VATOZ BALIĞI (Raja clavata)
Alm. Nagelroche, Fr. Raie bouclée, İng. Thornback ray. Familyası: Öz kedi balığıgiller (Rajidae). Yaşadığı yerler: Avrupa kıyılarındaki sığ deniz sularında. Özellikleri: Yassı vücutlu bir balık. Kuma gömülür. Sırtı benekli ve çivilidir. Erkeği 70, dişisi 125 cm uzunluktadır. Çeşitleri: 180 kadar türü vardır. Vatoz, yıldızlı vatoz, gözlüklü vatoz, dev burunlu vatoz meşhurlarıdır.
Avrupa’nın sığ deniz kıyılarında yaşayan yassı vücutlu bir balık. Sırtı kahverengi, derisi ince ve kaygandır. Karın derisi beyazdır. Göğüs yüzgeçleri büyük ve vücûdun iki yanına bitişiktir. Kuyruğu az çok uzun olup, sırt yüzgeçleri birbirine yakındır. Sırtı lekeli ve çivilidir. Erkekler 70, dişiler 125 cm uzunluğu bulurlar. Kumluklara gömülür, gece avlanırlar. Küçük balıklar ve küçük kabuklularla beslenirler. Yumurtaları zarımsı bir kabukla kaplıdır ve zeminlere tutunmak için ipliksi uzantıları vardır. Ege, Marmara ve Boğazlarda rastlanan bir dip balığıdır. Eti pek lezzetli değildir. Bâzı balıkçılar, vatozların kuyruk ve kanatlarını kesip, vücûdunu dilimlere ayırarak kalkan eti diye satarlar.
Alm. Vaseline (f), Vaselin (n), Fr. Vaseline (f), İng. Vaseline. Ekseriya on beş ile yirmi karbonlu hidrokarbonlardan meydana gelmiş bir petrol türevi. Özellik bakımından birbirine benzeyen yarı katı haldeki birçok karışıma genel olarak vazelin denmektedir. Vazelin, soluk sarı, yarı şeffaf, hafifçe floresan, yarı katı, suda çözünmeyen alkolde çok az; eterde, kloroformda, benzende, karbon sülfürde, terebentin yağında çözünen bir maddedir. Erime noktası 38°C ile 54°C arasında değişir. 1876’dan beri bilinen vazelin en çok tıpta ve eczâcılıkta kullanılır. Pansumanda koruyucu olarak, merhem ve kozmetik ürünlerinde ise sıvağ olarak faydalanılır. Vazelin deri tarafından emilmez, fakat deriyi de tahriş etmez. Eskiden merhemlerin imâlinde domuz yağı kullanılırdı. Şimdiyse vazelin gibi çok mükemmel bir madde kullanılmaktadır. Çünkü vazelinde bozulma ve kokuşma gibi bir durum ortaya çıkmaz. Vazelin ayrıca çeşitli parlatıcılarda, yağlayıcı preslerde ve pas önleyicilerde de kullanılır.
Alm. Pest (f), Fr. Peste (f), İng. Plague, pestilence. Eskiden milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bulaşıcı bir hastalık. Kara ölüm, kıran, peste veya plague da denen vebânın etkeni Pasteurella Pestis’dir. Mikrop ilk defâ 1884’te Hong Kong’da tespit edilmiştir.
Genellikle kemiriciler arasında salgınlar yapar. İnsana, uygun çevre şartlarında, pirelerden geçer. İnsanlar arasında damlacık yoluyla da yayılabilir. Mikrop 1,5-2 mikron boyunda, 0,5-0,7 mikron eninde, gram negatif bir basildir. Hastalık M.Ö. 9 ve 10. yüzyıldan beri bilinmekte olup, zaman zaman salgınlar yaparak milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur (Bkz. Salgın). 1347’deki Avrupa salgınında 25.000.000 insan ölmüştür. Birçok memleketten on binlerce insanın öldüğü vebâ salgınları bildirilmiştir. İstanbul’da Justinien zamânında (565)’te çıkan vebâ salgınında günde 8-10.000 kişinin öldüğü târihî kayıtlara geçmiştir. Türkiye’de 1919’da 13 kişilik, 1947’de 32 kişilik iki vak’a rapor edilmiştir.
Bakterinin derideki giriş yerinde içi renksiz sıvı veya iltihap dolu kabarcıklar veya kanlı lekeler meydana gelir. Komşu lenf bezlerinde iltihaplanma ve hücre ölümünden sonra bakteri kana geçerek karaciğer, dalak ve kemik iliği de tutulur.
Vebâ aslında kemirci hayvanların bir hastalığıdır. Pire, vebâlı insanın kanını emerken mikropları alır. Basil pirenin yutağında çoğalır. Pire başka birisini ısırdığında önce hortumunu dolduran basilleri kusar ve bundan sonra kan emebilir. Pirenin dışkısıyla da bulaşma olabilir. Vebâ mikrobu ölü hayvanların üzerinde birgün canlı kalabilmektedir. Hasta bakımı çok önemli olup, günümüzde salgınların azalması ve tedâvide tesirli antibiyotiklerin kâfi doz ve sürede uygulanmasıdır.
