession (f), İng. Inheritance. Bir kimsenin vefâtı (ölümü) üzerine mevcut mal varlığının kânûnî vârislerine (mîrasçılarına) intikâl etmesi. Ölümle mûrisin malları bir bütün olarak, doğrudan doğruya ve kendiliğinden mîrasçılarına intikâl eder. Mîras bırakan bu kişiye mûris, mîrasçılarına vâris, bu ikisi arasındaki münâsebete de verâset denir.
Mûrisin birden fazla mîrasçısının bulunması hâlinde, bu şahsın tereke malları üzerindeki haklarının tanzimi konusunda iki sistem vardır. Birinci sisteme göre, mîrasçılar mîras hisseleri ölçüsünde, tereke(mûrisin malvarlığı) üzerinde müşterek mülkiyet hakkına sâhiptir. Bunun sonucu serbestçe tasarruf edilebilirler, bunu başkasına satabilirler, üzerinde rehin ve istifâde (faydalanma) hakkı da verebilirler. Bu sistem, İslâm Hukûkunda, eski Türk Hukûkunda, Roma Hukûkunda veFransız Hukûku tarafından kabul edilmiştir. İkinci sistem, Cermen (Alman) Hukûkunun iştirak hâlinde mülkiyet prensibine dayanmaktadır. Her mîrasçının hakkı, tereke bütünü üzerindedir. Bunların idâresi ve üzerindeki tasarruf muâmeleleri mîrasçılar tarafından birlikte yapılır. Mîrasın taksimine kadar, tereke taksim edilmemiş tek bir kişiye âit mal durumundadır. Bu sistem, Alman, İsviçre ve bugünkü Türk Hukûku tarafından kabul edilmiştir.
Mîras ortaklığı: Medenî Kânuna (M.K.) göre, mûrisin birden fazla mîrasçısı bulunduğu takdirde, bunların tereke malları üzerinde iştirak hâlinde mülkiyet hakları vardır. Mûris, vasiyetnâmesinde bunun aksine bir tasarıda bulunmuş olsa bile, bunun bir hükmü yoktur.
Mîras ortaklığı kânundan doğar (Md.518). Mîrasçıların bu ortak hak sâhipliği mîrasın taksimine kadar devam eder. Medenî Kânuna göre, mîrasçılardan herbiri her zaman mîrasın taksimini talep edebilir. Bunu önlemek için, ortaklığın devamı maksadıyla, mîrasçıların aralarında muvâfakatleri alınmak sûretiyle yapılması gerekir. Buna rağmen, mîrasçıların mîrasçı sıfatıyla hâiz bulundukları talep ve dâvâ hakları mahfuzdur. Meselâ yapılan vasiyetnâmenin iptâlini, tenkisini isteyebilir veya mîras sebebiyle istihkak dâvâsı açabilir.
Mîrasın taksiminden önce, mîrasçı kendi hissesini prensip olarak mîrasçı olmayan birine devredemez. Fakat M.K. 612. md.de bunun bir istisnası vardır. Mîrasçı mîras hissesini başkalarına geçirmişse bu hisse ancak mîrasın taksiminden sonra o şahsa geçebilir. O kişi mîrasçı sıfatını kazanamaz, mîrasçılık sıfatından doğan dâvâları alamaz.
Mûrisin malları vârisçileri arasında paylaştırılmadan önce hepsi ortak kullanır. Mülkiyet ve zilyetlik hakları, kullanma, faydalanma hakkı vardır. Bu hak ve yetkilerini karşılıklı olarak anlaşmak sûretiyle kullananlar arasında ihtilâf çıkarsa mîrasçılardan biri mîrasın taksimini talep edebilir.
Mîras henüz taksim edilmemiş durumdayken mîras ortaklığına âit dâvâlar bütün mîrasçılar tarafından açılabilir. Açılan dâvâya mîrasçılardan herbiri şahsen veya temsilcileri vâsıtasıyla katılırlar. Mîrasçılardan biri tarafından açılan dâvâya, diğer mîrasçıların sonradan katılmaları veya muvâfakatlarını bildirmeleri de mümkündür. Mîras ortaklığına tâyin olunan bir temsilcinin vasiyeti tenfiz memurunun veya M.K. 533 ve 572’de belirtilen mîrasına resmen idâresinin lâzım geldiği hallerde, dâvâ, mîras ortaklığı adına bunlardan biri tarafından açılabilir.
Mîras bırakanın alacakları da mîrasçılarına geçer. Bu alacakların tahsili, için de ancak bütün mîrasçılar birlikte dâvâ açabilir. Bir veya birkaç mîrasçının açacağı dâvâ hüküm ifâde etmez. Fakat yapılması gereken ve süreye bağlı işlerde mîrasçılardan birinin dâvâ açması da mümkündür. Ayrıca her mîrasçı mîrasın durumunu öğrenmek için “Tespit Dâvâsı” da açabilir.
Mîrasçılar, ittifakla verecekleri bir kararla mîrasın idâresini bir temsilciye bırakabilirler. Mîrasçılar bu konuda anlaşamazlarsa, mîras bırakanın (müteveffa) son ikâmetgâhı olan yerdeki Sulh Mahkemesi bir temsilci tâyin eder. Fakat mahkemenin bir temsilci seçebilmesi için mîrasçılardan en az birinin bunu talep etmesi gerekir (M.K. md. 581).
Mîrasçıların mesûliyeti: Mîrasçılar, mîras bırakanın bütün borçlarından da mesûldür. Mîrasın tamâmı alacak ve borçlarıyla birlikte bir bütün olarak mîraçsılara intikâl eder. İslâm Hukûkunda, Fransız Medenî Kânununda, Roma Hukûkunda mîrasçı ancak terekeden kendi hissesine düşen mal nispetinde mesul tutulur. Mûrisin borçları tereke mevcudundan fazla olduğu takdirde, borçların terekeyi aşan kısmı sâkıt olur (düşer). Bugünkü Türk Medenî Kânununda ve İsviçre Medenî Kânununda, mûrisin (mîras bırakanın) borçlarından dolayı mîrasçıların müteselsil ve şahsî mesûliyetleri vardır. Mîras bırakanın bütün borçlarından mîrasçıların hepsi teker teker sorumludur. Mîras kalan mal bu borçları ödemeye yetmezse her mîrasçı kendi şahsî gelirinden bu borçları ödemek zorundadır. Alacaklı, alacak hakkını isterse mîrasçıların hepsinden, isterse bir kısmını birinden bir kısmını diğerinden, isterse tamâmını bir tek mîrasçıdan talep edebilir. M.K. md. 616 gereğince mîrasçıların bu şekildeki müteselsil mesûliyetleri mîrasın taksiminden îtibâren 5 yıl sonra düşer. Beş yıllık sürenin geçmesinden sonra mîras bırakanın borçlarından dolayı, mîrasçılar ancak mîras hisselerine düşen borçlardan mesûl olurlar.
