TÜRKLER
Dünyânın en eski, asîl büyük devletler kurup, pekçok meşhur şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden. Türkler, Nûh aleyhisselâmın oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
Târihî şahıs, boy ve millet adlarının teşekkülüne göre Türk kelimesinin aslı türümek fiilinden gelmektedir. Bu fiilden yaratılmış kişi ve insan mânâsına türük ve nihâyet hece düşmesiyle Türk kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu’da bir kısım göçebeler de yürümekten “yürük” adını almışlardır. Türk kelimesi ayrıca çeşitli kaynaklarda; “töreli, töre sâhibi, olgun kimse, güçlü, kuvvetli, terk edilmiş, usta demirci ve deniz kıyısında oturan adam” mânâlarında kullanılmaktadır.
Coğrafi ad olarak Türkhia (Türkiye) tâbiriyse altıncı asırdaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. Dokuzuncu ve onuncu asırda Volga’dan Orta Asya’ya kadar olan sâhaya denilirdi. Bu da, Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye Hazarların, Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleriydi. Memlûklerin ilk zamanlarında Mısır’a da Türkiye deniliyordu. Selçuklular zamânında on ikinci asırdan îtibâren Anadolu’ya Türkiye denilmeye başlandı. Türk kelimesini Türk Devletinin resmî adı olarak ilk defâ kullanan, mîlâdî yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devletiydi.
Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiong-nu dedikleri M.Ö. 3. asrın başından îtibâren târih sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin anayurdu, Tienşan’ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Denizinin kuzey hudutları içinde kalan vâdideydi. Şenyu denilen hükümdârlarının ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfus çoğalması ve fütûhat isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.
İslâmiyetten önce Türk devletleri:
Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hunlar, aynı zamanda Türk askerî teşkilât ve idâreciliğinin de kurucularıdır. Osmanlılar zamânı dâhil olmak üzere, bütün târih boyunca Türk teşkilâtının baş kâidesi olan sağ ve sol ikili nizâm, Hunlar tarafından kurulmuştur. Hun ordusu on bin, bin, yüz ve on kişilik gruplar hâlinde onlu sisteme göre teşkil edilmişti. Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleriyle geçiniyorlardı.
Hunlar, M.Ö. 3. asrın sonlarında, Sarı Irmağının kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk kavminin süvârileri karşısında tutunamayıp ağır mağlûbiyetlere uğradılar. Böylece Çin hâkimi olan Ti-şin Hânedânı Çin Seddini tamamlamaya çalıştı.
Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk hâlinde birleştiren ilk büyük Hun Hükümdarı Teoman Yabgu’dur (M.Ö. 220). O zamanlarda Türk hükümdarlarına “Yabgu” deniliyordu. Teoman Yabgu’dan sonra Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete zamanında yapılan fetihlerle Hun İmparatorluğunun toprakları Hazar Denizinden Japon Denizine kadar uzadı. Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra diğer Altaylı kavimler de yaşıyordu. Mete devri, Hun imparatorluğunun en parlak devri oldu (M.Ö. 209-174).
Mete’den sonra gelen Yabgular zamânında Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla Türk ve Çin hükümdar âileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar ise Hunların iç işleri bakımından birçok karışıklıklara yolaçtı. Buna rağmen Hun İmparatorluğu M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı. Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak Türkleri zayıflatmayı bildiler. Neticede Hunlar Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. M.S. 3. yüzyılın başlarında başka bir Türk kavmi olan Siyerpiler Hunlarla iktidar mücâdelesine giriştiler. Sonunda Moğolların ve bâzı Türk boylarının da yardımıyla Hunların hâkimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu târihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğüydü.
Siyerpilerle yaptıkları savaşları kaybettikten ve Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Hunların bir kısmı Dinyeper Nehriyle Aral Gölü doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve dördüncü yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin’den gelen Hun kütleleriyle çoğalan ve uzunca bir müddet sâkin bir hayat yaşamak sûretiyle güçleri artan bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle bu târihten îtibâren Batıya göç etmeye başladılar. O târihlerde Karadeniz kuzeyindeki düzlükler bir Germen kavmi olan Gotların işgali altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun batısında ise, Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gipidler bugünkü Macaristan’da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı. Hun Başbuğu Balamir’in idâresinde hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvâri taktiğiyle hareket eden Hunlar önce Doğu sonra da Batı Gotlarla karşılaştı. Yerlerinden kopan bu kavimler batıya doğru hızla akarak Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz’den İspanya’ya kadar her tarafı alt üst ettiler. Böylece Avrupa’nın etnik manzarasını değiştiren ve târihte Kavimler Göçü denilen hâdise meydana geldi. Âni ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun akıncı birliklerinin Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, batı dünyâsında büyük akisler yaptı. Hunlar aleyhine Lâtin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivâyet ve hikâyelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu.
Hunlar, 378 yılı baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan mukâvemet görmeksizin Trakya’ya kadar ilerlediler. Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneldi. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Âzerbaycan’a döndü. Batıda ise Balamir’in oğlu Ildız’ın komutasındaki Hun süvâri birlikleri Bizans İmparatorluğunu barışa zorladı. Ildız’dan sonra Hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında da Bizanslılar Hunlara vergi ödedi. Rua’nın 434’te ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila’nın döneminde Hunların hâkimiyeti Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar uzadı. İdâreleri altında çeşitli Türk boyları da dâhil olmak üzere kırk beş kavim yaşıyordu. Bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı. Attila, 451’de Hıristiyan dünyâsının merkezini zaptetmek üzere 100.000 kişilik ordusuyla Roma önüne geldi. Ancak Attila’nın önünde diz çöken ve Roma’nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, şehrin kurtarılmasını sağladı.
Attila’nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek dönemlerinde Hun birliği parçalandı. Ayaklanan Germen kavimleriyle yapılan savaşlar Hunları yordu. Neticede Orta Avrupa’da tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile Bizanstan geçiş müsâdesi alarak Karadeniz’in batı kıyılarına döndü. İrnek idâresindeki Hunların, önce güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre Bulgar Türk Devleti’nin kurucusu Dulo Sülâlesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hânedanı İrnek’i ata tanımaktadırlar.
Hunların büyük kısmı Volga’dan batıya geçerken onlardan bir kısmı olduğu ileri sürülen Ak Hunlar 4. yüzyılda Batı Türkistan’a göçerek burada Ak Hun Devletini kurmuşlardı. Ak Hunlar, 441 senesinde Semerkand, Buhârâ ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sasânî Devletiyle komşu oldular. Bir süre sonra Horasan’a sefer düzenleyen Türkler, Sâsânî hükümdârı Şehinşâh Firûz’u mağlup ettiler. Ak Hunlar bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan’ın kudretli hâkimi olarak hüküm sürdüler. Altıncı asrın başlarında Ak Hunlar ülkelerini Göktürklere bırakmak mecbûriyetinde kalarak onların tâbiiyyeti altına girdiler.
M.S. 3. yüzyıl başlarında Türklerin Tabgaç Hânedanı Kuzey Çin’de kudretli bir siyâsî teşekkül meydana getirerek Asya Hunlarının yerini aldı. Tabgaç hâkimiyeti hükümdar Kuei zamânında (385-409) Pekin’e kadar uzadı. Bu durum Tabgaçların Çin’le çok fazla yakınlık kurmalarına ve onların hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki, bâzı Tabgaç yabguları Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum Tabgaçların Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu. Onların yerine dördüncü asrın sonunda iktidar Avar Hânedanının eline geçti.
Avar Türkleri önceleri Hun ve Tabgaç Hânedanlarının hâkimiyeti altında yaşıyorlardı. Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hâkimiyetini ele geçiren Avar Hânedanı, 4. yüzyıl sonundan 6. yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar Kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas olarak Çin’le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamânında Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552). Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine Avar kütleleri batıya doğru çekildiler.
558 yılında Sabar hâkimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları hâkimiyetleri altına aldıktan sonra Bizans’a elçi göndererek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arâzi istediler. Bu arada Dalmaçya’da ve Balkanlarda geniş çaplı bir fütuhât hareketine giriştiler. Bizans İmparatoru Avar akınını durdurmak maksadıyla Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere bâzı slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı. Fakat 562’de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar Bizansla sınırdaş oldular. Avrupa içlerine geniş akınlarda bulundular. Bizans İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568’de Bugünkü Macaristan’ı tamâmen hâkimiyetleri altına aldılar. Böylece Orta Avrupa’da Büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları Elbe Vâdisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.
Avar Hakanlığının 200 yıl kadar süren hâkimiyeti devrinde en mühim askerî teşebbüsleri, İstanbul’u kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında iki defâ olmak üzere Sasânilerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir netice alamadı. Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların, Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran bilhassa ikinci harekâtı târihî bir takım hâtıralar da bıraktı. Avarların çekildiği gün Bizansta bayram îlân edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti. Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması Avar Hâkanlığının îtibârını sarstı. Tâbi kavimler baş kaldırmaya ve dağılmaya başladılar. Uzun mücâdeleler neticesinde, Balkanlar Bulgarlara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Islav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terk edildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu. Fakat 791’den îtibâren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamâmen ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar grupları Şarkî Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak yerli halk içinde eridi.
Türk sözünü ilk defâ resmî devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir millete ad vermek şerefini kazanan Göktürk Kağanlığı Doğu Sibirya’daki Yakut Türkleriyle batıdaki Oğur (Bulgar) Türklerinin bir kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idârelerinde birleştirdiler.
