Ü
Türk alfabesinin yirmi altıncı harfi ve Türkçe’de bu harfin işaret ettiği ses. Ü, ses olarak ince, dar yuvarlak bir ünlüdür.
Ü, Türkçe’de asıl seslerden biridir ve ana Türkçe’den beri kullanılmıştır. Ü, Türkçe kelimelerin her hecesinde yer alabilir. Kül, gümüş, süngü, üç, öksüz, gündüz, yüksek, v.b.
Ü, Arab alfabesine dayalıOsmanlı yazı sisteminde kelime başında “elif” ve “vav” harfleriyle ve bâzan yalnız “elif” veya “elif ve ötre” ile, kelime içinde yalnız “vav” harfi veya ötre ile veya her ikisiyle gösterilirdi. Kelime sonunda ise “ye” harfi veya çok seyrek olarak “vav” harfiyle belirtilirdi.
ÜBEYY BİN KA’B (radıyallahü anh)
Eshâb-ı kirâmdan. Hazrec kabîlesinin Hudeyle kolundandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 656 (H. 35) senesinde Medîne’de vefât etti. Annesi Neccâr hânedânından Süheyl’dir. Hazret-i Übeyy, İslâmiyet’in Medîne taraflarında yayıldığı sıralarda İkinci Akabe bîatından önce Müslüman oldu. Daha sonra yetmiş kişiyle Akabe’ye gelerek Müslümanlığını ve Resûlullah’a olan bağlılığını kuvvetlendirdi. Hicretten sonra, Resûlullah efendimiz onu Aşere-i mübeşşereden (Cennetle müjdelenen) Sa’îd bin Zeyd radıyallahü anhla kardeş yaptı. Peygamberimizle birlikte bütün gazâlara iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi.
Kur’ân-ı kerîmi güzel okuduğu için, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Kur’ân-ı kerîmi en iyi okuyanınız Übeyy bin Ka’b’dır.” buyurmuştur. “Kur’ân okuyanların efendisi” ve “Ensârın efendisi” lakabları da ona âittir. Zekât emri geldikten sonra, Resûlullah efendimiz kendisini Beni Huzeym, Benî Kudâme, Benî Sa’d ve Benî Uzre kabîlelerinde zekât toplamakla vazifelendirdi. Bu vazîfeyi hakkıyla yerine getirdi. Hicretten sonra vahy kâtibi olmak şerefine nâil oldu. Resûl-i ekrem efendimiz zamânında Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberledi.
Resûlullah efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ebû Bekr, Kur’ân-ı kerîmi toplama vazîfesini üzerine almıştı. Bütün Eshâbı kirâm aleyhi mürrıdvân aynı vazîfeye katılmış olup, Übeyy bin Ka’b radıyallahü anh da Kur’ân-ı kerîmi toplama ve yazma işinde vazîfelendirilmişti. Hazret-i Osman devrinde, Kur’ân-ı kerîmi çoğaltacak hey’ette ve başka önemli görevlerde de bulunmuştur.
Hazret-i Ebû Bekr döneminde önemli görevlerde bulunan Übeyy bin Ka’b radıyallahü anh hazret-i Ömer devrinde de Hazrec kabîlesini, müşâvere meclisinde temsil etmiştir. Bunun yanısıra Müslümanlara dersler vermiş, ilim öğretmiştir. Ramazân-ı şerîf ayında Mescid-i Nebevî’de kılınan terâvih namazlarında imâmlık yapmış, hazret-i Ömer de kendisine “Ebü’t-Tufeyl” ve “Seyyid-il-Müslimîn” künyesini vermiştir.
Hazret-i Osman’ın halîfeliği sırasında 656 (H. 35) senesinde Medîne’de vefât etti. Cenâze namazını hazret-i Osman kıldırdı. Cennetül-Bakî kabristanına defn edildi.
Übeyy bin Ka’b hayâtını, İslâmî ilimleri her tarafa yaymak üzere adamış bir Sahâbîydi. tefsirde, hadiste, büyük bir imâm olup, ünlü fakîhlerdendir. Defâlarca Peygamber efendimizin, mübârek iltifâtlarına mazhar olan Übeyy’in, Tevrât’a, İncil’e ve diğer semâvî kitaplara âit bilgisi çok fazlaydı. İlmî yönden çok geniş bir kültüre sâhip olduğu için, hazret-i Ömer çok hürmet gösterir, danışılması gereken konularda onun salâhiyetli (yetkili) olduğunu söylerdi.