Mîrasın taksimi: Mîrasçılar arasındaki iştirak hâlindeki hak sâhipliği münâsebeti (mîras ortaklığı) taksimle sona erer. Her mîrasçı, her zaman mîrasın taksimini, talep edebilir (M.K. md. 583). Mîrasçılardan birisi, mîras ortaklığı devam ederken ölmüşse, ölen mîrasçının mîrasçıları onun yerine mîrasın taksimini talep edebilirler (M.K. md. 583). Mîrasçıların mîrasın taksimini istemeleri belli bir süreyle sınırlı değildir; her zaman mümkündür. Taksim dâvâsı, bütün tereke mallarına şâmil olmalıdır; kısmî taksim dâvâsı açılamaz. Taksim dâvâsına diğer mîrasçılar muhâlefet etseler bile, taksimi önleyemezler. Bir mîrasçının taksim talebine, diğer bütün mîrasçılar muhalefet etmekte iseler, bu takdirde mîrasçılar taksim isteyenin hissesini kendisine vermek veya ödemek sûretiyle mîras ortaklığını aralarında devam ettirebilirler.
Prensip olarak mîrasçılar kendi aralarında anlaşarak mîrası istedikleri gibi paylaşabilirler. Fakat bunun için mîrasçıların bu konuda ittifak etmeleri şarttır. Birisi, muhâlefet ederse karar alınamaz. Bu takdirde, mîrasçılardan birinin talebi üzerine, mîrasın taksimi, selâhiyetli merci tarafından yapılmak icap eder.
Müteveffa ölüme bağlı tasarrufu ile bizzat tâyin etmiş olabilir. Fakat mûris bu çeşit tasarrufları ile mîrasçıların mahfuz hisse haklarını ihlâl edemez. Yâni kânunun mîrasçılara verdiği hisseleri kaldıramaz.
Mîrasçılar arasında anlaşamazlarsa, herbir mîrasçının yetkili merci olan müteveffanın son ikâmetgâhı olan yerdeki Sulh Mahkemesine mürâcaat ederek taksimin yapılmasını talep etme hakkı vardır.
Medenî Kânun, mîrasçılar arasında taksimde “eşitlik” prensibini kabul etmiştir. Bunun anlamı, bütün mirasçıların aynı hukûk kurallarına tâbi olmasıdır. Mîras hisselerinin büyüklüğü veya küçüklüğü kânun hükümlerine veya müteveffanın (mîras bırakanın) vasiyetine göre tespit edilir; bu bakımdan eşitlik zûrurî değildir.
Mîrasın taksimi tarzı: Mîrasın taksim edilebilmesi için, evvelâ tereke (malların) tam bir tespitini yapmak gerekmektedir. Müteveffadan mîrasçılarına intikâl eden malları ve borçları kesin olarak tâyin ve tespit etmek gerekir. Bunun içine müteveffanın mîrasçılarından olan alacakları ve bunlara olan borçları da girer. Buna karşılık, mîras bırakanın vasiyetnâmeyle yaptığı muayyen mal vasiyetleri, vakıflar tereke mamalekinden (mallarından) çıkarılırlar ve mîrasın taksimine dâhil olmazlar.
Mîras taksimine katılan ne kadar mîrasçı varsa o kadar hisse teşkil olunur (M.K. md. 590). Meselâ, mûrisin (mîrası bırakanın) üç çocuğu ve kendisinden önce ölen dördüncü bir oğlundan da üç torunu varsa, burada evvelâ dört hisse teşkili ve ikinci olarak da dördüncü hissenin üç hisseye bölünmesi îcab eder.
Diğer bir misâl: Mîrasçı olarak sağ kalan eş ve mîras bırakanın kendisinden önce ölmüş oğlundan üç torunu varsa, burada evvelâ iki hisse teşkil olunur ve bunu müteâkip fürûa âit hissenin üçe taksimi îcab eder. Buna karşılık, mîrasçılar sağ kalan eş ve mîras bırakanın üç çocuğundan ibâretse, bu takdirde, dört mîrasçı bulunduğundan, dört mîras hissesi teşkili gerekir.
Mîrasçıların mîras haklarının eşit büyüklükte olmaması hâlinde, mîras hisseleri farklı büyüklükte olacaktır. Meselâ, nesebi sahih çocukların yanında, nesebi sahih olmayan bir çocuğun mîrasçı olması veya yarım kan kardeşlerin tam kan kardeşlerle birlikte mîrasçı olmaları hâlinde çeşitli büyüklükte mîras hisseleri teşkili îcab eder.
Mîrasın taksimi, mümkün olduğu derecede aynen taksim yoluyla yâni mal olarak taksim edilmelidir. Bu mümkün değilse paraya çevrilerek taksimi yoluna gidilir.
M.K. md. 592’ye göre, mîrasçılardan birisinin îtirâzı üzerine, âile evrakı ve hâtıra teşkil eden eşyâ satılamaz. Meselâ mîras bırakanın mektupları, âile şeceresine âit resimler, portreler, heykeller , madalya ve takdirnâmeler, diplomalar satılmaz. Bunların mîrasçılardan birine tashihi gerekir.
Mîras bırakanın sağlığında mîrasçılardan birine veya birkaçına bırakmış olduğu mallar ve paralar diğer mîrasçılar tarafından talep edilir. Fakat mîras bırakan o mîrasçıya bıraktığı malların terekeye dâhil olmadığını belirtmişse o mallar geri alınmaz. Meselâ, mîras bırakan mîrasçılarından birine doğum günü, evliliği, imtihanda muvaffakiyet vs. gibi sebeplerle bâzı şeyler hediye etmişse bunlar geri alınmaz.