Pirenin ısırmasından 2-5 gün sonra giriş yerinde bir kabarcık meydana gelir. Hastalık üç şekilde seyredebilir:
Lenf bezi vebâsında (hıyarcık, bubonik) ısırdıktan 1-2 gün sonra titremeyle ateş yükselir. Isırığın üst tarafındaki lenf bezleri şişer ve ağrılıdır. Lenf bezleri cerahatlanıp, akabilir. Nabız artar. Hastanın genel durumu kötüdür. Mikrop kan yoluyla akciğer, karaciğer, dalak ve beyine yerleşebilir.
Deri vebâsındaysa ısırık yerinde noktacık şeklinde kanama, ülserler (yaralar) ve ölü dokuların bulunduğu görünümler olabilir.
Akciğer vebâsı kan yoluyla veya damlacık yoluyla mikropların akciğere gelmesi neticesinde meydana gelir. Başağrısı, yüksek ateş, öksürük ve nefes zorluğu vardır. Hastanın kan basıncı düşer, rengi morlaşır; balgamı kanlıdır. Bronşit gibi başlar, sonra zâtürre şekline döner. Karaciğer bozukluğu da olaya eklenerek 2-3 günde ölümle neticelenir.
Ateşli dönemde alınan kan kültürü veya hayvan deneyleri de teşhiste yardımcıdır. Serolojik testler yapılabilirse faydalı olur. Ayrıca teşhiste akciğer vebâsında zâtürre ve Q humması, lenf bezi vebâsında lenfogranuloma inguihale, frengi ve tularemi düşünülmelidir. Hıyarcık vebâsında ölüm oranı % 30-90 iken akciğer vebâsında % 70-100’e varmaktadır. Vebâ geçirende 6-12 ay süren bir bağışıklık meydana gelir.
Tedâvisinde sulfamid ve berâberinde streptomisin, kloramfenikol veya tetrasiklin grubu bir antibiyotik yüksek dozda devamlı kullanılmalıdır.
Vebâdan korunmak için Peygamber efendimiz tarafından ilk defâ tecrit ve karantina tavsiye edilmiştir. Hadîs-i şerîflerde: “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” ve “Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günahtır.” buyurmuştur.
Vebâ salgınları olmaması için fârelerle mücâdele edilmelidir. Şüpheli vak’alar bir hafta karantinaya alınmalıdır. Salgın şüphesi olunca günde 2 gr sulfamidle koruma yapılmalıdır. 1964 Moskova Vebâ Seminerinde 1-2 yıl bağışıklık sağlayan canlı aşı uygulanmasına karar verilmiştir. Salgınlarda toplu yerlerdeki fâreler incelenmelidir. Hasta fâreler insandan korkmaz ve kaçmaz, bir süre sonra ölürler.
Peygamber efendimizin en son yaptığı hac. Haccet-ül-Vedâ, Haccet-ül İslâm, Haccet-ül-Belağ, Haccet-üt Temâm adı da verilir. Peygamber efendimiz 632 (H.10) yılı Zilkâde ayında son haccı için Medîne’de hazırlıklarını tamamlayıp 25. günü öğle namazından sonra gusl edip, mübârek saçlarını tarayıp, güzel kokular sürünmüş olarak Eshâb-ı kirâmla birlikte yola çıktılar. Zülhuleyfe’de Eshâb-ı kirâmın sayısı kırk bin kişiyi aştı. Kurbanlık develeri de berâberinde götürdüler. Peygamber efendimiz Kusva adlı deveyle ihrâmlı halde Mekke’ye geldiler. Yolda katılanlarla Eshâb-ı kirâmın sayısı 124.000’e ulaştı. Zilhicce ayının dördüncü günü Peygamber efendimiz Kâbe’yi görünce doğruca Hacer-ül-esvede varıp selâm verdiler ve mü bârek göz yaşlarıyla Hacer-ül-esved köşesinden tavâfa başladılar. Tavâftan sonra Makâm-ı İbrâhim arkasında iki rekat namaz kıldılar ve Safâ Tepesinden başlayarak Safâ ve Merve arasında yedi defâ Sa’y ettiler. Zilhicce ayının terviye günü yâni Zilhicce ayının sekizinci günü Kusva adlı devesine binip Mina’ya girdiler. Daha sonra Müzdelife’ye geçip Arefe günü sabahı Kusva ileArafat’a yürüdüler. Kusva üzerinde Urene denilen vâdide etrâfına toplanan Eshâb-ı kirâma meşhur Vedâ Hutbesi’ni irâd eylediler (Bkz. Vedâ Hutbesi). Eshâbına ve ümmetine vasiyetlerini bildirdikten sonra öğleyle ikindi namazları cem-i takdim edildi. Peygamber efendimiz daha sonra devesiyle Rahme’ye varıp kıbleye dönerek vakfeye durdular. Herkese vakfeye durmasını emrettiler. Akşam üzeri Mâide sûresi üçüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmede meâlen; “Bugün dîninizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum.” buyrulmuştur.
