VAKIF
Mükellef kimsenin; kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının menfaatini bir şarta bağlamadan Müslüman veya zımmî fakirlere bırakması. Vakıf; lügatte habs ve men etmek, alıkoymak mânâlarına gelir. Vakf yapana vâkıf, vakf edilen şeye mevkûf denir.Vakfı idâre edene mütevellî, mütevellîyi kontrol edene nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye de vakfiye denir. Vakfedilen mal, sâhibinin mülkünden çıkar. Satılmaz, bağışlanmaz, mîras bırakılmaz. Vakıf, dünyâda insanlara ihsân ve ikrâm etmek gâyesiyle kurulur. Vakıf, ibâdet değil kurbettir. Yâni sevâb kazanmak için yapılan bir iştir.
Vakıfların çok eski bir târihi olup, Peygamber efendimizden önceki peygamberler zamanlarında da vakıflar kurulmuştur. Önce dînî gâyelere dayalı olarak kurulan vakıflar, zamanla sosyal gâyelerle kurulmaya başlanmıştır. Dînî mânâda vakıf olmayıp cemiyeti ilgilendiren husûsiyetlerinden dolayı vakıf adı verilmiş olan kuruluşlara, eski milletlerden Mısırlılar, Romalılar ve diğerlerinde de rastlanır.
İslâmiyetin gelmesiyle hakîki hüviyetine kavuşan vakıf müesseseleri, Müslümanları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-i kerîmeler, vakıfla alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kirâmın tatbikâtı esaslarına göre kurulmuştur. İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından Hicret’in üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Peygamber efendimiz kendi mülkü olan yedi hurmalığı Müslümanlığı koruma maksadıyla vakfetti. Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olan Hulefâ-i râşidîn ve diğer Eshâb-ı kirâm da (radıyallahü anhüm) vakıflar yaptılar. Emevîler zamânında vakıf müessesesinde büyük gelişmeler oldu. Abbâsîler zamânında İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri vakıf müessesesinin hukûkî mâhiyetini tespit etti. Orta Asya’dan Atlas Okyanusuna kadar her tarafta câmiler, ribatlar, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektepler, köprüler, yollar, hastahâneler, imâretler gibi pekçok hayırlar yapılarak vakf edildi. Büyük Selçuklular zamânında Müslümanlar tarafından vakıf kurma işleri daha da hızlandı.
Müslümanlar, “Bir kimse ölünce, ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan” meâlindeki hadîs-i şerîfte haber verilen bir sadaka-i câriye bırakabilmek için âdetâ birbirleriyle yarış ettiler. Anadolu Selçukluları, Dânişmendliler, Gazneliler, Atabegler, Eyyûbîlerle Hindistan,Afganistan ve diğer Müslüman ve Türk devletlerinde birçok vakıf kuruldu. Mısır’daki Memlûkler döneminde iyice gelişip yaygınlaştı.
Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamânında gösterdi. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesis edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescit, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imâm ve müezzinle 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.
Yine aynı târihlerde Karaman eyâletinde vakıf yoluyla 3 imâret, 75 câmi, 319 mescit, 45 medrese, 272 zâviye, 2 dârülhadîs, 31 dârülhuffâz, 4 muallimhâne, 2 dârüşşifâ, 14 kervansaray, Rûmeli eyâletindeyse; 10 imâret, 93 câmi, 218 mescit, 35 medrese, 275 zâviye, 13 muallimhâne ve 17 kervansaray tesis edildi.
Tesis edilen bu vakıflar gördükleri hizmetlere göre değişiklik arz ederdi. Yukarıda zikredilenlerden başka, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi vakıf eserleri tesis edilmiştir. Bunlardan başka namazgâh, kütüphâne, dükkân, misafirhâne, kuyular, çamaşırhâne, helâ, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri,ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvisi gibi pekçok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve Medîne şehirlerine, İslâm dünyâsının her tarafında binlerce vakıf tesis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultanlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydana getirdikleri vakıflarla, her sene Osmanlı ülkesinden buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, bütün İslâm dünyâsının şükrân hislerini kabartacak seviyeye ulaşmıştır.
Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve rûhî hastalıklarını tedâvi etmek gâyesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüşşifâlar ve tımarhâneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşlarıyla ilgili bâzı vakfiyelerde birtakım ilâçların formülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedâvisinde kullanılması istenilmiştir. Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretlerse, seyâhatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirâhatini temin ederek, din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan ümidsiz kimselere bir sığınak vazîfesi görmüş, dînî ve insânî vecîbeleri en iyi şekilde yerine getirmiştir. İmâretler bünyesinde yer alan dârüşşifâlar, halkın poliklinik ve hastâne hizmetlerini görmüştür. Bu hizmetler devrin en selâhiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmârethâneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnını doyurmak, dul kadınları himâye altına almak, yetim ve fakir çocuklarını okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten Türk hayırseverliğinin takdirle yâdedilecek birer şefkat âbidesi hüviyetindeydiler.
Şehirlerarası nakliyenin sağlanması için pekçok yol, köprü ve kalenin inşâsı önemli ticâret yolları üzerindeki konak yerlerinde kervansaraylar kurulması vakıflar sâyesinde gerçekleşmiştir. Sokakların adınlatılıp temizlenmesi ve bâzı şehirlerin muhtelif yerlerinde bahçeler açılması gibi hizmetler de vakıf yoluyla yaptırılmıştır.
Osmanlı iskân siyâsetini kolaylaştıran önemli unsurlardan biri olan ve Osmanlı Devletinin başlangıcından îtibâren; ülkenin çeşitli yerlerinde kurulan tekkeler, ahî ocakları ve bunların masrafları vakıflar yoluyla karşılanmıştır. Ahîler, yerleştikleri yerlerde devlet politikasının propagandasını yaptıkları gibi, gelip gidenleri misâfir etmişler, gerektiğinde harbe katılmış, halkı da bu işe teşvik etmişlerdir.
Yüzyıllar boyunca İslâm ve Türk dünyâsında ictimâî nizâmın korunmasına fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yoluyla karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâdeyle insanlığın dünyevî ve uhrevî saâdetine hizmet eden birer sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan vakıflar, Osmanlı devlet nizâmının kurulmasında ve devâm etmesinde temel faktörlerden biri olmuştur.