Mîrasçılar daha mîras bırakanın sağlığında, beklenen mîras hakkını aynı mûrisin diğer bir mîrasçısına veya mîrasçı olmayan bir başka kişiye temlik edebilir (M.K. md. 613).
Mîrasçılar arasında cenin varsa, mîrasın taksimi doğmasına bırakılır (M.K. md. 584). Mîras bırakanın sağ kalan eşi (karı veya koca) diğer mîrasçılarla birlikte mîrasçı olduğunda, dilerse terekenin yarısını intifa hakkını (faydalanma hakkı) veya dilerse dörtte birinin mülkiyetini alır (M.K. md. 444). Karı veya koca, intifa hakkı yerine ona eş değerde olmak üzere her sene verilecek bir gelire bağlanmayı da isteyebilir (md. 445).
Mîrasçının evlât edindiği kişi ve onun çocukları, evlât edinenin ölümü hâlinde onun mîrasçısı olur. Fakat evlât edinen evlâtlığın mîrasçısı olamaz (md. 447).
Mîras bırakanın hiçbir mîrasçısı yoksa mallar devlete (Hazineye) geçer (md. 448).
İslâm Hukûkunda, mîrasın taksimini (verâset) gösteren, vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını bildiren ilme “Ferâiz İlmi” denir. (Bkz. Ferâiz)
Alm. Tuberkulose (f), Fr. Tuberculose (f), İng. Tuberculosis. En çok akciğerlerde yerleşen, had ve müzmin şekilleri olan özel mikroorganizmalar tarafından husûle getirilen çok eskiden beri bilinen bir enfeksiyon hastalığı. Tıp târihi bu hastalığın binlerce seneden beri var olduğunu göstermektedir. Eski Mısır mumyalarında omurga tüberkülozunun izlerine rastlanmıştır. Tüberküloz terimi ilk olarak 1834 senesinde kullanılmağa başlandı. Tüberkülozun âmili 1882’de Robert Koch tarafından keşfedilmiş ve “Koch Basili” olarak adlandırılmıştır. Yıllar geçtikçe, tüberkülozun bilinmeyen yönleri gün ışığına çıkmış, teşhis ve tedâvisi konusunda büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.
Tüberküloz basili, mikroorganizmaların mikobakteriler sınıfındandır. Mikobakteriler; hareketsiz, sporsuz, asit ve alkalilere dayanıklı ve oksijen seven bakterilerdir. Mikobakteriler grubunda zararsız olan birçok mikroorganizma da vardır. İnsan tüberkülozu; mikobakterilerin insan tipi, sığır tipi ve nâdiren de kuş tipiyle meydana gelir. Bir de atipik mikobakterilerle meydana gelen tüberküloz vardır ki, bu tüberküloz tipi, tedâviye dirençli olması ve bâzan öldürücü olması sebebiyle ehemmiyet arzetmektedir. Tüberküloz basili ortalama 1-4 mikron uzunluğundadır. Patatesli, yumurtalı, gliserinli katı ortamlarda yaklaşık olarak 4-6 haftada üreme gösterir.
Tüberküloz basili hasta organizmada hastalığın yerleştiği organın salgı materyali içinde bulunur. Akciğer tüberkülozunda balgamla, böbrek tüberkülozunda idrarla, barsak tüberkülozunda dışkı ile, kemik veya lenf bezi tüberkülozunda cerahatle dışarı atılır. İnfeksiyon, bu salgı maddeleriyle herhangi bir şekilde temas etmek sûretiyle bulaşır. İnsanda tüberkülozun en mühim bulaşma yolu, solunum yoludur. Bu yolla hastalık, ya hastanın öksürük, aksırık ve salyası ile bulaşmış havada basili taşıyan gözle görülmeyen çok küçük damlacıkların solunması veya kurumuş ve toz hâline gelmiş basilli balgamın karıştığı havanın solunması yoluyla meydana gelir. Ayrıca basilli materyel doğrudan ağız ve boğaz yoluyla da vücûda girebilir. Sığır tipi tüberküloz enfeksiyonunda başlıca kaynak inekler ve bunların sütüdür. Yurdumuzda süt ve süt mâmülleri genellikle kaynatılarak hazırlandığı için bu yolla bulaşma daha az önemlidir.
Tüberkülozun insanda en çok yerleştiği organlar akciğerler, komşu lenf düğümleri, plevra (akciğer zarı) bronşlar ve gırtlaktır. Buna karşılık kalp kası, iskelet kasları, mîde pankreas, trioit, erbezleri, yumurtalıklar ve hipofiz bezi tüberküloza en dirençli organlardır.
Akciğer tüberkülozunda, akciğerlerde yer alan kaviteler, hem iyileşmelerin güçlüğünden, hem de hastaların çevrelerine hastalığı yaymalarına sebep olduklarından dolayı büyük önem taşırlar. Kaviteler tek veya çok sayıda olup, büyüklükleri 2 ilâ 10 cm arasında değişir. Biçimleri yuvarlak, oval, düzensiz olabilir. Kavitenin içinde havadan başka cerahat, salgı ve bol miktarda tüberküloz basili bulunur. Kavite şâyet bronşlara açılıyorsa bu durum, hem hasta için, hem de hastanın çevresi için büyük tehlike doğurur.
Tüberküloz, primer (birincil, ilk) ve reinfeksiyon (tekrarlamış) tipi tüberküloz olmak üzere ikiye ayrılır.
Primer tüberküloz, daha önce tüberküloza hiç yakalanmamış olan vücutta, ilk basil alımını tâkiben tüberküloz husûlüne verilen addır. Reinfeksiyon tüberkülozu ise daha önce tüberküloz basiliyle temas etmiş ve primer enfeksiyonu geçirmiş ve organizmada bunun üzerinden az veya çok bir zaman geçtikten sonra yerleşen tüberkülozdur. Tüberküloz basili; deri, göz, ağız, solunum sistemi, mîde, barsak kanalından girebilirse de, primer enfeksiyon, büyük bir oranda solunum yoluyla husûle gelir ve akciğerlerde genellikle üst loblara yakın yerleşir ve böylece primer kompleks meydana gelir. Primer kompleks genel olarak zararsız bir lezyondur ve çoğunlukla hiçbir belirti vermeden iyileşir. Bâzan iyileşirken kireçli bir iz bırakır. Primer kompleks nâdiren ilerleyici bir gidiş gösterir ve bir primer tüberküloz durumu ortaya çıkar.