Göktürklerin, târih sahnesine çıktıkları sıralarda Altay Dağlarının doğu eteklerinde toplu bir halde an’anevî sanatları olan demircilikle uğraştıkları ve Juan-juan Devletine silah imâl ettikleri bilinmektedir. 552’de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin boy beyi Uluğ Yabgu’nun oğlu Bumin ve İstemi Kağanlar Ötüken merkez olmak üzere devleti kurdular. Avar Kağanlığını yıktılar. Bumin Kağan, devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan’da batı bölgesine hükümdar oldu.
Doğu Göktürkler siyâsî bakımdan hep Çin’le karşı karşıya geldiler. Çin’le sık sık savaşlar yapılıyor, sonra arası uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu. Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin kağandan sonra sırasıyla İstemi Kağan, Kara Kağan, Muskan Kağan, Tapo Kağan, İşbara Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan Göktürk tahtına geçtiler. Bu Göktürk kağanları da önceki Türk hükümdarları gibi Çinli prenseslerle evleniyorlardı. Çinliler ise zaman zaman gönderdikleri diplomatlar, zaman zaman da bu Çinli hâtunlar sâyesinde Göktürk ülkesinde siyâsî karışıklıklar ve parçalanmalar meydana getirebiliyordu. Nitekim Çinli İçing Hâtunla evlenen Kara Kağan onun tesirinde kalarak Çin’e savaş açtı (630). Yapılan savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler Çin hâkimiyetini tanımak zorunda kaldılar.
Göktürklerin en buhranlı döneminde açılan bu savaş Kara Kağan ve on binlerce Türk’ün esâreti ve devletin yıkılmasıyla neticelendi.
582’de Doğu Göktürk Hakanlığından kesin olarak ayrılan Ötüken, Batı Moğolistan, Aral Gölü havâlisi, Kaşgar, Mâverâünnehr ve Merv’e kadar Horasan sahaları üzerinde hâkim bulunan Batı Göktürk Kağanlığının hâkimiyeti de uzun sürmedi. Tardu Kağan’dan sonra ülke şehzadeler arasında taht kavgalarına sahne oldu. Nihâyet 630 yılı Doğu Göktürklerin olduğu gibi Batılıların da Çin hâkimiyeti altına girdiği bir devir oldu.
630-680 arasındaki 50 yıllık zaman Göktürklerin istiklallerini kaybettikleri bir matem devresi oldu. Her ne kadar Orta Asya’da millet olarak Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini muhâfaza etmişlerse de, müstakil bir devletten mahrumiyet Göktürkler için haysiyet kırıcı bir ıstırap kaynağıydı. Kitâbelerden anlaşıldığına göre Göktürkleri bu felâkete düşüren sebepler üç noktada toplanmaktadır:
1. Sonra gelen devlet adamlarının kötü idâresi: “Kağan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz fenâ imişler... Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adlarını almışlar, Çin hâkanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler.”
2. Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı: “Türk budunu... Sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hâkanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken’i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu kendi hâkanını, bıraktı hüküm altına girdi. Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu.”
3. Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası: “Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış. İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne ve güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü.”
Millet kendisine de şöyle sesleniyordu: “Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir kavimdim, hakanım nerede? Bu düşünceler içindeki Türk prensleri zaman zaman ihtilâl teşebbüslerinde bulundularsa da hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu hareketler arasında en çok hayret verici olanı 639 yılında Kürşad’ın ihtilâl teşebbüsüdür. T’ang imparatorunun saray muhâfız kıtası subaylarından olan Göktürk prensi Kürşad, Türk Devletini ihya etmek için 39 arkadaşı ile gizlice anlaştı. Bâzı geceler şehirde dolaşmaya çıkan İmparator yakalanarak kaçırılacaktı. Fakat plânın tatbik edileceği gece ansızın patlayan fırtına yüzünden imparator saraydan çıkmadı. Kararın geciktirilmesini mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defâ doğruca saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele geçirip başşehre hâkim olmayı düşünüyorlardı. Yüzlerce muhâfız telef edildiyse de dışarıdan sevk edilen orduyla başa çıkılamadı. Bunun üzerine saray ordularından seçme atları alarak Vey Irmağına doğru çekildiler. Ancak fırtına ve sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa tutuşan Kürşad ve arkadaşları birer birer ecel şerbetini içerek bu dünyâdan göçtüler.
Kürşad liderliğindeki kırk yiğit başarısız kaldılarsa da Türk milletinin kalbinde sönmez bir istiklâl ateşini tutuşturdular. Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç defâ daha başarısız ihtilal teşebbüsünden sonra, nihâyet 682 yılında Kutluğ Şad, etrâfına topladığı Türklerle istiklâlini îlân etti. Dağılmış boyları bir araya topladı. Bu sebeple İlteriş ünvânını aldı. Çinli bir prensesle değil bir Türk kızıyla evlendi. Bilge Han ve Kültigin adında iki oğlu oldu. Kutluğ ölünce yerine kardeşi Kapağan Han kağan oldu. 22 yıl saltanat süren Kapağan Kağanın ölümünden sonra memleket karışıklıklar içinde kaldı. Bunun üzerine İlteriş Kutluğ Kağanın oğulları Bilge Han ile Kültigin birleşerek idâreyi ele aldılar. Bilge Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu. Böylece Türk târihinde ilk defâ iki kardeş devlet idâresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı. Bilge Kağan ile Kültigin iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan kaldırdılar. Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Ülkenin, milletin ve devletin birliği sağlandı.
Göktürkler devrinin en önemli eseri Orhun Âbideleri’dir. Göktürk yazısı ile yazılan üç âbide 725-735 seneleri arasında diktirilmiştir. Burada, Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin’in ve Bilge Kağanın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk’un bir ara Çin esâretine düşen Türk Devletini yeniden kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifâdeleri istenir. Ayrıca istiklâl fikri verilir. 745’te Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur Hânedânı Büyük Türk Hâkanlığı tahtına geçti. Uygurlar devrinde Türkistan tamâmen Türkleşti ve İranlı unsurlar dillerini bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840’ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan’dan sürünce, Doğu Türkistan’a yerleştiler. İlk Uygur hâkânı olan Kutluğ Bilge Kül Kağan, atalarının inancındaydı.
Uygurlar devrinde Türklük bir din arayışı içine girdi. Aralarında; Maniheizm, Budizm, hattâ Hıristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler, yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan’da pekçok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfâbesiyle binlerce eser tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa kullandıkları için bâzı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan’ı kaybettikten sonra imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu’da yaşayan bir Türk hânedânıyken 840’da Karahanlı hâkimiyetine girdiler.
468’den 965’e kadar diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da kudretli, yüksek kültürlü bir hâkanlık kurdular. Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denen hâkanları daha çok Mûsevî dînine girdiler ve bu dîne giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler.
Diğer taraftan Avarlardan sonra onuncu asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz’in kuzeyinde kudretli bir devlet kurdular. Peçenekleri tâkiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa’ya yerleşerek, Balkanlarda bir müddet hâkimiyet sürdükten sonra Hıristiyan olup, Slavlaşarak Türklüklerini kaybettiler.
Sekizinci asırla 13. asır arasında yaşıyan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı. Uygurlar, Göktürkler zamânında Altay Dağlarının kuzey doğusunda yaşıyorlardı. 745’te Göktürk Hanedânına son vererek kendi hânedânlıklarını kurdular. Göktürkler zamânında Baykal Gölü ile Yenisey arasındaki Sayan Dağları havâlisinde yaşıyan Kırgızlar, daha ziyâde mâvi gözlü ve sarışın idiler. Dokuzuncu ve onuncu asırda Müslüman tüccârlar vâsıtasıyla İslâmiyeti kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kıymek kavminin en önemli koluydu. On birinci asrın ikinci yarısında Sirderya Irmağının kuzeyindeki bozkırın önemli kısmına hâkim oldular. Moğol istilâsı sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri İslâm ülkelerine satılmıştır. Bunlar; Bağdat Abbâsî halîfeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyûbîlerin hassa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında Mısır’da asırlarca devâm edecek olan Memlûk Devletini kurmuşlardır.
Karluklar, Göktürk imparatorluğuna dâhil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi. Göktürkler zamânında Balkaş Gölünün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. Dokuzuncu asrın ortalarından 13. asra kadarCeyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini idâre eden Karahanlı Hânedânı Karluk kavmindendir. Oğuzlar, Türk câmiasının belkemiğini teşkil eden mühim ve en büyük koldur. Târihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular. Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, Oğuzların birer koluydu.
Eski Türklerde devlet teşkilâtı, kültür ve medeniyet:
Türk cemiyetinin temeli Âile idi. Âile daha çok anne, baba ve çocuklardan meydana geliyordu. Evlenen kız veya erkek, âilesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Âileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar topluluğuna ise Boy denirdi. Boyların kendilerine âit, toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beyleriniyse âile ve uruk temsilcileri seçerdi.
Boylar birleşerek siyâsî bir birlik hâline gelirse buna Budun denirdi. Budunun başına geçen kimseye Han adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idâre edilirse buna İl denilmekteydi ki, bugünkü Devlet teriminin karşılığıdır.
