ULAŞIM
Alm. Verkehr (m), Fr. Circulation (f), İng. Circulation. İnsan ve eşyânın bir yerden başka bir yere aktarılması. Medeniyet târihinde ulaşım, insanların yaşayışında her zaman önemli bir yer almıştır. Eşyâ ve malların üretildikleri yerler dışına taşınmaları, bunlara değişik yerlerde ihtiyaç duyulmasından ileri gelir. İnsanlar ise iş icâbı, yâhut sosyal veya kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için bir yerden başka bir yere giderler.
Gerek herhangi bir malın gerekse bir insanın bulunduğu yerle nakledileceği yer arasındaki mesâfe, alacağı vakit, mal oluş fiyatı düşünülerek ulaşım şekli seçilir. Bundan hareket edilerek ulaşımda yapılan yeni gelişmelerde dâimâ gâye mesâfeyi azaltmak ve böylece hem vakit kazanmak, hem de fiyatı düşürmek olmuştur. Bu arada konfor ve emniyet de dikkate alınmaktadır.
Ulaşım yolları umûmiyetle düz hat olarak çizilmişler; dağ, su gibi yolu uzatacak veya dolandıracak herhangi bir engeli olmayan en kısa yoldan geçirilmek istenmişlerdir. Diğer ulaşım araçlarına nazaran en moderni olan hava taşımacılığı, yeryüzü şekilleri ve topoğrafyadan en az etkilendiğinden en kısa yolla yapılmış olur.
Ulaşım araçları eski târihlerden günümüze kadar çeşitli gelişmeler kaydetmiştir. Bir yandan ihtiyaçlar artarken diğer bir yandan da bu ihtiyaçları karşılayacak ulaşım yolları gün geçtikçe gelişmiştir. Ulaşımın gelişmesinde birçok faktör rol oynamaktadır. Bu faktörler; coğrafik, ekonomik, politik ve sosyal faktörlerdir
İlk taşıma şekli olarak, insanın sırtı ile çocuk ve eşyâlarını taşıması akla gelmektedir. Daha sonra hayvanlar taşımada yer almıştır. İnsanın tekerleği keşfetmesi ulaşımda en büyük adımdır (Bkz. Tekerlek). Tekerleğin bulunuşu ile hayvanlar artık çekici vâsıta olarak daha ağır yükleri, daha çok insanı taşır olmuşlardır. İnsanların bulduğu diğer bir ulaşım aracı ise nehir ve denizlerde kürek ve yelken gücüyle giden kayık ve gemilerdir (Bkz. Gemi). Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan ipek ve baharat yollarının, Akdeniz’de, Nil ve Fırat gibi nehirlerde büyük limanların bulunması eskiden beri insanların ulaşımı gemilerle, hayvan sırtlarında ve vagon biçiminde arabalarla yaptığını göstermektedir. Ulaşımda yapılan büyük keşiflerden biri de pusulanın bulunuşudur. Pusula ile uzun kara ve deniz yollarına çıkma imkânı doğmuştur. (Bkz. Pusula)
Ulaşım araçlarında büyük gelişmeler 19. yüzyıldan îtibâren olmuştur. 1765 senesinde James Watt’ın buhar makinasını bulması ile büyük buharlı gemiler yapılmış, 1850’lerde yelken terk edilmiştir. Buhar makinaları demiryolu taşımacılığına da yol açmış, 1825 senesinde İngiltere ve ABD’de demiryolları faaliyete başlamıştır. 1887 senesinde ise Alman mühendis Gottlieb Daimler ilk benzinli motoru bulunca ulaşım araçlarına yenileri katılmış, hayvan taşımacılığı tamâmen ortadan kalkmıştır. Hava taşımacılığında ilk adım 5 Haziran 1783 senesinde Fransa’da balonla yapılmış, bunu 1903 senesinde ilk başarılı uçak yapımı tâkip etmiştir.
Ulaşımın târihte milletlerin yaşayışına büyük etkisi olmuştur. Romalılar kara ve deniz yoluna çok önem vermişler, her tarafa kolayca ulaşma çâreleri aramışlardır. En uzak noktalara gönderdikleri asker ve tüccarlarıyla o bölgeleri siyâsî ve iktisâdî olarak kontrol altında bulundurmuşlardır. İngiltere, 17 ve 18. yüzyılda Roma İmparatorluğuna benzer bir sistemi uygulamıştır. ABD dünyâ hâkimiyetini büyük bir hava desteği altında deniz yollarıyla sağlamakta, Roma ve Osmanlı karışımı siyâsî ve iktisâdî kontrol uygulamaktadır.
Türkler Anadolu’ya geldikten sonra kendilerinden önceki yaşamış uygarlıkların yaptıkları yolları kullandılar. Daha sonra Anadolu’ya tamâmen yerleşen Türkler bilhassa Selçuklu ve Osmanlılar dönemlerinde yeni yeni yollar yapılmaya başlandı. On altıncı yüzyılda Mîmar Sinân’ın yeni köprü yapım tekniğini geliştirip dere ve ırmakların üzerine köprüler yapması yol yapımı konusunu daha da geliştirdi. On sekizinci yüzyılda çeşitli gâyelerde araba kullanımına başlanılması, yerleşim yerlerinin iç ve dış kısımlarına yolların yapılmasını sağladı. Anadolu’da bugün kullanılan yolların hemen hemen hepsi son 150 yıl içinde yapıldı.
Yurdumuzda karayolu yapımına organizeli bir şekilde 1950 yılından sonra başlanıldı. Bu târihlerde Karayolları Genel Müdürlüğü kuruldu. Kıyılar boyunca karayolları yapıldı. İç bölgeler düzgün yollarla deniz limanlarına bağlandı. Böylece ulaşım ve taşımacılık devlet demiryollarından kara, deniz ve hava taşımacılığına kaydırılarak hızlı ulaşım ve taşımacılığa geçildi. 1933 yılında Hava Yolları Devlet İşletmesi İdâresinin kurulmasıyla THY yurtiçi ve yurtdışı ulaşımları da hızlı bir şekilde gelişti. Günümüzde Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine seferler yapılmaktadır. Ayrıca son yıllarda bâzı özel havayolu şirketleri de yurtiçi ve yurtdışı seferler yapmaktadırlar.