Peygamber efendimiz Müzdelife’ye hareket edip orada önce akşamın farzını sonra yatsı namazını kıldırdılar. O gece Müzdelife’de kalıp sabah vakti, Meşaril haram denilen yerde vakfeye durdular. Resûlullah efendimiz Zilhiccenin onuncu günü yâni bayramın birinci günü güneş doğmasına yakın Minâ’ya geçip Minâ’yı sağ tarafa alıp cemre yaptılar. Sonra Minâ’da kurban kesim yerinde Medîne-i münevvereden getirilen kurbanlık yüz deveden 63 adedini bizzat kendileri kestiler. Geri kalanını da hazret-i Ali kesti.
Peygamber efendimiz kurbanı kestikten sonra önce berberi Ma’mer bin Abdullah’ı çağırıp mübârek saçlarını traş ettirdiler. Mübârek saçları Eshâb-ı kirâm tarafından yere düşmeden kapışılmıştır.
Peygamber efendimiz traştan sonra elbiselerini giyip güzel kokular sürünüp öğleden önce Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiler. Zemzem suyundan içip teşrik günleri gecelerini Minâ’da geçirdiler ve cemreleri tamamladılar.
Sevgili Peygamberimiz Vedâ tavâfından sonra Eshâb-ı kirâmla birlikte Medîne-i münevvereye dönmüşlerdir.
Peygamber efendimizin Vedâ Haccında 124.000’den fazla Müslümana yaptıkları vâz ve nasîhatlar. Peygamberimizin Allahü teâlâ tarafından insanlara, doğru yolu göstermek için görevlendirilmelerinden sonra mübârek ağızlarından çıkan her söz, mânâ ve hakîkatler yönünden beşeriyete birer rehberdir. Bunlardan “Vedâ Hutbesi” olarak bilinen son haclarında buyurdukları hususların ise ayrı bir ehemmiyeti vardır. “Vedâ Hutbesi” değişmez prensip, kânun ve nizamlar olarak on dört asırdır, bütün insanlığa ulaşabildiği seviyenin çok üstünde bir insan hakları anlayışı getirmiştir. Peygamberimiz Vedâ Hutbesinde buyurdular ki:
“Hamd, Allahü teâlâya mahsûstur. O’na hamd eder, O’ndan yarlıganmak diler ve O’na tövbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin günahlarından Allahü teâlâya sığınırız. Allahü teâlânın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur.
Şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O, birdir. O’nun eşi, ortağı yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür.
Ey Allahü teâlânın kulları! Ben size, Allahü teâlâdan sakınmanızı tavsiye ve O’na itâate sizi teşvik ederim. Size hayr olan şeyden söz açmak ister ve bundan sonra derim ki:
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha birleşemiyeceğim.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmuslarınız da böyle mukaddestir. Her türlü tecâvüzden korunmuştur.
Eshâbım! Yârın Rabbinize kavuşacaksınız ve bu günkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin!Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.
Eshâbım! Kimin yanında bir emânet varsa onu sâhibine versin! Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allahü teâlânın emriyle, fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü, ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Adülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.
Eshâbım! Câhiliyyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamâmen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı Abdülmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebîa’nın kan dâvâsıdır.
Ey insanlar! Harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalâlete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene, helâl olarak kabul ettiklerini (bir ayı), öbür sene haram olarak îlân ederler. Cenâb-ı Hakk’ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar, Allahü teâlânın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram ederler.
Hiç şüphe yok ki, zaman, Allahü teâlânın yarattığı gündeki şekil ve nizâmına dönmüştür.
Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurma gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnûn edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu husûsta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, âile mahremiyetinizi, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşrû bir şekilde, her türlü yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey müminler! Size bir emânet bırakıyorum ki, O’na sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emânet, Allahü teâlânın kitâbı Kur’ân-ı kerîmdir. (Başka rivâyetlerde; “Sünnetim” ve “Ehl-i beytim” diye de bildirilmiştir.)
Ey müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhâfaza ediniz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize âit herhangi bir hakka tecâvüz, başkasına helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Eshâbım! Nefsinize (kendinize) de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sâhibine hakkını (Kur’ân-ı kerîmde) vermiştir. Vârise, vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zinâ eden için mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddiâ eden soysuz, yâhut efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör, Allahü teâlânın gazâbına, meleklerin ve bütün Müslümanların lânetine uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adâletle şehâdetlerini kabul eder.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!.
Eshâb-ı kirâm; “Allahü teâlânın dînini tebliğ ettin. Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz.” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine çevirip indirdiler ve; “Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!” buyurdular.
