V

Türk alfabesinin yirmi yedinci harfi ve Türkçe’de bu harfin işâret ettiği ses. V, ses olarak bir diş-dudak sessizidir.

V, eski Türkçe döneminden beri Türk dilinde kullanılan bir sestir. Göktürk alfabesinde “V” sessizini göstermek için özel bir işâret bulunmazken Uygur alfabesinde “O” ve “U” seslerini göstermek için kullanılan işâret “V” için de kullanılırdı. Arap alfabesine dayalı Osmanlı ve diğer Türk yazı sistemlerinde “V” sesini göstermek için “vav” kullanılmıştır.

“V”, ana Türkçe’de kelime başında kullanılmaz. Günümüzdeki Türk diyalektlerinde, başında “V” bulunan kelimelerin hemen hepsi yabancı dillerdendir: Vapur, vagon, vida, virgül, vinç, viran, vitrin, vâli vs. gibi. Ancak “var, varmak, vermek” gibi birkaç kelime istisnâdır.

Türkçe’de iki ünlü arasındaki -y- sesi -v- ye çevrilir.

VÂCİB

İslâm dîninde zannî (kat’î ve açık olmayan) delille bildirilen emirler, işler. Zannî delîl, ya mânâsı kapalı bir âyet-i kerîmedir, yâhut bir sahâbînin Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem bildirdiği bir hadîs-i şeriftir. Vâcib, Allahü teâlânın emridir. Fakat farz gibi açıkça ve kesin olarak bildirilmemiştir. Bu sebeple Hanefî mezhebinde farzla vâcib ayrı şeylerdir. Farzı inkâr eden kâfir olur yâni îmânı gider. Vâcibin vâcib olduğuna inanmayan kâfir olmaz. Çünkü vâcib olduğu kat’î olmayan bir delille sâbit olmuştur. Ancak dinde vâcib olan işi yapmayan tövbe etmezse, Cehennemde azâb çeker. Vâcibin ibâdet olduğuna, yapılması lâzım olduğuna inanmayan, kâfir olur. Çünkü vâcib olduğu sözbirliğiyle ve zarûrî olarak bildirilmiştir.

Vâcib olan bir emri özürsüz olarak bir kere bile terk etmek günâha girmeye sebep olur. Terk etmeyi âdet hâline getirmekse büyük suçtur. Şartları taşıyanın kurban kesmesi, fıtra vermesi, erkeklerin bayram namazlarını kılmaları, vitir namazında kunut duâsını okumak vâcibdir. Ayrıca yapılması farz, vâcib ve sünnet olan namaz, hac gibi ibâdetlerin içinde yerine getirilmesi vâcib olan işler de vardır. Meselâ namazdaki vâcibler şunlardır:

Fâtihâ okumak, Fâtihâ’dan sonra bir sûre veya âyet okumak, zamm-ı sûreyi farzların birinci ve ikinci rekatlerinde, sünnetlerin her rekatinde okumak, secdeleri birbiri ardınca yapmak, ikinci rekatta teşehhüd miktarı oturmak, son rekatta otururken “Ettehiyyâtü” okumak, tâdil-i erkân, namaz sonunda esselâmü... demek, kunut duâsı okumak, imâmın; sabah, cumâ, bayram, terâvih, vitir namazlarında ve akşam ile yatsının ilk iki rekatında yüksek sesle okuması, imâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın üçüncü, yatsının üçüncü ve dördüncü rekatlerinde hafif sesle okumalarıdır. Bu vâciblerden birini bilerek yapmayan “secde-i sehv” eder. Haccın da yirmi bir vâcibi vardır. Bilerek veya bilmiyerek, haccın bir vâcibini vaktinde ve yerinde yapmıyana cezâ lâzım olur. Bu cezâ, kurban kesmek veya bir fıtır sadakası vermektir.

Yapılması veya terki vâcib olan hususlar dînimizde çok olup, bunlar ilmihâl kitaplarında geniş olarak anlatılmaktadır.

VADİÜ’S-SEYL MEYDAN MUHÂREBESİ

Fas’ın Tanca şehrinin güneyindeki ovada yapılan Osmanlı-Portekiz Meydan Savaşı (4 Ağustos 1578).

Kuzey Afrika’da hâkimiyet kurmak isteyen Portekizlilere karşı, Fas şerîflerinden Abdülmelik’in dâvetiyle bölgeye Osmanlı kuvveti gönderildi. Portekiz Kralı Sebastiao, yanında Şürefâ-ı Sâdiyeden Mevlây Muhammed de olduğu halde Osmanlılara karşı harekete geçti. Sebastiao 360 topla takviyeli 80.000 kişilik kuvvet ve kuvvetli bir donanmayla Kuzey Afrika’ya çıkarma yaptı. Cezâyir-i Garb Beylerbeyi Halil Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu ve Abdülmelik’in kuvvetleri, Portekizlilere karşı cephe alıp, Vadiü’s-Seyl Ovasının Kasrü’l-Kebîr mevkiinde karşılaştı. Çok şiddetli bir muhârebe oldu. Portekizliler müthiş bir bozguna uğradı. Kral Sebastiao ve Mevlây Muhammed bozgundan kaçarken nehirde akıntıya kapılarak boğuldular. Portekiz ordusundan 20.000 asker muhârebe meydanında öldürüldü. 40.000 esir alındı. Gemilerle kaçmayı başaran Portekiz askerlerinden bir kısmı, Cezayir’den kalkan bir Osmanlı filosunun taarruzuna uğradı. Bu sırada Abdülmelik de, büyük zaferin sevincinden muhârebe meydanında vefât etti. Osmanlılar, Abdülmelik’in yerine oğlu Ahmed el-Mansûr’u Fas Şerîfi tanıdılar.