Ülkenin yurtiçi ve yurtdışı ulaştırma ve haberleşme hizmetlerini yürütmek için kurulmuş bakanlık. 1939 yılında Haber Ulaştırma Bakanlığı görevleri Nafia ve İktisat Vekâleti tarafından yürütülürdü. 27.5.1939 târih ve 3613 sayılı kânunla Ulaştırma Bakanlığı kurulunca, bu hizmetleri söz konusu bakanlık yapmaya başladı.
İkinci Dünyâ Savaşından sonra ulaştırma ve haberleşme hizmetlerinde büyük gelişmeler oldu. Mevcut hükümlerle bu gelişmelerin tâkibi zorlaştığı için 27.6.1945 târih 4770 sayılı kânunla bakanlığın teşkilat hizmet alanı genişletildi. 1954’te bakanlık bünyesine Sivil Havacılık Dâiresi ilâve edildi. 1954’ten sonraki zaman aralıkları içinde ulaştırma ve haberleşme sahasında büyük ilerlemeler oldu. Demokrat Parti (DP) devresinde plânlı döneme geçildi. Plânlı döneme geçiş diğer bakanlıklarda olduğu gibi, Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde de yeni birimlerin ilâvesini gerektirdi. 1967 yılında Plân-Bütçe ve 1972 yılında da Haberleşme Dâiresi kuruldu. Bu târihlerden sonra Bakanlığa ihtiyaç duyuldukça başka yeni birimler de ilâve edildi.
Ulaştırma Bakanlığı; ulaştırma ve haberleşme iş ve hizmetlerinin teknik, ekonomik ve sosyal icaplara, kamu yararına ve millî güvenlik menfaatlerine uygun olarak kurulup gelişmesini ve bu hizmetlerin birbirlerini tamamlayıcı şekilde yürütülmelerini sağlayacak şartları hazırlayarak, bu şartların uygulanmasını tâkip eder ve denetler. Ulaştırma ve haberleşme ihtiyaç ve isteklerini tespit ederek bunların plânlanmasını ve sistemin düzenlenmesini sağlayıp, çeşitli ulaştırma hizmetlerinin koordinasyonunu yapar. Ulaştırma ve haberleşme işlerinde kamu düzenini, can ve mal güvenliğini sağlayıcı tedbirler alır, aldırtır. Ulaştırma ve haberleşme işletmeciliği, acente ve komisyonculuğu yapar, yapacak olan yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilerin ulaştırma piyasasına giriş esas ve şartlarını hazırlar, müsâade belgeleri verir. Yabancı ülkelerin ilgili kuruluşlarıyla ulaştırma ve haberleşme ilişkilerini düzenler ve yapılacak anlaşma ve antlaşmaları uygular.
Ulaştırma Bakanlığı hâlen görevlerini; Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı, Kara Ulaşımı Genel Müdürlüğü, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, Liman ve Deniz İşleri Genel Müdürlüğü, Haberleşme Dâiresi Başkanlığı, Personel Dâiresi Başkanlığı, Târife ve Ticâret Dâiresi Başkanlığı, Savunma Sekreterliği, Teftiş Kurulu Başkanlığı, Tetkik Kurulu Başkanlığı gibi teşkilâtlarıyla yürütmektedir.
Bakanlık, merkez teşkilâtı dışında görevlerini; Bölge Liman ve Deniz İşleri Müdürlüklerine bağlı Bölge Genel Müdürlükleriyle yürütür. Devlet Demir Yolları İşletmesi Genel Müdürlüğü; Posta, Telefon, Telgraf İşletmesi Genel Müdürlüğü; Devlet Havacılık ve Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü gibi kuruluşlarla idâre eder.
(Bkz. Âlim)
Alm. Ultrasonographie (f), Fr. Ultrasonography (f), İng. Ultrasonography. Vücut içindeki çeşitli hastalıkları ve dokulardaki yoğunluk farklılaşmasını tespit etmek için ultrasonik pulse-eko tekniğinin kullanılması metodu. Ultrasonik dalgalar birkaç hertz’den birçok megahertz’e kadar ses dalgalarından ibârettir. Genellikle 1-15 mHz arası kullanılır. Ses dalgalarının dokulara geçişi moleküler hareketi arttıran peşpeşe pozitif ve negatif basınçların hâsıl olmasını sağlar ve daha sonra sürtüşme kuvvetleri vâsıtasıyla harâret meydana getirir.
Ultrasonik dalgalar uygun takat ve frekansta hücreleri, bâzı bakterileri vs. öldürebilir, fakat lokal harâretin enzimleri inaktive etme ve daha sonraki kimyevî faaliyetleri durdurma tehlikesi vardır.
İkinci Dünyâ Savaşı esnâsında radarın ve ses dalgalarının geliştirilmesi ultrasonografinin teşhis vâsıtası olarak kullanılmasını mümkün hâle getirdi. Bu metod gebelikte, periferik damar hastalıklarının değerlendirilmesinde ve ameliyat öncesi, bir tümör kitlesinde büyük damar mevcut olup olmadığını tâyin etmede kullanılır. Ayrıca katı-sıvı sınırının tâyininde ve kist-tümör ayırımında oldukça faydalıdır.
Tıpta teşhis amacıyla kullanılan ultrasonografi metodunda ultrasonik dalgalar incelenecek doku ve cenine hiçbir zarar vermez.
Ultrasonografideki eko sisteminin üç modeli vardır: Kompound-B Scan modeliyle karaciğer, böbrek, pankreas, dalak, mesâne ve gebelik tetkiki yapılır. Time-Motion modeliyle kalbin çalışması (Ekokardiyografi) ve büyük damarların nabız atışları incelenir. Üçüncü eko modeliyle ise, beyinle ilgili tetkik (Ekoensefalografi), intrauterin hayatta kafa çaplarının ölçülmesi, gözdeki yabancı dokuların tespiti yapılır.