Osmanlılar zamânında kurulan vakıf müesseseleri iki kısımda incelenmektedir. Birincisi; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılan vakıflardır. Müessesât-ı hayriye de denilen, câmiler, medreseler, mektepler, imâretler, zâviyeler, kütüphâneler, misâfirhâler, köprüler, hastahâneler, çeşmeler, sebiller ve kabristanlar bu kısma girer. İkincisi ise; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılmayan, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden binâ, arâzi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlara asl-ı vakf denilmektedir. Vakfedilen bu nesneler arasında bâzı köylerin tamâmı, her türlü zirâat işletmeleri, çiftlikler, tarlalar, üzüm bağları, bahçeler, mesken olarak kullanılan binâlar, dükkanlar ve iktisâdî gâye için yapılmış başka yapılar gibi gayr-i menkuller ve hayvan derisi, gemi, nakit para gibi menkuller görülmektedir. Mülkiyeti devlete âit olan ve arâzî-i mîriye adı verilen toprakların da vakıf hâline getirildiği görülmektedir; buna vakıf-ı irsâdî adı verilmektedir. Ancak vakfedilen şey bu arâzilerin çıplak mülkiyeti değil, ya üzerinde çalışan kimselerin devlete ödemek zorunda oldukları vergiler veya arâzinin tasarruf hakkıydı. Tahsis ve irsâd kâbilinden evkâf adı da verilen bu vakıflarda esas olan, vakfedilen gelirlerin devlet bütçesinden karşılanması, gereken hizmetlere tahsîs edilmesidir.
Osmanlılardaki toprak vakıfları da üç kısma ayrılmıştır:
Birincisi; sâhiplerinin mülkü olan öşürlü ve harâclı toprakların vakfedilmesiyle meydana gelen toprak vakıflarıdır. Bunlar, mülkiyeti devlet tarafından satılmış veya îmâr ve ihyâ maksâdıyla kolonizatör Türk dervişlerine ve zâviye sâhiplerine mülk olarak terk edilen boş toprakların vakıf hâline getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu toprakları vakıf sâhiplerinin kendileri veyâ adamları işlemektedir. Kirâya verildiği takdirde vakıf idârecisi toprağı işleyen köylülerden sâdece toprak kirâsı isteyebilmekte bunun dışında onlar üzerinde idârî ve inzibâtî selâhiyetleri ve resmî sıfatları bulunmamaktadır.
İkincisi; mâlikâne-dîvânî sistemine bağlı toprakların vakfedilmesi hâlinde, vakfedilen şey, topraktan ve toprak üzerinde yaşayan köylülerden alınan her türlü vergiler olmayıp, sâdece toprağın kuru bir mülkiyet hakkıdır. Bu mülkiyet hakkına mâlikâne hissesi denilmekte olup, umûmiyetle mahsûlün beşte biri, yedide biri veya onda biri olarak kabul edilmektedir. Vakfedilen bu haktır.
Üçüncü kısmı ise; bilcümle hukûk-ı şer’iye ve rüsûm-ı örfiyesiyle ve serbestiyât üzere vakfedilen topraklardır.
Burada söz konusu edilen vakıflardan birinci ve ikincisi vakf-ı sahîh, üçüncüsü ise vakf-ı irsâdîdir.
Osmanlılarda, önceleri pâdişâh ve Harameyn vakıfları için teşkilâtlı nezâretler kurulmuş, 1839’da kurulan ve taşrada teşkilâtlandırılan Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti, imparatorluktaki bütün vakıfları merkezî bir idâreye kavuşturmuştur.
Osmanlıların yapmış olduğu vakıflarda, İslâmiyetin vakfetme şartlarına azamî bir titizlikle riâyet edilmiştir. İslâmiyette Vakıf, faydalanılması mübâh ve mümkün olan mülk ve maldan olur. Vakfedilen maldan yalnız veya en sonra bir mescidin veya fakirlerin faydalanmasını bildirmek şarttır. “Şu arâzim fakirlere sadaka olarak ebedî bir vakıftır.” “Şu malım Allah için vakıftır” gibi vakfa mahsûs sözlerle vakıf yapılır. Âdete göre zenginler de istifâde edebilir. Vâkıfın yâni vakfedenin, vakfı idâre için tâyin ettiği kimse nâzır ve mütevellî olur. Vâkıf, malını mütevellîye teslim eder. Nâzır ve mütevellî sonra ölürse, bunların vasiyet ettiği olur. Bunlar yoksa, kâdı yâni hâkim bir mütevellî tâyin eder. Bu tâyinde vâkıfın evlâd ve yakınlarından ehil olanların tercih hakları vardır. Vakıf sâhibinin tâyin ettiği mütevellî, nâzırın bilgisi altında vakfı idâre eder. Akd ve alış-veriş yapar. Malını vakfeden kimse bunu hâkime tescil ettirdikten, yâhut mütevellîye teslim ettikten sonra vaz geçemez. Mülkümü vakfettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce vazgeçebilir.
Vakfın gelirinden, önce tâmir, sonra hizmet edenlerin ve nâzırın ücretleri ödenir. Vakıf binâların tâmirleri, içinde parasız oturmaya hakkı olanların malları ile yapılır. Yapamazlarsa kâdı (hâkim) bunları çıkarıp, kirâya verip, ücretleriyle tâmir ettirir, sonra bunlara teslim eder. Kirâcı bulunmazsa hâkim tarafından harâb binâ satılıp, parasıyla başkası alınıp, mütevellîye teslim edilir. Başkasını satın alamazsa para fukarâya dağıtılır. Bu işi ancak kâdı yapar. Fakat kâdı vâkıfın şartlarına aykırı hüküm veremez. Herkesin bu şartlara uyması lâzımdır. Ancak kâdının hıyânet eden mütevellîyi ve nâzırı azl etmesi vâcibdir.