Primer kompleksin iyileşmesinden sonra organizmanın tüberküloz basiline karşı reaksiyonları değişmiş ve tüberküloz allerjisi gelişmiştir. Tüberkülozda allerji organizmada canlı tüberküloz basilleri taşıyan özel tüberküloz dokusunun bulunuşu ile meydana çıkmış özel bir reaksiyon şeklidir. Reinfeksiyon tüberkülozu: Primer enfeksiyonu geçirmiş ve tüberküloz allerjisi husûle gelmiş olan bir vücutta, aylar veya seneler süren gizli bir dönemden sonra başgösteren tüberkülozdur. Bu tüberküloz, ya dışardan yeniden tüberküloz basili alınmasıyla veya eskiden mevcut olan tüberküloz odaklarının alevlenmesiyle meydana gelmektedir.
Akciğer tüberkülozunun akciğer içine ve vücûda yayılımı, kan yoluyla, bronşlar yoluyla, lenf damarları yoluyla ve doğrudan komşuluk yoluyla olabilmektedir. Tüberkülozun yaygınlaşmış hâline miliar tüberküloz denir ki, bu durum ağır ve ciddî bir hâldir.
Tüberkülozda diğer enfeksiyonlarda olduğu gibi bir bağışıklık bulunmaz. Tüberküloz bağışıklığı kısmî ve özel bağışıklıktır; tam bir direnç değildir. Tüberkülozda, basillerin vücûda ilk girişiyle sonraki girişi arasındaki olaylar birbirinden farklıdır. İnsanda ilk enfeksiyon genellikle hiç belirti vermeden iyileşebilen küçük bir lezyon olarak kalır. Tüberkülozda allerji teşekkülünü, bir başka deyimle ilk bulaşmanın koruyucu etkisini gösteren klinik müşâhadeler, verem aşısı fikrini doğurmuş ve böylece BCG aşısı geliştirilmiştir. Kitle hâlinde aşılanmalarla, tüberkülozdan ölüm oranları oldukça azalmıştır. Aşı, deri testiyle şahsın, daha önce enfeksiyona mâruz kalmadığı tespit edildikten sonra, sol omuz bölgesi deri içine yapılmaktadır. Bugün 0-5 yaş arası grupta, kitle hâlindeki aşılamalarda, deri testi yapılmadan BCG uygulanmaktadır. Bu usûlde deri testi müspet olanlarda bile aşı tatbikinin hiçbir tehlikesi yoktur.
Akciğer tüberkülozunun belirtileri ve seyri: Vak’aların pekçoğunda silik belirtilerle sinsice başlar. Bu yüzden çok ilerlemiş hâle gelinceye kadar gizli kalan pekçok vak’a vardır. Bu sebeple verem taramalarında hiç klinik belirti göstermeyen birçok vak’anın tespiti mümkün olmaktadır. Ateş, veremin en sık görülen belirtilerindendir. Genellikle akşama doğru yükselen hafif bir ateş vardır. Bu ateş bâzan haftalar ve hattâ aylarca devam eder. Yorgunluk ve hâlsizlik, erken belirtilerin başında gelir. Kilo kaybı umûmiyetle yavaş ilerler, fakat bâzan çok belirgin olabilir. İştahsızlık ve hazımsızlık vardır. Gece terlemeleri daha ziyâde ilerlemiş vak’alarda rastlanan bir belirtidir.
Kadınlarda âdet bozuklukları da sık görülür. Bu sayılan belirtiler genellikle sinsi başlar ve gelişir. Fakat bazan belirtiler âni olarak gelişir ki, bu durum da bir soğuk algınlığı veya gribi andırır.
Öksürük ve balgam çıkarma, en çok görülen belirtilerdendir. Hastalık ilerledikçe öksürük şiddetlenir, balgam miktarı artar. Kanlı balgam da önemli belirtilerden biridir. Balgamdaki kanın miktarı ve niteliği çok değişiktir. Balgamda çizgiler hâlinde görülen kan bulaşımından, büyük ve öldürücü kanamalara kadar değişebilir.
Veremli hastalarda bir belirti de hışırtılı solunumdur. Önemli bir belirti de yan ağrısıdır. Yan ağrısı özellikle tüberküloza bağlı olarak ortaya çıkan zâtülcenpte görülmektedir.
Tüberkülozda teşhis metodları:
1. Hastanın teferruatlı olarak hikâyesi alınmalı, yukarda anlatılan bilgilerin doğrultusunda, gerekli bütün suâller sorulmalıdır.
2. Klinik muâyene bulgularının mevcûdiyeti teşhisi destekler, normal oluşu tüberküloz ihtimâlini reddettirmez.
3. Radyolojik muâyene bulguları: En mühim teşhis metodlarından biridir. Klinikte hiçbir belirti vermeyen bir çok lezyonlar röntgenle tespit edilebilmektedir. Gerek klasik röntgen cihazlarıyla gerekse Bilgisayarlarla olan Tomografi cihazlarıyla Akciğer dokusunun bütün derinliklerindeki lezyonlar tespit edilebilir.
4. Tüberküloz deri testleri: Tüberkülinle yapılan deri testleri çok mühim ve özel bir teşhis değeri taşır. Müspet bir tüberkülin deri testi, dâima vücutta canlı tüberküloz basillerinin mevcûdiyetini gösterir. Test yapılırken old tüberkülin veya P.P. D (Saflaştırılmış tüberkülin proteini) kullanılmaktadır. Tüberkülin deri içine belirli miktarda verilecek olursa 72 saat sonra meydana gelen sertlik ölçülmektedir. Testin müspet olması, sâdece vücutta tüberküloz basilinin mevcudiyetini gösterir; tüberküloz hastalığını ispat etmez. Enfeksiyon almış ve allerjize olmuş bir kimsede ömür boyu, deri testi müspet bulunur. Kitle taramalarında deri testi müspet olanlar radyolojik tetkike tâbi tutulurlar.
5. Tüberkülozun kesin teşhisi hiç şüphesiz Koch basilinin mikroskobik olarak bulunmasıyla konulur. Diğer teşhis metodlarıyla ne kadar kuvvetli olursa olsun ihtimâlî teşhis konulur.