Ultrasonografinin özel birtakım avantaj ve üstünlükleri vardır. Bunlar: Hastaya ve kullanıcıya zarar veren özelliğinin olmaması, bir ön hazırlık gerektirmeyişi, yoğunluk farklılığını tâyinde röntgen ışınlarına göre daha hassas oluşudur.
Ultrasonun tıpta kullanımı: Ultrason, yâni yüksek frekanslı ses dalgalarının bütün sahalarda kullanımı gibi tıpta teşhis ve tedâvi alanlarında kullanılması oldukça yaygınlaşmıştır. Ultrason dalgalarının fizikî özelliklerinden faydalanılarak geliştirilen âletler bugün gelişmiş hastânelerde, muâyenehânelerde çok geniş bir alanda kullanılmaktadır. Ses dalgalarının değişik yoğunluktaki maddelerde yayılma hızları, absorbsiyonları ve yansımaları farklıdır. Ayrıca suyu ısıtmadan buharlaştırma ve taşları parçalama özellikleri de vardır.
Teşhiste ultrason dalgaları: Ultrasonun teşhiste kullanılması, yüksek frekanslı ses dalgalarının değişik yoğunluktaki dokularda farklı miktarda tutulmaları ve yansımaları özelliğine bağlıdır. Ultrason dalgalarının yan etkilerinin olmaması anne karnındaki bebeğe kolayca uygulanabilmesini kolaylaştırır. Röntgen ışınlarıyle fark edilemeyen yumuşak dokuların arasındaki yoğunluk farkını da göstermesi bakımından, iç organ kanserlerinin ve kistlerinin teşhisinde üstünlük sağlar.
Ultrason teşhis cihazları günümüzde altınçağını yaşıyor dense yeridir. Bu küçük ve bilgisayar kontrolü ile kaliteli görüntü oluşturan cihazlar hekimlerin teşhiste en pratik yardımcıları olmuştur. Bu maksatla değişik özellikte cihazlar geliştirilmiştir. En yaygın olanları batın(karın) organlarının tetkikinde kullanılanlardır. Göz için, daha küçük başlığı olan ve gözün iç yapısını görüntüleyen cihazlar vardır. Anne karnındaki bebeğin gelişmesinin tâkip edilebilmesi, anormalliklerin zamânında müdâhalesine imkân tanıyor. Hattâ son zamanlarda ultrasonun yardımıyla, cenin dokularının görülüp, anne karnından direkt sokulan cihazlarla bebeğe kan vermek, cerrahî müdâhale yapmak mümkün oluyor.
Gerçek zaman cihazları denen, ultrason âletleriyle dokuların periyodik hareketleri kaydedilebilir. Kalp hastalıklarının teşhisinde kullanılan ve bir çeşit ultrason cihazı olan ekokardiografi cihazları bu yolla kalp kapaklarının hareketlerini ve kalınlıklarını kaydederler. Hastaya hiçbir rahatsızlık vermeden kolayca ve risksiz olarak kalp kapak ve duvar hastalıkları da böylece tespit edilebilir.
Ultrason teşhis cihazları ile safra ve böbrek taşlarının birkaç dakika içinde tesbit edilebilmesi hekimlerimize bu sahalarda da büyük kolaylık sağlamıştır. Taşların sayıları ve şekilleri hakkında da fikir verirler.
Doppler cihazı denen âlet ses dalgalarıyla çalışır. Bununla dokuların ve damarların kan akımları ölçülür. Damar tıkanıklıklarında ve doku dolaşım bozukluklarında hastaya hiç zarar vermeden kısa sürede bilgi edinilir.
Fizik tedâvide kullanılmaları: Ultrason dalgaları vücut dokularında absorbe edilerek derin ısınma yaparlar. Ultrason tedâvi cihazları çeşitli romatizmal hastalıklarda, özellikle kas kasılmalarında tedâvi sağlarlar. Kasları ısıtarak ve doku kan dolaşımını arttırarak gevşeme ve ağrıda azalmaya sebep olur. Kemiklere de etki ederek bunların erimesine yol açarlar. Bu sebeple tedâvi esnâsında kemikler üzerinde uzun süre tutulmazlar. Kasların üzerinde dâirevî hareketlerle uygulanarak istenen tedâvi edici etki sağlanır.
Suyu ısıtmadan buharlaştırmaları, solunum yolu rahatsızlığı olanlar için rahatsız etmeden serin buhar sağlar. Nebülüzatör (nemlendirici) denen bu âletler, suyu ısıtarak buharlaştıranlara tercih edilir. Portatif nebülüzörler solunum hastalarının evlerinde kullanılmak için hazırlanmıştır.
Taşı parçalama özelliklerinden faydalanılarak geliştirilen Litotripsi (taş kırıcı) cihazlar, böbrek taşı olan hastaların ameliyatsız daha ucuza ve rahatsızlık vermeden kurtulmalarını sağlamaktadır. Hastalar içi su dolu bir havuza alınarak taşın yeri tam tespit edilip, taşları parçalayabilecek yoğunlukta ses dalgaları, taşın üzerine odaklanır. Küçük parçalara ayrılan taşlar kendiliğinden düşmekte veya âletlerle alınmaktadır. Hastaya travma yapmayan, hastânede yatmayı gerektirmeyen ve hemen işine geri dönmeyi sağlayan bu metod çok kısa bir zamanda üstünlük sağlamış ve yayılmıştır. Benzer metodun safra taşları için de geliştirilmesine çalışılmaktadır.
Taş kırma cihazlarının ilk şekli olan dişçilerin kullandığı ultrason âletleri, tıpta kullanılan ilk ultrasonik taş kırıcılarıdır. Diş taşlarının diş minesine zarar vermeden temizlenmesini sağlayan âletlerin başarıyla kullanılması vücut için de kullanılabileceği fikrini vermiştir.
ULTRAVİYOLE IŞINLARI (Mor Ötesi Işınlar)
Alm. Ultraviolette Strahlen (m.pl.), Fr. Rayons (m.pl.), ultraviolets, İng. Ultraviolet rays. Görünen ışın ile X- ışınları arasında kalan elektromanyetik radyasyonlar. Ultraviyole (mor ötesi) ışınların dalga boyları X- ışınlarınınkinden uzun, görünen ışınlarınkinden ise kısadır. Dalga boylarının kısalığı sebebiyle insan gözüyle görülemezler. Fakat bâzı böcekler, meselâ bal arıları, tarafından rahatlıkla görülebilirler.