Vadiü’s-Seyl Muhârebesi neticesinde, Osmanlı hâkimiyeti Kuzey Afrika’nın batı sâhillerine kadar genişledi. Sultan Üçüncü Murâd Han (1574-1595), Ahmed el-Mansûr’u Magrip Sultanlığına tâyin etti. Muhârebe sonunda pekçok ganîmet alındı. Ahmed el-Mansûr hazinelerle altınları Osmanlı merkezine gönderdi. Altınların çokluğundan Ahmed el-Mansûr’a (ez-Zehebî) lâkabı takıldı. Vadiü’s-Seyl mağlûbiyeti Portekiz Krallığının çok gerilemesine sebep oldu. Sebastiao’nun oğlu olmadığından yerine amcası Hanri geçti. 1580’de İspanyol kralı İkinci Filip, Portekiz krallığını ele geçirdi. Hindistan sâhillerine kadar uzanan Portekiz sömürgeciliği de geriledi.

VAFTİZ

(Bkz. Hıristiyanlık)

VAHA

Alm. Oase (f), Fr. Oasis (f), İng. Oasis. Çöllerdeki sulak ve bitkili yerler. Çölün ortasında su ve yeşilliğin bulunmadığı belli yerlerde hayat fışkıran vahalara tesadüf etmek mümkündür. Su bulunan bu yerlerde bitkiler yetiştiği gibi insanlar da yerleşip barınırlar. Yeraltı sularının bulunduğu, artezyen kuyularının açıldığı, büyük su kaynaklarına yakın ve dağ eteğinde taban suyunun yüze çıktığı yerlerde vahalara rastlanır.

Genelde bütün vahalarda sulama yoluyla sebze ve meyve yetiştirilir. Kuzey Afrika’daki vahalarda yetişen en önemli bitki hurmadır. Hurma olgunlaşmak için yakıcı sıcağa ihtiyaç gösterir. Heybetli olan bu ağaçların gölgesinde de sebze ve meyveler yetiştirilir. Vahalarda sulamanın bittiği yerlerde hemen uçsuz bucaksız çöl başlar. (Bkz. Çöl)

En büyük vahalara, çölde büyük nehirlerin aktığı yatağa yakın yerlerde rastlanır. Mısır’da Nil Nehrinin kenarlarında yerleşme yeri şeklinde pekçok vaha vardır. Dağ eteğinde taban suyunun yer yüzüne çıktığı Büyük Sahra’daki Tibesli Dağlarının ve Atlas Dağlarının eteğindeki vahalar dikkati çekenlerdir. Bâzı vahalarda ise yeraltı suları büyük kaynaktır. Libya Çölünün Kharya ve Dakkla vahalarıyla Avustralya’da Batı Queenslan’daki vahalar yeraltı su kaynakları ile beslenirler.

Çöl vahalarında tarım, sulanabilen topraklarda yapılır. Pamuk, zeytin, domates, soğan ve meyve gibi çok çeşitli ürünler yetiştirilir. Vahalar çöldeki ulaşım vâsıtaları için konaklama ve pazar yerleridir. Bunların içinde küçük bir şehir görünüşünde olanları da vardır.

VAHDEDDÎN HAN

(Bkz. Vahideddîn Han)

VAHİDEDDÎN HAN

Son Osmanlı pâdişâhı ve İslâm halîfesi. Sultan Birinci Abdülmecîd Hanın oğullarının en küçüğüdür. Annesi Gülistû Sultan’dır. 2 Şubat 1861 târihinde doğdu. Çok küçükken anne ve babasını kaybetti. Ağabeyi İkinci Abdülhamîd Han tarafından büyütülüp, himâye edildi. Çok zekî olup fıkıh bilgisinde pek ileriydi. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşâd’ın vefât ettiği gün pâdişâh ve halîfe oldu. Saltanata geçtiğinde ordu ve donanmaya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. Enver Paşanın Başkumandan Vekili ünvânını Başkumandanlık Kurmay Başkanı şekline çevirdi. Tahta geçişi dolayısıyla hazırlanan Hatt-ı Hümâyunda Pâdişâh: Kabinede adâletin dağıtımı ve güvenliğin sağlanması husûsunda daha fazla gayret harcanmasını, zarurî gıdâ maddelerinin ucuzlatılması için acele tedbir alınmasını, üretimin arttırılmasını, siyâsî suçluların af edilmesini, savaş bölgesi dışındaki sıkıyönetimin kaldırılmasını, devlet hizmetinde çalışacak olanların nâmuslu kimselerden seçilmesini, kânûnî bir sebep olmadıkça kimsenin işinden uzaklaştırılmamasını istedi. (Ali Fuat Türkgeldi. Görüp İşittiklerim, s. 156)

Bu istekler ve yeni icraatı pâdişâhın devlet işlerinde ve memleket meselelerinde aktif bir yol tutacağının açık bir deliliydi. Ancak bu sıralarda Birinci Dünyâ Savaşının korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Nitekim 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzâ edilerek, Birinci Dünyâ Harbi, mağlubiyetimizle bitti.

Mütârekeye imzâ koyan delegeler, 10 Kasım 1918’de saraya arz-ı tâzim için geldiklerinde pâdişâh bunları kabul etmedi. Mütârekeden hemen sonra Osmanlıları Birinci Dünyâ Savaşına sokan Talât, Enver ve Cemâl Paşalar 3 Kasımda yurt dışına kaçtılar. 24 Kasım 1918’de Pâdişâh Daily Mail Gazetesi muhâbirine beyânat verdi. Daha sonra Times Gazetesi’nde de yayınlanan bu beyânatta, Osmanlıların Dünyâ Savaşına girmeleri sorumluluğunu İttihat ve Terakki Fırkasına yüklüyor, bu sûretle felâkete onları sebep gösteriyordu. Bu beyânatında: “Osmanlı Devletinin harbe katılması âdetâ bir kazâ neticesidir. Eğer siyâsî vaziyetimizle coğrafî durumumuz ve millî menfaatlarımız ciddî sûrette nazarı dikkate alınsaydı, vukû bulan teşebbüsün aslâ mâkul olmadığı açıkça anlaşılırdı. Maalesef o zamanki hükûmetin basiretsizliği bizi bu bâdireye sürükledi ve felâketimize sebep oldu. Eğer ben Makam-ı saltanatta bulunsaydım, bu elim vak’a  katiyyen husûle gelmezdi.” demiştir.