Übeyy bin Ka’b, talebelerine karşı çok edebli, nâzik ve disiplinli bir Sahâbîydi. Derslerinin ciddî ve düzenli olmasını ister, lüzumlu sorulara titizlikle cevap verirdi. Talebelerinden ayrı bir yere oturmaz, onlarla aynı seviyede bulunur, öylece ders verirdi.
Übeyy bin Ka’b’ın başka bir özelliği de, Kur’ân-ı kerîmi bizzat yazmasıydı. Yazdığı mushafa Hazret-i Übeyy Mushafı denilmektedir. Ayrıca, tefsir ilmine hizmet eden müfessirlerin başında gelmektedir. Âyet-i kerîmelerin eshâb-ı nüzûlleri (inme sebepleri) hakkında geniş bilgisi vardı.
Hadis ilminde de büyük bir âlimdi. Hadîs-i şerîfleri nakil ve rivâyet konusunda da çok ihtiyâtlı olanÜbeyy bin Ka’b, 164 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek ellerini hazret-i Übeyy’in göğsüne koydular ve buyurdular ki: “Yâ Rabbî! Burayı şekten (şüphe) ve tekzibden (yalanlamaktan) koru.” Übeyy bin Ka’b buyuruyor ki: “O anda bana öyle bir hâl oldu ki, gümüş gibi beyaz bir yer gözüme göründü ve oradan Rabbime sanki nazar ediyorcasına korkudan ter içinde kaldım.”
Übeyy bin Ka’b buyurdu ki: “Bir gün Resûl-i ekremden işittim. “Kim dünyâda hayır amel işlerse, ona çok müjdeler vardır. Allahü teâlâ ona âhirette çok ihsânlarda bulunacaktır. Lâkin, kim bu dünyâ için çalışırsa, ona âhiretten hiçbir nasîb yoktur.”
Buyurdu ki:
“Kim Allahü teâlânın rızâsı için elindekini verirse, muhakkak Allahü teâlâ da ondan daha iyisini ona ihsân eder ve hesapsız şekilde sevap yazar. Kim bunun aksini yaparsa, Allahü teâlâ elindekini alır ve ona günâh yazar.”
Alm. Lohn (m), Gehult (n); Sold (m); Honorar (n), Fr. Paie, paye (f); salaire (m); solde (f); coût (m), İng. Pay; wage; salary; price. Bir kimseye bir iş veya hizmet karşılığında işveren veya üçüncü kişiler tarafından sağlanan nakdî ve para ile ölçülmesi mümkün aynî menfaatler toplamı. Ücret, emeği mukâbilinde çalışan insanların başlıca gelir kaynağını teşkil eder. Bilhassa sanâyileşmenin gelişmesiyle birlikte ücretle geçimini temin eden insanların sayısında hissedilir bir artış görülmüş, ileri derecede sanâyileşmiş memleketlerde, ücretle çalışan kesimin toplam nüfus içindeki oranı yüksek nispetlere ulaşmıştır. Bu sebeple genel ücret seviyesi gerek millî gelirin muhtelif gelir grupları arasındaki dağılışı bakımından ve gerekse sanâyinin gelişmesine tesir eden bir mâliyet unsuru olması bakımından mühim bir gösterge olarak ortaya çıkmaktadır.
Zamânımızda ücretlerin sosyal ve ekonomik bakımdan iki cepheli bir uygulama arzettiği görülmektedir.
Sosyal Yönüyle Ücret Uygulaması, iş kânunlarıyla sağlanmıştır. Millî gelirin dağılımında, gelir grupları arasında adâletli gelir dağılımının sağlanması için mâlî yönden zayıf durumda bulunan işçiyi koruyucu kânun hükümlerine yer verilmiş ve ayrıca “Asgarî Ücret” dediğimiz ihtiyaca göre ücret tespiti cihetine gidilmiştir. Kanun asgarî ücreti, “işçilerin normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin gıdâ, mesken, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi önemli ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerindeki asgarî seviyede karşılamaya yetecek ücret” olarak târif etmiş ve en geç iki yılda bir tespit edilmesi yaş ve cinsiyet farkı gözetilmemesi esâsını getirmiştir.