Türk mîmar ve siyâset adamı. 10 Kasım 1927’de Elazığ’da doğdu. İlk ve orta tahsilden sonra 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi Mîmarlık Fakültesine girdi. 1949’da bu fakülteyi bitirdikten sonra devlet hizmetine girdi. 1950-51 yıllarında PTT ve Bayındırlık Bakanlığında mîmar olarak vazife yaptı. 1951’de Paris’e gitti. Orada August Perret ve Le Corbusier gibi mîmarların bürolarında çalıştı. Paris’te Sorbonne Şehircilik Enstitüsünün kurslarına katıldı. 1953’te kazandığı bir yarışmadaki projesini uygulamak üzere yurda döndü. Ankara’da büro açarak serbest çalışmaya başladı. Yurt içinde ve milletlerarası özellikte birçok proje yarışmalarına katıldı. Bunlardan 13 tânesinde birinci oldu. 1958’de Ankara Kocatepe Câmii için açılan proje yarışmasında birinci oldu. Bu projede teknolojinin imkânlarını değerlendirerek ana ibâdet mekânının üzerini kubbe yerine betonarmeden katlanmış bir kabukla örttü. Fakat daha sonra geleneksel câmi mîmârîsine uymayan bu projenin uygulanmasından vazgeçilerek Osmanlı klâsik dönem câmilerinin bir benzeri olan bugünkü câmi yapıldı. 1970 senesinde Pakistan hükûmetinin açtığı milletlerarası proje yarışmasında birincilik kazandı. İslâmâbâd şehrindeki Kral FaysalCâmiini inşâ etti. Klâsik câmi mîmârîsine uymayan bu projede betonarmeyi gereği gibi kullandı.
Hareketli ve renkli bir kişiliğe sâhip olan Vedat Dalokay, bu özel çalışmaları yanında Mîmarlar Odasının kuruluşunda önemli rol aldı.
1964-1968 seneleri arasında Odanın genel sekreterliğini ve Ankara Şûbesi başkanlığını yaptı. 1969-70’te TMMOB ikinci başkanlığı vazifesini yürüttü. 1973 senesi mahallî seçimlerinde CHP’den Ankara Belediye Başkanlığına seçildi. 1976 yılına kadar sürdürdüğü Ankara Belediye Başkanlığı vazifesinden sonra serbest mîmarlık yapmaya devam etti. 1984 mahallî seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti (SODEP)den Ankara belediye başkanlığına aday oldu, ancak seçilemedi. Kayseri’nin Kocasinan ilçesi belediyesinin Sinan Parkı içinde yaptırmayı plânladığı hizmet binâsı için açtığı proje yarışmasını kazandı. Bu projeyle ilgili çalışmaları dolayısıyla Kayseri’ye giderken 21 Mart 1991’de Kırıkkale yakınlarında geçirdiği trafik kazâsında öldü.
Çeşitli meslek dergilerinde şehirleşme, gecekondu, belediyecilik ve dînî mîmarlık konularında yazıları yayınlanmış olan Vedat Dalokay edebiyatla da ilgilendi. Çocuklar için yazdığı Kolo adlı hikâye kitabı 1980 Türk Dil Kurumu Ödülünü kazanmıştır.
Alm. Depositnm (n), Fr. Dépot (m), İng. Deposit. Güvenilen kimseye saklanmak üzere emânet olarak bırakılan mal. Kâide olarak vedia sözleşmesi ücretsizdir. Ancak taraflar, bunun ücretli olmasını aralarında kararlaştırabilirler. Bunun dışında vedianın ücretli olduğu, hâlin icâbından da anlaşılabilir. Vedia veren, saklamanın gerektirdiği bütün masrafları ödemek zorundadır. Ayrıca malın, vedia alana verdiği bütün zararlardan da sorumludur. Ancak zararın, kendi kusurlarından gelmediğini ispat ederek sorumluluktan kurtulabilir.
Vedia alan kimse, vedia verenin izni olmadıkça, Borçlar Kânunu hükümlerine göre vediayı kullanamaz. Buna aykırı hareket ettiği takdirde vedia veren, adâlete uygun tazminat ödemekle yükümlü olur. Ayrıca, kazara meydana gelen zararlardan da sorumludur. Vedia alan, kararlaştırılan sürenin bitiminden önce vediayı emânet verene iâde edemez. Bununla birlikte, önceden düşünülmeyen haller yüzünden vedianın durumu tehlikeye girer veya emânet alan, vedianın saklanması yüzünden bir zarara uğrarsa, vedia kararlaştırılan sürenin bitiminden önce de iâde olunabilir. Eğer bir üçüncü şahıs, vedia hakkında istihkak iddiasında bulunursa, emanet alan kimse vediaya haciz koymadıkça veya istihkak dâvâsı açılmadıkça, vediayı gene emânet verene iâdeyle mükelleftir. Borçlar Kânununun 470. maddesi bu hususla ilgilidir.
İslâm hukûkunda vedia: Söz veya halle yapılan îcab (teklif) ve kabulle vedia akti meydana gelir. Veren ve alan, diledikleri zaman akti feshedebilirler. Tarafların bâliğ (reşid) olmaları lâzım değildir. Parasız vedia zayi olursa ödenmez. Ödemesi şart edilince, sözleşme bâtıl olur. Ücretli olan vedia helâk olunca, ödenir. Mümkün ve faydalı şartla vedia sözleşmesi câizdir. Vedia olan malı, emânet bırakılan kendi malı gibi saklar. Vedia hayvanın nafakası, sâhibine âittir. Vedia, sâhibinden izinsiz kullanılmaz. Vedia; âriyet, kirâ, rehin ve ödünç verilemez. Vedia sâhibinin borcunu, onun izni olmadan başkası ödeyemez. Bunları izinle yapabilir. Tazmin etmesi lâzım olmaz. Sâhibi isteyince aynen geri vermesi lâzımdır. Ödemezse gasbetmiş olur. Birisine teslim edilmek üzere verilen para, mal da vedia (emânet) olur. Paranın da kendisini vermek lâzımdır. Başkasına veremez.