Neticede İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan Vahideddîn’in elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir milleti idâre etmek kaldı.

16 Mart 1920’de İstanbul İtilâf devletleri tarafından işgâl edildi. Yunanlılar İzmir’e, İtalyanlar Güneybatı, Fransızlar da Güney Anadolu’ya girdiler. Vahideddîn Han 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladığı ve Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaşmasını bütün baskılara rağmen imzâlamadı. Osmanlı ordusu tamâmen lağvedildi. Medîne muhâfızı Fahri Paşa, on ikinci ordu kumandanıAli İhsan Paşa ve Harbiye Nâzırı Mersinli Cemâl Paşa gibi değerli kumandanlar Malta’ya sürüldüler. Yalnız pâdişâhın şahsını korumak için, yedi yüz kişilik maiyyet-i seniyye kıt’ası bırakıldı. Sultan bu taburu, Ayasofya etrâfındaki sipere sokup câmiye çan takmak veya müze yapmak isteyenlere ateş ediniz emrini verdi.

İşgâl altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan Vahideddîn Han, güvendiği kumandanları Anadolu’ya göndermek istedi. Ancak bunlar; “Dünyâya karşı harp edilmez. Bu iş olmaz.” diyerek gitmeyi reddettiler. Sultanın, kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bir ara kendisi gitmeyi düşündüyse de İngilizler; “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız.” diyerek engellediler. Bunun üzerine bir gün saraya çağırdığı Mustafa Kemâl’i; “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin.” sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi.

Vahideddîn Han, bundan sonra İstanbul’daki işgâl kumandanlarını oyalamak ve Anadolu’daki mücâdeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyâsî gayretler içine girdi. Fakat İngilizler de Türk birliğini parçalamak için pâdişâh aleyhine çalışmaktan geri kalmadılar ve aleyhinde kampanya başlattılar. Yegâne arzuları pâdişâhı milletin gözünden düşürmekti. Nitekim bunda ısrar eden İstanbul’daki İngiliz işgâl kuvvetleri, 17 Kasım 1922 Cumâ günü halîfeyi baskı ve silah zoruyla Dolmabahçe Sarayından motora alarak Malaya harp gemisine bıraktı. Bu gemi, son Osmanlı pâdişâhı ve İslâm halîfesini, İngilizlerin Türk aydınlarını sürdükleri Malta Adasına götürdü. Vahideddîn Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayâtından sonra, 16 Mayıs 1926’da İtalya’da vefât etti. Cenâzesi Şam’a getirilerek Sultan Selim Câmii Kabristanına defnedildi.

Vahideddîn Han, çok akıllı ve çabuk kavrayışlıydı. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, İkinci Abdülhamîd Handan sonra tahta çıksaydı, İttihat ve Terakki hükûmetinin hatâlarını önleyecek, felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibiydi. Mala, dünyâya düşkün olmadığı güzel ahlâklı ve eşi az görülebilecek kadar fazla nâmuslu olduğu vesîkalarda göze çarpmaktadır. Çok sevdiği vatanından koparken yanında şahsî ve pek cüz’î mal varlığından başka bir şey götürmediği, ayrılmasının üzerinden henüz dört yıl geçmeden vefâtında kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı 15 gün tabutunun kaldırılmamış olmasından da anlaşılmaktadır.

Vahiddedîn Hanın vatanının ve milletinin uğradığı felâketler karşısında neler düşündüğü ve neler hissettiği kayıtlara geçmiş şu hadîseden çıkarılabilir. 1919 senesi Ramazanında bir sabah Yıldız Sarayında yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler, sultanın geceleri kaldığı dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihannümâ Köşkünde geçirmiş olanVahideddîn, yangını haber alınca, üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken çevrede ağlayanları görünce gözleri yaşararak; “Benim vatanım ateş içinde, onun yanında bunun ne kıymeti var.” demekten kendini alamaz.

VAHİY (Vahy)

Alm. Göttliche, Eingebung, Fr. Révélation, İng. God’s revelation, revelation. Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine bildirmesi.

Allahü teâlâ, insanlar arasından seçtiği peygamber denilen kullarını vahy ile şereflendirmiştir. Bu sûretle, insanlara, dünyâda ve âhirette rahat ve huzûra kavuşacakları esasları bildirmiştir. Vahy, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar devâm etmiş ve onda son bulmuştur.

Vahyin olduğu kat’îdir. Mâhiyeti, hakîkatı bilinmez. Eserleri görülür, bu eserleriyle bilinir. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzünde, vahy esnâsında soğuk kış günlerinde bile yağmur tânecikleri gibi ter belirirdi. O sırada yanında bulunanlar vahy geldiğini anlarlardı. Hattâ vahyin ağırlığını hissederler, o esnâda ellerini ve kollarını kaldıracak güçleri kalmazdı. Bir defâsında Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem deve üzerinde iken, vahy gelmiş, deve vahyin ağırlığına dayanamıyarak arka ayakları üzerine çöküvermiştir.

Vahyin geliş usûlleri:

Vahiy şu şekillerde gelirdi.

1. Doğru rüyâlar. Bu, vahyin ilk şeklidir. Peygamberlerin bilhassa Peygamberimizin gördüğü rüyâlar, daha sonra uyanınca gerçek hayatta aynen meydana gelirdi. Hazret-i Âişe şöyle buyurur: “Peygamberimizin gördüğü rüyâlar aynen çıkardı. Bu rüyâlar sabah aydınlığı kadar açıktı.”

2. Peygamberimizin uyanıkken Cebrâil aleyhisselâm tarafından vahyin Peygamberimizin kalbine bırakılmasıdır.

3. Cebrâil aleyhisselâmın insan şekline girerek getirdiği vahiylerdir. Vahyin en kolay şekli de budur. Cebrâil çoğunlukla Peygamberimize Dıhye isimli sahâbînin şeklinde gelirdi. Cibrîl hadîsinde bildirilenler böyledir.