Asgarî ücretten ayrı olarak iş kânunlarında, ücreti koruyucu bâzı hükümlere de yer verilmiştir. Bunlardan, haftada bir gün tâtil yapılarak ücret alınması, dînî bayramlarda ve genel tâtil günlerinde çalışılmadan ücret ödenmesi, doğum, ölüm ve evlenmelerde belirli süreli ücretli izin yapılması, yılda bir defâ olmak üzere yaptığı hizmet süresiyle mütenâsib, yıllık ücretli izin kullanması ve bu ücretinin peşin ödenmesi, günlük 7,5 saatten fazla çalışmalarda % 50 zamlı ücret ödenmesi, gece çalışmalarının farklı ücrete tâbi tutulması gibi kânun hükümleri, sosyal muhtevâlı bir ücret uygulamasını kabul etmiştir.
Ekonomik yönüyle ücret uygulaması: Yapılan hizmete göre yâni verime göre ücret ödenmesini ifâde eder. Bu iktisâdî bir kavramdır. Herkesin yaptığı işin değerine ve zahmetine göre ücret almasıdır. İş kânunları bu tip ücretlerin hizmet akitleriyle veya sendikalar vâsıta kılınarak toplu iş sözleşmeleriyle tespit edilmesini hükme bağlamıştır.
Ücretin ekleri: Prim ve ikrâmiyelerdir, (sosyal haklar) olarak da ifâde edilir. Prim uygulaması, ya işçiyi daha fazla üretim yapmaya teşvik etmek veya işçinin başarılı çalışmasını mükâfatlandırmak için verilebilir. İş kânunlarında prim ücretlerden sayılmaz, işçiler için tazminatlar açısından ve diğer bakımlardan mükteseb hak teşkil etmez. İkrâmiyeler, yılın belirli zamanlarında belirli maaş şeklinde, dînî bayramlarda belirli bir miktar olarak veya yakacak yardımı, giyim yardımı, yemek yardımı, çocuk yardımı, vâsıta yardımı şeklinde ödenmektedir. Genel olarak bu tip ikrâmiyeler iş kânunları bakımından mükteseb hak teşkil eder ve tazminatlarda dikkate alınır. Bu ödemeler geniş mânâda ücretin târifi arasına girerler.
Ücret çeşitleri: 1) Saat ücret, 2) Günlük ücret (yevmiye), 3) Haftalık ücret, 4) Aylık ücret (maaş) genel olarak bu ücretlere zamana göre ücret de denir. 5) Götürü ücret, 6) Fason ücret, 7) Parça başı(akord) ücreti, 8) Komisyon ücreti, 9) Kâra katılma şeklinde ücret, 10)Yüzde usûlüyle ücret.
Bu ücretlerin herbiri işe ve işyerine, iş koluna ve işçiyle işveren arasındaki anlaşmaya göre tespit edilerek uygulanabilmektedir. Fason ücret genellikle tekstil iş kolunda ve konfeksiyon îmâlâtında sık görülmektedir. Ana hammaddeyi bir taraf, yardımcı işletme girdilerini de diğer taraf üstlenmek sûretiyle uygulanan bir ücret nevidir. Fason iş yapan kişiler ayrıca ücretli işçi de çalıştırmakta ve diğer ücret sistemlerinden birini uygulamaktadırlar. Yüzde usûlüyle ücret uygulaması genellikle hizmet veren müesseselerde meselâ lokantalarda görülmektedir. Komisyon ve kâra katılma şeklindeki ücret tarafların anlaşmalarıyla olur. Zamâna göre ücret eskiden beri her iş kolunda uygulanabilen ücret çeşitleridir.
İktisâdî yönden ücret çeşitlerini, îtibârî (nominal) ücret, reel (hakîkî) ücret, aynî ücret, nakdî ücret, net ücret, brüt ücret, asgarî ücret, azamî ücret olarak da saymak mümkündür.