Binâ, tarla, kuyu gibi nakledilmeyen şeyler sözbirliğiyle vakfolunur. Nakledilmeyen şeyle birlikte buna lâzım olan naklolunan şey de İmâmeyne göre vakfolunur. Vakfedilmesi âdet olan menkûl mallar yâni taşınabilir şeyler, İmâm-ı Muhammed’e göre yalnız olarak da vakfolunur. Bu imâma göre altın, gümüş, yâni para da vakf olunur. Hacm ve vezn (tartı) ile ölçülen şeylerin hepsi böyledir. Hacimle, vezinle ölçülen eşyâ satılıp bedelleri ve vakıf paraları fakirlere ödünç verilir ve müdârebe yoluyla sermâye olarak tüccâra verilir ve kâra ortak olunur. Vakfın hissesine düşen kârlar fakirlere sadaka verilir. Vakfolunan paranın misli hep vakfın emrinde kalması lâzımdır. Bununla bir şey satın alınmaz ve borç ödenemez. buğdaylar fakir olan köylüye tohumluk olarak ödünç verilip yeni mahsûlden ödenmek şartıyla vakfolunur. Sütü fakirlere verilmek üzere inek vakfolunur. Ev eşyâsı gibi vakfı âdet olmayan şeyleri vakfetmek câiz değildir.
Cumhûriyet devrinde vakıflar: Birinci Büyük Millet Meclisinde kabul edilen ilk “Teşkilâtı Esasiye” kânununda, din işleri devlet işlerinden ayrılmamıştı. Bakanlar Kurulunda bir de “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” vardı. Cumhûriyetin îlânından sonra 3 Mart 1924’te bu vekâlet kaldırıldı. Cumhûriyet hükûmeti vakıfların yönetilmesini din işlerinden ayırarak bağımsız bir devlet teşkilâtına verdi. Bu gâyeyle kurulan “Umûmî Evkaf Müdürlüğü” başbakanlığa bağlandı. 22 Şubat 1926 târihli kânunlar, doğrudan doğruya merkezden idâre edilen vakıfların, belediyeler ve genel menfaatlere yarar başka kuruluşlara satılması kabul edildi.
Daha sonra vakıfların cinsleri ve yönetim şekilleri değiştirildi. 5 Haziran 1935 târihinde çıkarılan bir başka değişik kânunla “Vakıflar Umum Mütürlüğü” kurularak, Türkiye’deki bütün vakıfların idâresi bu teşkilâta verildi.
Yeni kânuna göre vakıflar başlıca iki kısma ayrılmıştı. 1) Mazbut Vakıflar, 2) Mülhak Vakıflar. Bunlardan Mazbut Vakıfların yönetimi doğrudan doğruya Vakıflar Umum Müdürlüğüne, Mülhak Vakıfların yönetimiyse, devletin denetlemesinde olan “mütevellî” adı verilen kişideydi. Bunlar daha ziyâde âile vakıflarıydı.
Vakıfların idâresi daha sonra 17 Haziran 1938’de çıkarılan bir başka kânunla yeni esaslara bağlanmıştır. Bu yeni esaslara göre kurulan teşkilât, Türkiye’deki bütün vakıfları yönetmekle vazifelendirilmiştir. Buna göre, 1935 yılında kabul edilen “Vakıflar Kânunu” esas alınarak kurulan “Vakıflar Umum Müdürlüğü” tam yetkili olup, Türkiye’deki bütün vakıfları yönetip temsil etmeye, bütün vakıfları koruyup îmar etmeye ve bir idâre meclisinin yönetimi altında bu vazifeleri yapmağa memur edilmişti. Vakıflar Umum Müdürlüğünün merkez ve illerde kurulmuş teşkilâtı vardır. Kânuna göre, Vakıflar Umum Müdürünü Başbakan seçer, Cumhurbaşkanı da tasdik eder.
Vakıflar İdâresi, bugün de yurdumuzda kendi çapında hizmetler görmektedir. Eski eserlerin tâmiri, fakir çocuklar için yurtlar inşâ etmesi, fakirler için az da olsa imâretler açması ve muhtaçlara aylık bağlaması gibi sosyal hizmetleri yapar.
Vakıflar hakkında son kânun değişikliğiyle (1967) târih ve 903 sayılı kânun) yeni teşkil edilecek vakıflar için bâzı hükümler getirilmiştir. Bu hükümlerle halkın vakıf kurma arzu ve istekleri teşvik edilmek istenmiştir. Netice îtibâriyle bu isteklere ulaşılmış ve bugün Türkiye’de sosyal, ekonomik ve kültürel muhtevâlı birçok vakıf kurulmuştur. Bu vakıfların dînî hükümlü bir özelliği olmayıp, hepsi sosyal muhtevâlıdırlar. Bunlar; Koç Holding Vakfı, Hacettepe Üniversitesi Vakfı, Türk Eğitim Vakfı, İktisâdî Araştırmalar Vakfı, Türk Donanma Vakfı, Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı vs. gibi vakıflardır. Bunların yanında 1986’dan sonra her il ve ilçede Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakıfları kurulmuştur. Bâzı vakıflar için de vergi muafiyeti tanınmıştır.
Bu tür vakıflar resmî senetle veya ölüme bağlı tasarrufla kurulurlar. Bir vakfın meydana gelmesi için dört unsura ihtiyaç vardır: a) Vakfı kurma irâdesiyle hareket eden şahıs, b) Vakfın bünyesini teşkil eden mal topluluğu, c) Malın tahsis edileceği gâye, d) Malın bu gâyeye tahsil edileceğine dâir irâde beyânıdır. Bu unsurları tafsilatla açıklayacak olursak:
a) Vakıf kurmak için malını belli bir gâyeye tahsis eden şahsa veya şahıslara, kuran (veya vâkıf) denir. Vakıf kurma hakkına tüzel kişiler de hâizdir. Hakîkî şahıslar vakıf kurabilmek için fiil ehliyetine sâhip olmalıdırlar. Vasiler, vesâyet altındaki kimselerin mallarını hibe veya vakfedemezler (M.K. 392). Ölüme bağlı bir tasarrufla vakıf kurabilmek için, kişinin tam ehliyetli olması aranmaz. Medenî Kânunun 449’ncu maddesi gereğince 15 yaşını bitiren ve temyiz kudretine hâiz olan kişiler vasiyet yoluyla vakıf kurabilirler.