Ultraviyole ışınların varlığı ilk defâ 1801 yılında Ritter adındaki Alman fizikçisi tarafından tespit edilmiştir. Ritter X ışığının kimyâsal maddelere etkisini incelerken mor ışığın ötesindeki karanlık bantta enerji çıkışının olduğunu fark etmiştir.
Görünen ışın ile mor ötesi ışınların arasındaki sınır radyasyonun dalga boyu 4000 Angstrom (1 angstrom= 10-8 cm) olarak kabul edilir. Ancak bu sınır, yaşa göre değişir. Genç kimseler mor ötesi bölgesine âit olan 3130 Angstrom (A°)luk dalga boylu radyasyonları görebilirler.
Ultraviyole ışın bandı kabaca üç bölgeye ayrılır: 4000-3000 A° arasındaki “yakın” bölge, 3000-2000 A° arasındaki “uzak” bölge ve 2000-40 A° arasındaki “vakum” ultraviyole bölgesi.
Ultraviyole ışınların en büyük kaynağı güneştir. Güneşten yayılan enerjinin yaklaşık % 9’u ultraviyole radyasyonudur. Bunun da ancak % 14’ü 3000 A°’dan küçük dalga boylu bölgeye âittir. Güneşten gelen mor ötesi ışınların yarıdan fazlası atmosferde tutulur. Atmosferde tutulan (absorbe olan) radyasyonun ekserisi küçük dalga boylu radyasyonlardır. Öyle ki, 3000 A° olan küçük dalga boylu ışınlar, yeryüzüne hemen hemen hiç gelmez.
Ultaviyole ışınlar görünen ışınlar gibi optik kurallarına uyarlar. Kuvars, florit ve damıtık sudan rahatlıkla geçtikleri halde, görünen ışınlar için geçirgen olan birçok madde tarafından tutulurlar. Meselâ alelâde pencere camı 3000 A°dan kısa dalga boylu ışınları geçirmez. 2000 A°dan kısa dalga boylu ışınların havanın kısa bir mesâfesinde tutulmaları ihmâl edilebilecek kadar az olduğu halde, atmosfer tabakası boyunca tutulma yeterli olmaktadır. Daha kısa dalga boylu radyasyonlar oksijen tarafından tutulur. Bu olayla da oksijenden ozon meydana gelir.
Etkileri: Ultraviyole radyasyonları, foto-kimyânın bir bölümünü teşkil eden bâzı kimyevî reaksiyonların gerçekleşmesini sağlar. Renklerin güneş etkisiyle açılması veya solması bu reaksiyonlara bir misaldir. Ultraviyole ışınların kezâ biyolojik etkileri de vardır. 3050 A°dan kısa dalga boylu ışınlar insan cildinde güneş yanığı meydana getirir. 3050-2900A° arasındaki dalga boyları “Suntan” olarak bilinen pigmentasyona (boyadan meydana gelen renklilik) sebep olur.
Ultraviyole ışınların diğer önemli biyolojik etkisi insan derisinde ergosterolden D vitamini meydana getirmeleridir. Güneş ışığının bu etkisi raşitizm denilen hastalığın önlenmesini veya tedâvi edilmesini sağlar.
Ultraviyole radyasyonlarının önemli bir yönü de, bakterileri öldürme veya tesirsiz hâle getirme özellikleridir. Bu sebepten hastânelerin bâzı bölümlerinde, çocuk odalarında ve sterilize hava gereken birçok ameliyede ultraviyole lambaları kullanılır.
Ultraviyole ışınlar fosforlu madde olarak bilinen bâzı maddelere geldiği zaman, bu maddeler görünen ışın neşretmeye başlarlar. Bu olay fluoresans olarak bilinir. Fluoresans lamba esas îtibâriyle ultraviyole ışınlarını kesen bir nevi camdan yapılıdır. Ampulun iç tarafı ince bir fluoresan madde ile kaplanmıştır. Böylece ultraviyole ışınlar bu fluoresan madde tarafından tutulur ve görünen ışın olarak neşredilir. Bu işlem görünen ışın üretimi için yeterlidir.
Ultraviyole ışınların şiddeti foto-elektrik hücreler veya radyometrelerle ölçülür. Kezâ kimyevî maddelere veya fotoğraf materyallerine olan etkilerinden de ölçülebilirler.
Ramazanoğulları tarafından 16. asırda Adana’da inşâ edilen câmi, medrese, harem ve türbeden müteşekkil yapı. 1513’te Ramazanoğlu Halil Bey tarafından inşâsına başlanan külliye, oğlu Piri Mehmed Paşa tarafından 1541’de tamamlanmıştır.
Külliye, câmi, medrese türbe ve vakıf sarayı denilen bir harem dâiresiyle Tuz Hanı da denilen bir selâmlıktan ibârettir. Külliyede Selçuklu ve Osmanlı mîmârîsi yanında güneyden gelen Zengî ve Memlük mîmârîlerinin de tesirleri görülür. 34,50x32,50 m ebâdında kareye yakın bir plâna sâhip olan câminin revaklarla çevrili bir iç avlusu vardır. Asıl câmiden iki misli fazla cemâat alacak ölçüdeki son cemâat yeri ve avlu sıcak iklime uygundur. Avlunun kuzey yönünde çift sıra hâlinde toplam on sekiz, batı yönündeyse tek sıra hâlinde dört küçük revak kubbesi vardır. Câminin doğu ve batı yönünde iki taçkapısı harimin ise üç kapısı vardır. Mihrab önünde on iki köşeli yüksek bir kasnağa oturtulmuş kubbesiyle Şam’daki Emevî Câmiine büyük benzerlik gösterir. Câmide mekanın eni, derinliğinden fazla tutularak, birinci safta daha çok cemâatin bulunması temin edilmiştir. Bu hâliyle tipik bir ulu câmi özelliği gösterir. Avlu döşemelerinde ve kemerlere kadar cephede Zengî ve Memlûk mîmârî tarzına uygun olarak siyah beyaz taşlar kullanılmıştır.