Vedia sözleşmesi, emânetin genel hükümlerine tâbidir. Bu sözleşmenin genel hükümleri, Mecelle’nin 762-803. maddelerinde düzenlenmiştir.
Osmanlı Devleti zamânında yetişen büyük âlim ve velîlerden. İsmi, Mustafa bin Ahmed’dir. Lakabı Muslihiddîn olup Şeyh Vefâ, Ebü’l-Vefâ isimleriyle meşhur olmuştur. Konya’da doğduğu için Vefâ Konevî de denilmektedir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) senesinde İstanbul’da vefât etti. Türbesi İstanbul’da olup, ismini ondan alan Vefâ semtindedir.
İlk tahsilini yaptıktan sonra, Edirne’de Debbaglar Câmii imâmı Şeyh Müslihiddîn’e talebe oldu. Bir müddet hocasından ilim öğrendi. Sohbetlerinde bulunup feyz aldı. Daha sonra hocasının tavsiyesi üzerine Abdüllâtif-i Kudsî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Din ve fen ilimlerinde mütehassıs olarak yetişti. Tasavvufta da ilerleyip yükseldi. Bir ara hac vazîfesini yerine getirmek için Hicâz’a gitti. Hacdan deniz yoluyla dönerken yolda Hıristiyan korsanları tarafından bindiği gemi yağma edilip, kendisi de esir alınarak Rodos Adasına götürüldü ve hapsedildi.
Zamânının kahramanlarından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından esâretten kurtarıldıktan sonra İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönüşünde şimdi ismiyle anılan Vefâ semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada kalıp insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han onun sohbet meclisinde bulundular. Ondan mânevî feyz alıp istifâde ettiler. Vefâ Konevî hazretleri gerek, Fâtih Sultan Mehmed Han, gerekse Sultan İkinci Bâyezîd Hanın iltifat ve ihsânlarına kavuştu. 1490 (H. 896) senesi Ramazan ayında vefât etti. İstanbul Vefâ’da kendi adıyla anılan câminin sol tarafında defnedildi. Kabri üzerine sonradan yeşil kubbeli bir türbe yapıldı. Türbeyi Sultan İkinci Bâyezîd Han yaptırdı. Kabri Müslümanlar tarafından ziyâret edilmekte, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin adına Konya’da bir câmi, İstanbul’da ise bir câmi, medrese, hamam, halvethâne ve bir türbe inşâ edilmiştir.
Vefâ Konevî hazretleri zâhiri ve bâtınî ilimlerde yetişmiş büyük âlim ve evliyâ idi. Sözleri gâyet beliğ yâni açık ve yerinde, hikmetli ve nükteli olup, herkesin kolayca anlayabileceği şekildeydi. Sohbetleri pek tatlı idi. Herkes onun yüzünü görmek ve sohbetini dinlemek için can atardı. Çok ibâdet ettiği için sohbetine gelenleri ancak belli vakitlerde kabul ederdi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Allahü teâlânın emirlerine tam uyar, yasaklarından şiddetle kaçınırdı. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dünyâya düşkün olmayan kimselerle sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhur kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabul etmesini beklerdi. Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han ona pek âşık ve hayrandılar. Sultan İkinci Bâyezîd Han, o vefât ettiği zaman cenâze namazında bulunmuştu. Hattâ o esnâda kefenini açıp, yüzüne bakarak eskiden beri olan hasretini gidermek istemişti.
Dînî ilimlerde çok yüksek bir âlim olan Vefâ Konevî hazretleri fen bilimlerinden, özellikle astronomi ve astroloji ilimlerine de vâkıftı. Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde yazılmış ârifâne söylediği şiirleri vardır.
Eserleri:
1. Makam-ı Sülûk: Tasavvufla ilgili olup, Türkçe ve 396 beytten meydana gelen manzum bir eserdir. Edebiyat ve şiir yönünden de kıymetli olan bu eserinde tasavvufî ve ahlâkî konuları şiir yoluyla anlatmıştır.
2. Şâz-ı İrfan: Türkçe ve manzûm bir eserdir.
3. Evrâd-ı Vefâ: Nesir olarak yazılmıştır.
4. Rûznâme-i Vefâ: Astronomi ve astrolojiyle ilgili olan bu eserde İstanbul’un enlem ve boylamlarını belirtmiştir. Bu eseri Defterdâr Ali Çelebi tarafından Miftâh-ı Rûznâme adıyla şerh edilmiştir.