4. Cebrâilin görülmeden, çıngırak sesine benzer bir sesle vahyi bildirmesidir. Kendisinde; korkutma ve azap bulunan âyetler bu şekilde gelirdi. Peygamberimiz, vahyin bu çeşidi gelirken, titrer ve terlerdi. Hattâ heyecanlanırdı.

5. Cebrâil’in Peygamberimize uyku hâlindeyken gelmesidir.

6. Cebrâil’in bizzat kendi şekliyle getirdiği vahiydir. Peygamberimize Hira Dağında gelen ilk vahiy bu şekilde olmuştur. Aynı durum Mîrâc hâdisesinde de meydana gelmiştir.

7. Peygamber efendimiz uyanıkken, arada perde olmaksızın doğrudun Allahü teâlâ ile konuşması şeklindeki vahydir. Mîrâc gecesi meydana gelmiştir.

8. Mîrâc gecesi beş vakit namazın farz olmasına dâir arada perde olmadan vukû bulan vahy.

VAHŞÎ

Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan eshâbdan. Adı, Vahşî bin Harb Habeşî’dir. Hazret-i Hamza’nın Bedir Gazâsında öldürdüğü Tu’ayme’nin kardeşinin oğlu olan Cübeyr bin Mut’im’in kölesiydi. Habeşli olduğu için, el ile ok (harbe) atmada ustaydı. Uhud Gazâsında, Cübeyr buna; “Hamza’yı öldürürsen âzâd ol!” demişti. Hind de, babasının ve amcasının intikâmı için, Vahşî’ye mükâfat vâd etmişti. Uhud Savaşında Vahşî, taş arkasına saklanıp hazret-i Hamza’ya ok atarak ağır yaraladı ve kılıcıyla şehit etti. (Bkz. Hamza bin Abdülmuttalib)

Uhud Savaşında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birkaç kâfire bedduâ etmişti. Vahşî’ye niçin lânet etmiyorsun dediklerinde; “Mîrâc gecesi, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte Cennet’e girerlerken görmüştüm.” buyurdu.

Hicretin sekizinci yılında Mekke feth edildiği gün, Resûlullah, Kureyş’in hepsini affetti. Yalnız on kişinin adını söyleyip, bunları gören öldürsün buyurdu. Hind ile Vahşî bunlar arasındaydı. Hind, Müslüman oldu. Vahşî Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medîne’de mescide gelip selâm verdi. Resûlullah selâmını aldı. “Yâ Resûlallah, bir kimse Allah’a ve Resûlüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günâh işlese, sonra pişman olup, temiz îmân etse Resûlullah’ı canından çok sevici olarak, huzûruna gelse, bunun cezâsı nedir?” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Îmân eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.” buyurdu. “Yâ Resûlallah, ben îmân ettim. Pişman oldum. Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.” dedi. Îmân edip, affa kavuştu ve Eshâb-ı kirâm olmakla şereflendi. Fakat Yemâme tarafına gitmesi emrolundu. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çok mahçup olup, başını eğip hep öyle yaşadı. Bir daha Medîne’ye gelmedi.

Hicretin on birinci senesinde hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında Yemâme’de mürtedler (dinden dönenler) ile çok şiddetli harp oldu. Müseyleme ordusundan 20.000 kişi öldü. Hâlid ibni Velîd askerlerinden 2000 kişi şehit oldu. Önce Müslümanlar bozuldu. Sonra hazret-i Vahşî kahramanca saldırıp, hazret-i Hamza’yı şehit etmiş olduğu kılınçla yalancı peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül Kezzâb’ı öldürdü. Bunu gören Müslümanlar hücum ederek zafer elde ettiler. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem Vahşî’yi Yemâme tarafına göndermesinin büyük mûcize olduğu böylece meydana çıktı. (Bkz. Müseylemet-ül Kezzâb)

Vahşî radıyallahü anh, Yermük Gazâsında da bulunup, Rumlara karşı çok kahramanlıkları görüldü. Humus’ta yerleşti. Hazret-i Osman zamânında orada vefât etti.

VÂİZ VE VÂZ

Öğüt vermek, nasîhat etmek. İbâdet yapmak için toplanılan mescit, câmi gibi umûmî yerlerde yapılan dînî nasîhat. İnsanlara doğru yolu göstermek için yapılan irşad hizmeti de bir vâzdır. Vâz, insanların kalbini yumuşatacak ve Allahü teâlânın azâbından korkutacak şeyleri hatırlatmak ve O’na itâat etmeleri için tavsiyede bulunmaktır. Vâz lügatta “Öğüt, nasîhat, uyarmak, anlatmak, bilgi vermek” mânâlarına gelen Arapça bir kelimedir.

Vâz, insanlara dünyâ ve âhiret işlerinde iyiliği öğreten, kötülüklerden kaçınılması gerektiğini telkin etmek sûretiyle, Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu anlatan ve onların bilemediği karanlık yolları aydınlatan bir İslâm âlimi tarafından yapılan nasîhat demektir (Bkz. Emr-i Ma’rûf ve Nehy-i Anil Münker). Bu nasîhatı yapan kimseye de “Vâiz” denir.

Vâz, cemiyet hayâtının düzenine, insanların huzûruna, saâdetine sebep olması bakımından oldukça tesirli bir yoldur. Bunun için vâiz ve irşad hizmetleri, kânun ve yönetmeliklerde geniş ve açık olarak yer almıştır. Diyânet İşleri Başkanlığının görev ve yetkilerini düzenleyen 633 sayılı kânunun ilgili maddelerinde ve buna dayanılarak çıkarılan “Çalışma Yönetmeliği”nde vâiz ve irşad çalışmaları ile ilgili şartlar düzenlenmiştir.

Vâz, Allahü teâlânın dînini, emir ve yasaklarını insanlara anlatma işidir. Müslümanların birbirlerine, iyilikleri emrederek ve kötülüklerden vaz geçirerek nasîhat yapması, dînimizin bir emridir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Din nasîhattır.” Nitekim cenâb-ı Hak da, Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 110. âyetinde meâlen, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti için; “Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emreder, kötülükten de sakındırırsınız.” buyurdu.