Ücretin ödenmesi: İşçi ücretlerinin, Türk parası ile en geç ayda bir ödenmesi mecbûridir. Bu ödeme, hizmet akitleri ve toplu iş sözleşmeleriyle bir haftaya kadar indirilebilir. İşveren, hizmet akitlerinde ve toplu iş sözleşmelerinde belirtilen sebepler dışında işçiden ücret kesintisi yapamıyacağı gibi işçinin meydana getirdiği zarara karşılık ongünlük ücretinden fazla ücret kesintisi de yapamaz. Bu kesintiyi de on haftada eşit taksitlerle yapmak mecbûriyetindedir. Aylık ücretlerin dörtte birinden fazlası da haczedilemez. Ücret ödemeleri sırasında işyerinin işçiye, (ücret hesap pusulası) denen ve brüt ücretle kânûnî kesintileri ve net ücreti gösteren bir belge vermek mecburiyeti de vardır.
İktisâdî bakımından ücretin izahı: İktisâdî yönden ücretler, ücret seviyesi, ücretin bünyesi ve ücret sistemleri (çeşitleri) bakımından genelde tahlile tâbi tutulmuşlardır.
Ücret seviyesi: Emek arzı ile emek talebinin piyasada karşılaşmasıyla yâni arz ve talep kânunuyla teşekkül etmektedir. Batılı Avrupa iktisatçılarına göre ücretler, uzun dönemde kendi hâline bırakılırsa asgarî geçim haddine göre teşekkül ederler. Emeğin fiyatını (ücreti) tâyin eden husus, arz ve talebin mekanik hareketleridir. Emeğin kıymeti, herhangi bir emtianın fiyatı gibi, nihâî olarak istihsal masraflarına tâbidir. Emeğin tabiî fiyatı ise, işçilerin geçimlerini temin edecek bir mevcudiyetini idâmeye kâfi gelecek olan fiyattır şeklinde ifâde etmişlerdir. Yine aynı nazariyeye göre, emeğin bir tabiî, bir de piyasa olmak üzere iki türlü fiyatı mevcuttur. Tabiî fiyat, asgarî geçinme ücretini, piyasa fiyatı ise arz ve talebin karşılaşmasından meydana gelen ücreti temsil etmektedir. Tabiî fiyat (ücret), piyasa ücretini aştığı takdirde, işçilerin yaşama şartları inkişâf eder ve ücretli çalışanların mâlî durumlarında düzelmeler meydana gelir. Tersi durum ise ücretlilerin yaşama şartlarını güçleştirir, denmiştir. Bu nazariyeye, (tunç kânun)da denir. Diğer bir nazariye (ücret fono nazariyesi)dir. Buna göre, ücret seviyesi ekonominin tamamından tahsil edilen toplam ücret fonuna karşılık çalışmakta olan işçi miktarı arasındaki nispete göre meydana gelen ücrettir. Ayrılan fonun azlığı veya çokluğu, işçi miktarının azalıp çoğalması, genel ücret seviyesini azaltıp çoğaltmaktadır.
Ücretin bünyesindeki farklılıklar: Liberal ekonomik yapı içinde ücretlerin çeşitli etkiler altında farklılık gösterdiği görülmektedir. Emeğini arz edenle emeği talep eden arasında pazarlık yapılması, ihtisas isteyen işlerin olması, kalifiye eleman güçlüğü gibi sebepler belirli bir ücret seviyesinin tespitini güçleştirdiği gibi müessiriyeti aynı olan ve aynı işi yapan şahıslar arasında ve işletmeler arasında farklı ücret uygulaması, ücret farkları gibi sebepler de genel bir ücret seviyesinin tespitini güçleştirmektedir. Ayrıca rekâbet şartlarının her iş kolunda değil bâzı iş kollarında ve hattâ bir iş kolunun bâzı kısımlarında veyâhut belli bir coğrafî bölgede görülmesi gibi sebeplerle emeğin arz ve talebiyle genel bir ücret seviyesinden bahsetmek mümkün olmamaktadır.
İslâm hukûkunda, bir malın kendini değil de menfeatını yâni kullanılmasını satmaya kirâ veya ücret; ücretle çalışan işçiye (ecîr), işverene (müstecir) denir.