5. Tecrid: Bu eserine Hoca Sâdeddîn Efendi geniş bir şerh yazmıştır.
Tâbiîn devrinde yetişmiş meşhur hadis âlimlerinden. İsmi; Vehb bin Münebbih, künyesi Ebû Abdullah’tır. Yemen’e sonradan yerleşmiş olan İranlılardandır. Hemmâm bin Münebbih’in kardeşidir. 645(H. 24) senesinde Yemen’in San’a şehrinde doğdu. 741 (H.124) senesinde yine burada vefât etti.
Doğru sözlü bir kimse olan Vehb bin Münebbih çok kitap okudu. Geçmiş ümmetlere, peygamberlere aleyhimüsselâm ve hükümdârlara dâir çok bilgisi vardı. Ebû Hureyre, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Abdullah bin Amr bin Âs, Hemmâm bin Münebbih (radıyallahü anhüm) ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti. İki oğlu Abdullah ve Abdurrahmân, kardeşinin iki oğlu Abdüssamed ve Akil, Sammak bin Fadl, İsrâil Ebû Mûsâ ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf naklettiler.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, “Müminin duâsından ve firâsetinden sakınınız. Çünkü o Allahü teâlânın nûru ile bakar.”
Allahü teâlâ verilen sadaka ile yetmiş dünyâ belâsını def eder. Ayrıca sadaka verene, âhirette sevâb ve ecr verir.
Vehb bin Münebbih rahmetullahi aleyh buyurdu ki:
“Çok kitap okudum. Onlardan şunu öğrendim. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâma çok yüksek akıl vermiştir. İnsanların akılları O’nunkinin yanında yeryüzündeki bütün kumların yanında küçücük bir kum tânesi kadar kalır.”
“Münâfığın özelliklerinden ikisi övülmeyi sevmek, zemmedilmekten (yerilmekten) hoşlanmamaktır.
“Hazret-i Îsâ havârilerle birlikte bir köye uğradı. Köydeki insanların hepsinin öldüğünü gördüler. Îsâ aleyhisselâm yanındakilere; “Belki bunlar Allahü teâlânın azâbına ve gazâbına sebep olacak bir şeyler yapmışlardır. Çünkü dağınık ölmemişler, azâb onları bir anda yakalayıvermiş. Yoksa dağınık ölürlerdi.” buyurdu.
Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme mûcizesi vermişti. Îsâ aleyhisselâm orada yatan ölülere seslenince, Allahü teâlânın izniyle ölülerden biri dirilerek; “Buyur ey Îsâ aleyhisselâm!” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Suçunuz neydi ki, bu hâle geldiniz, bu azâba müstehak oldunuz?” diye sorunca, o kimse; “Çocuğun annesine olan sevgisi gibi dünyâyı çok sevmiştik. Biz dünyâlık bakımından, mal, mülk ve evlât yönünden iyi olunca sevinir, dünyâ işi iyi gitmeyince de üzülürdük. Hem de uzun emel sâhibiydik. Allahü teâlânın beğendiği işleri terk edip, gazâbına sebep olacak işlere yönelmiştik. Kötü, azgın ve sapık kimselerin peşinden gider onların dedikleri gibi hareket ederdik.” dedi. Hazret-i Îsâ sordu: “Sonra ne oldu?” O kimse de; “Gece durumumuz çok iyiydi. Sıhhat içinde yattık. Sabahleyin işte bu hâle geldik.” dedi.
“Mümin günahlarını düşünür, onlar için üzülür, amellerini küçük görür, yaptıklarından dolayı gururlanmaz.”
Türk güreşçi ve yönetici. 17 Şubat 1907’de İstanbul’da doğdu. 17 Şubat 1981’de İstanbul’da öldü. Birçok şampiyonluklar kazandığı güreşi 1930’da genç yaşta bıraktıktan sonra güreş hakemi ve yönetici olarak tanındı. Güreş Federasyonunun çeşitli kademelerinde çalıştı. Çeşitli târihlerde on beş yıl süreyle Güreş Federasyonu başkanlığını yürüttü. 1949’dan 1981’e kadar uluslararası güreş federasyonu (Fila) Asya-Avrupa komitesi ikinci başkanlığı görevini yürüttü.
Alm. Wahhabismus (s), Fr. Vahabisme, İng. Wahhabite. On sekizinci asrın ortalarında Arabistan Yarımadasında Necid bölgesinde Mehmed bin Abdülvehhab tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol, fırka. Mehmed bin Abdülvehhab 1699 (H.1111)da Necd’de, Hureymile kasabasında dünyâya geldi. 1791 (H.1206)de öldü. Önceleri seyâhat ve ticâret için Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitti. İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okuyarak onun sapık fikirlerinin savunucusu ve yayıcısı oldu (Bkz. İbn-i Teymiyye). Yazdığı kitaplarıyla ve bozuk düşünceleriyle köylüler ve Der’iyye ahâlisini ve bunların reislerini aldatıp, saptırdı. Vehhâbilik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere “Vehhâbi” ve “Necdî” denir. Vehhâbilik daha sonraları dînî ve siyâsî görüş olarak Arabistan Yarımadasına hâkim oldu.