Mutlak teşhis, ancak (hastalığın yerine göre) balgam da, idrarda, lenf düğümünde vs. Koch basilinin görülmesiyle konulabilir. Bunun için ya ilgili materyel direkt olarak veya özel vasatlarda üretilerek veya kobaya zerkedilerek basil aranır.
Akciğer dışı tüberkülozlar: 1) Gırtlak Tüberkülozu: Ses kısıklığı, ağrı ve yutma güçlüğü vardır. 2) Soluk borusu ve yutak tüberkülozu; oldukça nâdirdir. 3) Plevra (akciğer zarı) tüberkülozu. 4) Periton (karın zarı) tüberkülozu: Karında su toplanır, ateş, belirsiz ağrılar ve bazan da barsak tıkanıklığı belirtileriyle kendini gösterir. 5) Perikard (kalp zarı) tüberkülozu. 6) Lenf bezlerinin tüberkülozu: Tedâviye oldukça inatçı olup, uzun yıllar etkisiz gibi görülmesine rağmen sıklıkla nükseder. Bu sebeple tedâviye en az 2,5-3 sene devam edilmeli ve hasta lenf bezleri çok büyük ve yumuşaksa cerrâhî olarak çıkarılmalıdır. 7) Mîde-barsak kanalına âit tüberküloz: Akciğer tüberkülozunda balgamın sık ve çok miktarda yutulması ile meydana gelir. Barsaklarda yer yer ülserler vardır. 8) Böbrek ve idrar yolları tüberkülozu: İdrarda kanama olur. 9) Genital tüberküloz. 10) Kemik tüberkülozu. 11) Deri tüberkülozu.
Görüldüğü gibi, tüberküloz, vücutta akciğerlerden başka birçok organda görülebilmektedir.
Tedâvi: Bir tüberküloz hastasının başarıyla tedâvisi için lüzumlu bilgilere sâhip olmak yanında, her şahsın özel problemleriyle ilgilenmek ve bunları değerlendirmek de şarttır. Hastalık, fakir, yaşama şartları kötü ve eğitimi yetersiz ortamlarda artış gösterir. Hastalanma temâyülünü artıran sebepler arasında; ergenlik çağı, gebelik, kötü beslenme, kontrolsüz şeker hastalığı, steroid tedâvisi, bağışıklık sistemini baskılayan ilâçlarla tedâvi ve meslek hastalıkları sayılabilir.
Tedâvide mühim prensip, hastalara sağlıklarını kazandırmanın yanısıra, skellerin husûlünü önlemek veya en aşağı seviyeye indirmektir.
Birçok hastalıktan farklı olmak üzere tüberkülozda en az bir, birbuçuk sene gibi uzun bir süre devam eden sabırlı bir ilâç tedâvisi gereklidir. Ayrıca, dâimâ birden fazla ilâcın birarada kullanılması da zarûrîdir. Hastalığın aktif döneminde, hastanın bir müddet hastânede yatırılmasında fayda vardır, sanatoryumlar daha uygundur.
Streptomisinin keşfedilmesiyle, tüberküloz tedâvisinde büyük bir çığır açılmıştır. Sonradan birçok ilâç daha keşfedilmiştir. Streptomisinden başka ençok kullanılan ilâçlar, isoniazid, etambutol, rifampisindir. Bu ilâçların bâzı istenmeyen tesirleri de vardır. Tedâvinin tam bir disiplin içinde ve doktor kontrolünde yürütülmesi şarttır. Düzensiz ilâç kullanımı, tüberküloz basillerinde ilâçlara karşı direnç meydana getirmektedir.
Tüberkülin deri testi müspet olan 5 yaşından küçük çocuklarda enfeksiyonun hastalık hâline dönüşmesini önlemek için 5-6 ay kadar koruyucu olarak isoniasid verilmesi, ayrıca aktif ve basil çıkaran bir âilede hastayı tecrit imkânı yoksa, âile fertlerini koruyucu olarak isoniasid tedâvisine almak faydalıdır. Tüberkülozda cerrâhî tedâvi bugün önemini kaybetmiştir.
Tüberkülozdan korunmada önemli bir husus, yeni doğan bütün çocukların hayâtın ilk ayı içinde aşılanmasıdır. Ayrıca beslenme şartlarının düzeltilmesi, temizliğe ve hijyenik kâidelere riâyet, halkın sağlık eğitimine tâbî tutulması ve belirli zamanlarda yapılan kitle taramaları ile tüberkülozdan korunmak mümkündür.
Alm. Steuer, Fr. Impot, İng. Tax. Devletin veya devletten aldığı yetkiye dayanan kamu tüzel kişilerinin, geniş anlamdaki faaliyetlerinin gerektirdiği harcamaları karşılamak ve amme hizmetlerinin gereklerini yerine getirmek gâyesiyle, ekonomik birimlerden (bunlar gerçek veya tüzel kişiler olabilir) kânunda öngörülen esaslara uymak kaydıyla ve hukûkî zorlama altında özel bir karşılık vaadi olmaksızın geri vermemek üzere aldıkları para tutarları. Günümüzün şartlarına uygun olmak maksadıyla yapılan bu târifin târih boyunca vergi kavramının geçirdiği çeşitli değişmeleri kavramadığı açıktır.
Türk vergi mevzuatında ve özellikle VergiUsul Kânunu’nda, verginin târifi yapılmamıştır. Ancak 1982 Anayasası’nın 73. maddesinde Vergi Ödevi başlığı altında şöyle bir ifâde mevcuttur: “Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere, mâli gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi, resim, harç ve benzeri mâlî yükümlülükler kânunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” Anayasanın bu târifine göre:
1. Verginin gâyesi kamu giderlerini karşılamaktır.
2. Verginin miktarı ödeyenin mâli gücüyle orantılı olacaktır.
3. Kânunla alınacaktır.
Vergi, çağdaş devlet gelirlerinin en önemlisidir. Kaynağı millî gelir ve servettir. Özelliklerinin başında cebrî ve karşılıksız oluşu gelmektedir. Vergi bir kamu tüzel kişisi olan devletin egemenlik hakkı dolayısıyla tek taraflı irâdeyle ihdas edilmiş bir mükellefiyettir. Devlet açısından bir alacak olan bu yükümlülük, yükümlü açısından bir kamu borcudur. Kapitalist ve karma ekonomi düzenindeki ülkelerin devlet gelirlerinin % 70-90 arasındaki bir kısmını vergi gelirleri teşkil etmektedir.