b) Vakfın bünyesini teşkil eden mal topluluğu, menkûl veya gayri menkûl mal olabileceği gibi vakfın üçüncü şahıslarda olan alacağı da olabilir. Ayrıca ekonomik değeri olan haklar, vakıf kuranın, vakfa karşı bir borç yüklenmesi sûretiyle mal tahsisi, alacak ve borçlardan teşekkül eden mameleki (olanca şeyi) hattâ mamelekin gerçekleşeceği anlaşılan geliri dahi vakfa tahsis edilebilir.
c) Vakıfta malın tahsis edileceği gâye, vakıf mallarının sarfedileceği maksadı gösterir. Bu gâye vakfı kuran tarafından serbestçe seçilir. Vakıf kuran, kânunun âmir hükümlerine ve ahlâk kurallarına aykırı olmamak şartiyle istediği bir gayeye mallarının bir kısmını tahsis etmek sûretiyle vakıf meydana getirebilir. Vakfın gâyesinin açık olması ve az çok devamlı olması lâzımdır.
d) Vakfın meydana gelebilmesi için vakıf kuran şahsın veya şahısların müstakil hak konusu meydana getirmek maksadıyla kendi mal varlığından ayırdığı belli malı yine belirli bir gâyeye tahsis etmek husûsunda irâdesini açıklaması lâzımdır. Medenî Kânuna göre vakıf kurma irâdesi şekle tâbidir. Vakıf kurma irâdesinin tecellî ettiği vesikaya “vakıf senedi” denir. Bu senet noter tarafından düzenlenir. Ölüme bağlı tasarrufla kurulan vakıflarda ise vasiyetnâme, resmî, el yazılı ve sözlü şekle tâbidir. Vakıf kurmak için aranan irâde beyânı, tek taraflı hukûkî bir muâmeledir. Bu muâmeleyle vakıf tüzel kişilik kazanmış olmaz. Ancak tescille tüzel kişilik kazanır.
Vakfın tescili işine, vakfedenin ikâmetgâhının bulunduğu yerdeki Asliye Mahkemesi bakar. Mahkeme gerekli görüp, tescili yaptıktan sonra bunu Vakıflar Genel Müdürlüğündeki “merkezî sicile” kaydolunmak üzere gönderir. Mahkeme siciline tescil istemeğe, vakfın organlarıyla, vakfeden kişi ve teftiş makamı (Vakıflar Genel Müdürlüğü) yetkilidir.
Mahkeme, kânuna, ahlâka ve âdâba veya millî menfaatlere aykırı olan veya siyâsî düşünce maksadıyla kurulup belli bir ırk veya cemâat mensuplarını desteklemek gâyesiyle kurulmuş olan vakıfların tesciline karar veremez. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Asliye Mahkemesinin vereceği tescil kararına karşı iki ay içinde Yargıtaya îtirazda bulunabilir. Reddedilmiş tescil kararına, tescil talebinde bulunan da temyize başvurabilir. Asliye Mahkemesince uygun görülen tescil ise, Vakıflar Genel Müdürlüğü “Merkezî Siciline” kaydolunarak, Resmî Gazete’de îlân edilir. Böylece vakıf kişilik kazanarak kurulmuş olur.
Vakıfta bir idâre heyeti bulunur. İdâre heyetinin kimlerden teşekkül edeceğini vakıf kuran, vakıf senedinde serbsetçe tâyin eder. İsterse tek başına vakıf kuran aynî görevi kendi yüklenebilir. Vakıf senedinde idâre heyeti belli edilmemişse, teftiş makâmı(Vakıflar Genel Müdürlüğü) bu organı kurar.
Vakfın son bulması hâlinde, eğer; vakıf kânûnî gerekçelerle (ahlâka-âdâba ve kânunun emredici hükümlerine veya M.K. 741’deki sebeplere aykırı hâle gelme sonucu, hâkim tarafından fesholunmuşsa, bu durumda mal varlığı kânun kuruluşlarına geçer. Vakıf diğer sebeplerle son bulmuşsa, geriye kalan malvarlığı kamu kuruluşlarına aktarılır.
İstanbul’da Şehremini semtindeki vakıf olarak yapılan hastâne. Sultan Abdülmecîd Hanın hayır yapmayı çok seven annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1843’te İstanbul’da çok sayıda ölüme sebep olan çiçek hastalığı sonucunda sağlık kurumlarının yetersiz kaldığını gören İkinci Mahmûd’un kadın efendilerinden olan, Birinci Abdülmecîd’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan bir hastâne yaptırmak istedi. Mekan olarak Çapa ile Vatan Caddesi arasında bulunan, o zamanki adıyla Yenibahçe Çayırı uygun görülerek hastâne yapılmaya başlandı. 1845’te hizmete açıldı.
Kuruluşundan iki yıl sonra hazırlanan bir vakfnâmeyle Bezm-i Âlem Gurebâ-ı Müslimin Hastânesi adıyla garip, elden ayaktan düşmüş, fakir, kimsesiz Müslümanlara tahsis edildi. Tam anlamıyla garipler, fakirler hastânesi olan Gurebâda, her türlü muâyene ve tedâvi ücretsiz olarak yapılırdı. Çünkü Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, hastâneyi ve vakfı kurarken ücretsiz muâyene ve tedâvi şartı koymuştu. Hastânenin o günkü şartlara ve dînî inançlara göre hazırlanan tâlimatnâmesi çok mükemmel kabul edilmektedir. İdârî ve diğer konularda karşılaşılabilecek bütün hususlar hattâ hasta kabul ve tedâvi şartları bile, en ince noktalarına kadar belirtilmiştir.