Düşüncelerinin temeli, üç meseledir:
1. Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim etmeli, diyorlar!
2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar!
3. Yine bunlara göre; mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir diyorlar!
Böyle bozuk fikirlere ilk önce babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan (öl. 1772) tarafından Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir.
Alm. Vollmacht (f), Auftrag (m), Fr. Procureur, intérim (m), Mandat, İng. Proxy, deputy, interim. Bir kimsenin, diğer bir kimseye âit işin yapılmasını veya görülmesini üzerine alması. Bu işin yapılmasını isteyene Müvekkil bu işi yapmak mükellefiyetini üzerine alana da vekil denir. Vekil, verilen yetkiyi kabul ederse akit kurulmuş olur.
Türk hukûkunda vekâlet: Vekâlet müessesesi Borçlar Kânunu’nda (Md. 386-398) bir akit olarak düzenlenmiştir.
Vekâlet akti ve vekilin sorumluluğu: Vekâlet aktinin mevzuu bir işin yapılmasıdır; müvekkil bir icapta (teklifte) bulunur ve vekile hangi konularda yetki verdiğini belirtir. Vekâlet yetkisi, vekilin yapmayı taahhüt ettiği işin yapılması için gerekli hukûkî işlemlerde bulunmak yetkisini içine alır; fakat özel olarak yetki verilmemişse vekil, müvekkil adına dâvâ açamaz, sulh yapamaz, tahkim edemez, kambiyo taahhüdünde bulunamaz, bağışlamada bulunamaz, bir gayrimenkulü satamaz veya bir hakla onu sınırlayamaz.
Vekil, müvekkilin kendisine verdiği yetkiyi kabul ettiği anda vekâlet akti kurulmuş olur. Fakat vekil böyle bir işi resmî sıfatı gereği, mesleği icâbı bu işleri yapmak mecburiyeti varsa, yâhut önceden resmî kuruluşlara bildirmişse vekâlet vekil tarafından derhal reddedilmedikçe kabul edilmiş sayılır.
Vekâlet aktinin şumulü, mukâveleyle açıkça belirtilmemişse taalluk ettiği işin mâhiyetine göre tâyin edilir.
Vekil, müvekkilin açıkça belirttiği tâlimatına muhâlefet edemez. Fakat başka türlü davranmak zorunda kalır ve vekilden müsâade almak imkânı bulamazsa, şâyet müvekkile bildirseydi kabul edeceğine inanıyorsa o tip bir tasarrufta bulunabilir. Bunun dışında kalan işlerde müvekkilin rızâsını almadan yaptığı faaliyetlerden doğan zararları vekil karşılamak zorundadır.
Vekil müvekkilin işini iyi bir şekilde bitirmekle mükelleftir. Vekil başkasını vekil tâyin etmeye yetkili değilse, işi bizzat yapmak zorundadır. Şâyet başkasını tâyin etmişse onun verdiği zararlardan müvekkile karşı bizzat vekil sorumludur. Vekil, müvekkilin rızâsıyla bir başkasını o işi görmeye yetkili kılmışsa, müvekkil o kişiye karşı da vekâlet sözleşmesindeki haklarını ve yetkilerini kullanabilir.
Vekil, müvekkilin talebi üzerine yapmış olduğu işin hesabını vermeye ve işten doğan gelirleri müvekkile teslime mecburdur. Ayrıca elinde kalan parasının fâizini de vermek zorundadır.
Vekil de, müvekkilin işin îfâsı için yaptığı masrafları ve avansları fâizle berâber vermek zorundadır. Vekil, vekâlet dolayısıyla uğramış olduğu zararların tazminini müvekkilden isteyebilir.
Birkaç kişi, bir kişiye karşı toplu olarak bir işin yapılması taahhüdüne girmişlerse, müvekkil vekâlet haklarını herbir vekilden müteselsilen talep edebilir.
Vekâlet aktinin sona ermesi: Vekil, istediği zaman vekâlet aktini bozup vazgeçebilir. Kezâ müvekkil de her zaman vekili bozan diğer tarafın zararlarını tazmin etmekle mükelleftir.
Vekâlet ilişkisi, vekilin veya müvekkilden birinin ölmesiyle de sona erer. Fakat bu ölüm hâdisesi sonunda karşı taraf işin yapılmamasından dolayı zarar görecekse vekilin veya müvekkilin mîrasçıları vekâlet ilişkisini devam ettirirler.
Müvekkil, vekâlet ilişkisini bozar ve bundan da vekili haberdar etmezse vekilin o âna kadar doğan zararlarını ödemek zorundadır.
İslâm hukûkunda vekâlet: İslâm hukûkunda vekâlet, bir işi yapmak için başkasını kendi yerine koyması demektir. Yerine geçirilen başka kimseye “vekil” denir. Vekil edene “sâhip” veya “müvekkil” denir. Birini vekil yapmak, icâb ve kabulle olur. Yâni “seni vekil yaptım” ve “kabul ettim” sözleriyle olur. Vekil, cevap vermeden işi yapmaya başlasa, kabul etmiş olur. İş habersiz yapıldıktan sonra sâhibinin izin verdim demesiyle de, vekil etmiş olur. Bir iş için emir verince, bâzan vekil, bâzan da “haberci” yapılır.