Hadîs-i şerîfte: “İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz” şeklinde emredilmiştir. Emeğin karşılığında elde edilen ücret, helâl kazançların başında sayılmıştır. İslâmiyette iktisâdî genel prensiplerden biri de kâra katılma şeklinde kendini gösteren kâra katılma ücretiyle çalışma şeklidir. Bu şekilde millî gelir dağılımında bütün mala sâhip bir sınıfın doğmasının engellenmesi, helâl ve adâletli gelir dağılımının sağlanması gâyesi esas alınmıştır.
İslâm dîninde kıymet verilen üç ay. Receb, Şâban ve Ramazan ayları. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için bâzı gecelere, gün ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tövbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kulların çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları sebep kılmıştır.
Üç aylardan ilki Receb ayıdır. Bu ay içinde iki mübârek gece vardır. Receb ayının ilk Cumâ gecesi Regâib gecesidir. Yirmi yedinci gecesi Mîrâc gecesidir. (Bkz. Receb Ayı)
Mübârek üç aylardan ikincisi, Şâban ayıdır. Şâban ayının on beşinci gecesi Berât gecesidir. Bu ay Ramazana hazırlık ayıdır. (Bkz. Şâban ayı)
Üç ayların üçüncüsü Ramazân ayıdır. Bu ay, çok kıymetli ve şereflidir. Bu ayda yapılan bütün nâfile ibâdetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan, farz ibâdetlere verilen sevap gibidir. Bu ayda iyi iş ve ibâdet yapanlara, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Kur’ân-ı kerîmin vahyedilmeye başlandığı Kadir gecesi bu ay içindedir. (Bkz. Ramazan). Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Şâban benim ayım. Receb Allahü teâlânın ayı, Ramazan da benim ümmetimin ayıdır. Şâban günâhlara keffâret ayı, Ramazan ise günâhların temizleyici ayıdır.”
Alm. Dreieck (n), Fr. Triangle (m), İng. Triangle. Aynı doğru üzerinde olmayan üç noktayı birleştiren doğru parçalarından meydana gelen geometrik şekil. Bu noktalara köşe, doğru parçalarına kenar ve kenarlar arasındaki açılara iç açı denir. Bir kenarla diğer bir kenarın köşeden dışarı taşan uzantısı arasında kalan açıya da dış açı denir. Üçgenin herhangi bir kenarı taban olabilir. Tabanın karşısındaki köşeye tepe, açısına da tepe açısı denir. Tepe noktasından tabana çizilen dik doğru parçasına ise yükseklik denir. Bir kenarın orta noktasını karşısındaki köşeye birleştiren doğru parçasına kenarortay, açıları ikiye bölen doğrulara ise açıortaylar denir. Üç köşeden geçen çembere üçgenin çevrel çemberi, kenarlara içten teğet olacak şekilde çizelen çembere de iç çember adı verilir. Çevrel çemberin merkezi, kenar orta dikmelerin kesişme noktasıdır. İç teğet çemberin merkeziyse iç açıortayların keşişme noktasıdır.
Üçgenler açılarına ve kenarlarına göre çeşitlere ayrılır. Üçgen bir düzlem üzerine çizilebildiği gibi bir küre yüzeyi üzerine de çizilebilir. Euclide geometrisi dışındaki diğer geometrilerde üçgenin özellikleri değişiklikler gösterir. Üçgenin bilinen özellikleri Euclid geometrisine göre olan özellikleridir. Buna göre bir üçgenin iç açıları toplamı 180° veya p (pi) radyandır. (Hiperbolik geometride 180°’den küçük, eliptik geometride büyük). Bütün açıları dar açı olan üçgenlere dar açılı üçgen, bir açısı geniş açı (90°’den büyük) olana geniş açılı üçgen, bir açısı 90° olan üçgene dik üçgen denir. Kenarlarına göre ise kenarların eşit ve farklı olmalarına göre üçgenler eşkenar, ikizkenar ve çeşitkenar olmak üzere üç çeşide ayrılır. Dik üçgende dik açının karşısındaki kenara hipotenüs, iki dik kenarı eşit olan üçgene de ikizkenar dik üçgen adı verilir.