Türklerin en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilatçılık kâbiliyetine sâhip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklale alıştırdığı için hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten Türklerin 2500 yıllık târihlerinde devletsiz kaldıkları, yâni istiklallerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyâda dâimâ bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklâle verilen değer bâzı târihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58’de cereyan eden bir hâdise dolayısıyla Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
“Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devr aldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşmak bahasına fedâ edemeyiz. Mücâdele edecek savaşçılarımız hâlâ mevcutken devletimizi korumalıyız”.
Orhun kitâbelerindeyse istiklal elden gittikten sonra durum için: “Beğ olmağa layık oğlun kul, hatun olmaya layık kızın cariye” olduğundan yakınan Bilge Kağan Türk devlet ve istiklalinin devamlılığına inancını şu sözlerle ifâde etmiştir:
“Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir.”
Türk devletinin başında bulunan kimselere “Tanhu, Kağan, Han, Yabgu, İlteber” gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık âlemetleri “taht, otağ, tuğ, davul, sorguç” gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar yaratanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adâlet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan yaratanın, kutu, yâni siyâsî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar devlet işlerinde dâima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların râzı olmadıkları işi pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri, asıl kuvvetlerini temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idâre selâhiyeti bâzı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig’te: Halkın hükümdardan isteklerini a) İktisâdî istikrar, b) Âdil kânun, c) Asâyiş olarak sıraladıktan sonra; “Ey hükümdar sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste.” denilmektedir.
Hükümdarların eşlerine Katun (Hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Ancak bunlar daha çok siyâsî sebeplere dayanıyordu. Ancak oğulları hükümdar olacağı için ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Ancak onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
Kağanların oğulları devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanlarında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vâli olurlardı. Bunlar han, şad, tigin ünvanları alırlardı.
Hükümdarın ve vâlilerin emirleri altında çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idârede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idâresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb. ünvanlarını taşıyan ve hiçbiri verâsete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyâset işlerini idâre eden memuruna “tangucı”, Osmanlılarda “tuğracı”, hükümdarların başvezir durumundaki baş müşâvirlerine ise “aygucu” denirdi.
Eski Türkler dâimi olarak şehirlerde yaşamadıkları için yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu. Esâsen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı. Askerlik hizmetlerinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi hissesine düşeni götürürdü. En büyük askerî birlik 10.000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlarda “tümen” adı veriliyordu. Tümenler binli, yüzlü ve onlu gruplara ayrılır ve bunların başlarına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
Ordular her çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar okçu süvâri birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imhâ ederlerdi. Savaş sırasında yarım ay biçiminde açılırlar merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları tâkip eden düşman, sol ve sağ kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usûlüne Türkler kurt oyunu adı verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi.
Diğer taraftan etrafları dâima düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmeleri disiplinli bir şekilde birlik ve berâberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu îtibârla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlıyan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kânunlar hâlinde olmayıp örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her mevzuda törenin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyâsî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idâre ettiği normal mahkemelerde törenin hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı. Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye muhâlif düşen kağanlar tahtlarından indirilir, hattâ îdâm edilirlerdi. Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümler ihtivâ ederdi. Cezâları ağırdı. Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için kimse bu cezâları haksız ve adâletsiz görmezdi. Zâten törenin dâima doğru ve adâletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki, Türk töresi milletin yüzlerce yıllık hayat tercübesinden süzülmüş kâidelerden ibâretti.
Eski Türklerin dinleri, hangi din üzere oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi doğru veya yanlış pekçok değerlendirmelerin yapılmasına sebep olmaktadır. Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, Totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa Totemcilik sâdece bir hayvanı ata tanımaktan, yâni ona değer vermekten ibâret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun ictimâî ve hukûkî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan bunları eski Türklerde Totemcilik inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
Birçok târih kitabındaysa eski Türklerin Şaman dînine sâhip oldukları iddia edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dînine karışmış bir hurâfe durumundadır. Türkler, Tunguzca bir kelime olan “Şaman” yerine “kam” kullanırlardı. Kam tabiat-üstü kuvvetlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre bir takım usullerle trans hâline girer, yâni kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslâmiyetten önce Arabistan’daki kâhinlere benzeyen bu kişiler yâni kam veya şamanlar din adamı olmaktan ziyâde birer kabîle büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler Tengri (Tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının irâdesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızâsı düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bâzıları bu sebeple Tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitâbelerinde; “Üstte mavi gök, altta yağız yer yarattıkta ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek bunların mahluk oldukları belirtilmiştir. Yine onların “Tanrı yapar, Tanrı yaşar” inancına göre Tanrı mahluk değil yaratandır. Dolayısıyla Gök-tanrı meselesinin Gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil olsa olsa yanlış bir inanışla Tanrının gökyüzünde, yâni üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan; “Üstümüzde Allah var!” sözü bâzan kullanılmaktadır.
Diğer taraftan eski Türklerde ahlâki prensipler bakımından zinâ etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa başka bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip bunları yapanlar çok ağır cezâlarla cezâlandırılırlardı.
Yukarıda belirtilen temel îtikâdi ve amelî esaslar İslâmiyetle büyük bir benzerlik göstermektedir. Cenâb-ı Hakk’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’in evlâtları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dâhilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne isim verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyâmet), yek (şeytan), yazuk (günah) ıstılahlarının her biri İslâmiyette de görülmektedir. Bu durumda Türklerin, sonradan zâlim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle dinlerine hurâfeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan’ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dîninin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
İlk defâ Uygur Kağanı, Böğü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dîne çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldular. Avrupa’ya giden Türklerden Hazarlar Mûsevî dînine girdiler. Avrupa’daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.
Türklerin İslâmiyete girişi:
Peygamber efendimizin İslâmiyeti tebliğiyle birlikte dünyânın ücrâ köşesinde yaşayan küçük bir kavim, ilâhî bir tecellî sonucu yeni ve büyük bir millet hâline geldi. Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ aşağılanarak yaşayan insanlar hidâyete erince birdenbire târihin mümtaz kahraman, fâtih ve dâhileri oldular. Halîfe hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641’de Suriye ve Mısır kıtalarını fethederek koca Doğu Roma’nın kanatlarını kırdı. 642’de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geldi. Ancak bu devrede İslâmın merkezinde hazret-i Ömer ve yerine geçen hazret-i Osman’ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücâdeleler 8. yüzyıl başlarına kadar Türklerle İslâmların münâsebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Bâzı kaynaklarda hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd’ın Müslüman olan Türkleri Kufe’ye yerleştirdiği bildirilmektedir. Daha sonra Emevîler tarafından İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak umûmî vâliliğine Haccac’ın getirilmesi ve bunun da Horasan’a devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim’i tâyin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi. Müslümanlar kısa zamanda Mâverâünnehr’e hâkim olduktan sonra Talas’a kadar akınlarda bulundular. Ancak Türgeş Kağanı Şulu Han idâresindeki Türkler 720 yılından îtibâren cephelerdeki hâkimiyeti ele alarak Emevî ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emevîler döneminde Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücâdeleler neticede muvaffakiyetsizlikle son buldu. Ancak bu mücâdeleler Türklerin İslâmiyeti yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da Türklerin İslâmiyetin bayraktarı olarak dünyâ sahnesine çıkmasına vesile oldu.
Türklerin hiçbir baskı veya zor durumda kalmaksızın İslâmiyeti kabul etmeleri üç ana sebebe dayanmaktadır: Birincisi Türklerin inanç ve yaşayış sistemlerinin İslâmiyete çok yakın olması. Tek bir yaratıcıya îmân, âhiret ve rûhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâmiyette de vardı. Buna zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar Türklerde olduğu gibi İslâm dîninde de şiddetle men ve yasak ediliyordu. Nihâyet, İslâmiyetteki cihad emri, Türkün alplik ve fütuhat görüşüne uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehr (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Türklerin İslâmiyetle şereflenmelerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler bilhassa Türkistan’la ticârî faaliyetleri sırasında kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dînine daha çabuk ve kolaylıkla girdiler.
Türkistan Türkleri arasında İslâmiyetin bu ilk yayılışıyla diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi hemen hemen aynı devreye rastlar.
Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine girerlerken Mâverâünnehr’deki Türkler arasında da İslâmiyet 8. asrın başından îtibâren yayılmaya başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve câzibesi altına almaya başlaması Abbâsîler döneminde vukû buldu. Abbâsî sultanlarının Türklere karşı fevkalâde yakınlık göstermeleri bu faaliyetin daha da süratlenmesine sebep oldu. Halife El-Mansur (754-775) zamânından îtibâren Türkler, Arap ordularına asker olarak dâhil olmaya başladı. El-Me’mun döneminde (813-833) Türklerden husûsî muhâfız birlikleri teşkil olunmaya başlandı. Nihâyet halife Mu’tasım zamânında (833-842) halifelik ordusunun esâsını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için Samarra şehrini inşâ eden halife, sarayını ve pâyitahtını da buraya nakletti. Müellifler artık Türklerin, Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında gayri müslim Oğuzlarla bile harp ettiklerini yazmaktadır. Halife el-Mütevekkil zamânında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türktü. Onuncu asrın ilk yarısında emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı Beckem ve Tüzün getirilmişti. Türklerin Bağdât’ta idâreyi ele almaları üzerine uzak eyâletlerde bulunan Türk vâliler, müstakil birer hükümdâr gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman-Türk devletlerinden bâzıları bu sûretle kuruldu. Bunlar arasında Mısır’daki Tûlûnoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tûlûn isminde bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tûlûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi. İbn-i Tûlûn, Mısır’ı birçok mîmârî eserle süslemiştir. Tûlûnlular Devleti, 905’te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed’in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır. (Bkz. Tûlûnoğulları, İhşidoğulları)
Ancak bu devletlerde idâreci zümrenin Türk olmasına karşılık esas kitle, yâni halk tabakası daha çok Mısırlılardan müteşekkildi.