Hastânede hekim, cerrah, eczâcı ve diğer işleri yürütecek personel maaşlı olarak bulunuyordu. Çalışma gece gündüz olup, evli olan hekimler haftada üç gün evlerine gidebiliyorlardı. İlk kuruluşunda hastânede 12 koğuş ve 210 yatak vardı. İlk başhekimi Kaymakam Ahmed Beydi. Vebâ ve buna benzer bulaşıcı hastalıklar koğuşu öbürlerinden ayrıydı. Hastâne 1894 yılındaki depremden büyük zarar gördüğünden, hastalar Okmeydanı’nda yaptırılan yerlere taşındı. Tâmirat bir senede bitirildi. Bu arada hastâneye havagazı tertibatı bağlandı. Daha sonra 1920’ye kadar çok sayıda tâmirat yapılarak yeni ilâve ve servis hizmet birimleri açıldı. Hastâne tam teşekküllü hizmet verecek duruma getirildi.
Vakıf Gurebâ Hastânesi, Cumhûriyet döneminde ödenek yönünden Vakıflar Genel Müdürlüğüne 1 Mayıs 1924’te de yönetim yönünden Sıhhat ve Muâvenet-i İctimâiye Vekâletine bağlandı. 1924-25 öğretim yılındaHaydarpaşa Tıp Fakültesinde okuyan talebeler için Gurebâ Haseki ve Cerrahpaşa hastânelerinden istifâde edilmeye karar verilince, hastâne öğretim görevine başladı. Uzun zaman, gerek talebe, gerekse klinik olarak Tıp Fakültesi istifâdesinde kaldı.
Evkaf Nâzırı Hayri Efendi zamânında 1910’da Yukarı Gurebâ’da yapımına başlanan ek idâre ve poliklinik binâsı ancak 1942’de bitirilebildi. Tıp Fakültesi poliklinikleri buraya taşındı.
1956 yılında hastânenin yönetimi; Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlandı. Bu târihlerden sonra ek inşaat yapımları devam etti. Yukarı Gurebâ’da diş hekimliği fakültesinin ve diğer bâzı kliniklerin de kurulmasıyla İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bütün kuruluşlarıyla Yukarı Gurebâ’ya taşındı. 1965 yılında da buranın mülkiyeti satın alındı.
Vakıf Gurebâ, zamânımıza kadar şu isimler altında hizmet vermeye devam etti. Gurebâ Hastânesi, Bezmiâlem Hastânesi, Gurebâ-i Müslimîn Hastânesi, Vâlide Sultan Hastânesi, Vakıf Gurebâ Hastânesi, Bu günkü ismiyse (1993) Bezmiâlem Vâlide Sultan Vakıf Gurebâ Hastânesi. Hastâne, Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı katma bütçeli bir hastânedir. On dört servisin hizmet verdiği hastânede 400 yatak vardır. 1969’da temeli atılarak yapımına başlanan 700 yataklı yeni Gurebâ Hastânesinin binâsı (1991) bitirilerek hizmete girmiştir. Eski binâ ise tâmire alındı. Ayrıca onkoloji servisi mevcuttur. Hastâne eğitim amaçlı da kullanılmaktadır.
Alm. Vakuum (n); luftleerer Raum (m), Fr. Vacuum, Vide (m), İng. Vacuum. Hiçbir madde bulunmayan boşluk. Pratikte böyle bir boşluk elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple çok düşük yoğunlukta madde bulunan boşluklar da vakum veya kısmî vakum olarak kabul edilir. Kısmî vakumda kalan çok az miktardaki gazların basıncı vakum miktarını belirtir. Bu basınç dâimâ atmosfer basıncından küçüktür. Laboratuvarlarda elde edilen en düşük vakum 10-15 atmosferdir. Bu derece bir vakumda bir metreküp hacme 30 milyar atom düşer. İdeale yakın en iyi vakum uzay boşluğunda olup, metreküpe bir atom düşer (yaklaşık 3.10-25 atmosferlik basınç). Bir atmosfer 760 mm yükseklikteki cıva sütununun basıncına eşittir. 1 mm cıva sütunu basıncına denk olan 1 Torr’dan büyük basınçları ölçmek için sıvı kolonlu barometreler ve diyaframlı basınç saatleri kullanılır. Daha küçük değerdeki basınçlar ise dolaylı yollarla ölçülür. Bunun için belirli bir yoğunluktaki gazın ısı iletkenliği gibi çeşitli özelliklerinin değişiminden faydalanılır.
Vakumun pekçok kullanma sahası vardır. Flouresant lâmbalarda ısı yoluyla enerji kaybını azaltmada vakumdan faydalanılır. Saf maddelerin çok ince tabakalar hâlinde îmâl edilmesi yine vakumla mümkündür. İnce cam lenslerin îmâli bunlardan biridir. Çimento, kâğıt, tütün, tekstil, şeker, kimyevî ve tıbbî ürünler gibi endüstrilerde vakumlu kurutma yapılır. Böyle sahalarda ısıl işlemle kurutma hasar verme tehlikesinden dolayı mümkün değildir. Vakumun teknolojideki diğer kullanım sahalarından olan dökümcülük, yüksek gerilim kabloları gibi uygulamalar yanında vakum metalurjisi denen mühendislik dalında vakum vazgeçilmez bir unsurdur. Pekçok metalin ısıl işlemi, eritilmesi, işlenmesi, alaşımlandırılması, saflaştırılması ancak vakumda mümkündür.
X ışını tüpleri ve elektron tüpleri yanında biyoloji ve tıp sahasında da daha çok vakumla çalışan sistemler mevcuttur. Dokuların, kan plazmasının ve plâstik cerrâhîdeki deri tabakalarının kurutulması bunlardan bâzılarıdır.
Vakum şişesi, vakumlu fren, vakumlu temizleyici, vakum pompası, vakumdan faydalanılarak yapılmış başlı başına ayrı birer sistemdir.