Vergi gelirlerinin toplam devlet gelirleri içindeki payı ülkelerin iktisâdî seviyelerine göre değişmektedir. Gelişmiş ekonomilerde devlet gelirlerinin % 90’ı hattâ daha fazlası vergi yoluyla elde olunmaktadır. Gelişmekte olan ekonomilerdeyse bu nispet % 70 civârındadır. Vergi gelirlerinin toplam gelirler içindeki payını etkileyen diğer bir faktör de gelirin elde edildiği dönemin şartlarıdır. Olağan dönemlerde vergi gelirlerinin payı genellikle yukarıda açıklandığı şekildedir. Olağanüstü dönemlerde ise borçlanma yoluyla gelir elde etmek yöntemine daha çok başvurulduğu için vergi gelirlerinin toplam gelirler içindeki payı nisbî olarak azalmaktadır. Sosyalist ekonomilerdeyse durum farklıdır. Bu ekonomilerde temel finansman aracı merkezî plânlama otoritesi tarafından belirlenen fiyattır; vergi tamamlayıcı nitelikte bir fonksiyon îfâ etmektedir. Bu sebeple sosyalist ekonomilerde vergi gelirlerinin payı piyasa ekonomisindeki ülkelere oranla daha düşüktür.
Cumhûriyet dönemi îtibâriyle vergi sistemimize bakıldığında (1925-1950) zaman diliminde kayda değer en önemli olay olarak âşarın kaldırılması görülür. Âşar 1925’te tamâmen ilga edildi. 1926 yılında ihdas edilen ve 1914 târihli Temettü Vergisi’nin yerini alan Kazanç Vergisiyle Umûmî İstihlâk Vergisi’dir. Bu ikincisi Husûsî İstihlâk ve Eğlence Vergisiyle tamamlanmıştır. Lozan Antlaşması hükümlerine paralel olarak 1927’den îtibâren hâmi karakterde (koruyucu) bir gümrük târifesi de kabul edilmiştir. Kendi içinde tutarlı ve modern bir vergi sisteminin kurulması yönündeki çabalar 1925-1950 döneminde başarıya ulaştırılmamıştır. Bu dönemde vergi sisteminin geliştirilmesi bir yana, bâzı dış siyâsî ve ekonomik olaylar tarafından engellenmesi söz konusu olmuştur. Bu olayların en önemlileri 1929 Dünyâ Ekonomik Buhranı ile İkinci Dünyâ Savaşıdır. 1929 krizinin ortaya çıkardığı güçlükleri gidermek için 1931’de yürürlüğe konan Buhran Vergisi, krizin 1933’te sona ermiş olmasına rağmen 1950 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
1950 yılı Türk vergiliciğinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü, Yasama Organı’nda 1949 yılında kabul edilen Gelir Vergisi, Esnaf Vergisi, Kurumlar Vergisi ve Vergi Usul Kânunu’ndan oluşan mâlî reform kânunları manzumesi 1950 yılında yürürlüğe girmiştir. 1953 yılında Tahsili Emvâl Kânunu’nun yerini alan Amme Alacaklarının Tahsili Kânunu’nu da bu kategoride mütâlaa etmek gerekir. 1950-1960 döneminin büyük reformları 1956 yılında kabul edilip, 1957 yılında uygulanmasına başlanılan Gider Vergileriyle tamamlanmıştır.
1960’tan sonraki dönemde Türk Vergi Sistemi’nin yeniden düzenlenmesi husûsunda yoğun çalışmalara girişilmiş ve bunların sonucu olarak modern fiskalitenin gereklerine uygun olumlu bâzı adımlar atılabilmiştir. 1960 sonrasının vergi sistemini düzeltmek konusundaki ilk girişimi, sözü geçen yılın sonunda Gelir Vergisi Kânunu ile Vergi Usul Kânunu’nun yeniden yazılmasıyla başlanmıştır (193 ve 213 sayılı Kânunlar). Evvelce politik sebeplerle vergi dışında bırakılan tarım kesimi Gelir Vergisi kadrosu içinde vergilendirilmeye başlanmış; vergi kaçakçılığını önlemek gâyesiyle bir güvenlik tedbiri olarak “servet beyanı” müessesesi ihdas edildiği gibi 1950 yılında 5421 sayılı Gelir Vergisi Kânunu ile vergi sistemine ithal edilmiş bulunan “ortalama kâr hadleri” ve “gider esâsı” müesseseleri de esaslı bir şekilde tâdil edilmiştir.
1960’tan sonra vergi Reform Komisyonu’nun da katkılarıyla gerçekleştirilen reform hareketleri sonunda vergi sistemine kazandırılan yeni müesseseleri şöyle sıralamak mümkündür: Yatırım indirimi, değer fazlası istisnası, yeniden değerleme azalan bakiyeler üzerinden hesaplanan (degressif) amortisman usûlü, zarar nakli, vergi uzlaşması.
12 Eylül 1980 târihinde işbaşına gelen yönetim, iktisâdî politika yönünden 24 Ocak Kararlarını benimsediğini ve bunun uygulanmasına devam edileceğini açıkça belirtmiştir. Nitekim, iktisâdî alandaki ilk hareket, vergi kânunlarında yapılması artık kaçınılmaz hâle gelen fakat politik sebeplerle münfesih parlamento tarafından bir türlü ele alınamayan değişikliklerin gerçekleştirilmesi olmuştur. Yalnız yapılan değişiklikler vergi sistemi yönünden bir reform değildi. Tamâmen pragmatik bir yaklaşımın gereği yapılması mecburî hâle gelen ve ayrıca benimsenen iktisat politikasının gereklerine uygun bir vergi düzenlemesini uygulamaya koymak idi.