Üçgenlerle İlgili Özellikler ve Teoremler:
Üç kenar eşitse (eşkenar üçgen) iç açıların her biri 60°’dir.
Bir üçgende birden fazla geniş veya dik açı olamaz.
Üçgenin alanı taban ile yüksekliğin çarpımının yarısına eşittir.
Bir dış açı komşu olmayan iki iç açının toplamına eşittir.
İki kenarın toplam uzunluğu üçüncü kenardan dâima fazladır.
Üç kenarın orta dikmeleri bir noktada kesişir (çevrel çemberin merkezi).
İç açıortaylar bir noktada kesişir (iç çemberin merkezi).
Açıları eşit ve karşılıklı kenarı orantılı üçgenlere benzer üçgenler denir.
Euclide geometrisinde üçgen sinüs ve kosinüs teoremlerine göre incelenir. A,B,C açıları a,b,c de bunların karşılarındaki kenarlar, R çevrel çemberin yarıçapı olmak üzere sinüs teoremi,
a/Sin A= b/Sin B= c/Sin C= 2R olarak, kosinüs teoremi ise, a2= b2+c2-2bc-Cos a olarak ifâde edilir.
Bir açı ortay karşı kenarı komşu kenarlarla orantılı olarak böler.
Bir kenara çizilen paralel diğer kenarları orantılı böler ve meydana gelen küçük üçgen, büyük üçgene benzerdir.
Üç kenara âit yüksekliklerin kesim noktasına orto-santr denir.
Üst üste konulduğunda üçgenin elemanları denen kenar ve açılar çakışırsa bu üçgenler eşittir. İki üçgenin eşit olması için şu teoremlerden birinin sağlanması gerekir:
a- Birer kenarları ve bu kenara komşu açıları eşit (AKA).
b- İkişer kenarı ve aralarındaki açıları eşit (KAK).
c- İkişer kenarı ve büyük kenarın karşısındaki açı eşit (KKA).
d- Üçer kenarı eşit.
e- Hipotenüsleriyle birer dar açıları eşit dik üçgenler.
f- Hipotenüsleriyle birer dik kenarları eşit dik üçgenler.
g- Üç açısı eşit üçgenler eşit olmayıp, sadece benzer üçgenlerdir.
Küre Yüzeyinde Üçgen: Küre yüzeyindeki bir üçgenin kenarları çember yaylarından ibârettir. Bu yayların kesim noktaları ise köşeleri teşkil eder. Kenarlar arasındaki açılar, kenar yaylarından ve küre merkezinden geçen dâirevî düzlemler arasındaki açılarla ifâde edilir. Bu açılar ise yarıçapı, küre yarıçapı olan üçgen kenar yaylarının uzunluğu ile ölçülür. Kenar yayları ve açıların her biri 180°’den küçüktür. Üç elemanı (kenar yayları veya açılar) 90° ise bu üçgen sekizde bir küre yüzeyinden ibarettir. Buna benzer pekçok (düzlemdeki üçgenden farklı olan) özellik vardır.
Pascal Üçgeni: (a+b)n gibi cebrik bir ifâdenin açılımını bulurken katsayıların tespitinde kullanılan üçgen şeklindeki sayı tablosudur. (Bkz. Binom Teoremi)
Osmanlılar zamânında Bursa’da yetişmiş olan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr olmuştur. 1490 (H. 895) senesinde Bursa’da doğdu. 1581 (H. 989) senesinde Bursa’da vefât etti.