Vâz ve nasîhat, birinin yüzüne karşı kusurlarını bildirmek şeklinde değil, umûmî olmalıdır. Vâiz, yumuşak ve tatlı söyler ve sert konuşmaktan kaçınır. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İyiliği tavsiye eden, kötülüğü yasaklayan bunları yumuşaklıkla ve şefkâtla yapmalıdır.”

Vâiz, dinde ilim sâhibi olmalı ve vâz ettiği insanların anlayışlarına, kültür seviyelerine göre hitâp etmelidir. Halkın örf ve âdetlerini göz önünde tutmalıdır. Ayrıca fitneye, huzursuzluğa sebep olacak söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Vâz eden kimse; herkese tatlı dil ve güler yüz göstermeli, kimseyi incitmemeli, kimsenin malına, ırzına göz dikmemeli, İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamalıdır. Müslümanlar arasında bölücülüğe sebep olacak, halkın huzursuzluğunu arttıracak nasîhatı yapmamalıdır. Devamlı karamsar tablolar çizerek insanları ümitsizliğe düşürmemelidir.

İnsanlara rehberlik eden, onlara dinde bilmediklerini öğreten vâizlerin, dikkat edecekleri önemli hususlardan bâzıları şunlardır:

1. Vâiz, dinde söz sâhibi olabilecek derecede ilim sâhibi olmalıdır. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri, en doğru şekilde tefsir eden, açıklayan hakîkî İslâm âlimlerinin kitaplarından okuyup vâz etmelidir. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi görüşüne göre açıklamaya kalkışmamalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîmi kendi görüşüne uyarak tefsir eden, açıklayan kâfir olur, dinden çıkar.”

2. Vâiz, her sözünde ve her işinde dînimizin emir ve yasaklarına uymalıdır. İslâm ahlâkıyla ahlâklanarak hâl ve hareketleri, güzel davranışları ile insanlara örnek olmalıdır. Çünkü (lisan-ı hâl, lisan-ı kâl’den daha üstündür) sözü meşhurdur. Yâni hâl, davranış, sözden daha tesirlidir.

3. Vâiz, konuştuğu sözlerle Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı ve insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olmayı niyet etmeli, düşünmelidir. Şan, şöhret, mal ve mevki kazanmak gibi dünyâlık peşinde olmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Biliniz ki, din adamlarının kötüsü, kötülerin en kötüsüdür. Din adamların iyisi de, iyilerin en iyisidir.” Ders vermek, vâz etmek ve dînî yazı, kitap, mecmua çıkarmak, ancak, Allah rızâsı için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de dünyâya düşkün olmamaktır.

VAK’A-İ HAYRİYYE

Yeniçeri Ocağının kaldırılması hâdisesi için kullanılan tâbir. Yeniçeri Ocağının, kuruluş yılları sonrasında, Osmanlı Devletinin Yükselme Devrinde seferde ve hazarda pekçok hizmetleri görüldü. Büyük zaferlerin kazanılmasında hizmeti geçti (Bkz. Yeniçeriler). Fakat, hizmeti devamlılık arz etmedi. On beşinci yüzyılda Fâtih’e itaatsizlikleriyle başlayan disiplin bozukluğu 16. yüzyılda daha açık görüldü. Sultan Üçüncü Murâd Han (1574-1595) zamânında genel olarak bozulmaya başladı. Devşirme Kânunu bütünüyle tatbik edilmeyince, Yeniçerilerle hiç alâkası olmayanlar Ocağa kaydedilmeye başlandı. Disiplin bozuldu. Hâdise çıkarma âdet hâline geldi. Seferden kaçma, muhârebeye katılmama, kumandanları, devlet adamları ve hattâ sultanı dahi azl, katl etmek fiillerinde bulundular. İslâh teşebbüsleri kâr etmediği gibi kabul de etmiyorlardı. Tâlime yanaşmadıklarından devrin silahlarını kullanmıyor, muhârebe taktiklerini kabul etmiyorlardı. Zamanla aslî vazifelerinden tamamen uzaklaştılar. Esnaflık ve ticâretle meşgul olmaya başladılar. Osmanlının yüzyıllarca üç kıtada hâkim kılmaya çalıştığı İslâm ahlâkını terk ettiler. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında mücâdele, tüccar, esnaf ve diğer çalışanları haraca bağlama veyâhut kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi gayr-i İslâmi (kânunsuz) hareketler önü alınmaz hâle geldi. Harpten kaçma, ağalarını öldürme, reâyaya her türlü zulm ve işkence gibi zorbalıkları da ahâlinin Yeniçeriler aleyhine dönmesine sebep oldu.