12 Eylül 1980 sonrasında vergi kânunlarında yapılan değişikliklerle ulaşılmak istenilen başlıca gâyeler şunlardı: 1) Vergi yükünün dağılışı çok adâletsiz hâle gelmişti ve bunu düzeltmek gerekiyordu. 2) Piyasa ekonomisi iktisat politikasının esâsını meydana getireceğine göre vergi kânunlarında tasarrufu arttırıcı ve bunları yatırımlara yöneltici tedbirlere yer verilmesi öngörülüyordu. 3) Döviz darboğazını aşabilmek için vergi kânunlarında mal ve hizmet ihracını teşvik edici düzenlemeler yapılması gâye alınıyordu. 4) Enflâsyonla mücâdelede vergi politikasından da yararlanılmasına ve vergi kânunlarında vergi hâsılatını arttıracak düzeltmeler yapılmasına özen gösteriliyordu. Vergi yükünün dağılışındaki adâletsizlikler özellikle Gelir Vergisi târifesindeki bozulmadan kaynaklanıyordu. Sözü geçen târife son olarak 1963 yılında düzenlenmiş, daha doğrusu düzeltilmişti. Aradan geçen süre içinde enflâsyon oldukça hızlı bir trend göstermiş fakat târifeye hiç dokunulmamıştı. Sonuçta temel niteliklerinden biri artan oranlılık olarak tanımlanan Gelir Vergisi fiilen düz oranlı hâle gelen târife ıslah edildi. 12 Eylül 1980 sonrasında getirilen bir diğer önemli yenilik “vergi alacağı” sisteminin getirilmiş olmasıdır. 1981-82’de peşin vergi uygulamasına geçildi. 1983’te hayat standardı temeline dayalı asgarî bir vergi ödeme zorunluluğu getirildi. Bu şekildeki ödeme 1986’ya kadar sürdü. 1986-88 arası bir başka peşin vergi ödeme sistemi olan “dâhilî tevkifat” sistemi uygulandı. 1989’dan sonra aynı vergi politikası “geçici vergi” adıyla devam ettirildi. Ayrıca 1985 yılı başında yürürlüğe konulan Katma Değer Vergisi gerçek bir vergi reformu niteliğindedir. Aynı dönemde KDV toplayan ücretlilere vergi iâdesi verilmeye başlandı. Bu arada yazar kasa uygulamasının başlatılması vergi toplanmasının tabana yayılmasına katkıda bulundu.
BAŞLICA VERGİCİLİK KAVRAMLARI
Verginin konusu:
Verginin konusu (mevzuu), verginin üzerinden alındığı şeydir. En geniş anlamıyla vergi ne üzerinden alınıyorsa, o şey verginin konusudur. Esas olarak bireyler ve firmalar tarafından satın alınan, satılan, alınan veya verilen veya sâhip olunan her şey vergi konusu olabilir. Bu sebeple vergi konusu bâzan bir “olay”, bir “fiil (eylem)” veya bir muâmele (işlem) olabilir. Geçmişte bunların dışında insanın fizik varlığının da vergi konusu olduğu görülmüştür.
Her vergi kânununun başlangıç maddesi, verginin konusunu belirler. Vergi türlerini maddî ve terminolojisi yönünden birbirinden ayırdetmede kullanılan ölçü, söz konusu vergilerin konularıdır. Bir başka deyişle, vergiler adlarını konularından alırlar. Türk Vergi Mevzuatından bu duruma çeşitli örnekler verebiliriz. Gelir Vergisi’nin konusu, gerçek kişilerin bir takvim yılı içinden elde ettikleri kazanç ve iratların sâfi tutarıdır. Emlâk Vergisi’nin konusu, Türkiye sınırları içindeki gayrimenkullerdir.
Vergi matrahı:
Vergiciliğin temel kavramlarından birisi de vergi matrahıdır. Gerçekte matrah, dar anlamda verginin konusudur. Bununla birlikte bu ifâde matrahı tam olarak açıklamaz. Verginin hesaplanması için dayandığı temel, verginin matrahı olarak târif edilir. Bu durumda matrah, vergi konusunun, vergi borcunu hesaplamak maksadıyla indirgendiği, teknik, fizikî veya ekonomik bir miktardır. Matrahın bu târifi kantitatif bir kavram olduğunu ortaya koymaktadır. Verginin matrahı, teknik bir miktar, fizikî bir ölçü olduğu takdirde spesifik vergiler söz konusudur. Günümüzde sayısı giderek azalan spesifik vergilerde ağırlık, yüzölçümü, hacim, uzunluk, adet, alkol derecesi vb. gibi ölçüler matrah olmaktadır. Meselâ, Motorlu Kara Taşıtları Vergisinde verginin matrahı, motorlu taşıtın yaşı ve ağırlığına göre hesaplanmaktadır.
Vergi matrahı, ekonomik-para ile ilgili bir değer olarak ifâde edildiği zaman ad valorem vergiler söz konusudur. Bu durumda vergi, o mal veya hizmetin değeri üzerinden alınır. Gelirin belli bir oranı üzerinden alınan gelir vergisi, ad valorem vergilere bir örnektir.
Vergiyi doğuran olay:
Bir vergi borcundan söz edebilmek için vergiyi doğuran olayın meydana gelmesi gerekir. Bilindiği gibi verginin konusu birtakım şeyler, muâmeleler, olaylar olabilmektedir. Vergi, bu şey veya muâmeleler üzerinden alınmakla birlikte vergiyi ödeyen bireyler veya kurumlardır. İşte, verginin konusu ile bu birey veya kurumlar arasındaki ilişkiler vergi borcunu ortaya çıkarır. Söz konusu bu ilişkilere “vergiyi doğuran olay” denmektedir. Öyleyse vergi, borcu esas olarak vergiyi doğuran olayla ortaya çıkmaktadır. Vergiyi doğuran olay, maddî bir olay, somut bir durum veya hukûkî bir sözleşme olabilir. Bununla birlikte her vergi konusunda vergiyi doğuran olay açıkça belli edilmelidir. Emlâk Vergisi’nde vergiyi doğuran olay, hukûkî durumun tamamlanması, daha açıkçası mülkiyetin kazanılmasıdır.
Gelir Vergisi’nde gelirin elde edilmesi, vergiyi doğuran olaydır.
Veraset ve intikâl vergisinde, ölüm olayı vergiyi doğurucu bir olaydır.
Vergi mükellefiyeti:
Vergi mükellefiyeti (yükümlülüğü) bireyin, vergi konusunu, dolayısıyla vergiye bağlılığını ifâde eder. Vergi mükellefiyetinde bir yanda devlet, diğer yanda ise bireyler bulunmaktadır. Gerçekte vergi mükellefiyeti, vergi tâbiiyeti demektir.