Küçük yaşta bir ipek tüccarının yanında çalışan Muhammed Üftâde, ustasının ve babasının vefâtı üzerine âilesinin geçimini üzerine aldı. Hem âilesinin geçimini temin etmek için çalıştı, hem de boş zamanlarında Bursa’daki medreselere giderek ilim öğrenmeye gayret etti. Dînî ilimlerde belli bir seviyeye geldikten sonra, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Daha sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Bir gün rüyâsında Emir Sultan hazretlerini gördü. Emir Sultan hazretlerinin; “Bizim câmimizde vâz ve nasîhat et.” diye işâret etmesi üzerine Emir Buhârî Camiinde vâz ve nasîhate başladı. Vakitlerini ibâdet yaparak ve insanlara Allahü teâlânın dînini anlatarak geçiren Muhammed Üftâde tasavvuf büyüklerine karşı büyük saygı duyar, bir velînin sohbetinde bulunmayı arzu ederdi. Birgün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa’ya geldiğini öğrendi. Onun huzûruna talebe olmak istediğini bildirdi. Hızır Dede de onu talebeliğe kabul ederek tasavvuf yolunda yetiştirdi. Sekiz yıl müddetle hocasının emrinde ve hizmetinde bulunan Muhammed Üftâde tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Hocasının vefâtından sonra Muhyiddîn ibni Arâbî’nin ruhâniyetinden feyz alıp kemâle (olgunluğa) ulaştı. Hocasının dergâhında ders ve talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebe yetiştirdi. Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâî gördüğü bir mahkeme üzerine Muhammed Üftâde’ye gelerek talebe oldu. Kâdılığı ve dünyânın debdebelerini bırakarak onun hizmetine girdi. Aziz Mahmûd Hüdâî’yi yetiştirip halîfesi olduğunu bildirdi. (Bkz. Aziz Mahmûd Hüdâî)
Pekçok kerâmetleri görüldü. Osmanlı Sultanlarının iltifatlarına kavuştu. 1581 (H. 989) senesinde Bursa’da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığındayken kendi yaptırdığı câminin bahçesine defn edildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Bugün kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Muhammed Üftâde hazretlerinin Hutbe Mecmuası ve Dîvan adlı iki eseri vardır.
Muhammed Üftâde uzun boylu, şefkâtli, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin ederdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalp kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile cevap vermezdi. Kur’ân-ı kerîm okurken güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli hissedilirdi. Vakitlerini ibâdet ederek geçirirdi.
Üftâde’nin yazdığı şiirlerden birisi şöyledir:
Hakka âşık olanlar,
Zikrullahdan kaçar mı?
Ârif olan cevherini,
Boş yerlere saçar mı?
Gelsin mârifet olan
Yoktur sözümde yalan
Emmâre’ye kul olan
Hayr-ü şerri seçer mi?
Gerçek söz bu yârenler,
Gördüm demez görenler,
Kerâmete erenler,
Gizli sırrın açar mı?
Üftâde yanıp tüter,
Bülbüller gibi öter
Dervişlere taş atan
Îmân ile göçer mi?
Alm. Land (n), Fr. Pays (m), İng. Country. Bir devletin hâkimiyet alanı. Devletin varlığını muhâfaza edebilmesi ve milletlerarası şahsiyetinin olması için bir ülkeye sâhip olması gerekir. Burada o devlete âit vatandaşlar yaşar ve sınırları belirlidir. Bir devletin ülkesi sınırlar içindeki kara, deniz ve hava alanını içine alır. Sınırlandırılmış ülke topraklarında devletin hâkimiyeti toprak altında olduğu gibi havada da olduğu kabul edilir. Devletin kendi ülkesi topraklarında istediği gibi mâden, petrol araştırması, kuyu ve sığınaklar açmak yetkisi vardır. Yalnız hava sahasında bütün ülkelerin faydalanmaları gereken uzay sınırlarının nereden başladığı kesin belli değildir. Uçağın çıkabileceği en son yükseklik, devletin güvenliğiyle ilgili yükseklik, atmosfer tabakasının bilfiil sona erdiği nokta bu sınır için öne sürülmüşse de, bugün için kesin birşey kabul edilmemiştir.
Bir devletin ülkesini genişletmesi alüvyonların denizi doldurması, volkanik faaliyetlerde olduğu gibi jeolojik olaylarla, başka bir devletle anlaşarak, devlet veya devletlerden anlaşma, hibe, satın alma veya karşılıklı arâzi mübâdelesi şeklinde olabildiği gibi anlaşmalar dışında bir devletin ülkesini elde etme, fetih yoluyla da olur. Günümüzde fetih, devletler arasında meşrû kabul edilmese de fiilî olarak yaşanmaktadır. Kuvvetli olan, dünyâ devletlerinin söz geçiremediği devletler, yirminci yüzyılda da istilâ yoluyla ülkelerine yeni topraklar katmaktadırlar.