Vekil yapmak bâzan şartlı olur. Meselâ “şu saatımı yüz liraya satmaya seni vekil ettim” demek gibi. Vekil edenin, işi yapabilecek kimse olması, vekilin akıllı olması şarttır. Büluğ yaşına girmiş olması şart değildir. Hediye, âriyet, rehin, emânet, ödünç vermek ve dâvâ açmak da vekil, sâhibinin (müvekkilin) adını söyleyerek iş görür. Söylemezse işleri sahih olmaz. Alış-verişte, kirâya vermekte, dâvâcı ile uyuşmakta, kendi adına yapması da câiz olursa da, o işin, haklarından kendi mesul olur. Aldığı şeyler sâhibinin (müvekkilin) olur.
Alış-veriş, borç vermeye veya ödemeye vekil olan kimsenin teslim aldığı mallar kendine emânet olur. Kendisi sebep olmadan helâk olunca ödemez.
Bir kimse, iki kişiyi birlikte bir işe vekil etse, vekiller yalnız başına iş göremez. Vekil, sâhibinden (müvekkilden) ayrıca izin almadıkça veya umumî vekil edilmedikçe başkasını kendine vekil yapamaz. Yalnız, zekât vermek için vekil izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekil yapabilirler. İkinci vekil doğrudan doğruya sâhibinin (müvekkilin) vekili olur.
Vekil ederken, ücret şart edildiyse, iş yaptığı zaman ücret alır. Ücret şart edilmediyse, teberru etmiş olur, ücret isteyemez.
Alış-verişte, malın cinsi, fiyatı vekile bildirilmelidir. Umûmî vekilse bildirmeye lüzum yoktur. Şartı olan vekil, şarta uymazsa, aldığı mal kendinde kalır. Şartı sâhibinin lehine değiştirebilir. Veresiye al deyince peşin alsa, mal kendinde kalır. Peşin al deyip veresiye alsa, sâhibi için (müvekkil için) almış olur. Malın bir kısmını bulup alsa, bölmesi zararlı olan malda (kumaş gibi), sâhibi için (müvekkil için) olmaz; zararsız ise (pirinç, şeker gibi) sâhibi için almış olur. Değeri bildirilmeyen malı, vekil az aldanmak şartıyla alabilir. Fakat, et, ekmek, şeker gibi kıymeti meşhur şeyler de az aldanmak af olmaz. Fâhiş aldanmakla alınan malı, sâhibi kabul etmeyebilir. Belli malı almaya vekil olan kimse, o malı kendisi için satın alamaz. Kendim için aldım dese bile sâhibinin olur. Sâhibi yanındayken aldığı mal, vekilin olur. Vekil sahibine kendi malını satamaz. Vekil veresiye aldığı malın parasını, sâhibinden peşin isteyemez. Peşin aldığı malın parasını peşin isteyebilir. Fakat bu süre içinde mal telef olursa, vekil başkasını satın alıp öder.
Umûmî vekil, sâhibinin malını dilediği fiyatla satabilir. Fiyat söylenmişse daha aşağı satamaz; satarsa, öder. Vekil, sâhibinin malını kendisi satın alamaz. Umumî vekil peşin de, veresiye de satabilir. Fakat peşin sat denilmişse, veresiye satamaz. Borç ödeme vekili kendi malından ödese sâhibinden bunu ister. Filana ödünç veya sadaka ver, yâhut hediye ver dese, vekil bunu verince, emir edenden isteyemez. Sonra ben sana veririm dediyse, isteyebilir.
Avukat, sâhibi (müvekkili) aleyhinde mahkemede konuşabilir, başka yerde konuşamaz. Konuşursa dinlenmez ve vekillikten çıkmış olur. Aleyhte hiç konuşmamak üzere avukat tutulabilir; konuşursa azil olur.
Umûmî vekil, talak (boşama), hediye, sadaka ve vakıftan başka her şeyi sâhibi adına yapabilir. Birinden ödünç istemek için başkasını vekil yapmak bâtıldır. Bunun için haberci göndermek sahihtir. Ödünç istenilen malı almak için vekil yapılabilir.
Vekilin vekil olmayı kabul etmesi, şart değildir. Red etmezse kabul ettiği anlaşılır.
Sâhibi (müvekkili), başkasının hakkı karışan vekilini azil edemez; başkasının hakkı karışmadı ise azil edebilir. Bu takdirde vekil de, kendisini azil edebilir. Azil olunan vekil, azil haberini alıncaya kadar yaptığı işler geçerli olur. Kendi kendini azil eden vekil, sâhibine (müvekkiline) bildirinceye kadar iş yapar. Vekilin işi bitince vekillik biterse de, vekillik başkasının hakkı karışmışsa bitmez. Vekilin ölmesiyle de, vekillik biterek, vârisleri vekil olamaz.