Alm. Ventil (n), Fr. Clapet (m), İng. Valve. Bir boru tesisatındaki akışkanın hareketini kullanma bölümlerinin ihtiyacına göre ayarlamaya yarayan âlet. Supap ve vanalara da valf adı verilmektedir. (Bkz. Supap, Vana)
Alm. Gouverneur, Fr. Prétet, İng. Gonernor. Bir ilde hükûmeti temsil eden en büyük memur. Vâli, ilde devletin ve hükûmetin temsilcisi ve ayrı ayrı her bakanın mümessili ve bunların idârî ve siyâsî yürütme vâsıtasıdır. İl Özel İdârelerinin başı, belediye ve köy mahallî idârelerinin idârî vesâyet makâmıdır. Vâli, ilin genel idâresinden ve gidişinden sorumludur. Kânun, tüzük, yönetmelik ve hükûmet kararlarını yayımlar, îlân eder. Uygular, askerî ve adlî teşkilâtlar dışında kalan bütün devlet dâire müessese ve işletmelerinin özel işyerlerini, özel idâre, belediye ve köy idâreleri ve bunlara bağlı bütün müesseseleri denetler ve teftiş eder; suç işlenmesini önleyen, amme (kamu) düzen ve güvenliğini sağlayan tedbirleri alır. Plân ve programlarla il’e verilen görevlerin plân gâyelerine uygun şekilde gerçekleşmesini denetler. İl dâhilindeki bütün kalkınma çabalarını ve yatırımları tâkip eder, değerlendirir, aralarında işbirliği ve koordinasyonu sağlar.
Vâli, İçişleri Bakanlığına bağlıdır. İdârî teşkilât içinde İçişleri Bakanlığının memurudur. Bakanlığın teklifi, Bakanlar Kurulunun tâyini ve Cumhurbaşkanının imzâlamasıyla tâyin edilir. Vâli olmak için Türk olmak, medenî ve siyâsî haklara sâhip olmak şartı aranır.
Vâliliğe Bağlı Birimler
Vâlinin il’e âit işleri yapmasında kendisine çeşitli hususlarda yardımcı olurlar. Bu birimler şunlardır:
Vali Yardımcıları: Vâli tarafından verilen işleri yapar. Vâlinin bulunmadığı hallerde vâliye vekâlet eder. İlin durumuna göre birkaç tâne olur.
Hukuk İşleri Müdürlüğü: İl İdâre Kurulunun kânun sözcülüğünü ve vâlinin danışmanlığını yapar.
İl Plânlama ve Koordinasyon Müdürlüğü: İlin plânlama ve koordinasyon işlerine bakar. İl hizmetlerini yürütür.
İl Nüfus Müdürlüğü: İl düzeyinde nüfus işlerini düzenler.
İl Savunma Sekreterliği: Seferberlik işlerini düzenler. İl’e âit topyekün savunma işlerine bakar.
İl Sivil Savunma Müdürlüğü: İlin sivil savunma plânını hazırlar ve uygular.
İl Jandarma Alay Komutanlığı: Sorumluluk sahası içinde, amme düzenini, genel emniyeti ve âsâyişi sağlar. Güvenlik konusunda vâlinin müşâvirliğini yapar.
İl Emniyet Müdürlüğü: İl’in emniyet ve güvenlik işlerinden sorumludur. Âsâyişi sağlamakla görevlidir.
Yazı İşleri Müdürlüğü: Vâlinin yazışmalarını, personelin özlük işlerini, ayniyat, tahakkuk ve mûtemetlik işlerini yürütür. Vâlilik konağının temizlik ve koruma hizmetlerini düzenler.
Vâliliğin Târihçesi:
Yapılan araştırmalardan öğrenildiğine göre târihte en eski olarak Mezopotamya’da Hammurabi Krallığında ve daha sonra Asurlularda vâliler vardı. İranlılarda vâlilere “Satrap” ismi veriliyordu. Bunlar soylu veya kral âilesinden seçiliyordu. Gerektiğinde kral tarafından vazifeden alınırlardı. Vâlilik vazifesinin bâzan babadan oğula geçtiği de olurdu.
Eski Mısır krallık devrinde her ilde bir vâli bulunurdu. Orta Krallık devrinde bu makam babadan oğula geçen ve parayla satılan bir müessese hâline getirilmişti. Yeni Krallık devrinde ise, vâliler kral tarafından tam denetime (kontrola) tâbi tutuluyordu. Tâyinler merkezden yapılıyordu.
Roma İmparatorluğunda eyâletlerin başına mutlak egemenlik yetkisine sâhip vâliler tâyin edilirdi. Bu vâliler, yargı işlerinde uygulayacakları kânun maddelerini ihtivâ eden kararnâmeler yayınlarlardı. Romalılarda ilk vâliler, M.Ö. 227’de Sicilya ve Sardinya-Korsika’ya eyâlet “praetor’u” ünvânıyla tâyin edilmişlerdir. Daha sonra senato, vâlileri bir yıl süreyle seçmeğe başladı ve “propraetor” diye adlandırıldılar. Roma’da Doğu illerine gönderilen vâlilere “prokonsül” denirdi. Diğerlerine de “propraetor” denirdi. Prokonsüller daha yetkiliydi. Propraetor da küçük konsül demekti. Prokonsül’ün yanında yetkileri azdı.
Romalılarda vâliler senato tarafından seçilir ve denetlenirdi. Fakat bunun uygulamada hiç önemi yoktu. Vâlilerin yaptığı herşey senato meclisince hoş karşılanırdı. Bu bakımdan Romalı vâliler, halka eziyet eder, gittikleri bölge halkına esir muâmelesi yaparlardı. Romalılardan vâli olanlar çok çabuk zengin olurdu. Halktan haksız vergi toplamak en tabiî âdetleriydi. Kendilerinden hesap sorulmazdı. Roma krallarından Sezar, vâlileri kendi seçmeye başladı. Vâliler arasında prokonsül-propraetor ayırımını kaldırdı. Daha sonra Augustus zamânında daha değişik tarzda vâliler arasında farklılık tekrar getirildi. Ancak ikinci yüzyıl sonunda Romalılarda vâliler arasında rütbe farkları iyice azaltıldı. Vâlilerin hepsine “praesides” adı verildi. Üçüncü yüzyılın sonlarına doğru vâliler arasında bir kademeleşme kuruldu. Buna göre vâliler bütün askerî vazifelerini kaybettiler. Ancak yargılama, devlet için vergi toplama ve devlet topraklarını denetleme vazifeleri kendilerine bırakıldı.