Câminin minâresi doğu portaline bitişik ve öne çıkıntı yapan dört köşe kâide üzerinde yükselmektedir. Câminin doğusunda medrese (1540) güneydoğusunda da Ramazanoğulları türbesi (1541) bulunmaktadır.
İstanbul’un fethinde surlara ilk çıkan kahraman. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Fâtih Sultan Mehmed Hanın komutasında Osmanlı ordusu 6 Nisan 1453 (H. 857) Cumâ günü İstanbul’u kuşattı. 29 Mayıs Salı günü sabahı son hücum sırasında Ulubatlı Hasan surlara çıkarak Osmanlı Sancağını dikti. Ellerinde pala ve kalkanları 30 kadar arkadaşı ile surlara ulaşan Ulubatlı Hasan, atılan oklarla şehit edildi. Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının surlara dikmeyi başardığı sancak onlardan sonra gelen Osmanlı askerleri tarafından, Bizanslıların şiddetle karşı koymalarına rağmen, yerinde muhâfaza edildi. Sancağın dikildiği burç fethedildi ve İstanbul’un fethi bu burçtan başlamış oldu. Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının ilk Osmanlı sancağını dikmeyi başardıkları ve üzerinde şehit düştükleri yer Topkapı civârındadır. Her 29 Mayısta İstanbul’un fethi merâsimleri sırasında Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının sura hücumu sembolik olarak temsil edilir.
(Bkz. Kılıç Ali Paşa)
Marmara bölgesinin en yüksek dağı. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ’ın uzunluğu 40 km’yi bulur. Genişliği ise 15-20 km’dir. Toplu ve heybetli bir görünüşe sâhip olan bu dağın Bursa’ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli’ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası Kartaltepe’de 2543 m’dir. Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır.
Uludağ’ın yüksek yerlerinde eski buzullara âit izlere raslanmaktadır. Karatepe’nin kuzeyindeki Aynalıgöl, Karagöl ve Kilimligöl buzul gölleri bu izlerin en önemlileridir. Bu göllerin mavi berrak suları, hemen aşağısında başlayan yemyeşil çam ormanları, yükseklerdeki beyaz kar yığınları buraların güzelliğine güzellik katmaktadır.
Etrafındaki çöküntü sahalarının cevresinde yükselen Uludağ’da tabakalar arasında yer yer mâden ve mâden damar yataklarına rastlanmaktadır. Türkiye’nin önemli volfram yatakları buradadır. İklimi, yüksek dağ özelliğindedir. Yükseklere çıkıldıkça kar yağışı ve miktarı fazlalaşır. Yüksekliğe bağlı olarak da ısı azalır. Dağın doruk noktasındaki karlar yaz kış erimez. Bâzı yerlerde kar kalınlığı iki metrenin üzerine çıkmaktadır. Uludağ’dan kaynaklanan derin vâdiler içindeki pekçok dere, Nilüfer Çayı ile Göksu’ya ulaşırlar. Dağın etek bölümlerinde meşe, kestâne çınar, ceviz ağaçlarına, 300-400 m kadar olan kısımda Akdeniz bitkilerine daha yukarlarda nemli orman bitkilerine rastlanır.
Uludağ modern dağ tesisleri, teleferiği Bursa’nın hemen yanında olması ile dağ turizminin merkezi olmuştur. Yol durumunun uygunluğu, her mevsim kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir. Bursa’nın Çekirge semtindeki bu kaplıcalar pekçok hastalığa şifa olmaktadır.
Osmanlı Devletinde Kapıkulu Askerlerine, Acemi Ocağı mensuplarına, kimi saray ve devlet görevlilerine üç ayda bir verilen maaş. “Mevâcib” adı da verilen ulûfe Dîvân-ı Hümâyunda, Veziriâzamın huzûrunda verilirdi. Muntazam olarak verildiği zamanlarda ilk iki maaş, Muharrem ve Cemâzilevvelde son iki maaş ise Şâban ayı içinde veya bu ayın sonlarında dağıtılırdı. Bu sûretle üç ayda bir dört defâda verilmesi icap eden ulûfe, üç defâda veriliyordu. Ulûfe dağıtımı mutlak sûrette Salı günü olurdu. Yeniçerilerin maaş defterlerine çok dikkât edilirdi. Her ulûfe dağıtımında üçer nüsha hazırlanırdı. Asıl, mükerrer, hazine ismi verilen bu defterler yeniçeri kâtib dâiresinde yazılır, suistimâle meydan vermemek için ilk zamanlarda pâdişâh tarafından kontrol edilirdi. Bu işe, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) ile Dördüncü Murâd Han (1648-1687) çok fazla hassâsiyet göstermişlerdir.
Maaş, kurulan dîvânda dâvâlar dinlendikten sonra dağıtılırdı. Hazine önünde tevzi edilen maaş bölük ve ortanın mevcutlarına göre ayrı keselere konurdu. Gülbangı çekildikten sonra ağa bölüklerinden başlamak üzere masa üzerinde ayrılan keseler bölüğün efrâdı tarafından alınırdı. Merâsim bitince bunlar omuzlarına bu keseleri koyarak alayla kışlalarına giderlerdi. Kışlalarda ertesi gün her bir orta toplanarak maaşlarını alırlardı.
Hazineden alınan para ortalara gelince mutlaka sayılırdı. Fazlası hazineye iâde edilir, noksan ise mâliyeden tamamlanırdı. Yeniçeriler arasında hazineden haksız yere bir akçe dahi almak büyük suç sayıldığından böyle bir işe hiçbir zaman tenezzül etmezlerdi.
Ulûfe dağıtıldığı dîvânın ertesi günü Sadrıâzam, Paşa Kapısında, Kapıkulu süvârileriyle cebeci, topçu ve top arabacı ocaklarının maaşlarını bizzat kendisi başında bulunarak verdirirdi. Böylece bütün ocakların ulûfe dağıtım işi tamam olurdu.
Sefer sırasında ordunun maaş dağıtımı ise divandakinin aynı olurdu. Sadrıâzamın veyaSerdâr-ı ekremin dîvân çadırında toplanarak maaş verilirdi. Bu sırada bulunmayanların ocakla ilgileri kesilirdi.