İslâmiyetin devlet ve halk olarak Türkler arasında kabûlü ilk defâ İtil (Volga) Bulgarları arasında gerçekleşti. Batıya giden Tuna Bulgarları toplu olarak Hıristiyanlaşırken İtil boyu ve Kazan havâlisinde kalan asıl Büyük Bulgarlar bilhassa Türkistan’la olan ticârî münâsebetleriyle tanıma fırsatını buldukları İslâmiyeti severek kabul ettiler. Bulgar Hanı Almış, 920’de Bağdat halifesine müracaatla İslâmiyetin öğretilmesi ve kaleler inşâsı için kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi. Halife Muktedir Billah tarafında gönderilen kalabalık bir elçi heyeti 922 Mayısında Bulgar memleketine geldi. Almış Han ve maiyeti elçilere fevkâlade bir hürmet ve kabul gösterdiler. Bu târihten îtibâren Bulgar memleketi Abbasî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu hâline geldi. Ülkede Abbâsî halifesi ve Bulgar Hanı nâmına sikkeler basılmakta, taş câmiler saraylar, kaleler ve diğer binâlar inşâ edilmekteydi. Bulgarlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla büyük bir değer kazandılar. Bulgar ülkesine gelen Abbasî elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan yazdığı seyâhatnâmesinde bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samîmî bir Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin “sabah namazını” kaçırmamak için bir ay geceleri uyumadıklarından bahsetmektedir. Bu sözler Türklerin İslâmiyeti ne derece kuvvetli bir îmânla kabul ettiklerini göstermektedir.
Müslüman Türk devletleri:
İtil Bulgarlarından sonra ilk Müslüman Türk devletleri Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular idi. Karahanlılar 944 senesinde İslâmiyeti resmî din olarak kabul etti. Karahanlılar arasında İslâm dîninin yayıcısı Abdülkerim Satuk Buğra Hanın oğlu Mûsâ Baytaş oldu. Karahanlı hükümdarı 999 senesinde Abbâsî halîfesi tarafından İslâm hükümdârı olarak tanındı. Hâkânlığın sınırları Balasagun, Özkend ve havâlisine, Tarım havzasının batı kısmına, Balkaş Gölüne, Hindikuş, Karakurum dağları dolaylarına kadar yayıldı. Ülke, doğu ve batı diye ikiye ayrılmıştı. Doğu Karahanlılar 1090, Batı Karahanlılar ise 1089’da Selçuklulara bağlandılar. Karahanlılar devrinde 200.000 çadır Türk halkı İslâmiyeti kabul etmiştir. (Bkz. Karahanlılar)
962 senesinde Alptekin (Alb Tekin) adlı bir Türk kumandanı Afganistan’ın Gazne şehrini zaptederek Gazneliler Devletini kurdu. 977’de devletin başına Sebük Tekin geçti. Sebük Tekin, iyi bir devlet adamı, mâhir bir kumandandı. Bütün Afganistan ile Horasan ve İran’ın doğu kısımlarını idâresi altına aldı. Hindistan’a zaferle netîcelenen bir sefer düzenledi. Oğlu ve halefi olan Mahmûd, yalnız Gazneli Devletinin değil Türk târihinin de en büyük sîmâlarından biridir. Hindistan’a on yedi defâ sefer düzenleyerek büyük zaferler kazandı. Bu ülkede İslâmiyetin köklü şekilde yerleşip gelişmesinde önemli rol oynadı. Gazneli Mahmûd, aynı zamanda İran’ın orta eyâletleriyle Harezm topraklarını da ülkesine katarak zamânının en büyük hükümdârı oldu ve Abbâsî halîfesinden ilk defâ olarak, sultan ünvânını aldı. Gazneliler, 1040 senesinden sonra Selçuklulara tâbi oldular. 1186 senesinde de Gurlular tarafından tamâmen ortadan kaldırıldılar. (Bkz. Gazneliler)
Onuncu asrın ikinci yarısında Seyhun Nehri kıyısı ile bunun kuzeyinde yaşıyan Oğuzlar, Semerkand ve Buhâra taraflarına inmeye başlamışlardı. Buhâra taraflarına inen Oğuzların başında Kınık boyundan Selçuk Beyin oğulları vardı. Selçuk Beyin torunlarından Tuğrul ve Çağrı beyler, çetin şartlar içinde Selçuklu Devletini kurdular. Tuğrul Bey, 1064 senesinde vefât ettiği zaman, kurduğu devletin sınırları Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzanıyordu. Yerine geçen Alparslan (Alb Arslan), 1071’de Malazgirt Ovasında Bizanslıları mağlup ederek Anadolu’nun Türk ülkesi olmasını sağladı. Bu zaferden sonra Anadolu’nun fethine Kutalmış Beyin oğulları memur edildiler. Kutalmışoğlu Süleymân Şah, büyük zaferler kazanarak Üsküdar’a kadar geldi ve İznik’i hükûmet merkezi yaparak Türkiye Selçuklu Devletini kurdu. Süleymân Şahtan sonra Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mes’ûd ve İkinci Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devletinin başına geçerek, Türk milletine büyük hizmetler verdiler. On üçüncü asırda Moğol istilâsı, İran, Horasan ve Mâverâünnehr taraflarında yaşayan âlim ve evliyânın hemen hepsinin Anadolu’ya gelmelerine sebep oldu. Bu istilâ Selçuklu Devletinin de ortadan kalkmasına sebep oldu. Fakat çok geçmeden yüksek yaylalarda yaşıyan Türkmen beyleri Anadolu’yu istilâcıların elinden kurtarmaya muvaffak oldular. Bu Türkmen beylerinden birisi de Osman Beydi. 1299’dan îtibâren gelişen Osmanlılar, mânevî yapısı ve teşkilâtı bakımından Selçuklu Türklüğünden devr aldığı birçok değerlerle cihânın en büyük devletlerinden birini kurmaya muvaffak olmuşlardır.
Söğüt’te kurulan Osmanlı Devleti, kısa zamanda Batı Anadolu’ya hâkim olarak 1356’da Rumeli’ye ayak bastı. Bu geçiş çok mütevâzi başlamakla berâber, şiddetli Haçlı mukâbelesiyle karşılaşıldı. Fakat fevkalâde bir kudret ve üstün vasıflara sâhip olan Osmanlılar, Haçlıları 1363’te Edirne civârında Sırpsındığı mevkiiyle 1389’da Kosova ve 1396’da Niğbolu’da hezîmete uğrattılar. Böylece bu gâzi devlet Rumeli’de sağlam bir şekilde yerleşti. Bu arada Anadolu’da yapılan ilhaklarla da genişledi ve Malatya’ya kadar uzandı. Niğbolu Zaferi, Türk ilerleyişini durdurmanın mümkün olmadığını Hıristiyan Avrupalılara gösterdi. Hıristiyan Batı âlemine gâlip gelen Osmanlıların, doğuda Tîmûr Hana mağlup olması, Anadolu’daki birliği tekrar sarstı. Ancak fetret devrinde sarsıntı Rumeli’den daha çok Anadolu’da meydana geldi.
Fetret devrinden sonra devletin başına geçen ve ikinci kurucu olarak adlandırılan Çelebi Sultan Mehmed Han, Osmanlı Devletini tekrar canlandırdı. Oğlu Sultan İkinci Murâd Han, 1444’te Varna ve 1448’de İkinci Kosova Meydan Muhârebelerinde Haçlılara karşı yeni zaferler kazandı. Osmanlılar bu sûretle Anadolu’da Türk ve İslâmın maddî ve mânevî mîrâsını toplayarak, yeni bir fikir ve medeniyet sentezi kurdular.
Türk târihinde ilk defâ olarak, Osmanlıların merkezî bir devlet sistemi ile meydana çıkması büyük bir siyâsî yenilik oldu. Gerçekte Osmanlı Hânedânı, diğer Anadolu beyleri gibi millî örf ve geleneklerini muhâfaza ettiği hâlde, devletin taksim edilemez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, şehzâdelerin ve boy beylerinin siyâsî hâkimiyete ortak olmalarına imkân vermemiş ve bu sâyede merkeziyetçi, sağlam, istikrârlı bir devlet ortaya çıkarmayı başarmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han, Anadolu beylerinin ve kendi içinde gelişen devleti sarsıcı hânedânların geriye kalanlarını bertaraf ederek merkeziyetçi otoriteyi daha da sağlamlaştırdı. Dâimâ devlet birliği şuûruna ve nizâm-ı âlem mefkûresine bağlanan Osmanlı inancı bakımından, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın; “Osmanlı Devleti öyle başı örtülü nâmuslu bir gelindir ki, iki kişinin talebine tahammül edemez.” sözü çok yerinde ve pek önemlidir.