Yeniçerilerin katl ettiği büyük ıslâhatçı Sultan Üçüncü Selim Hanın şehâdeti günü 28 Temmuz 1808 târihinde pâdişâh olan Sultan İkinci Mahmûd Han Yeniçeri Ocağı kalkmadıkça zamânın ihtiyaçlarına uygun askerî teşkilâtın ve diğer ıslâhatların yapılamayacağını açıkça görmüştü. Yeniçeri Ocağı mensuplarını şüphelendirmeden uzun vâdeli plânlar yaptı. Îtimâda şâyan adamlarını devlet ve askerî teşkilât kadrolarına tâyin etti. Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşayı Sadrâzamlığa, Kadızâde Tâhir Efendiyi Meşihat makâmına getirdi. Sultan Mahmûd Hanın âlimlere hürmet ve iltifatları bunların da halîfenin safında yer almasına sebep oldu. Topçu Ocağı mensuplarına rütbe verip, kıymetlendirdi; onlarla gizli müzâkerelerde bulunup, bâzı tedbirler aldı. Sultanın emri üzerine, yüksek devlet memurları uzun süren müzâkereler sonunda muntazam ordu teşkiline karar verdiler. Eski Yeniçeri ağalarından Boğazlar Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşanın teklifiyle, isteyen Yeniçerilerin de girebileceği “Eşkinci” adıyla bir teşkilât kuruldu. Yeniçeri Ağası Celâleddîn Ağa vâsıtasıyla, Kul Kethüdâsı Hasan ve Ocağın ileri gelenlerine rütbe ve diğer makamlar verilmesi vaadiyle tasvipleri alındı. Şeyhülislâm Kadızâde Mehmed Tâhir Efendinin konağında 25 Mayıs 1826 târihinde; Sadrâzam Mehmed Selim Paşa, Rumeli Kadıaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadâret Kethüdâsı, Defterdar, Darphâne Nâzırı, Tophâne Nâzırı, Yeniçeri Ağası ve Ocağın ileri gelenleri toplandı. Yüksek devlet ricâli ve âlimlerin katıldığı bu toplantıda devletin iç ve dış durumu müzâkere edildi. Burada tâlimli asker yetiştirilmesi husûsunda ittifakla fikir birliğine varıldı. Âlimler, harp tâlimi yapılmasının gerekli olduğuna dâir fetvâ verdiler. Toplantıdan sonra, vezirler, âlimler ve ocağın ileri gelenleri, Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar gereğince çalışacağını belirten sened imzâladılar. Eşkinci Lâyihası denilen bu senede göre; İstanbul’da bulunan elli bir Yeniçeri Ortasından herbiri asker olmaya müsâit yüz elli kişi çıkaracak. Eşkinci Sınıfının her odasında, Yeniçeri Odasındaki kadar subay bulunacak. Yâni, birer tâne Çorbacı, Odabaşı, Vekilharç, Bayraktar, Usta Başkarakullukçu, Saka bulunacaktı. Subaylar tâyinlerinde Yeniçeri Ağasına câize vermeyeceklerdir. Yeniçeri Ağası vazifesine başlarken Sadrâzama hiçbir para vermiyecekti. Eşkincilerin eğitimlerine îtinâ edilecekti. Tâlim, subayların nezâretinde Etmeydanı’nda, atış Kâğıthâne yâhut Davutpaşa’da yapılacaktı. Eşkinci nezâretine Matbah ve Gümrük Emini Hacı Sâib Efendi tâyin edildi.

Eşkinci Lâyihasının yayınlanmasıyla, Yeniçerilerin taahhüdü altında projenin tatbikatına başlandı. Eşkinci Ocağına birkaç gün içinde beş yüz kişi mürâcaat etti. Eşkincilere üniforma ve silâhları dağıtılıp, 11 Haziran 1826 târihinde Etmeydanı’nda tâlim başladı. Fakat, pâdişâh ve devlet ricâli Yeniçerilerden emin olmadıklarından ihtiyâtî tedbir aldılar. Topçu, Humbaracı, Lâğımcı ve Tersâne Ocaklarının ileri gelenleri hükûmet safına alındı. Boğaziçi’nin Rumeli Sâhil Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa ve Anadolu Sâhil Muhâfızı İzzet Mehmed Paşanın maiyyetlerindeki üç bin kadar sekban askeri, lüzumunda derhal müdâhale için hazır kuvvet olarak ayrıldı. Devlet ricâli her ihtimâle karşı Boğaziçi’ndeki yalılara çekildi.

Yeniçeriler, Eşkinci Ocağının tâlime başladığı gün aleyhte propagandaya başladılar. Yeniçeri Ocağının kaldırılacağı etrafa yayıldı. Yeniçeriler, Eşkinci Ocağını istikbâlleri için zararlı görerek, isyan bayrağını açtılar. 15 Haziran 1826 târihinde kazanları alıp, Etmeydanı’nda toplandılar. Âsiler, etrafa tellâllarını gönderip, “Sadrâzamın, Yeniçeri Ağasının, Ağa Hüseyin Paşanın öldürüldüğünü” îlân ederek, halka “Etmeydanı’nda toplanma” dâveti yaptılar. Serseriler, Yeniçeri menfaatkârları dâvete katıldılar. Yağma, soygun, halka tecâvüz, anarşi başladı. Harp tâlimine fetvâ veren âlimler hakârete uğrayıp, tehdit edildi.

Yeniçerilerin isyanı üzerine Sadrâzam, Şeyhülislâm ve diğer devlet adamları Topkapı Sarayına gittiler. Sadrâzam, Topçu, Humbaracı, Arabacı, Tersâne Ocaklarına, Şeyhülislâm ise müderrislere, şeyhlere ve talebelere saraya gelmeleri için haber gönderdi. Sultan Mahmûd Han da, Beşiktaş Sarayından Topkapı Sarayına geldi. Pâdişâh, önce Sadrâzam ile Şeyhülislâmı, sonra da devlet ricâli ve âlimleri kabul etti. Onlara, Yeniçerilerin dayanılmaz hâle gelen isyan hareketlerinden bahsetti. İsyânın dînî hükmünü sorunca âlimler isyancıların katlinin meşrûluğuna cevaz (izin) verdiler. Sultanahmed Câmii harekât üssü kabul edildi. Sancak-ı şerîf çıkarıldı. Müslümanlar Sancak-ı şerîf altında Sultanahmed Câmiinde toplandılar. Sancak-ı şerîf tekbirlerle minbere dikildi. Silâhsızlara içcebehâne açılarak, silâh dağıtıldı. Âsiler, Sancak-ı şerîf altında toplanılmasını engellemek için, Sultanahmed ve Bâyezîd meydanlarında cana tecâvüz ederek, terör havası estirdilerse de muvaffak olamadılar. Âsiler, Divanyolu ile Bâyezîd etrâfını, Uzunçarşı ile o tarafın yollarını tutmuşlardı. Devlete sâdık kuvvetlerin kumandanlarından Ağa Hüseyin Paşa, Topçu askeriyle Divanyolu’ndan, İzzet Mehmed Paşa, Humbaracı, Lâğımcı, Tersâne askerleriyle Saraçhâne tarafından, Etmeydanı istikâmetine hareket ettiler. Silâhlandırılmış ahâliyse askerin gerisinden geliyordu. Âsiler, tahminlerinin üstünde mukâvemetle karşılaşınca geri çekildiler. Ağa Hüseyin Paşa kuvvetleri, Horhor Çeşmesi yakınlarında âsi müdâfîlerin mukâvemetiyle karşılaştılar. Topçu Yüzbaşı İbrâhim Ağanın gayretiyle mukâvemet kırıldı. Âsiler devamlı gerileyip, Etmeydanı’nda Yeni Odalar denilen Yeniçeri kışlalarına çekildiler. Âsilerin kışlası çembere alındı. İbrâhim Ağa, topçu ateşiyle, kışla kapısını tahrip etti. Topçu İmamı Hacı Hâfız Ahmed Efendi önde olmak üzere askerlerle kışlaya girdi.