Ulûfe dağıtımından önce yeniçerilere saray mutfağında hazırlanan çorba, pilav ve zerde verilirdi. Yeniçeriler bir şeye küskün oldukları zaman çorba içmezlerdi. Ramazanda ulûfe dağıtılırken askerin hepsi oruçlu olduğundan çorba, pilav, zerde verilmezdi. Yalnız Ramazanın on beşinde Pâdişâhların Hırka-i şerîf ziyâretinde Yeniçerilerle diğer Kapıkulu Ocaklarına Hırka-i şerîf ziyâretini müteakip saray matbahından tepsilerle baklava verilirdi. Her ortanın gümüş meşin önlüklü aşcı ustaları tepsileri peştemala bağlar, renkli sırıklara takar, her birini ikişer kişi alıp alayla kışlalarına götürürlerdi ki buna Baklava Alayı denirdi.
On beşinci yüzyılda yetişmiş Müslüman-Türk astronomi âlimi, Semerkant sultânı. İsmi, Muhammed Taragay bin Muinüddîn Şahruh Bahadır Mirza’dır. Güney Âzerbaycan’daki Sultaniyye şehrinde 22 Mart 1394 târihinde doğdu. Tîmûr Hanın torunudur.
Sarayda iyi bir öğrenim gördü. On bir yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arapçayı mükemmel bir şekilde öğrendi. Bursalı Kâdızâde-i Rûmî’den ders aldı. Genç yaşında önemli ve ağır sorumluluklar yüklendi. 1413’te on dokuz yaşında Horasan ve Mâverâünnehr eyâletine hâkan nâibi gönderildi. Kendisine başşehir seçtiği Semerkant’ta, idârî serbestliğe sâhip, müstakil bir hükümdâr gibi hareket etti. Bu görevindeyken babasının verdiği her emri itâatle yerine getirirdi. Ona karşı olan saygı ve bağlılığını belirtmek için Herat’a giderek ziyâret eder, yaptığı ve yapmayı düşündüğü devlet işleriyle ilgili bilgi verir müşâverede bulunurdu. Bu arada eline geçirdiği imkânlardan istifâdeyle astronomi ve matematik gibi fen bilimleri üzerinde çalıştı. Dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi olarak şöhret yaptı. Âlimleri korudu. Yumuşak huylu, dâimâ yeni şeyler araştıran ve öğrenen bir kimseydi. Her zaman ciddî konularla ilgilenir, ilim için gerekli ortamı meydana getirmeye çalışırdı.
İlme merâkı kadar devlet ve hükûmet işlerine de ilgi duyan Uluğ Bey, Semerkant’ta 38 sene hükümdârlık yaptı. İdârî hizmetlerinin yanında ilmî çalışmalara büyük önem verdi ve sarayını bir akademi hâline getirdi. Devrinin meşhur ilim adamlarını topladı ve ortaya attığı meseleleri tartışmalara açtı. Sarayı; matematik ve astronomi âlimlerinin olduğu kadar, sanatkâr, şâir ve ediplerin de toplantı yeriydi. Fen alanında araştırmalar yapmak üzere Çin’e heyetler gönderdi. Zamânında başta Semerkant ve Buhârâ olmak üzere, bütün ülke, Türk mîmârisinin en seçkin eserleriyle donatıldı. Birçok ilim ve hayır müesseselerini faâliyete geçirdi. Ayrıca; tarım, ticâret ve ekonomiye büyük önem verdi. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirildi. 25 Ekim 1449 Cumartesi günü, eski düşmanlarından Abbâs tarafından kılıçla feci bir şekilde katledildi. Dedesi Tîmûr Hanın yanına defnedildi.
Hayâtını Türk-İslâm dünyâsı kültür ve medeniyetinin gelişmesi ve yükselmesine vakfeden Uluğ Bey, yalnız Türk-İslâm ilim târihinde değil, dünyâ târihinde de önemli yeri olan bir fen âlimiydi. Bilhassa astronomi ve matematiğe karşı derin bir ilgi ve alâka göstererek, hayâtı boyunca bu ilimlerle meşgul oldu. İlmî araştırma ve incelemeye çok meraklıydı. Hocası Bursalı Kâdızâde Rûmî ve devrinin ünlü astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi ilminin tedkiki, geliştirilmesi ve bu ilme hizmet vermesi husûsunda kendisine çok tesirleri oldu. Daha sonraları Ali Kuşçu da bu ilmî çalışmalara katıldı.
Uluğ Bey tarafından Semerkant’ta kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sâhiptir. Astronomiyle ilgili çalışmalarının temelini, matematikteki trigonometrik esaslar teşkil etmektedir. Bu sebepten Uluğ Bey, trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Bir derecelik yayın sinüs değerini hesaplamak bu yolda yapılan çalışmaların ilkini teşkil eder. Kendisinden önceki doğu ve batı dünyâsındaki tahmînî ve takribî bilgileri bırakıp, ilmî esasları tespit ederek trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı.
Uluğ Beyi dünyâya tanıtan, astronomi alanında yaptırdığı eserler oldu. Onun en meşhur eseri Semerkant’ta yaptırdığı büyük rasathânedir. Günümüzden yaklaşık altı asır önce yapılan bu rasathânedeki çalışmalar, çağımızın astronomi çalışmalarına hâlâ ışık tutmaktadır. O gün yapılan hesaplar, günümüzün astronomik hesaplarına tıpatıp uymaktadır. 1420 senesinde tamamlanan rasathânenin ilk müdürü Gıyâseddîn Cemşid’dir. Daha sonra Kâdızâde Rûmî, sonra da Ali Kuşçu bu vazîfeye getirilmiştir. Rasathâne’nin yer üstündeki kısmı üç katlı idi. Yıldızların yüksekliklerini bulmak için kullanılan rub’-ı dâire Ayasofya Câmiinin kubbesi kadardı.