Bizanslılarda sivil ve askerî görevler arasında fark vardı. Sivil görevi sâdece vâliler yapıyordu. Ama dış tehlikelerin artması hâlinde sivil görevin yerini askerler alıyordu. Askerî vâlilere “thema” adı veriliyordu. Onuncu yüzyılda Bizanslılarda otuz kadar thema vardı. Bunların on sekizi Asya’da, on ikisi Avrupa’da bulunuyordu.
İslâmiyette Vâlilik:
Peygamberimiz ilk İslâm devletini Medîne’de kurup sonra sınırlar büyüyünce, devletin daha iyi idâre edilebilmesi için merkezden uzak yerlere vâliler tâyin etmiştir. Bu usûl sonradan bütün İslâm devletlerinde uygulanmıştır.
Peygamberimiz şehirler ve kabileler üzerinde idâreci olarak âmiller tâyin etti. Yemen ve Hicaz bölgelernideki küçük ve büyük bütün kabilelere gönderilen “Âmil” ismi verilen bu temsilciler Müslümanlara namaz kıldırıyor ve zekât topluyor, adlî işlerine; kısaca vâlilik işlerine bakıyorlardı. Daha sonraları siyâsî vasıflara da hâiz oldular. Bunlardan en meşhuru Yemen’e vâli olarak gönderilen Muaz bin Cebel ile Amman Vâlisi Amr bin As idi. Resûlullah zamânında Mekke vâlisi tâyin edilen Itâb bin Useyid’e günlük bir dirhem maaş verildi. İlk defâ vâlilere verilen maaş budur.
Hazret-i Ebû Bekr zamânında Resûlullah’ın vâlileri yerlerinde bırakıldı. Ancak memleket çeşitli vilâyetlere ayrıldı. Bunlar: Mekke, Medîne, Taif, San’a, Hadramut, Havlan, Zübeyd, Rama, Cündel, Nercan, Cevrş ve Bahreyn’dir. Hazret-i Ömer zamânında, siyâsî ve idârî bakımdan kolaylıklar temin etmesi için eyâletler teşkil edildi. Bunlar: Bahreyn, Sicistan, Mekran, Kirman, Taberistan, Horasan. Fars (İran) eyâleti de üç vilâyete bölündü: Irak (Basra ve Küfe), Şam (Humus ve Dımaşk) ve Filistin. Afrikiyye de üç vilâyete ayrıldı: Yukarı Mısır, Aşağı Mısır ve Batı Mısır (Libya). Hazret-i Ömer’in son zamanlarına doğru vilâyetlere tâyin edilen idârecilerin âmil olan ünvanları, yerini vâli ve emir tâbirine bıraktı.
Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde de bu idârî taksimat bâzı değişiklikler ve yarı muhtar eyâletler şeklinde devam etti.
Hazret-i Ömer (634-644 (H.13-23) Zamânı Vâlisi |
Vilâyet |
Nâfi bin Hâris el-Hıza’î |
Mekke |
Süfyan bin Abdullah es-Sekafî |
Taif |
Ya’lâ bin Menbe Halif bin Nevre |
San’a |
Ebû Mûsâ el-Eş’arî |
Basra |
Mugîre bin Şu’be |
Kûfe |
Amr bin el-As |
Mısır |
Osman bin Ebî el-As |
Bahreyn |
Muâviye bin Ebî Süfyan (Dımaşk) |
Suriye |
Amr bin Sa’d |
Humus-Filistin |
Hazret-i Osman (656 (H.27) Zamânı Vâlisi |
Vilâyet |
Abdullah el-Hadrumî |
Mekke |
Kâsım bin Rabia es-Sekafî |
Taif |
Ya’lâ bin Menbe |
San’a |
Abdullah bin Âmir |
Basra |
Saîd bin el-As |
Kûfe |
Abdullah bin Sa’d bin Ebî Serh |
Mısır |
Abdullah bin Kays el-Fezârî |
Bahreyn |
Muâviye bin Ebî Süfyan |
Suriye |
Abdurrahman bin Hâlid bin el-Velid |
Humus-Filistin |
İslâm devletinde vâliyi halîfe seçerdi. Seçme, imtihanla ve ehil kişiler arasından seçilirdi. Vâlinin Müslüman ve hür olması “Genel Vâli” olanın müctehid olması aranırdı. Özel vâlilerin de âlim ve hukukçu olanları tercih edilirdi.
İslâm devletinde iki çeşit vali vardır:
1. Genel vâli: Genel vâlilik de kendi arasında ikiye ayrılırdı: a) Serbest bir tâyin işlemiyle meydana gelen vâlilikler: Bu göreve tâyin edilecek vâlileri bizzat halîfe kendisi tâyin ederdi. Bunlar; tâyin edildikleri yerlerdeki halkın hepsini idâre ederler, onların adliye, muhâkeme, vergi ve zekât toplama işlerini yürütürdü. Halkın bütün dertleri ve şikâyetleriyle yakından alâkalanırlar ve bu konularda tam yetkiye sâhiptiler.
b) Fetih sûretiyle: Mecbûrî bir tâyin ve tanıma işlemiyle meydana gelen vâlilikler; buralara tâyin edilen vâliler de halîfe tarafından seçilirdi. Bu gibi yerlere tâyin edilen vâlilerin görevleri sınırlıydı. Bunların yanına ayrıca tam yetkiye sâhip bir de vezir tâyin edilirdi. Birçok işlere bu vezir bakardı.
2. Özel vâli: Vâliler de halîfe tarafından seçilirdi. Genel vâliden daha az yetkiye sâhiptiler. Bunlar; bir toplumu sevk ve idâreye, orduya, belirli bir topluluğun haklarının korunmasına, konulan yasaklara halkın riâyet etmesini temine ve buna benzer işlere bakardı.
Genel ve özel vâliler; halîfe tarafından kendilerine ulaşan emirleri aynen uygularlardı. Bunların görevden alınması ve başka bir göreve tâyin edilmesi yine halîfeye bağlıydı. Yalnız özel vâlileri, tam yetkiye sâhip vezirle de görevden alma yetkisi vardı. Özel ve genel vâlilerden şahsî gelirleriyle, idâre ettikleri halkın hizmetine sunulmak üzere eser yapanlar çoktur.