Kışla yakıldı. Şiddetli bir taarruzla âsilerin çoğu kılıçtan geçirildi. Kaçıp da, yakalananlar îdâm edildi. Yeni Odalardan sonra Eski Odalar denilen kışlaya kaçanlar da yakalandı. Kaçaklardan yakalananlar îdâm edildi. Serseriler ve zararlı fiillerde bulunan şahıslar İstanbul’dan uzaklaştırıldı. İsyânın bastırılmasıyla Sadrâzam ve Şeyhülislâm, Sancak-ı şerîfi Sultanahmed Câmiinden alarak tekbir ve tehlîl ile Topkapı Sarayına getirdiler. Sultan Mahmûd Han, Sancak-ı şerîfi karşıladı. Sancak-ı şerîfi Bâbüssaâde çatısı altında kurulan taht yerine dikti. Muhteşem merâsim yapıldı. Sancak-ı şerîf yerine konduktan sonra, SultanMahmûd Han harekâtı muvaffakiyete götürenlere, merâsime katılanların huzûrunda teşekkür etti. Devlet ricâli, meseleleri görüşmek üzere sarayda kalıp, diğerleri dağıldı.

Yeniçeri Ocağının imhâ edildiği 15 Haziran 1826 târihine Osmanlılar ve târihçiler “Vak’a-ı Hayriyye” dediler. Yeniçerilerin imhâ edilişi her tarafta sevinçle karşılandı. Yeniçeri Ocağı resmen 17 Haziran 1826 târihinde kaldırıldı. Sultan Mahmûd Han, bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti. Sadrâzam vâlilere özel tâlimat göndererek vilâyetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının söndürülmesini istedi. Yeniçeri Ocağı kurulurken duâ eden Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin yolundan ayrılan sapık Hurûfîlerin tekkeleri kapatıldı; Hurûfî babaları sürüldü.

Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla devrin usûlüne göre yeni bir ordu teşkilâtı kuruldu. Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Osmanlı şâirleri an’aneye uyarak Vak’a-i Hayriyye için târih düşürdüler. En meşhuru Keçecizâde İzzet Molla’nın şu mısralarıdır:

“Tecemmü eyledi meydan-ı lahme

İdüb küfrân-ı ni’met nice bâği

Koyup kaldırmada ikide birde

Kazan devrildi söndürdü ocağı.”

VAK’ANÜVİS

Zamânın olaylarını kayıtla vazifelendirilmiş resmî devlet târihçisi. Târihin lüzumu anlaşılıp, kendilerinden sonra gelen nesillere bir eser bırakmak arzusu doğunca târihî vak’alar bir memura tutturulmaya başlandı. Bunlar ibret ve bilgi alınacak vesikalar olarak yeni nesillere bırakılmıştı. Osmanlılarda önceleri şehnâmenüvis nâmıyla bilinen görevli memurlar sonradan vak’anüvis adını aldı. İlk vak’anüvis târihi 18. asırda tutulan Nâimâ Târihi’dir. Son vak’anüvis târihiyse Lütfi Târihi’dir. Osmanlıların son vak’anüvisi Abdurrahman Şeref Efendinin yazdığı târih basılmadığı için hangi târihten hangi târihe kadar hazırlandığı bilinmemektedir. Resmî olarak ilk vak’anüvis Halebli Mustafa Nâimâ Efendidir. Meşhur Nâimâ Târihi’ni Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşanın emriyle yazmıştır. Kendisinden önce yazılmış olan husûsî târihlerden de istifâde eden Nâimâ 1591-1659 yılları arasındaki olayları anlatarak mükemmel bir mîras bırakmıştır. Bundan sonra Raşid, Küçük Çelebizâde Âsım, Sami, Şakir, Refet Hıfzı, Suphi, İzzî, Şefik, Rahmi, Hakim, Mehmed Said, Mûsâzâde Ubeydullah, Behçetî, Süleyman Molla, Enverî, Edib, Halil Nuri,Vâsıf, Pertev, Amir, Mütercim Âsım, ŞanizâdeAtaullah, Esad, Mehmed Recai Efendiler, Cevdet Paşa, Lütfi Efendi ve en son olarak Abdurrahman Şeref Bey sırasıyla vak’anüvis olmuşlardır. Bunların içinde Nâimâ ile Cevdet Paşa bu görevi tam hakkıyle yerine getirmişlerdir. İsimleri sayılan vak’anüvislerin kaydettikleri hâdiselere âit meydana gelen târihler: (1591-1659) Nâimâ, (1660-1727) Raşid, (1730-1743) Suphi, (1744-1751) İzzî, (1752-1773) Vasıf, (1774-1811) Cevdet, (1787-1807) Âsım, (1808-1817) Şanizâde, (1825-1876) Lütfi.

VAKFE

(Bkz. Hac)

VÂKIDÎ (Muhammed bin Ömer)

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yetişmiş târih, fıkıh, hadis, kırâat, tefsir ve edebiyât âlimi. Künyesi Ebû Abdullah, ismi Muhammed bin Ömer bin Vâkıd’dır. Dedesi Vâkıd’e nispetle Vâkıdî, Medîneli olduğu için de el-Medenî nisbet edildi. 747 (H. 130) yılında Medîne’de doğan Vâkıdî, 822 (H.207) senesinde Bağdat’ta vefât etti.