Uluğ Bey, İlhanlılar zamânında yapılan rasadları yeniden inceledi. Kontrolden geçirdi ve yeni rasadlar yaptı. On iki sene süren bu çalışmasının netîcesini ancak 1437 senesinde alabildi ve kendi adıyla anılan büyük eseri Uluğ Bey Zîci’ni ortaya koydu. Önceki zîclerin eksiklerini tamamlayan bu eser devrin ilmî esaslara dayanan tek cedveli olup, eski zîclerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Eser, bilim târihinde Batlemyüs ve Nasîrüddîn Tûsî’nin hazırladığı zîclerden sonra üçüncü büyük zîc olarak tanınmaktadır. Eserde genellikle gökyüzünün güneyinde kalan kırk sekiz takımyıldız konu edilmiş ve bu takımyıldızlar içerisinde bulunan 1018 yıldızın koordinatlarını en doğru biçimde tespit etmiştir.
Eser dört bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm; farklı kimseler tarafından kullanılan değişik kronolojik sistemleri belirtir. İkinci bölüm; pratik astronomi bilgilerini ihtivâ eder. Üçüncü bölüm; dünyâ merkezli kâinât sistemine göre, gök cisimlerinde görülen hareketler ve yerleriyle ilgilidir. Dördüncü bölüm astrolojiden bahseder. Eser 1665 senesinde İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basıldı. Fransızca tercümesi 1853’te Farsça metniyle birlikte basıldı. Esere Ali Kuşçu ve torunu Mirim Çelebi tarafından şerhler yapılmıştır.
Uluğ Beyin ayrıca Dört Ulus Târihi adlı başka bir eseri olduğu söylenmektedir. Bu eser Moğol İmparatorluğunun parçalanmasından sonra kurulan Çin ve Moğolistan, Altınordu, Hülâgu haleflerinin idâresinde olan İran ile Çağatay haleflerinin Orta Asya’daki devletlerinden bahseder. Farsça olan eser, zamânımıza kadar intikâl etmemiştir.
Uluğ Beye, Batı dünyâsı ilim adamları, “15. asır astronomu” ünvânını vermişlerdir. Ayrıca MilletlerarasıAstronomi Derneği tarafından Ay’ın görünen yüzeyinde bir bölgeye Uluğ Bey Krateri adı verilmiştir.
(Bkz. Lahey Adâlet Dîvânı)
ULUSLARARASI ÇALIŞMA TEŞKİLÂTI (ILO)
Alm. ILO, Fr. ILO, İng. International Labour Organisation. Dünyâ işçilerinin menfaatlerini korumayı gâye edinen Birleşmiş Milletlere (BM) bağlı uzman bir kuruluş. Birinci Dünyâ Savaşı akabindeki Paris Barış Konferansında (1919) Milletler Cemiyetine bağlı olarak kurulan bir ajansın devamı niteliğindedir. İkinci Dünyâ Savaşında Milletler Cemiyetinin kalkmasından sonra da varlığını devam ettirmiş ve BM’nin kurulması üzerine 1946’da Birleşmiş Milletlerin bünyesine girmiştir.
ILO, bütün dünyâ işçilerinin çalışma şartlarını ve hayat seviyelerini geliştirmek, işgücü eğitimi ve kullanımı konularında teknik yardımlar yapmak, kooperatifçilik ve kırsal bölgelerde sanâyi yatırımlarını teşvik etmek gibi konularla uğraşır. Uluslararası göçmenlerin korunması, sendikal hakların savunulması, işçi ve işveren ilişkileri, ekonomik kalkınma ve teknolojik değişimlerin meydana getirdiği sosyal problemlerle de ilgilenir. İşçilerle ilgili istatistikler çıkarır. Uluslararası iş sözleşmeleri hazırlayıp üye devletlerin ilgili makamlarına sunar.
ILO, 1969’da 50. kuruluş yıldönümünü kutlarken “Nobel Barış Ödülü” aldı. Teşkilat 1988 yılında 150 kadar devlet üyesine sâhip oldu. Her ülke dört delegeyle temsil edilmektedir. Bu üyelerden ikisi hükümeti, biri işçileri, diğeri de işverenleri temsil etmektedir. Üyeler, meslek kuruluşlarının da onayı alınarak hükümet tarafından atanır. Her delegenin, genel konferans oturumlarında tam bir oy serbestliği mevcuttur.
Türkiye, 9 Temmuz 1932 senesinde Milletler Cemiyetine girmekle ILO’nun da tabiî üyesi oldu. 1946 yılına kadar teşkilâtın çalışmalarına iştiraki sembolik seviyede oldu. Sonraki yıllarda ise teşkilâtın Yönetim Kurulunda yer aldı.
ULUSLARARASI EKONOMİK İŞBİRLİĞİ VE KALKINMA TEŞKİLÂTI (OECD)
Alm. OECD, Fr. OECD, İng. Organization for Economic Cooperation and Development (OECD). OECD olarak bilinen teşkilât İkinci Dünyâ Savaşının etkilerinin yok edilmesi gâyesiyle, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 18 Avrupa ülkesine, ABD ve Kanada’nın katılmasıyla, 14 Aralık 1960’ta kurulmuştur. Sonradan Japonya, Finlandiya ve Yeni Zelanda da üye olmuştur. Yugoslavya ise özel bir statüde iştirak etmektedir (1994).
OECD’nin üyeleri; ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İspanya, İsveç, İsviçre, Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda’dır.
Bütün Batılı demokratik ülkeler ve Japonya’nın üye olduğu OECD’ye, Türkiye 1961 yılında girmiştir. OECD söz konusu üye ülkeler içinde, birlik, dayanışma ve işbirliğini sağlayan, ülkelerin ekonomik ve siyâsal konularda görüşlerini belirleyip uyumlaştırmaya aracılık eden bir kuruluştur. ABD teşkilât içinde fiilen Batı blokunun lideri gibi hareket etmektedir.
OECD toplantılarında dünyâ ekonomisindeki gelişmeler ve üye ülkelerin ekonomik durumları gözden geçirilir, raporlar yayınlanır. Temel ekonomik problemler karşısında ortak tutumlar belirlenip, millî politikalar arasında uyum sağlanarak diğer ülkelerin olumsuz yönde etkilenmeleri önlenmeye çalışılır.