İslâm birliğini sağlamak ve Anadolu’dan Şiî-Safevî propagandasını kaldırmak isteyen Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil üzerine sefer düzenledi. Şah İsmâil’i saf dışı bıraktıktan sonra yıldırım süratiyle Mısır ordularını 1516 Mercidabık ve 1517 Ridâniye Zaferleriyle mağlup etti. Bu zaferlerden sonra bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hâkimiyeti altına girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emîri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sâhib-ül-Haremeyn ünvânıyla Yavuz Sultan Selim Hana teslim etti. Fakat o, bu ünvânı kabul etmeyip; “Benim için, o mübârek makâmların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hâdim-ül-Haremeyn deyin!” demiştir. Yıldırım süratiyle kıtaların fethini sekiz senelik saltanatına sıkıştıran bu büyük fâtihin, cihân hâkimiyeti teşebbüsüne ve Avrupa’yı fethe kararlı olması tabiîydi. Fakat ecel onun dünyâyı tek ve yüksek nizâma kavuşturmasına fırsat vermedi.
Sultan Birinci Süleymân Hanın yarım asır süren saltanatı, Türk ve Osmanlı cihân sulhü dâvâsının en yüksek ve kudretli devrini teşkil eder. Zamânında Türk ordusu 1526’da mutlak bir zafer kazandı ve Orta Avrupa yolu Türklere açıldı. Artık Osmanlı ordusu Orta Avrupa’yı çiğniyor, Viyana’yı geride bırakarak Gratz, Merburg, Gûnis gibi birçok Alman şehrini fethediyordu.
On altıncı asrın sonlarıyla 17. asırda Osmanlı siyâsî kudreti gibi ictimâî nizâmı da kuvvetini devâm ettirmiştir. Devlet; liyâkat, ahlâk, maddî ve mânevî disiplin ve çalışma üzerine kurulmuştu. Osmanlıda, şahsî meziyet ve kâbiliyetten başka hiçbir şeye kıymet verilmezdi. Herkes liyâkat, bilgi, ahlâk ve seciyesine göre bir mevkiye tâyin edilirdi. Ahlâksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek mevkîlere çıkamazlardı. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyâya hâkim olmalarının hikmeti buydu.
On yedinci asrın ikinci yarısından sonra devletin siyâsî ve askerî kudretinde zaaf başlamış, idârî ve ilmî müesseselerde bozukluklar meydana çıkmış, bunun netîcesinde gerileme başlamıştır. Anadolu’da çıkan ve memleketi harap ve perişân eden kızılbaş teşvikli Celâlî ayaklanmalarını bastırmak için çok büyük gayretler sarf etmek ve uzun seneler uğraşmak îcâp etmişti. Amerika’nın keşfiyle götürülen Afrikalı köleler, nice zulümlerle Avrupalı zâlimler için bol bol gümüş çıkardılar. Avrupa yoluyla Osmanlı ülkesine de bol miktarda giren gümüş, fiyatları altüst etti. Gümüş olan Osmanlı akçesinin değeri düştü. Devletin düştüğü zor durumdan kurtarılması için zaman zaman hükümdâr ve devlet adamlarının giriştikleri teşebbüsler, müspet netîceler verdiyse de, bilhassa yeniçerilerin çıkardıkları isyânlar bunların devamlılığını baltaladı.
Türkler, 17. asırda da Avrupa’ya medeniyet verici durumdayken, 18. asırdan îtibâren alıcı olmaya ve iktibaslar yapmaya mecbûr bulunduklarını kabul etmişlerdir. On sekizinci asrın başlarından îtibâren tahta geçen pâdişâhların hemen hepsi bu gerilemenin farkına varmışlar, batıdan faydalanarak, ıslahat yapmak istemişlerdir. Sultan İkinci Mahmûd Han, yeni, düzenli bir ordu kurduğu gibi, hükûmet teşkilât ve usûllerinde değişiklik yapmıştır. Bu faydalı yenilik hareketleri yanında, siyâsî bakımdan birçok felâket vukû buldu. Fransız İnkılabının ortaya attığı milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı ülkesinde ırkçılık şeklinde yayılması, dış tahrikli Sırp ve Yunan isyânları, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için hâdiselere müdâhale ederek işi çıkmaza sokmaları, Rusya’nın emperyalist ve an’anevî siyâsetine uygun olarak harp açması, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşanın isyânları bu felâketlerin başlıcalarıdır.
Bütün bu karışıklıkların hâlli için çâreler arayan Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd Han, Avrupa’daki teknik ilerlemeden istifâde niyetiyle hocalar getirtti. İlk defâ 1834 yılında Avrupa’ya talebe gönderdi. Avrupa başşehirlerinde dâimî büyükelçilikler kurdu. Fakat Avrupa’ya gönderilen bâzı talebeler, fen alanındaki ilerlemeleri alacakları yerde, nefislerini tatmin peşine düştüler. Hıristiyan Avrupalının köhneleşmiş ahlâkına tâlip oldular. Ahlâkî ve mânevî değerlerini kaybederek, Osmanlı ülkesine dönen bu talebelerin ilk işi, kendilerini para ve kadınla elde eden Osmanlı düşmanlarının menfaatleri için çalışmalara başlamak oldu. İngilizler tarafından yetiştirilip mason yapılan Londra büyükelçisi Mustafa Reşîd Paşa, Sultan Mahmûd Hanın vefâtından sonra on altı yaşında pâdişâh olan Abdülmecîd HanıGülhâne Hatt-ı Hümâyûnunun îlânına iknâ etti.
Böylece 3 Kasım 1839’da îlân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu ile yeni düzene âit esaslar belirlendi. Osmanlının isteklerinden çok Avrupalıların arzularına uygun olarak hazırlanan bu fermanda, Müslümanlardan çok Hıristiyan tebeanın menfeatı gözetilmişti. Tanzîmât-ı Hayriye Fermânı denerek yeni ve parlak bir devir açtığı iddiâ edilen bu hatt-ı hümâyûnla, Müslüman ve gayri müslim bütün tebeanın ırz, nâmus ve can güvenliğinin sağlanacağı, verginin ve askerlik işlerinin düzenli bir usûle bağlanacağı vâd ediliyor ve bu fermana dayanılarak çıkarılacak kânunlara saygı gösterileceği belirtiliyordu. Tanzîmât döneminde hukuk, askerlik, eğitim, öğretim ve idâre alanlarında birçok değişiklikler yapıldı. Gülhâne hattının eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız Müslümanlar tâbi kılınarak gayri müslimler muaf tutuldu.
Fransız inkılâbı netîcesinde dünyâya yayılan milliyetçilik fikirleriyle ülkede isyânlar çıktı. Netîcede âsîlere idârî imtiyazlar ve muhtâriyet verilmesi, Avrupa’ya ilim için giden gençlerin, Avrupa bilim ve siyâset adamlarının Türkiye ve Türkler hakkındaki müspet ve menfî fikir ve kanâatlerini öğrenmeye başlamaları gibi bâzı sebepler, Osmanlı Devleti içindeki çeşitli kavimlerin millî şuur ve millî devlet fikirlerini kuvvetlendirmiş ve çözülme hareketleri başlamıştır. Bunun yanısıra, tebeanın kamu önünde ve siyâsî haklar yönündeki eşitliğini kâfî görmeyerek, meşrutî bir hükûmet idâresinin kurulması için mücâdeleye girişen veOsmanlı düşmanı devletler tarafından desteklenen Genç Osmanlılarda idâreye karşı hoşnutsuzluk başgösterdi. Genç Osmanlıların fikirlerini paylaşan Midhat Paşa, pâdişâhın fikir ve icraatına muhâlefet eden Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Rüştü Paşa, birlik olup Sultan Abdülazîz Hanı şehit ederek Beşinci Murâd’ı tahta çıkardılar. Sultan Murâd Han, hastalığı sebebiyle üç ay sonra tahttan indirilerek, veliahd Abdülhamîd, Ağustos 1876’da tahta çıkarıldı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı 1876 senesi, Türk târihinin gerçek dönüm noktalarından biri oldu. Dâhilde pekçok mesele vardı. Dışarda ise Midhat Paşanın arzu ve isteğiyle Rusya ile bir savaş yaklaşıyordu. Avrupa devletlerinin Osmanlı hâkimiyetindeki Hıristiyan tebeayı durmadan kışkırtmaları bilhassa Balkanlarda birkaç eyâletin kan, ateş, isyân ve huzursuzluk içine düşmesine yol açtı. Mâlî durum bir hayli zayıflamış, Tanzîmâtla verilen tâvizlerle Osmanlı sanâyii ve ticâreti çökertilmişti. Ayrıca devletin coğrafî durumu yabancı istilâ ve müdâhalelere açıktı. Türk olmayan eyâletler, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, sömürge muâmelesi görmediği, anavatanın birer parçası sayıldığı hâlde, dışa dayalı isyânlar durmak bilmiyordu. Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, devletin kalkınmasını engelliyordu. Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için tahrik ettikleri Ermenilerin muhtâriyet elde etmek gâyesiyle ihtilâlci komiteler kurarak ülkede hâdise çıkarmaya başlamaları, devlet için ayrı bir meşgâle oldu. Ayrıca Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin meydana getirdikleri hâdiseler, devleti uğraştırdığı gibi, yabancı müdâhalelere de yol açtı.