Türk İslâm Devletlerinden, Selçuklular, Memlûkler, Akkoyunlular ve Karakoyunlularda vâliye; beylerbeyi denilirdi. Selçuklulardan sonra Türkiye’ye hâkim olan Osmanlılarda ise, vâlilik görevini eyâlet ve vilâyetlerde beylerbeyi, livâ denilen sancaklarda ise mutasarrıflar yapardı.
Cumhûriyet devrindeyse; eyâlet, livâ ve sancaklar İl’e çevrilip bugünkü bilinen vâli idâresine verildi.
Olağanüstü hal uygulanan bölgeler için ayrıca Olağanüstü Hal Bölge Vâlisi mevcuttur.
Osmanlı Devletinde pâdişâh anneleri için kullanılan tâbir. Vâlide sultanların resmî ünvânı Mehd-i ulyâ idi. Vâlide sultan tâbiri ilk defâ Sultan Üçüncü Murâd Han tarafından vâlidesine verilmiş ve sonra devamlı olarak kullanılmıştır.
Harem-i hümâyûnun en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Vâlide sultan, protokolde pâdişâhtan sonra gelirdi. Devlet içindeki büyük nüfûzlarına rağmen, siyâsetle uğraşanları yok denecek kadar azdır. Bunun yanında, hemen hepsi hayır işleriyle meşgul olmuşlardır.
Pâdişâh tahta geçince, annesi hayatta ise, Eski Saraydan Yeni Saraya naklolunurdu. Tahta geçen pâdişâhın annesi vefât etmişse, vâlide sultanlık boş kalırdı.
Vâlide sultânın haremde geniş bir câriye kadrosu vardı. Haremi, haznedar usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler, onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Hiç kimse emirlerine karşı gelemezdi. Harem halkının gezintilere çıkması onun muvâfakatıyla olurdu.
Vâlide sultanlara darphâneden belli bir ödenek ve has derecesinde dirlik verilirdi. Vâlide sultanlara tahsis edilen gelirlere başmaklık da denilirdi. Has veya tahsîsâtlarından başka yiyecek, içecek ve yakacak tâyinleri de bulunan vâlide sultanlar, zaman zaman pâdişâhın ihsânlarına da mazhâr olurlardı.
Vâlide sultanların mâlî işlerini idâre için bir kethüdâ (kahyâ) tâyin olunurdu. Bu zât, devlet ricâlinden olup, îtimâda lâyık görüldüğü için bu hizmete seçilirdi.
Otuz altı Osmanlı pâdişâhından yirmi birinin annesi oğullarının pâdişâh olmasına yetişerek, vâlide sultan olmuştur. Bunlardan sâdece Mâhpeyker Vâlide Sultan şehit edilmiş, diğerleri vefât etmişlerdir.
Gelirlerini hayır işlerine sarfeden vâlide sultanlardan bâzıları şunlardır:
Üçüncü Murâd Hanın annesi Nûr Bânû Vâlide Sultanın İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eseri vardır. Üsküdar Toptaşı’nda Atik Vâlide Câmii, imâreti, medresesi, dârüşşifâsı ve çifte hamamını yaptırdı.
Dördüncü Murâd ile İbrâhim Hanın anneleri Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan: Hüsn-ü cemâli, aklı ve zekâsı ve hayrât ve hasenâtıyla meşhur sâlihâ ve afîfe bir vâlide sultandı. YeniCâminin temelini attı. Üsküdâr Çinili Câmii ve yanına mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebille Anadolu Kavağı’ndaki câmiyi yaptırdı. Çarşamba’daki Vâlide Medresesi Mescidinin de bânîsidir. Çakmakçılar Yokuşu’nda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescit de onun eseriydi. Rumeli’de çok değerli vakıfları ve hayrâtı vardır.
Dördüncü Mehmed Hanın annesi Hadîce Turhan Sultan: Sâlihâ ve hayırsever bir hanımdı. Eminönü’nde Yeni Câminin temelini Mâhpeyker Kösem Sultan atmıştı. Turhan Sultan tamamlatıp 1664 (H.1074) yılında ibâdete açtı. Mektep, medrese, imârethâne, kütüphâneler ve çeşmeler yaptırdı.
Üçüncü Selim Hanın annesi Mihrişâh Vâlide Sultan: Halıcıoğlu’nda Abdüsselâm Câmii Mezarlığı önünde çeşmesi vardır.
Birinci Mahmûd Hanın annesi Sâlihâ Sebkatî Vâlide Sultan: Tophâne civârında Kâdirî Dergâhının avlu kapısı bitişiğinde kesme taştan bir çeşmesi vardır. Galata Azapkapı’sında kıymetli bir sebille sağda ve solda birer çeşmesi bulunmaktadır.
Birinci Abdülmecîd Hanın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan: Târihe mâlolan ve senelerce hizmet veren pekçok hayır müessesesi yaptırdı. Yaptırdığı câmilerin en büyüğü sâhil boyunda, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Câmi-i şerîfidir.
Bugün Kız Lisesinin bulunduğu yerde, sultan Mahmûd Han Türbesinin arkasında mektep yaptırmıştır. Ayrıca râmi ve Maltepe yolunun tam ortasında bulunan çeşme de onun eseridir. Hayır eli çok uzaklara kadar ulaşan Vâlide Sultan, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Muhammed Cân Mekkî için Mekke-i mükerremede bir dergâh yaptırmıştır.
Vâlide Sultan, şahsî servetini vakfederek, Gurebâ Hastahânesini yaptırdı. 1843 yılında câmi ve çeşmesiyle birlikte hizmete açıldı.
İkinci Mahmûd Hanın annesi Nakş-i Dil Vâlide Sultan: Üsküdar Alemdağı Sarıkadı köyünde ve Ayasofya arasındaki eski tevkîfhâne binâsının deniz tarafı köşesinde çeşmeleri vardır.
Sultan Abdülazîz Hanın annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan: İstanbul Aksaray’da bir câmi (Vâlide Câmii), kütüphâne, çeşme, mektep yaptırdı. Eyüp Defterdâr İskelesi yakınında Yâ Vedûd Câmii sırasında ve Karagümrük pazarı arkasındaki çeşmelerin bânisidir.