Gelişmekte olan ülkelere Batılı ülkeler tarafından yapılan yardımlar da, OECD içinde bu konuyla görevlendirilen Kalkınma Yardımları Komitesi (DAC) tarafından yürütülür. Yardımların miktârı, yardım alabilme şartları ve ne gibi sınırlamalara bağlı olacağı gibi hususlarda birlikte hareket edilir.
OECD bünyesinde ayrıca, çevre kirliliği, enerji problemleri, dünyâ para sistemi, sermâye hareketleri, ticâretin serbestleştirilmesi, bilim ve eğitim, sanâyi, insan gücü ve istihdâm gibi konularda çalışmalar yapmak ve çeşitli ortak politikalar belirlemek için kurulan çeşitli komiteler vardır.
OECD’nin en üst organı Konseydir. Konseyin üyeler için bağlayıcı karar alma yetkisi vardır. Konseye bağlı çalışmalar yapan bir de Yürütme Komitesi vardır. Teşkilâtın yönetim görevi Sekreteryası tarafından yerine getirilir.
ULUSLARARASI FONETİK ALFABE (IPA)
Alm. Phonetisches Alphabet, Fr. L’alphabet phonétique international, İng. International Phonetic Alphabet. Dillerin doğru telaffuz edilmesini sağlamak, tutarsız ve keyfî yazımlarla çok sayıda transkripsiyon (yazı çevirimi) sisteminin doğurduğu karışıklıkları önlemek gâyesiyle geliştirilmiş alfabe. Uluslararası Sesbilgisi Alfabesi olarak da bilinir. İngilizce, International Phonetic Alphabet kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olarak IPA diye meşhurdur. IPA’nın bir gâyesi de bir kelimeyi diğerlerinden ayırmaya yarayan her ses için ayrı bir sembol geliştirmektir.
IPA’da temel olarak Lâtin harfleri kullanılır. Bunun dışında başka alfabelerden harf alınmış, bunlar Lâtin harflerine uyacak biçimde değiştirilmiştir. İnce ses ayırımları ve genizsilleşen ünlülerle sesin uzunluk, vurgu ve titreşimi, harflerin üstüne veya altına konan çeşitli işâretlerle belirtilir.
IPA dar ve geniş yazı çevrimlerinde kullanılabilir. Meselâ anadili İngilizce olanlar tek bir t sesi ayırt ederler. Bu sebeple geniş yazı çevriminde bu sese karşılık tek bir sembol yeterlidir. Ama t’nin tap, pat ve stem gibi kelimelerdeki söylenişlerinin birbirinden biraz farklı olduğunu belirtmek için dar yazıçevrimi yâni t’nin altına veya üstüne belli işâretler koymak gerekir.
Uluslararası Sesbilgisi Alfabesi umulduğu kadar başarılı olamamıştır. ABD’de Avrupa’ya nazaran daha az kullanılmıştır. Lâtin alfabesinin yanı sıra çok sayıda özel işârete yer verdiği için basım ve daktilo etme güçlüğü vardır. Yer kazanmak ve kolaylık sağlamak gâyesiyle IPA işâretleri ekseriyetle değiştirilerek veya birbirlerinin yerine kullanılır.
ULUSLARARASI KARAYOLU TRANSİT ANTLAŞMASI (TIR)
Birleşmiş Milletler Teşkilâtı bünyesindeki, Milletlerarası Nakliyat Birliği(IRU) tarafından 15.1.1959 târihinde Cenevre’de imzâlanan bir anlaşma. Bu anlaşma 11 ülke (Avusturya, İsveç, Portekiz, Bulgaristan, Finlandiya, Macaristan, Fransa, Malta, İsviçre, Tunus ve Yugoslavya) arasında imzâlanan birleşik taşımaclığına (karayolu, demiryolu, havayolu, su yolları) ve konteyner kullanılmasına izin veren bir sözleşmedir (1994). TIR İngilizce “Transit International Routier” kelimelerinin baş harfleridir.
Bu anlaşma ile ülkelerarası ticarî eşyâ naklinde gümrük formaliteleri basitleştirilmiştir. Türkiye bu anlaşmayı 1961’de kabul etmiş, 1966’da tatbike koymuştur.
Uygulamada bu anlaşmaya dâhil ülkelerin karayolu vâsıtaları, vâsıtada yüklü bulunan gümrüklü eşyânın cinsini, miktarını, mâhiyetini belirten bir “TIR” karnesiyle yine vâsıtanın belli yerlerine takacakları“TIR” plakaları taşırlar. “TIR” karnesinde belirtilen ve vâsıtada yüklü bulunan eşyânın gümrük kontrolu mahreç ülkede yapılmakta, varış noktasına kadar güzergâhta bulunan ülkelerin gümrüklerinde sâdece hâricî kontrollar -şüpheli durumlar hâriç- yeterli olmaktadır.
Bu buluş ülkelerarası ticârî eşyâ nakliyatını çok kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Aranan tek husus, TIR plakası taşıyacak kamyon ve konteynerlerin sözleşmeye bağlı teknik şartnâmede belirtildiği şekilde eşyâyı koruyucu teçhizatı hâvî olmasıdır.
Türkiye’de bu hususun tespiti ve “Uygunluk Belgesi”nin verilmesi, “TIR” sözleşmesinin tatbiki ve kontrolu gümrük idârelerince yapılmaktadır.
TIR kamyonlarının taşıdıkları yüklerin vergileri husûsunda, muhtemel kayıplara karşı tazmini açısından, Türkiye Odalar Birliği, kefil kuruluş olarak, uluslararası görev yapmaktadır.
TIR sözleşmesinde, bu kolaylığı kötüye kullanacak, kaçak mal taşıyanlarla ilgili cezaî hükümler mevcutsa da Türkiye sözleşmenin bu hükümlerini imzalamamış, bu gibi durumlarda kendi mevzuatını uygulayacağını üye ülkelere bildirmiştir.
Avrupa’dan ülkemize gelen tır araçları için girişler Kapıkule, Dereköy gümrüklerinden, ülkemizden çıkışlar ise Yayla Dağı, Cilvegözü, Habur ve Gürbulak gümrüklerinden yapılmaktadır.