Sultan İkinci Abdülhamîd, batı devletleri ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında, devlet birliğini korumak için tek çıkar yolun, Müslüman tebeayı din bağıyla bütünleştirmek olduğunu biliyor ve bu birliğin yalnız Osmanlı ülkesinde değil, diğer Müslümanlar arasında da te’sisine çalışıyordu. Memleketin iktisâdî kalkınmasına çok önem verdi. Ulaştırma ve haberleşme sâhalarında ıslahat, eğitim konusunda ciddî hamleler yaptı. İngiltere ve Fransa’nın dostluk ve yardımlarına güvenilmediğinden, Alman dostluğuna önem vererek denge sağlamaya çalıştı. Zamanla Sultan’ın idâresine karşı doğan muhâlefet, Genç Türkler denilen kişiler tarafından ilerletilerek İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında siyâsî bir teşkilât kuruldu. Bunların baskısıyla 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyet rejimi yeniden yürürlüğe konuldu. İttihatçıların tertibi ile 31 Mart Vak’ası olarak bilinen bir ayaklanma çıkarıldı. Hâdiseyle alâkası olmadığı halde Pâdişâh, bu bahâneyle, tahttan indirilip, yerine Beşinci Mehmed Reşâd tahta çıkarıldı. İktidâra cemiyet taraftârı devlet adamları getirildi ve o zamâna kadar idârî işlere karışmayan İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, söz sâhibi oldu. 1912’de başlayan Balkan Harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Enver Beyin başkanlığında küçük bir subay topluluğu, Ocak 1913’te Bâbıâlî’yi basarak sadrâzam Kâmil Paşayı istifâya zorladı. Böylece İttihâd ve Terakkî Cemiyeti devletin mukadderâtını doğrudan ele aldı ve sonunda kötü bir âkıbete yol açtı.
Yeni iktidâr zamânında felâketler birbirini tâkip etti ve devletin çöküşü hızlandı. Trablusgarb, Balkan Savaşları ve nihâyet ittifâk devletleri safında girilen Birinci Dünyâ Savaşı, devletin yıkılışının başlangıcı oldu. Savaş sonunda imzâlanan Mondros Mütârekesiyle Osmanlı Devleti baştan başa işgâl edildi. Sultan Vahideddîn, bölünmüş, parçalanmış hattâ işgal edilmiş bir devletin başına geçti ve bütün imkânsızlıklara rağmen İstiklal Mücâdelesini başlattı. Mustafa Kemal’in liderliğinde gerçekleştirilen, Millî Mücâdele diye de bilinen Türk İstiklâl Savaşı sonunda, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzâlandı. 29 Ekim 1923’teCumhûriyet îlân edildi.
Bugün Uzakdoğu’daki Sakalin Adalarından, batıdaki Balkan Adacığına kadar iki Avrupa kıtası büyüklüğünde bir alanda yaşayan Türklerin ekseriyeti BDT ile Çin ve İran hudutları içinde bulunmaktadır.
Türk milletinin müstakil millî devleti olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti bulunmaktadır.
Diğer taraftan 19. yüzyılda Rus işgâline uğrayan Orta Asya Türk Birlikleri uzun yıllar bu devletin sömürüsü ve zulmü altında kaldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için mücâdeleye başlamışlar ve 1991 de bağımsızlıklarını îlân etmişlerdir. Bunlar Âzerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhûriyetleridir.
Türk devletleri: Türkler, uzun bir geçmişe sâhiptir. Târihte aktif bir rol oynayıp, pekçok siyâsî teşekküller meydana getirmişlerdir. Bunların sayısı yüzün üzerinde olup, çoğu birbirinin devâmı mâhiyetinde iktidârlardır. Ülkenin hânedân mensupları arasında paylaşılması, devletin adı, târihi, sayısı ve bütünlüğü anlayışında çeşitlilik arz eder. Türk devletleri; Asya, Avrupa, Afrika, Asya-Avrupa, Asya-Afrika, Asya-Avrupa-Afrika kıtaları üzerinde kurulmuştur.
Büyük Türk Devletleri
Büyük Hun İmparatorluğu |
(M.Ö.4. asır-M.S.48) |
Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu |
(374-469) |
Akhun (Eftalit) İmparatorluğu |
(4. asır sonları - 577) |
Birinci Göktürk İmparatorluğu |
(552-582) |
Doğu Göktürk İmparatorluğu |
(582-630) |
Batı Göktürk İmparatorluğu |
(582-630) |
İkinci Göktürk İmparatorluğu |
(681-744) |
Uygur İmparatorluğu |
(744-840) |
Avrupa Avar İmparatorluğu |
(6. asır-805) |
Hazar İmparatorluğu |
(7. asır-965) |
Karahanlı Devleti |
(840-1042) |
Gazneli Devleti |
(962-1187) |
BüyükSelçuklu Devleti |
(1038-1194) |
Harezmşâhlar Devleti |
(1097-1231) |
Osmanlı Devleti |
(1299-1922) |
Tîmûrlular Devleti |
(1370-1506) |
Bâbürlüler (Gürgâniyye Devleti) |
(1526-1858) |
Devletler
Kuzey Hun Devleti |
(48-156) |
Güney Hun Devleti |
(48-216) |
Birinci Chao Hun Devleti |
(304-329) |
İkinci Chao Hun Devleti |
(328-352) |
Hsia Hun Devleti |
(407-431) |
Kuzey Liang Hun Devleti |
(401-439) |
Lov-lan Hun Devleti |
(442-460) |
Tabgaç Devleti |
(386-557) |
Doğu Tabgaç Devleti |
(534-557) |
Batı Tabgaç Devleti |
(534-557) |
Doğu Türkistan Uygur Devleti |
(911-1368) |
Liang Şa-t’o Türk Devleti |
(907-923) |
Tana Şa-t’o Türk Devleti |
(923-936) |
Tsin Şa-t’o Türk Devleti |
(937-946) |
Kan-çou Uygur Devleti |
(905-1226) |
Türgiş Devleti |
(717-766) |
Karluk Devleti |
(766-1215) |
Kırgız Devleti |
(840-1207) |
Sabar Devleti |
(5. asır-7. asır arası) |
Dokuz Oğuz Devleti |
(5. asır sonu-6. asır sonu) |
Otuz Oğuz Devleti |
(5. asır sonu-6. asır sonu) |
Basar-Alan Türk Devleti |
(1380-?) |
Doğu Karahanlı Devleti |
(1042-1211) |
Batı Karahanlı Devleti |
(1042-1212) |
Fergana Karahanlı Devleti |
(1042-1212) |
Oğuz-Yabgu Devleti |
(10. asrın ilk yarısı-1000) |
Sûriye Selçuklu Devleti |
(1092-1117) |
Kirman Selçuklu Devleti |
(1092-1307) |
Türkiye Selçuklu Devleti |
(1092-1307) |
Irak Selçuklu Devleti |
(1157-1194) |
Eyyûbîler Devleti |
(1171-1348) |
Delhi Türk Sultanlığı |
(1206-1413) |
Mısır Memlûk Devleti |
(1250-1517) |
Karakoyunlu Devleti |
(1380-1469) |
Akkoyunlu Devleti |
(1350-1502) |
Beylikler
Tûlûnlular |
(868-905) |
İhşidîler |
(935-969) |
İzmir Beyliği |
(1081-1098) |
Dilmaçoğulları Beyliği |
(1085-1192) |
Danişmendli Beyliği |
(1092-1178) |
Saltuklu Beyliği |
(1092-1202) |
Ahlatşahlar Beyliği |
(1100-1207) |
Artuklu Beyliği |
(1102-1408) |
İnaloğulları Beyliği |
(1098-1183) |
Mengüçlü Beyliği |
(1072-1277) |
Erbil Beyliği |
(1146-1232) |
Çobanoğulları Beyliği |
(1227-1309) |
Karamanoğulları Beyliği |
(1256-1483) |
İnançoğulları Beyliği |
(1261-1368) |
Sâhib Ataoğulları Beyliği |
(1275-1341) |
Pervâneoğulları Beyliği |
(1277-1322) |
Menteşeoğulları Beyliği |
(1280-1424) |
Candaroğulları Beyliği |
(1299-1462) |
Karesioğulları Beyliği |
(1297-1360) |
Germiyanoğulları Beyliği |
(1300-1423) |
Hamidoğulları Beyliği |
(1301-1423) |
Saruhanoğulları Beyliği |
(1302-1410) |
Aydınoğulları Beyliği |
(1308-1426) |
Tekeoğulları Beyliği |
(1321-1390) |
Eretnaoğulları Beyliği |
(1335-1381) |
Dulkadiroğulları Beyliği |
(1339-1521) |
Ramazanoğulları Beyliği |
(1325-1608) |
Doburca Türk Beyliği |
(1354-1417) |
Kâdı Burhâneddîn Ahmed Devleti |
(1381-1398) |
Eşrefoğulları Beyliği |
(13. asrın ortaları-1326) |
Berçemeoğulları Beyliği |
(12. asır) |
Yarluklular Beyliği |
(12. asır) |
Atabeylikler
Böriler |
(1117-1154) |
Zengîler |
(1127-1259) |
İl-Denizliler |
(1146-1225) |
Salgurlular |
(1147-1284) |
Hanlıklar
Büyük Bulgarya Hanlığı |
(630-665) |
İtil (Volga) Bulgar Hanlığı |
(665-1391) |
Tuna Bulgar Hanlığı |
(681-864) |
Peçenek Hanlığı |
(860-1091) |
Uz Hanlığı |
(860-1068) |
Kuman-Kıpçak Hanlığı |
(9. asır-13. asır) |
Özbek Hanlığı |
(1428-1599) |
Kazan Hanlığı |
(1437-1552) |
Kırım Hanlığı |
(1440-1475) |
Kasım Hanlığı |
(1445-1552) |
Astırhan Hanlığı |
(1466-1554) |
Hive Hanlığı |
(1512-1920) |
Sibir Hanlığı |
(1556-1600) |
Buhâra Hanlığı |
(1599-1785) |
Kaşgar-Tufan Hanlığı |
(15. asır başları-1877) |
Hokand Hanlığı |
(1710-1876) |
Türkmenistan Hanlığı |
(1860-1885) |
Cumhûriyetler
Âzerbaycan Cumhûriyeti |
(1918-1920) |
Batı Trakya Türk Cumhûriyeti |
(31 Ağustos 1913) (II: 1915-1917) (III: 1920-1923) |
Türkiye Cumhûriyeti |
(1923-.....) |
Hatay Cumhûriyeti |
(1938-1939) |
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti |
(1983-....) |
Âzerbaycan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Kazakistan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Kırgızistan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Tacikistan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Özbekistan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Türkmenistan Cumhûriyeti |
(1991-....) |
Kültür ve medeniyet: İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idâre eden büyük hâkâna Arslan Han adı verilirdi. Onun hâkimiyeti altında batı bölgelerini Buğra ünvânını taşıyan diğer bir han idâre etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hâkanlara vekâlet eden, Erkan, Sağun gibi ünvânlar alan İligler ve Tekin diye anılan şehzâdeler geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu vardı.