İlim tahsiline babası Ömer bin Vâkıd’den aldığı derslerle başlayan Muhammed bin Ömer el-Vâkıdî; İmâm-ı Mâlik, Süfyân-ı Sevrî, Ma’mer bin Râşid, Sevr bin Yezîd, İbn-i Cüreyc (rahmetullahi aleyhim) ve daha birçok âlimden hadis, fıkıh ve diğer ilimleri tahsil edip, hadîs-i şerîf rivâyet etmekle şereflendi. Kıraat ilmini Nâfi bin Nu’aym, Îsâ binVerdân, Süleymân bin Müslim ve İbn-i Cemmâz’dan aldı. Gazâlarla ilgili bilgilerin çoğunu 786 (H.170) yılında vefât eden Ebû Ma’şer Nuceyh es-Sindî’den öğrendi. Şehit çocuklarından, gâzîlerin yakınlarından savaşlarla ilgili bilgileri topladı.

Buğday ticâretiyle meşgul olan Muhammed bin Ömer el-Vâkıdî, Peygamberimize, peygamberliğinin bildirilmesinden, kendi zamânına kadar geçen bütün hâdiselerin cereyân ettiği yerleri, tek tek gezerek gördü. Oralarda incelemeler yaptı. Çok cömert olan el-Vâkıdî, elindeki malları fakirlere dağıtınca, muhtaç duruma düştü. Ticâreti bırakarak 796 (H.180) yılında Bağdat’a gitti. Vezir Yahyâ Bermekî’nin tertip ettiği ilmî meclislerdeki sohbetlere iştirâk etti. Şam ve Rakka’da da bir müddet bulunduktan sonra, tekrar Bağdat’a döndü. Halîfenin de ihsânlarına mazhar olan bu büyük âlim, Bağdat’ın Asker-i Mehdî (Rasâfe) bölgesinde kâdılık yaptı. Vefâtına kadar burada kaldı. 822 (H.207) senesinde Bağdat’ta vefât etti.

Borçlarının ödenmesini Halîfe Hârûn Reşîd’in oğlu Abdullah’a vasiyet etti. Namazını Batı Bağdat kadısı Muhammed bin Semâa kıldırdı. Hayzerân Kabristânına defnedildi.

Her ilimde söz sâhibi olan Vâkıdî’nin, bilhassa târih ilminde mühim bir yeri vardır. İslâm târihini doğru olarak yazmıştır.

Talebelerinden İbn-i Sa’d’ın ifâdesine göre, zamânındaki âlimler, Vâkıdî’ye gelirler, bilmediklerini sorarlar, îtirâz etmeden cevâbını alıp giderlerdi.

Vâkıdî’nin idrâk etmiş olduğu bu dönemde, Sahâbe-i kirâm ve Tâbiînin şâhit oldukları hâdiseleri, doğum ve vefâtları kaydedip, kitaplara geçiren yok denecek kadar azdı. Vâkıdî, Eshâb-ı kirâmın katıldığı muhârebeleri, siyâsî hareketleri, yaptıkları fetihleri inceledi, bunlarla ilgili her yere giderek, bu hususta bilgisi olan kimselerle görüştü. Elde ettiği bilgileri günü gününe yazdı.

Kendisinden; Kâtib-i Vâkıdî diye bilinen meşhur tabakât müellifi Muhammed bin Sa’d, Ebû Hasan Ziyâdî, Muhammed bin İshak Sagânî, Ahmed bin Halîl Bercilânî, Abdullah bin Hasan Hâşimî, Ahmed bin Ubeyd bin Nâsuh, Muhammed bin Şücâ’ Selcî, Hâris bin Ebî Üsâme gibi âlimler ilim tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.

Vâkıdî’nin yardımcısı tarafından gece-gündüz temize çekilen yazıları, onun eserlerini meydana getirmiştir. Bâzı rivâyetlerde, yüz yirmi devenin taşıyabildiği bir külliyâtı vücûda getirdiği bildirilen bu eserler, hadis, fıkıh, târih, tefsir, edebiyat gibi ilimlere dâirdi. Onun bilhassa mümtaz talebesi ve kâtibi, Tabakât-ül-Kübrâ yazarı Muhammed bin Sa’d, hocasının kaybolan Tabakât’ını günümüze aktarmıştır. Vâkıdî, Tabakât’ını, hadîs-i şerîflerin rivâyet merkezi olan Medîne-i münevvereden yirmi beş büyük âlimi senet göstererek yazmıştır. Hulefâ-i râşidîn (radıyallahü anhüm) devri ve daha sonraki yıllarda cereyân eden hâdiseleri, Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin (rahmetullahi aleyhim) tabakalarına göre yazmıştır.

Dünyânın dört bucağına nüshaları yayılan ve çeşitli şehirlerde ve dillerde baskıları yapılmış olan Vâkıdî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: Bilhassa şehit çocuklarından, râvilerden, âlimlerden ve ilk olarak bu hususta kitap yazan Ebû Ma’şer’den en ince ayrıntısına kadar öğrenerek yazdığı, El-Megâziy-ün-Nebeviyye, Afrika’daki fetihleri anlatan Fütûh-u Afrikiyye, Fütûh-u Mısır ve’l-İskenderiyye gibi cüzler hâlindeki Târih-i Kebîr’i meşhûrdur. İmâm-ıTaberî, yazdığı târih kitabında, 795 (H. 179) târihine kadar olan kısmı, Vâkıdî’nin yazdığı Târih-i Kebîr’den istifâde ederek hazırlamıştır. Peygamber efendimizin vefâtını müteâkip ortaya çıkıp, savaşlara sebep olan dinden dönenler ve yalancı peygamberlerle yapılan muhârebelerden bahseden Er-Ridde ve Megâzî adlı kitapları ve Tefsîr-i Vâkıdî bilinen eserleridir. Vâkıdî’nin Târih-i Kebîr’i 1882 yılında Welhausan tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.