Geniş anlamda vergi mükellefiyeti kavramına hem maddî vergi borcu hem de buna ek olarak şeklî ödev ve görevler dâhil olmaktadır. Her vergi, konusu bakımından bir objektif mükellefiyet, mükellef kıldığı kimseler bakımından da bir sübjektif mükellefiyet meydana getirir.
Vergi mükellefiyeti, hiçbir zaman mutlak değildir. Çeşitli ekonomik, sosyal ve diğer sebeplerle her vergi mükellefiyetine sınırlamalar getirebilir.
Mükellefiyetin sınırlandırılması:
Vergilemenin, vergi konusu veya vergi mükellefiyeti açısından sınırlanması istisna (ayrıcalık) ve muâfiyet (bağışıklık) kavramlarıyla ifâde edilir. İstisna veya muafiyet; bâzı konu veya kişilerin vergi dışı kalmasına yol açar. Buna göre:
Objektif vergi mükellefiyetini kaldırıcı kurallara istisnâ denir. Burada vergi konusunda bir sınırlama vardır.
Sübjektif vergi mükellefiyetini kaldırıcı kurallara ise muâfiyet denir. Burada ise belli kişiler veya kurumlar vergi dışı bırakılır.
İstisnâ ve muâfiyetler, süreli-süresiz; tam veya kısmî; mutlak yâhut şarta bağlı olabilir. Konut kirâlarının belirli bir kısmının gelir vergisi dışında bırakılması, istisnâya bir örnek meydana getirirken, sakatların gelirlerinin belirli bir kısmının vergi dışı bırakılması ise muâfiyete bir örnektir.
Mükellef (Yükümlü):
Vergi mükellefi (yükümlüsü), vergi yasalarına göre üzerine düşen vergi borcunu, ödemekle yükümlü olan gerçek veya tüzel kişidir. Mükellef kavramdır. Uygulamada ise değişik mükellef kavramlarıyla karşılaşılmaktadır.
Kendisine vergi yasaları gereğince maddî ve şeklî vergi borcu, düşen kimseye kânûnî mükellef denir.
Vergi sorumlusu, esâsında aracı (mutavassıt) bir ödeyiciden başka bir şey değildir. Kaynakta kesme (stopaj) yönteminde olduğu gibi, vergi borcu bâzan doğrudan doğruya asıl vergi mükellefi bulunan kimseden değil de mükellef adına ve hesabına yasal bir aracıdan taleb olunur. Söz gelişi, bir işverene bağlı olarak ücretle işgörenler, vergi mükellefidirler. Ne var ki bu iş görenlerin ücretlerinden yasada belirlenen oranlarda gelir vergisinin kesilip, vergi dâiresine ödenmesi görevi işverene yüklenmiştir. Burada işveren, “vergi sorumlusu” olmaktadır. Görüldüğü gibi vergi sorumlusu, kendi adına ve hesâbına bir ödemede bulunmayıp, başkalarından kestiği vergiyi vergi dâiresine yatırmaktadır. Vergiyi ödeyen kişiyle vergi yükünü taşıyan kişiler birbirinden farklı olabilir. Piyasa mekanizması aracılığıyla kânûnî mükellef, vergiyi başkalarına yansıtır. Verginin gerçek yükünü taşıyan kişilere “Vergi taşıyıcısı” denir. İşte, kendi adına ve hesâbına ödediği vergiyi, yansıma yoluyla başkalarına devreden kişi, aracı (mutavassıt) mükelleftir. Meselâ, ithâlâtçı, ithal ettiği malların üzerinden ödediği gümrük vergisini bu malı satarken, malın bedeline ekleyerek vergiyi başkalarına yansıtır. Dolayısıyla bu örnekte ithâlâtçı, aracı mükellef; malı alan kişi ise vergi taşıyıcıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, aracı (mutavassıt) mükellefle aracı(mutavassıt) ödeyicinin aynı kavram olmadığıdır.
Vergi oranı:
Verginin hesaplanabilmesi için gerekli ögelerden birisi de vergi oranıdır. Vergi oranını açıklarken, ad valorem vergilerle, spesifik vergilere ayrı ayrı değinmek gerekecektir.
Ad valorem vergilerde vergi miktarı, matrahın belirli bir yüzdesi olarak ifâde edildiği için, burada vergi oranları söz konusudur. Gelir Vergisinde, matrahın belli bir yüzdesi vergi olarak alınır.
Spesifik vergilerdeyse, vergi oranı yerine vergi miktarı, söz konusudur. Ağırlık, yüzölçümü, hacim gibi maddî ölçülere bir vergi miktarı uygulanır. Elektrik tüketiminde kilovat saat; inşaatta metrekare; kibritte 1000 çöp üzerinden belirli miktarda vergi alındığı zaman oran yerine miktar sözkonusu olmaktadır.
Verginin tarh, tebliğ, tahakkuk ve tahsili:
Tarh:
Tarh kelimesinin sözlük anlamı hesaplamadır. Verginin tarhı, vergi alacağının, vergi yasalarında gösterilen matrah ve oranlar üzerinde hesaplanmak sûretiyle, bu alacağı miktar bakımından tespit eden idârî bir işlemdir.
Tebliğ:
Tarh, esas îtibâriyle idârî bir işlem olduğuna göre, bundan mükellefi haberdar etmek gerekir. Buna “tebliğ” denir. Tebliğ vergilendirmeyi ilgilendiren ve hüküm ifâde eden özelliklerin yetkili makamlar tarafından mükellefe veya diğer ilgililere yazı ile bildirilmesidir.
Tahakkuk:
Verginin tahakkuku, tarh ve tebliğ edilen bir verginin ödenmesi gereken bir aşamaya gelmesidir. Verginin tahakkuku ile birlikte, mükellef açısından vergi borcunun, devlet açısından da vergi alacağının doğması mümkün olur.
Tahsil:
Verginin tahsili, vergi borcunun mükelleften talep edilerek alınmasını ifâde eder. Başka bir ifâdeyle verginin tahsili, yasaya uygun sûrette ödenmesidir. Gerçekte devlet açısından verginin tahsili, mükellef açısından da verginin ödenmesi söz konusudur. Tarh, tebliğ ve tahakkuk aşamalarından geçen bir verginin, tahsiliyle birlikte vergi borcu ortadan kalkar. Böylece vergilendirme işlemi de sona ermiş olur.