Hükümdârlığı halîfe tarafından tasdîk edilen Gazne hükümdârı Mahmûd, sultan ünvânını ilk defâ kullanan hükümdâr olarak bilinir. Daha sonra bu ünvân bütün İslâm devlet başkanları tarafından kullanılmıştır. Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvânı kullanılmıştır. İslâmiyette devlet başkanı olan halîfe, Allah’ın elçisi olan Peygamberimize vekillik ettiği için bütün Müslümanların başıydı. O, insanların dünyâ ve âhiret bütün işleri dâhil İslâmiyetin emir ve yasaklarını yerine getirmekle mesûldü. Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünyânın Türk hükümdârları tarafından idâre edilmesi gerektiği esâsına dayanıyordu. On birinci asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmûd şöyle demektedir: “Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dâirelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrâfında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır.”
Oğuz destânındaki ok motifi, Göktürk kitâbelerinde zaptı düşünülen istikâmetlere önceden prenslerin tâyin edilmesi, Türk kültüründeki cihân hâkimiyeti ülküsünün işâretiydi. Selçuklular Dandanakan Savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütûhat yönlerini ve vazife alacak başbuğları kararlaştırmışlardır. Malazgirt Muhârebesi ve Anadolu’nun fethi de, cihân hâkimiyeti ülküsünün bir sonucu idi.
Türk sultanları topluluklar arasında sosyal, kültürel, dînî müsâmaha bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve adâlet tanımışlardır. İslâmî Türk devletlerinde çeşitli boylara mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı devrinde de devâm etmiştir. Türklerin İslâm kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri netîcesinde, İslâmiyet, Türkler için başlıca dayanak hâline gelmiştir. Haçlı orduları Hıristiyanlık dâvâsıyla harekete geçerek İslâm ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı zihniyet karşısında Türkler için İslâm inanç ve hissi en büyük güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslâmiyeti yüceltmek düşüncesi, fütûhâtı Hıristiyan dünyâsına dönük Osmanlı Devletinde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idâresi verilen hânedân üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar, yarı müstakil bir sûrette hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede asıl devlet merkezindekine benzer bir dîvân kuruluşuna da sâhiptiler. Ayrıca vezir ve askerî kuvvetleri vardı. Halîfe, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidârı tanırlardı. Siyâsî temasları veya giriştikleri savaşları asıl devletin ana siyâseti çerçevesinde yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk hâline getirmek ve onu kendi keyfine göre idâre etmek değildi.
Hükümdârın vefâtı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler netîcesi, merkezde iktidâr boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar, iktidâra sâhip olmak için şehzâdeler birbiriyle mücâdeleye girişirlerdi. Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hâkimiyetin bölünmemesi prensibini gerçekleştirip devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürklerde, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapağan Kağan’ın çocukları arasında da görülmüştür.
Büyük Selçuklu Devleti zamânında, İslâm medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adâletle idâre etmeye büyük önem verirler ve devletin devâmını bunda görürlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenlerini ve kumandanları kabul ederlerdi. Halkın şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilâtı doğrudan doğruya sultânın şahsına bağlıydı ve vazifelilerin hepsi onun en güvenilir adamları arasından seçilirdi.
Türkler, devlet kurdukları zaman Ortadoğudaki kültür çevresinin en önemli unsuru şüphesiz din idi. İslâmî emirlerden biri de bu dîni yaymaktı. Aslında cihâd inancı Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu. Bu bakımdan İslâmiyet uğruna mücâdeleye girişen Karahanlılar, Mâverâünnehr’deki eski kültür merkezleri Buhârâ ve Semerkant’ta yaptıkları gibi daha doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyeti yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. İç Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere Müslüman olmaları için hânlık arâzisinde yer verilmişti. Karahanlı idârecileri, en çok Uygurların Müslüman olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun İslâmiyete kazandırılmasını istiyorlardı.
Gaznelilerde devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslâmiyetti. Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin muhârebelere girişerek, onları İslâmiyete kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan Mahmûd’un oğulları ve Delhi sultanları vâsıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı. Anadolu’nun fethinde tam bir cihâd havâsına girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslâm dünyâsındaki mevcut umûmî kanâat, Türk başbuğlarına kuvvetli bir mânevî destek sağlamıştır. Böylece gelişen İslâmiyet ve Türklük birliği şuûru, Haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilâsına karşı da aynı îmân gücüyle karşı koyuldu.
Müslüman-Türk devletleri, Ehl-i sünnet inancına sâhiptiler. İslâm dünyâsında Türkler, esâsı Eshâb-ı kirâm düşmanlığına dayanan Râfızîlik inancına düşen İranlılarla çok uğraşmışlardır. Daha ilk ortaya çıktığı andan îtibâren siyâsî bir nitelik almış olan Râfızîlik, 11. asırda Mısır’daki Fâtımî Devleti tarafından, Ehl-i sünnet İslâm memleketlerini karışıklığa düşürmek için, kuvvetli bir propaganda silâhı olarak kullanılıyordu. Büveyhîler, Fâtımîlerle sıkı münâsebet hâlindeydi. O zamanki İran’ın hemen her tarafında çeşitli isimler altında pekçok Râfızî görüş türemişti. Hâlbuki Türk sultanlarının vazifesi siyâsî birlik yanında mânevî birliği de kurup yaşatmaktı. Selçuklular devrinde bu durum, doğru bir inanç bayrağı altında toplamak şeklinde düzenlenmişti. Râfızî-Fâtımî ve yine Râfızî-Büveyhî devletinin yıkıcı propagandalarından memleketi kurtarmak isteyen Sultan Alparslan, Bağdat gibi önemli merkezlerde kurduğu medreseler vâsıtasıyla Ehl-i sünnet îtikâdının doğru olarak öğretilmesine çalıştı. Selçuklular, ayrıca yine Fâtımîler tarafından desteklenen Bâtınîlerle uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Selçukluların bu siyâseti, Eyyûbîler tarafından da tâkip edildi. Mısır Memlûk Sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Tîmûrlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat bu muazzam siyâset, Moğol istilâsıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğuyu işgâl hareketine katılan Moğol idârecileri ve kitlelerin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen Hıristiyan olduklarından, Müslümanlara hiç bir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslâm dünyâsında, kendi hâkimiyetleri uğruna din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır.
Müslüman-Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret sarf edilmişti. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk âlimleri yetişmişti. Türk hâkimiyeti devrinde büyük-fıkıh, hadis, kelâm, tefsir ve fen âlimleri yetişti. On birinci asırda Hemedânî, Şihristânî, Begâvî; Harezmşâhlar zamânında, Zemahşerî, Fahrüddîn-i Râzî; Eyyûbîler devrinde Âmidî, ilim ve fikir hayâtında büyük eserler ortaya koymuşlardır. Sonraki asırlarda Kâdı Beydâvî, Urmevî, Kutbeddîn Şîrâzî, Tasavvufta; Ahmed-i Yesevî, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî, Süleymân Ata, Ubeydullah-ı Ahrâr gibi büyükler, hep Türk hâkimiyeti döneminde yetişmişlerdir.
Müsbet ilimler sâhasında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Trigonometrinin kurucularından Bîrûnî ile İbn-i Türk, matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcileri oldular. Çeşitli ilim dallarında yüz ondan fazla eser yazan Bîrûnî, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmûd’un Hind Seferine katılmıştı. Matematik, coğrafya, jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometrik meselelere dâir eserler yazan bu büyük âlim, ilim târihinin dâhilerinden kabul edilmektedir.
Karahanlılar devri manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kânun anlayışı, hâkimiyet telakkisi ve siyâsî görüşleri bakımından şâheserdir. 1060 yılında Balasagunlu Yûsuf Has Hâcib’in, Kaşgar’da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslâmî devrin ilk âbidelerindendir.
Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hâtunlar ve tabiplerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi mâhiyetinde Kayseri, Sivas, Konya-Divriği, Çankırı ve Kastamonu’da hastahâneler ve medreseler yapılmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, büyük kısmı şâheser sayılacak derecede; mîmârî, kitâbe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz’e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sâhada o devrin Türk devletlerinden kalma saray, câmi, mescit, imâret, han, hamam, dârüşşifâ, medrese, hânekâh, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezâr sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında mîmârî eserlerin çoğunda; çini kaplı, renkli yazılı ince tezyinât yer alırdı. Türkler bu çağda sanat dünyâsına önemli yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-câmi mîmârîsi, çift kubbe inşâatı, silindir biçiminde bâzan yivli yüksek ince minâre tipi, demet sütûn, sivri kemer, pencerelerin katlar hâlinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılıkla döküm sanatının en zarîf örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir olanları hâlâ Türk ve dünyâ müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere açıkhava müzesi manzarası verir.
Karahanlılarda halk dili ve edebî dil Türkçeydi. Gazneli ve Harezmşâhlar sarayında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında idâreci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda da böyleydi, halkın ekseriyetiyle ordunun dili Türkçeydi. Bu devletlerde resmî yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde yazılması İslâm dünyâsının ortak dili olmasından doğuyordu.
Müslüman-Türk devletlerinde Türkçenin önemini gösteren vesîkalardan biri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmûd tarafından Bağdat’ta yazılan Dîvânü Lügat-it-Türk’tür. Müellif, bu eserini Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyâcını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu teşkilâtında çok önemli yeri bulunan Atabeglik müessesesi, Türklerin İslâm dünyâsına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara Lala denmiştir.
Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini, Türk, İslâm ve cihân hâkimiyeti târihinin de en yüksek siyâsî teşkilâtını temsil eder. Osmanlı Devleti siyâsî istikrârı, sosyal adâleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu âhengi Nizâm-ı âlem şuur ve irâdesiyle çok yüksek ve ince idâre sistemi, kudretli ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukûkî faâliyetleri ve nihâyet edebiyât, sanat ve mîmârîde vücûda getirdiği ihtişamlı eserleriyle de târihte müstesnâ mevkiini almıştır. Osmanlı devri, bu azâmeti, hiçbir devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı târih kaynakları, muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tedkik imkânlarını bahşetmektedir.
Osmanlılarda eğitim ve öğretim her seviyede yapılırdı. Sibyan mektebinden üniversite mâhiyetindeki dârülfünûn ve medreseyle medrese-i mütehassısîn denilen ihtisâs müesseselerine kadar geniş bir teşkilât vardı. Osmanlı eğitim sistemi, İslâm terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretimde İslâmî esaslar temel alındığından ve her Müslüman Kur’ân-ı kerîm okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’ân-ı kerîm harfleri ve ilâvelerinden meydana geldiğinden, Müslümanlar arasında okuma-yazma nispeti % 100’e yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen mutaassıplar varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Osmanlının bütün memlekete şâmil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve yabancıların da okulları vardı. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında daha da artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı. Bunların bâzısı hâlâ açılış günlerinin târihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve velî münâsebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet gösterilirdi. Hoca da talebesine şefkatle muâmele ederdi. Dînimiz talebeyi sopayla dövmeyi yasak ettiğinden, okullarda falaka ve dayak yoktu.
Osmanlılarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrâfında Türkiye Selçukluları devrinde yetişen âlim ve velîler vardı. Osman Gâziden Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, âlimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafında açılan ilim yuvaları ışık ve feyz kaynağı oldu. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bâzılarından imkânlar ölçüsünde hâlâ faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa’ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde akıllara durgunluk verecek derecede olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar Osmanlıların ilme ve kültüre verdikleri değeri göstermektedir. Ne yazık ki, Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazînesi hâlâ bilinmemektedir. Osmanlılar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i usûl-i kelâm, ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kırâat, akâid, belâgat, ilm-i Kur’ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerde de riyâziye (matematik), hendese (geometri), hey’et (astronomi), ilm-i nebâtât (botanik), hikmet-i tâbi’iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tıp, mantık, felsefe, sosyoloji, Doğu ve Batı dilleriyle edebiyâtı, Slav dilleri, coğrafya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sâhalarında her devirde pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler bırakarak ilme hizmet ettiler. Lügatçiliğimiz bugün bile İkinci Sultan Abdülhamîd devrini geçememiştir.
Türk-İslâm devletlerinde cemiyet: Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum hayâtı vardı. Köle vardı fakat, Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi. Âzad edilip, hürriyete kavuşarak devlet kademesinde vazife alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu. Bütün dünyâ Müslümanlarını ilgilendiren halîfelik makâmı da 1516 senesinden îtibâren Osmanlı pâdişâhları eliyle Müslüman-Türklere geçti. Osmanlılar devrinde, gayri müslimlere ve Türklere verilen kendi din ve dillerinde, mâbed ve okul açıp ibâdetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüşü günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanınmadığı ölçüde serbestti.
Müslüman-Türklerde İslâm ahlâkı hâkimdi. Umûmî kâideler dâhil, herkes İslâm ahlâkına ve örfe uymak mecbûriyetindeydi. Vatanseverlik, vekâr, büyüğe hürmet, küçüğe şefkât, vefâ ve sadâkat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine titizlikle riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kıymet ölçüleri sâyesinde Türk toprakları emniyet ve huzûr içindeydi ve kardeşlik havası hâkimdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmendo da Amicis, Costantinopoli adlı eserinde:
“Paşasından sokak satıcısına kadar istisnâsız her Türkte vekâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişâmı vardır. Hepsi derece farkları olmasına rağmen aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyâfetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakârete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan câmiye girip, Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir hâdiseye şâhit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzûmundan fazla işgâl etmek, ayıp sayılır...” demektedir.
Rum isyânının baş plânlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektupta Müslüman-Türkün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifâde etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı, mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itâat duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek reîslere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının salâbetinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlığı zayıflatmak îcâb eder. Bunun en kısa yolu millî gelenekleriyle mâneviyâtlarına uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddî vâsıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için yalnız harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrik edeceğinden, hakîkatlerine nüfuz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbi tamamlamaktır.”
Türkler Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere, adâlet, fazîlet ve medeniyet götürmüşlerdir. Bugün medenî olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.
Türk devletlerini ve milletini asırlar boyunca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet îmândır ve İslâm dîninde çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık kudretidir.
Türkler ve spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî târihlerini askerî zaferlerle süslemişlerdir. Sulh zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, muvaffakiyet sırlarından biridir. Bedenî kâbiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silâhlarını kullanmaktaki mahâretleri sâyesinde çok zaman bire iki, bire üç nispetinde kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan muhârebeleri kazanmışlardır.
Türklerin meşgul olduğu sporlar, dâimâ savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak tâlimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri Türkler için yaya yürümek kadar tabîî bir şeydi. Türkler, âdetâ at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse îtibâriyle biraz küçük, lâkin yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalâde dayanıklı, çok sür’atli ve terbiye olunmak kâbiliyeti yüksek Türk atları, sâhiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim, bütün Türk devletlerinde seferî kuvvetin esâsını süvârî teşkil etmiş ve bunlar harplerin kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de gerek Kapıkulu Süvârisinin ve gerekse Timarlı Sipâhinin ehemmiyeti çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerin kapı halkı hemen hemen tamâmen atlıydı.
Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silâh kullanma müsâbakaları tertip ederlerdi. Cirit bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen demirden delici kısmı olan bir silâh olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Harpte, süvârî hücum ettiği vakit ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi uzun mesâfeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırlardı.
Güreşse, Türklerin çok eski milî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan muhârebelerde güreş bilenin dâimâ üstün çıkacağı şüphesiz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl millî güreşi yağsız Karakucak güreşi idi. Sonraları Rumeli’ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.
Okçuluk, Türklerin meşhur sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sâhasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla bahsetmişlerdir. Türkler kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyâde ve gerekse süvârî olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Sür’atle giden bir atın üzerinden hedefe isâbetli ok atarlardı. Okmeydanında kurulan meşhur kemankeşler ocağı, 15 ve 16. asırda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gün doğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi istikâmetlerde esen rüzgârlara göre atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yâni kırılan rekorlar erişilemeyecek kadar yüksektir.
Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu şimşirbazlık denilen bir sporun, yâni bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan Yeniçeri silâhlarından olup, meşhûr kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise, daha ziyâde bahriye askeri ve süvâriler tarafından kullanılırdı. Pala; düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifce öne kıvrık gibi görünen bir silâhtı. Türklerin gürzleri de meşhûrdu. Bunlar, yekpâre saplı veya zincir saplı olurlardı. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Tâlim gürzleri iki yüz okka (256.5 kg) kadar olurdu. Bununla müsâbakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde muhtelif istikâmetlerde muayyen kâidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirilerek kullanılırdı.
Türklerin en dikkati çeken sporu muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbûl bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Târih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden bir İranlı tüccar tarfından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip ayak topu oynadıkları, yâhut ata binerek değnekle bu topa vurmak sûretiyle müsâbakalar tertip ettikleri nakledilmektedir. İşte meşhur tokmak oyunu budur. Tokmak aslında tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılan top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denmiştir.
Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük mükâfâtı, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve bilhassa askerî kuvvetleri kuvvetli, çevik, mâhir, meşakkate dayanıklı, iyi silâhşör, soğukkanlı, dâimâ muzaffer, mükemmel muhâripler hâline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhâfaza için sulh zamânlarında da tâlim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler; bu sâyede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddî ve mânevî faydalara sâhip olmuşlardır.